ZÜMER SÛRESİRahmân ve Rahîm Allah'ın ismi ile el-Ğuraf Sûresi ismi da verilmektedir. Vehb b. Münebbih dedi ki: Aziz ve celil olan Allah'ın yarattıklarındaki kaza ve hükmünü bilmek isteyen kimse el-Ğuraf Sûresi'ni okusun. el-Hasen, İkrime, Atâ ve Cabir b. Zeyd'in görüşüne göre Mekke'de inmiştir. İbn Abbâs dedi ki: Medine'de inmiş iki âyet-i kerîme bundan müstesnadır. Bu âyetlerin birisi: "Allah sözün en güzelini... indirmiştir." (39/23) âyeti, diğeri ise: "De ki: Ey nefisleri aleyhine ileri giden kullarım..." (ez-Zümer, 39/53) âyetidir. Başkaları ise şöyle demişlerdir: Bundan (Medine'de inmiş) yedi âyet müstesnadır. Bu yedi âyetin başlangıcı yüce Allah'ın: "De ki: Ey nefisleri aleyhine ileri giden kullarım..." âyeti olup bundan itibaren yedinci âyetin sonuna kadar olan ayetler Medine'de indirilmiştir. İleride de geleceği üzere bunlar Vahşi ve arkadaşları hakkında inmiştir. Tirmizî'nin rivâyetine göre Âişe (radıyallahü anha) şöyle demiştir: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) ez-Zümer ve Beni İsrail (İsra) sûrelerini okumadan uyumazdı. Tirmizi, V, 475. Yetmişbeş âyet-i kerimedir, yetmiş iki âyet-i kerîme olduğu da söylenmiştir. 1Kitabın indirilmesi mutlak galib, her işi hikmet dolu Allah tarafındandır. "Kitabın indirilmesi" anlamındaki âyet, mübteda olarak merfudur, haberi ise: "Mutlak galib, her işi hikmet dolu Allah tarafındandır" âyetidir. Bununla birlikte: "Bu, kitabın indirilmesidir" anlamında merfu olması da mümkündür. Bu açıklamayı el-Ferrâ'' yapmıştır. el-Kisaî ve el-Ferrâ'' "indirilmesi" âyetinin:şeklinde mef'ûlün bih olmak üzere nasb ile gelmesini uygun görmüşlerdir. el-Kisaî: Bu "kitabın indirilmesini" okuyun ve ona uyun demektir. el-Ferrâ'' da şöyle demiştir: Bu iğra (teşvik) olmak üzere nasbedilmiştir. Yüce Allah'ın: "Allah'ın üzerinizde yazdığına" (en-Nisa, 4/24) bağlı kalınız, âyeti gibidir. "Kitab" Kur'ân-ı Kerîm'dir. Ona bu ismin verilmesi yazılı olmasından dolayıdır. 2Muhakkak Biz sana kitabı hak ile indirdik. O halde Allah'a, dini yalnız O'na halis kılarak ibadet et. "Muhakkak Biz sana kitabı hak ile indirdik." Yani bu, kitabın Allah'tan indirilmesidir ve Biz bu kitabı hak ile yani doğruluk ile indirdik. Bu kitab batıl veya eğlence, şaka değildir. "O halde Allah'a dini yalnız O'na halis kılarak ibadet et" âyeti ile ilgili açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız: "(Ulü): Halis kılarak" âyeti hal olarak nasbedilmiştir. O'na hiçbir şeyi ortak koşmaksızın tevhid edici olarak, demektir. "Dini yanlız O'na" itaati yanlız O'na halis kıl, demektir. Buradaki dinin ibadet anlamında olduğu da söylenmiştir, mef'ûlün bihdir. 3Uyanık olun! Halis olan din yalnız Allah'ındır. O'ndan başka veliler edinenler: "Biz bunlara ancak bizleri Allah'a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz" (derler). Muhakkak Allah ihtilaf edip durdukları şeyler hakkında aralarında hüküm verecektir. Şüphe yok ki Allah yalan söyleyen, kâfir olan hiçbir kimseye hidayet vermez.
"Uyanık olun, halis olan" hiçbir şaibenin karışmadığı "din yalnız Allah'ındır." Hadîs-i şerîfte el-Hasen'in, Ebû Hüreyre'den rivâyet ettiğine göre bir adam şöyle demiş: Ey Allah'ın Rasûlü! Ben bir şeyler tasadduk ediyorum ve bir şeyler yapıyorum. Bununla hem Allah'ın rızasını arıyorum, hem de insanların beni övmesini arzu ediyorum. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) da ona şu cevabı vermiş: "Muhammed'in nefsi elinde olana yemin ederim ki, Allah kendisine ortak koşulmuş hiçbir şeyi kabul etmez. " Bu kadarıyla: Muhammed b. İsmail es-San'ani, Subulu's-Selam, IV, 186. Daha sonra Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) yüce Allah'ın: "Uyanık olun! Halis olan din yanlız Allah'ındır" âyetini okudu. Bu anlamdaki yeterli açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/262. âyet, 2. başlıkta); en-Nisa Sûresi'nde (4/146. âyetin tefsirinde) ve Kehf Sûresi'nde (18/110. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. İbnu'l-Arabî dedi ki: Bu âyet-i kerimede bütün amellerde niyetin vacib oluşuna delil vardır. Bunun en büyüğü ise imanın yarısı olan abdesttir. Bu hususta Ebû Hanife ve el-Velid b. Müslim'in, Malik'ten rivâyetine muhalefet sözkonusudur. Çünkü bunların ikisi: Niyet olmaksızın abdest yeterlidir, derler. Halbuki abdestin imanın yarısı olması ve tırnaklar ile tüyler arasından günahları çıkartma özelliği niyetsiz olamaz. "Ondan başka veliler edinenler" âyetinde velilerden kasıt putlardır. Haber hazfedilmiştir, yani onlar derler ki: "Biz bunlara ancak bizleri Allah'a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz." Katade dedi ki: Müşriklere Rabbiniz ve yaratıcınız kimdir? Gökleri ve yeri kim yaratmıştır? Semadan su (yağmur) indiren kimdir? diye sorulduğunda, Allah diyorlardı. Bu sefer onlara: Peki putlara ibadetinizin anlamı nedir? denilince, şöyle cevab veriyorlardı: Bizi Allah'a yakınlaştıranlar, O'nunnezdindebize şefaat etsinler diye. el-Kelbî dedi ki: Bu sözün cevabı el-Ahkaf Sûresi'ndedir: "Kendilerini yakınlaştırmak üzere Allah'tan başka ilâh diye edindikleri onlara yardım etmeli değil miydi?" (el-Ahkaf, 46/28) "Yakınlık" demektir. Yani bizi yüce Allah'a iyice yakınlaştıranlar diye onlara ibadet ediyoruz. Buna göre bu lâfız, mastar (mef'ûl-i mutlak) yerinde kullanılmış olmaktadır. İbn Mes’ûd, İbn Abbâs ve Mücahid'in kıraatinde: "Ondan başka veliler edinenler, biz bunlara ancak bizleri Allah'a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz derler." şeklinde, Ubeyy'in kıraatinde ise: "Ondan başka veli edinenler, biz sizlere ancak bizleri Allah'a yakınlaştırasınız diye ibadet ediyoruz (derler)" şeklindedir. Bunu en-Nehhâs zikretmiş ve Buradaki hikaye (söyledikleri nakledilen sözler) açıkça anlaşılmaktadır, demiştir. "Muhakkak Allah... aralarında hüküm verecektir." Kıyâmet gününde çeşitli din sahipleri arasında hüküm verecek ve herkese hakettiği karşılığı verecektir. "Şüphe yok ki Allah yalan söyleyen, kâfir olan hiçbir kimseye hidayet vermez." Yani ezelde küfre sapacağına dair hüküm verilmiş olan hidayet bulmaz. Yani yüce Allah'ın razı olduğu din olan İslâm dinine girmez. Nitekim yüce Allah: "Ve size din olarak İslâm'ı beğenip seçtim" (el-Mâide, 5/3) diye buyurmuştur. Bu âyet önceden de geçtiği üzere (mesela el-Fâtiha, 1/6. âyet, 31. başlık; İbrahim, 14/4. âyetin tefsirinde) Kaderiyye'nin ve diğerlerinin kanaatlerini reddetmektedir. 4Eğer Allah bir evlat edinmek istese idi, elbette yarattıklarından dilediğini seçerdi. O, bundan münezzehtir. O, Allah'tır, birdir, herşeye hükmünü geçirendir. "Eğer Allah bir evlad edinmek isteseydi, elbette yarattıklarından dilediğini seçerdi." Yani Allah yarattıklarından herhangi bir kimseye böyle bir ismi vermek isteseydi, bu işi onlara bırakmazdı. "O bundan münezzehtir." Evlat sahibi olmaktan yücedir, mukaddestir. "O Allah'tır, birdir, herşeye hükmünü geçirendir." 5Göklerle yeri hak ile yarattı. Geceyi gündüze dolar, gündüzü de geceye dolar. Güneşi ve ayı müsahhar kıldı. Herbiri belirli bir süreye kadar akıp gitmektedir. Uyanık olun, o galib olandır, günahları çok çok bağışlayandır. "Göklerle yeri hak ile yarattı." Yani herşeyi kemal derecesinde var etmeye kadir olan, eşe ve evlada ihtiyacı olmayan O'dur. Böyle olana yakışan, O'na hiçbir şeyi ortak koşmaksızın yalnızca O'na ibadet etmektir. Bununla yüce Allah, kullarına dilediği şekilde kendisine ibadet etmelerini istemek hakkına sahib olduğuna dikkatlerimizi çekmektedir. Nitekim de böyle yapmıştır. Yüce Allah'ın: "Geceyi gündüze dolar, gündüzü de geceye dolar" âyeti hakkında ed-Dahhak şöyle demiştir: Yani O, bunu ötekinin, ötekisini de bunun üzerine bırakır. Bu da "tekvin dolamak" kelimesinin sözlükteki anlamına göre yapılmış bir açıklamadır. Bu kelime bir şeyin, bir kısmını öbür kısmının üzerine atmak demektir. Mesela: "Eşyanın bir kısmını, bir kısmının üzerine bıraktı anlamında: denilir. "Sarığı sardı, doladi" tabiri de buradan gelmektedir. İbn Abbâs'tan bu âyetin anlamına dair bu şekildeki açıklama rivâyet edilmiş ve o şöyle demiştir: Geceden eksilen bölüm gündüze girer, gündüzden eksilen de geceye girer. İşte yüce Allah'ın: "Geceyi gündüze bitiştirir, gündüzü de geceye bitiştirir" (Fatır, 35/13) âyetinin anlamı da budur. Bir başka açıklamaya göre gecenin gündüze dolanması, gecenin gündüzü karartması ve sonunda ışığını gidermesidir. Gündüzü de gecenin üzerine örter ve böylelikle onun karanlığını giderir. Bu, Katade'nin açıklamasıdır. Yüce Allah'ın: "Geceyi durmadan kovaladığı gündüze bürür o" (el-Araf, 7/54) âyetinin anlamı da budur. "Güneşi ve ayı" kullarının menfaatine doğup batmak suretiyle "müsahhar kıldı. Herbiri belirli bir süreye kadar" kendi yörüngesinde dünyanın sonunun geleceği kıyâmet gününe kadar "akıp gitmektedir." İşte o vakit sema çatlayacak ve yıldızlar darmadağın olacaktır. Belirli süre'nin (el-ecelu’l-müsemma) güneş ve ayın doğuş ve batışları için düzenlenmiş konak yerlerine gidişlerinin son bulacağı vakit olduğu da söylenmiştir. el-Kelbî dedi ki: Her ikisi de en uzak konaklarına doğru akıp giderler. Sonra tekrar en yakın oldukları konak yerlerine geri dönerler ve bunun sınırını aşmazlar. Buna dair açıklamalar da daha önceden Yasin Sûresi'nde (36/40. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
"Uyanık olun! O galib olandır, günahları çok çok bağışlayandır" âyetindeki: " Uyanık olun" dikkat çekmek ve uyarmak içindir. Yani dikkat edin, şüphesiz ki ben herşeye galib olan "Aziz"im ve rahmeti ile kullarının günahlarını örten "Ğaffar"ım. 6Sizi bir candan yarattı. Sonra ondan eşini yarattı ve sizin için davarlardan sekiz çift yarattı. Sizi analarınızın karnında üç karanlık içinde bir yaratılıştan sonra, öbür yaratılışa geçirerek yaratıyor. İşte bunları yapan Rabbiniz Allah... Mülk yalnız O'nundur, O'ndan başka ilâh yoktur. Böyle iken nasıl döndürülüyorsunuz? "Sizi bir candan" yani Âdem (aleyhisselâm)'dan "yarattı. Sonra ondan" soyun devamının gerçekleşmesi için "eşini yarattı." Bu husus da daha önceden el-Araf Sûresi'nde (7/189-190. âyet, 1. başlık ve devamında) ve başka yerlerde geçmiş bulunmaktadır. "Ve sizin için davarlardan sekiz çift indirdi." Yüce Allah çiftlerin indirilmiş olduğunu bize haber vermektedir. Çünkü bu davarlar bitkiler sayesinde, bitkiler de indirilen su sayesinde var olur. İşte buna "tedriç" (bir işi tedricen yani aşama aşama gerçekleştirmek) ismi verilir. Yüce Allah'ın: "Size... bir elbise indirdik" (el-Araf, 7/26) âyeti da buna benzemektedir. "İndirdi" lâfzının inşa etti ve var etti anlamında olduğu da söylenmiştir. Said b. Cübeyr de: Yarattı, diye açıklamıştır. Denildiğine göre yüce Allah bu davarları cennette yaratmış, sonra onları yere indirmiştir. Yüce Allah'ın şu âyetinde belirtildiği gibi: "Ayrıca kendisinde hem çetin bir güç bulunan... demiri de indirdik." (el-Hadid, 57/25) Çünkü Âdem (aleyhisselâm) yeryüzüne indirilince, onunla birlikte demir de indirilmiştir. "Sizin için davarlardan... indirdi" âyetinin "verdi" anlamında olduğu da söylenmiştir. Burada "yaratma"nın indirmek olarak zikredildiği de söylenmiştir. Çünkü yaratmak semadan inen bir emir ile gerçekleşir. O halde mana: O size bunları inen emri ile yaratmıştır, demek olur. Katade dedi ki: Deve türünden iki, inek türünden iki, koyun türünden iki ve keçi türünden iki, bunların herbirisi bir çifttir. Buna dair açıklamalar daha önceden (el-En'am, 6/143-144. âyetler, 1 ve 2. başlıklarda) geçmiş bulunmaktadır. "Sizi analarınızın karnında üç karanlık içinde bir yaratılıştan sonra öbür yaratılışa geçirerek yaratıyor" âyeti hakkında Katade ve es-Süddî şöyle demişlerdir: Nutfeden sonra alaka (sülük gibi bir kan) sonra bir çiğnemlik et, sonra kemik, sonra da et olarak yaratıyor. İbn Zeyd dedi ki: "Bir yaratılıştan sonra öbür yaratılışa geçirerek yaratıyor" âyeti şu demektir: O Âdem'in belinde sizi yarattıktan sonra annelerinizin karnında yaratmaktadır. Şöyle de açıklanmıştır: Önce babanın sırtında, sonra annenin karnında, sonra da doğumdan sonra yaratış ile yaratmaktadır. Bunu da el-Maverdî zikretmektedir. "Üç karanlık içinde" karın karanlığı, rahim karanlığı ve meşime (eş) karanlığı. Bunu İbn Abbâs, İkrime, Mücahid, Katade ve ed-Dahhak söylemişlerdir. İbn Cübeyr: Meşime (eş), rahim ve gece karanlıkları demiştir. Ancak birinci görüş daha sahihtir. Erkeğin sulbünün karanlığı, kadının karnının karanlığı ve rahim karanlığı diye de açıklanmıştır. Ebû Ubeyde'nin görüşü budur. Yani karanlık -yaratılmışları engellediği gibi- onu engellemez. "İşte bunları yapan" bunca şeyleri yaratan "Rabbiniz Allah... Mülk yalnız O'nundur, O'ndan başka ilâh yoktur. Böyle iken nasıl döndürülüyorsunuz?" Nasıl olur da O'na ibadeti bırakıyor, O'ndan başkasına ibadete döndürülüyor ve yönlendiriliyorsunuz? Hamza "analarınızın" anlamındaki âyeti hem "hemze"yi, hem "mim"i kesreli olarak diye okumuştur. el-Kisaî ise "hemze"yi kesreli, "mim"i fethalı okumuştur. Diğerleri ise "hemze"yi ötreli, "mim"i ise fethalı okumuşlardır. 7Eğer kâfir olursanız, şüphesiz Allah size muhtaç değildir. Bununla birlikte O, kullarının kâfir olmalarına razı olmaz. Eğer şükür ederseniz, faydanız için ondan razı olur. Yük (günah) yüklenici hiçbir kimse başkasının yükünü yüklenmez. Sonra dönüşünüz Rabbinizedir, O, size neler yapmakta olduğunuzu haber verecektir. Çünkü O, göğüslerin özünü çok iyi bilendir. "Eğer kâfir olursanız, şüphesiz Allah size muhtaç değildir" âyetinde şart ve cevab zikredilmiştir. "Bununla birlikte, O kullarının kâfir olmalarına razı olmaz." Onların kâfir olmalarını sevmez. İbn Abbâs ve es-Süddî dediler ki: Bunun anlamı mü’min kullarının kâfir olmalarına razı olmaz. Bunlar da yüce Allah'ın haklarında: "Benim gerçek kullarım üzerinde senin hakimiyetin yoktur" (el-İsra, 17/65) diye buyurduğu kimselerdir. Ayrıca yüce Allah'ın: "Allah'ın kullarının kendisinden içtikleri... bir pınardır" (el-İnsan, 76/6) âyeti da bunun gibidir ki, Allah'ın kullarından kasıt, mü’minlerdir. Bu açıklama rıza ile irade arasında fark gözetmeyenlerin görüşüne uygun bir açıklamadır. Bir başka açıklamaya göre de O küfre -O'nu irade etse dahi- razı olmaz. Çünkü yüce Allah kâfirin küfre girmesini irade eder ve onun iradesi ile kâfir olur, fakat bu işe razı olmaz ve bunu sevmez. Buna göre O, razı olmadığı şeyin olmasını murad edebilir. Yüce Allah İblisi yaratmayı murad etmiştir, fakat O'ndan razı değildir. Yani irade, rızadan başka bir şeydir. Ehl-i sünnetin kabul ettiği görüş de budur. "Eğer şükür ederseniz, faydanız için ondan razı olur." Yani sizin şükredici olmanızdan razı olur. Çünkü "şükür ederseniz" âyeti buna delâlet etmektedir. Şükre dair açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/52. âyet, 3. başlıkta) ve başka yerlerde geçmiş bulunmaktadır. "Razı olur" sevab ve mükâfat verir ve över anlamındadır. Bu açıklamaya göre rıza ya O'nun sevap vermesidir, bu durumda bu bir fiil sıfatı olur. (Şu âyette dile geritildiği gibi) "Yemin olsun ki şükrederseniz, elbette size daha çok veririm." (İbrahim, 14/7) Yahutta bu şükrün övülmesi olur, o takdirde bu bir zat sıfatıdır. "Ondan razı olur" anlamındaki fiil Ebû Cafer, Ebû Amr, Şeybe ve Âsım'dan rivâyetle Hubeyre şeklinde "he" harfini sakin olarak okumuşlardır. İbn Zekvan, İbn Kesîr, İbn Muhaysın, el-Kisaî ve Nafî'den, Verş ise dammeyi işba' ile (açık ve anlaşılır şekilde) okumuşlardır, diğerleri ise bunu ihtilas ile (çok hafif bir şekilde) çıkartmışlardır. "Yük (günah) yüklenici hiçbir kimse başkasının yükünü yüklenmez. Sonra dönüşünüz Rabbinizedir. O size neler yapmakta olduğunuzu haber verecektir. Çünkü O, göğüslerin özünü çok iyi bilendir" âyeti(na dair açıklamalar) da önceden birden çok yerde (mesela el-İsra, 17/15- âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. 8İnsana bir zarar isabet etse, Rabbine dönerek O'na dua eder. Sonra ona kendi lutfundan bir nimet verirse, evvelce O'na yalvardığını unutur ve yolundan saptırmak için Allah'a eşler koşar. De ki: "Küfrünle biraz eğlenedur. Muhakkak sen cehennemliklerdensin." "İnsana" yani kâfire "bir zarar" fakirlik ya da bela türünden bir sıkıntı ve darlık "isabet etse Rabbine dönerek O'na dua eder." Yani üzerindeki bu darlık ve sıkıntının kaldırılması için yüce Allah'a sığınarak, itaat ederek, O'na yönelerek ve dönerek dua eder. "Sonra ona kendi lutfundan bir nimet verirse" ona birtakım bağışlarda bulunur ve birtakım şeylere malik kılarsa... demektir. (Aynı kökten olmak üzere): "Allah sana o şeyi mülk olarak verdi" denilir. Ebû Amr b. el-Ala şu beyiti zikrederdi: "işte orada malı mülk olarak vermeleri istenirse onlardan verirler, Ve onlardan bir şey dilenirse bağışlarlar ve eğer meysire Fakirlere dağıtılmak üzere deve üzerinde kumar oynamaya kalkışırlarsa, semiz develeri seçerler. Adamın oldukça özel yakın kimseleri" demektir, tekili: ...diye gelir. Ebû'n-Necm dedi ki: "Verdi, -cimrilik etmedi ve cimrilik ettiği de söylenmedi- Yüksek hörgüçlü develeri, bağış ve ihsanda bulunup mülk verdi." "Evvelce O'na yalvardığını unutur." Yani üzerindeki sıkıntının açılmasından önce kendisine dua ettiği Rabbini unutur. Buna göre buradaki: yüce Allah'a ait olup anlamındadır. Bunun yüce Allah'ın: "Siz de benim ibadet ettiğime ibadet edecek değilsiniz" (el-Kafirun, 109/5) âyetinde olduğu gibi anlamında olduğu da söylenmiştir. İkisinin de anlamı (kişi, kimse şeklinde olup) birdir. Bir başka açıklamaya göre; o yüce Allah'a yalvarıp yakarırken yaptığı duayı unutur, demektir. Yani yüce Allah'a duayı terkeder. Bu durumda fiil ile birlikte mastar (yalvarmasını, ibadet etmesini...) anlamını ifade eder. "Ve yolundan saptırmak için" yani cahiller kendisine uysun diye "Allah'a eşler koşar." O'nunla birlikte putlara, heykellere tapınır. es-Süddî dedi ki: Bu bütün işlerinde kendilerine güvenip dayandıkları insanlardan eşler koşarlar, anlamındadır. "Küfrünle biraz eğlenedur." Yani sen bu durumda olan insana: "... eğlenedur" de. Bu ise tehdit ihtiva eden bir emirdir, çünkü dünya hayatının metaı pek azdır. "Muhakkak sen cehennemliklerdensin." Yani sonunda varacağın yer cehennem ateşi olacaktır. 9(O mu) yoksa âhiretten korkarak, Rabbinin rahmetini umarak, gece saatlerinde kıyamda durarak, secde ederek, itaatte bulunan kimse mi (hayırlıdır)? De ki: Hiç bilenlerle, bilmeyenler bir olur mu? Ancak özlü akıl sahibleri öğüt alır. "(O mu) yoksa... gece saatlerinde kıyamda durarak... kimse mi (hayırlıdır)?" Yüce Allah, mü’minin az önce sözü edilen kâfir gibi olmadığını açıklamaktadır. el-Hasen, Ebû Amr, Âsım ve el-Kisaî "yoksa" anlamındaki âyeti "mim" harfini şeddeli olarak diye okumuşlardır. Nafî', İbn Kesîr, Yahya b. Vessab, el-A'meş ve Hamza ise nida anlamını vermek üzere şeddesiz olarak Ey o kimse" diye okumuştur. Sanki: Ey itaatte bulunan kimse! denilmiş gibidir. el-Ferrâ'' dedi ki: Elif "ya" konumundadır. Mesela "ya Zeyd" denildiği gibi "ya" yerine hemze getirilerek de nida yapılabilir. Bu Sîbeveyh'den ve bütün nahivcilerden böylece nakledilmiştir. Nitekim Evs b. Hacer de şöyle demiştir: "Ey Lubeynaoğulları, sizler bir el değilsiniz, Olsa olsa ancak pazusu olmayan bir elsiniz." Bir başkası yani Zu'r-Rimme şöyle demektedir: "Ey Hüzva'da bulunan o ev, gözüm yaşlarını harekete getirdin, O sevgi suyu (gözyaşı) ardı arkasına düşüyor yahutta parıldayarak aktığı görülüyor." Buna göre âyet-i kerimenin takdiri şöyle olur: "De ki küfrünle biraz eğlenedur. Muhakkak sen cehennemliklerdensin." Ey itaatte bulunan kimse, şüphesiz sen de cennetliklerdensin. Nitekim konuşma esnasında şöyle denilir: Filan kişi ne namaz kılar, ne oruç tutar. Ey namaz kılıp oruç tutan kimse müjdeler olsun sana. Burada ifadenin buna delâleti dolayısıyla hazfedilmiştir. "Yoksa... kimse mi"deki "elifin istifham (soru elifi) olduğu da söylenmiştir. "Yoksa... gece saatlerinde... itaatte bulunan kimse mi" üstündür, hayırlıdır? Allah'a ortak koşan kimse mi? demek olur. İfadenin takdiri de: İtaatte bulunan kimse hayırlıdır, anlamındadır. "Kimse mi" şeklinde "nun" harfini şeddeli okuyanların kıraatine göre de anlam şöyle olur: Az önce sözü geçen isyankârlar mı hayırlıdır? "Yoksa... itaatte bulunan kimse mi?" Buna göre: "Yoksa"nın karşılığında gelmesi gereken cümle hazfedilmiştir. Aslı da şeklinde olup "mim"ler idgam edilmiştir. en-Nehhâs dedi ki: "Yoksa" burada "Bilakis, hayır" anlamındadır. "Kimse" de; anlamındadır, ifadenin takdiri de: Hayır itaatte bulunan kimse, sözü edilen kimseden daha üstündür, şeklindedir. "Kanit: İtaat eden" dört türlü açıklanmıştır: 1- Bundan kasıt itaatkâr kimsedir. Bu açıklamayı İbn Mes’ûd yapmıştır. 2- Namazında huşu duyan kimsedir. Bu açıklamayı İbn Şihab yapmıştır. 3- Namazında kıyamda duran kimse demektir. Bu açıklamayı Yahya b. Sellam yapmıştır. 4- Rabbine dua eden kimsedir. İbn Mes’ûd'un açıklaması bütün bunları toplamaktadır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir: "Kur'ân'da geçen bütün "kunut" lâfızları aziz ve celil olan Allah'a itaat anlamındadır.' Taberani, Evsat, II, 224. Cabir'den rivâyete göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a hangi namaz daha faziletlidir diye sorulmuş, o da: "Kunutu uzun olan" diye cevab vermiştir. Müslim, I, 520; Tirmizi, II, 229; Nesâî, V, 58; İbn Mace, I, 456; Müsned, III, 302, 314, 391, 411, IV, 385 (Cabir'den ve başkalarından). İlim ehlinden bir takım kimseler bunu kıyamın uzun olması diye yorumlamışlardır. Abdullah'ın, Nafî'den, onun İbn Ömer'den rivâyetine göre İbn Ömer'e kunutun ne demek olduğu sorulmuş, o da: Benim bildiğim kunut namazda kıyamı uzun tutmak ve Kur'ân okumaktan başka bir şey değildir, demiştir. Mücahid dedi ki: Rüku'un uzunca yapılması ve gözün başka yerlere bakmaktan alıkonulması kunutun kapsamı içerisindedir. İlim adamları namaza durdular mı gözlerini sağa sola bakmaktan alıkoyar ve hu'du' ile hareket eder (boyun bükerek durur), namazlarında etrafa bakınmazlar. Bir yerleriyle oynamaz ve unutmaları hali dışında- dünya ile ilgili bir şeyi hatırlarına getirmezlerdi. en-Nehhâs dedi ki: Bunun asıl anlamı kunutun itaat demek olduğudur. Bu hususta yapılmış bütün açıklamaların hepsi de yüce Allah'a itaati anlatır. Bunların hepsi ve hatta bunlardan da fazlası itaatin kapsamı içerisine girer. Nitekim Nafî' şöyle demiştir: İbn Ömer bana: Kalk namaz kıl dedi. Ben de kalkıp namaz kıldım. Üzerimde de eski püskü bir elbise vardı. Beni çağırdı ve bana: Ben seni bir işi görmek üzere gönderecek olsam, bu şekilde mi giderdin diye sordu. Ben, hayır güzel elbiselerimi giyinir, süslenirdim, dedim. Bu sefer bana: Huzuruna güzelce giyinip çıkmak, başkalarından çok Allah'a yakışır. Burada sözü geçen "kanit (itaat eden)"in muayyen olarak kim olduğu hususunda farklı görüşler vardır. Yahya b. Sellam'ın naklettiğine göre bu Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dır. ed-Dahhak'ın kendisinden yaptığı rivâyete göre de İbn Abbâs bu Ebû Bekir ve Ömer -Allah ikisinden de razı olsun- dirler, demiştir. İbn Ömer de: Bu Osman (radıyallahü anh)'dır demiştir. Mukâtil , Ammar b. Yasir'dir. el-Kelbî, Süheyb, Ebû Zerr ve İbn Mes’ûd'dur demiştir. Yine el-Kelbî'den nakledildiğine göre bu, bu durumda olan herkes hakkında geçerli bir nitelemedir, demiştir. "Gece saatlerinde" âyeti ile ilgili olarak el-Hasen şöyle demiştir: Gecenin saatleri başı, ortası ve sonudur. İbn Abbâs'tan ise "gece saatleri" gecenin ortası, yarısı demektir, dediği nakledilmiştir. İbn Abbâs da şöyle demiştir: Kıyâmet gününde mevkıfte beklemenin Allah tarafından kendisine hafifletilmesini, kolaylaştırılmasını isteyen kimseyi Allah gece karanlığında secde ederken, ayakta durup namaz kılarken, âhiretten korkarak ve Rabbinin rahmetini umarak görsün. Gece saatlerinin akşam ile yatsı arası olduğu da söylenmiştir. Bununla birlikte el-Hasen'in açıklaması umumi bir açıklamadır. "Âhiretten korkarak" âyetini Said b. Cübeyr âhiret azabından korkarak diye açıklamıştır. "Rabbinin rahmetini umarak" cennet nimetlerini umarak... demektir. el-Hasen'den rivâyet edildiğine göre o masiyetleri işleyip duran ve bununla birlikte Rabbinin rahmetini uman kimse hakkında soru sorulmuş da, o da: Böylesi olmayacak temennilerde bulunan bir kimsedir, diye cevab vermiştir. "Yoksa... itaatte bulunan kimse mi" anlamındaki âyetin "mim" harfini şeddesiz olarak: "Ey itaatte bulunan kimse" anlamında nida ile okuyan bir kimse "Rabbinin rahmetini" âyeti üzerinde vakıf yapmaz, çünkü yüce Allah'ın: "De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?" âyeti ona bitişiktir. Ancak ifadede hazfedilmiş bir lâfız takdir edilmesi müstesnadır. Bu ise daha önceden açıklandığı üzere daha kolay bir yoldur. ez-Zeccâc dedi ki: Yani nasıl bilenlerle bilmeyenler bir değil ise aynı şekilde itaat eden ile isyankâr kimse de eşit değildir. Başkası ise şöyle demektedir: Bilenler, bildiklerinden istifade edenler ve gereğince amel edenlerdir. Bildiğinden faydalanmayan ve gereğince amel etmeyen bir kimse, bilmeyen kişi konumundadır. "Ancak özlü akıl sahipleri" yani mü’minlerden akıl sahibi olan kimseler "öğüt alır." 10De ki: "Ey îman eden kullarım! Rabbinizden korkun. Bu dünyada ihsanda bulunanlara bir güzellik vardır. Allah'ın arzı da geniştir. Sabredenlere de ecirleri hiç şüphesiz hesapsız verilir. "De ki: Ey îman eden kullarım" yani ey Muhammed, mü’min kullanma de ki: "Rabbinizden korkun" yani O'na karşı gelmekten, isyan etmekten sakının. "Korkun" âyetindeki "te"; "vav" harfinden bedel olarak gelmiştir. Buna dair açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/1-2. âyetler, 4. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. İbn Abbâs dedi ki: Bununla Cafer b. Ebi Talib ile onunla birlikte Habeşistan'a hicret edenler kastedilmektedir. Daha sonra yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Bu dünyada ihsanda bulunanlara bir güzellik vardır." Burada ilk olarak zikredilen "ihsanda bulunanların ihsanından kasıt itaattir. İkinci olarak zikredilen "hasene; güzellikken kasıt ise cennetteki mükâfattu. Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Dünyada ihsanda bulunan kimselere dünyada da bir güzellik vardır ve bu, âhiretteki sevaptan ayrı olarak verilecektir. Dünyada ayrıca verilen güzellik ise sıhhat, afiyet, zafer ve ganimetin. el-Kuşeyrî: Birincisi daha doğrudur, çünkü kâfir de dünya nimetlerine nail olur, demiştir. Derim ki: Mü’min de onunla birlikte dünya nimetlerine nail olur. Ayrıca bu nimetlere şükrettiği takdirde cennette ona fazlası verilir. Dünyadaki iyilik (hasene)'den kasıt güzel övgü, âhirettekinden kasıt ise mükâfat da olabilir. "Allah'ın arzı da geniştir." Orada siz de hicret edin ve vasiyetler işleyen kimselerle birlikte kalmayın. Buna dair yeterli açıklamalar daha önceden en-Nisa Sûresi'nde (4/100. âyet, 4. başlık ve devamında) geçmiş bulunmaktadır. Bundan kastın cennet arzı olduğu söylenmiştir. Yüce Allah onlara cennetin genişliğini ve nimetlerinin bolluğunu hatırlatarak teşvikte bulunmuştur. Yüce Allah'ın: "Eni göklerle yer kadar olan cennete koşuşun" (Al-i İmrân, 3/73) âyetinde olduğu gibi. Çünkü cennete de bazan "yer, arz" denilebilir. Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Diyecekler ki: Bize olan vaadini yerine getiren, cennetten dilediğimiz yere konmak üzere arzı bize miras veren Allah'a hamdolsun." (ez-Zümer, 39/74) Ancak birinci görüş daha açık ve güçlüdür. O halde bu hicret etmeye dair bir emirdir. Yani Mekke'den güvenlik duyacağınız yere hicret ediniz. el-Maverdî de şöyle demiştir: Arzın genişliği ile rızık genişliğini kastetme ihtimali de vardır. Çünkü yüce Allah insanlara arzdan rızık verir. Yani Allah'ın rızkı geniştir demektir, daha uygun görülen anlam da budur. Çünkü yüce Allah burada arzın genişliğini, lütuflarını dile getirmek sadedinde zikretmiştir. Derim ki: O takdirde âyet-i kerîme pahalılığın olduğu bir yerden ucuzluğun olduğu bir yere taşınmaya delil olur. Süfyan es-Sevrî'nin dediği gibi: Sen torbanı bir dirheme ekmekle dolduracağın bir yerde ol. "Sabredenlere de ecirleri hiç şüphesiz hesapsız verilir." Yani herhangi bir miktara tabi olmaksızın verilir, mükâfata fazlası katılır, diye de açıklanmıştır. Çünkü işlediği amel kadarı ile ona mükâfat verilecek olursa bu hesaplı verilmiş olur. "Hesapsız"ın herhangi bir takib ve bir taleb olmaksızın -dünya nimetlerinin karşılığının istendiği gibi- olması demektir. Burada "sabredenler"den kasıt oruç tutanlardır. Delili de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yüce Allah'tan söylediğini haber verdiği: "Oruç Benimdir ve onun karşılığını Ben vereceğim" Buhârî, V, 2215, VI, 2723; Müslim, II, 807; İbn Mace, I, 525; Müsned, II, 232, 234, 477, 480, III, 5. hadisidir. İlim ehli derler ki: Herbir mükâfat ölçü ve tartı ile verilir. Oruç müstesnâ. O kucak kucak, avuç avuç mükâfatlandırılır. Bu, Ali (radıyallahü anh)'dan da nakledilmiştir. Malik b. Enes'in de yüce Allah'ın: "Sabredenlere de ecirleri hiç şüphesiz hesapsız verilir" âyeti hakkında şöyle dediği nakledilmiştir: Bu, dünyadaki musibetlere ve kederlere sabretmektir. Şüphesiz başına gelen musibetlerde teslimiyeti elden bırakmayıp kendisine yasak kılınan şeyleri terkeden kimsenin alacağı ecrin miktarı, hesabı yoktur. Katade de şöyle demiştir: Allah'a yemin ederim, bu durumda ne kile, ne de terazi olacaktır. Enes'in bana anlattığına göre Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "(Kıyâmet gününde) mizanlar konulur. Sadaka ehli getirilir. Ecirleri terazilerle tastamam verilir. Namaz ve hac da aynı şekilde. Sonra bela ve musibete uğramış kimseler getirilir. Onlar için terazi konulmaz. Herhangi bir amel defterleri açılmaz. Ecir üzerlerine hesabsız bir şekilde sağnak sağnak yağdırılır. Yüce Allah da: "Sabredenlere de ecirleri hiç şüphesiz hesabsız verilir" diye buyurmuştur. Öyle ki dünyadaki afiyet ve esenlik içerisinde olanlar keşke cesetleri makaslarla kesilmiş olsaydı diye temenni edeceklerdir. Buna sebeb ise bela ve musibet ehlinin alıp gidecekleri fazilet ve lütuflardır." Ebû Nuaym, Hilye, III, 91; Taberani, Kebir, XII, 182 (İkisi de İbn Abbâs'tan); Deylemi, Firdevs, V, 482 (kısmen) el-Huseyn b. Ali -Allah ikisinden de razı olsun- den dedi ki: Dedem Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "Farzları eda et. İnsanların en çok ibadet edeni olursun. Kanaatkar olmaya bak, insanların en zengini olursun. Yavrucuğum, şüphesiz cennette bela ağacı diye bilinen bir ağaç vardır. Bela ehli getirilir ve onlar için ne mizan kurulur, ne de amel defterleri açılır. Ecir ve mükâfat üzerlerine sağnak sağnak yağdırılır." Sonra Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Sabredenlere de ecirleri hiç şüphesiz hesabsız verilir" âyetini okudu. Taberani, Kebir, III, 92. "Sabin Sabreden" lâfzı övmek için kullanılır. Bu masiyetlere karşı sabreden kimse hakkındadır. Eğer musibete karşı sabreden bir kimseyi anlatmak istersek "şuna sabreden" denilir. Bu açıklamayı en-Nehhâs yapmıştır. Bu hususa dair yeterli açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/155. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. 11De ki: "Ben Allah'a dini yalnız O'na halis kılarak ibadet etmekle emrolundum. "De ki: Ben Allah'a dini yalnız O'na halis kılarak ibadet etmekle emrolundum." Buna dair açıklamalar sûrenin baş taraflarında geçmiş bulunmaktadır. 12"Müslümanların ilki olmakla da emrolundum." Bu ümmet arasında da "müslümanların ilki olmakla da emrolundum." Nitekim öyle de olmuştur. Gerçekten o atalarının dinine muhalefet eden, putları terkedip onları paramparça eden, yüce Allah'a teslim olup O'na îman eden ve O'nun yoluna davet eden ilk kişi olmuştur. "Olmakla" lâfzındaki "lam" zaid bir sıladır. Bunu el-Cürcanî ve başkaları söylemiştir. Bunun lam-ı ecl (sebeblilik, için anlamında) olduğu da söylenmiştir. İfadede hazf de vardır. Ben "müslümanların ilki olmak için" ibadet etmekle emrolundum, demektir. 13De ki: "Ben Rabbime isyan edersem, gerçekten büyük bir günün azabından korkarım." "De ki: Ben Rabbime isyan edersem, gerçekten büyük bir günün azabından korkarım." Maksat kıyâmet günü azabıdır. Kavmi kendisini atalarının dinine çağırdığı vakit bu sözleri söylemişti. Tefsir ehlinin çoğunluğu böyle demiştir. Ebû Hamza es-Sümalî ile İbnu'l-Müseyyeb de şöyle demişlerdir: Bu âyet-i kerîme yüce Allah'ın: "Allah geçmiş ve gelecek günahını bağışlasın..." (el-Feth, 48/2) âyeti ile neshedilmiştir. Bu durumda bu âyet-i kerîme Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın günahları bağışlanacağı bildirilmeden önce inmiştir. 14De ki: "Ben dinimi kendisine ihlâs ederek, ancak Allah'a ibadet ederim. "De ki: Ben dinimi" itaat ve ibadetimi "kendisine ihlâs ederek, ancak Allah'a ibadet ederim." Bu âyetteki "Allah" lâfzının mansub gelmesi; "İbadet ederim" fiili dolayısıyladır. 15"Artık siz O'ndan başka dilediğiniz şeye ibadet edin." De ki: "Gerçekten zarar edenler kıyâmet gününde hem kendilerini, hem de bağlılarını kaybedenlerdir. Uyanık olun! İşte bu apaçık hüsranın ta kendisidir." "Artık siz O'ndan başka dilediğiniz şeye ibadet edin." Bu tehdidi ihtiva eden, azâbı hatırlatan ve azar anlamında bir tehdittir. Yüce Allah'ın: "Dilediğinizi yapın" (Fussilet, 41/40) âyeti gibidir. Âyetin kılıç âyeti ile nesholduğu da söylenmiştir. "De ki: Gerçekten zarar edenler kıyâmet gününde hem kendilerini, hem de bağlılarını kaybedenlerdir" âyeti ile ilgili olarak Meymun b. Mehran, İbn Abbâs'tan şöyle dediğini nakletmektedir: Yüce Allah'ın kendisine cennette bir eş yaratmadığı hiçbir kimse yoktur. O kimse cehenneme girdi mi hem kendisini, hem de kendisine bağlı olanları (ehlini) kaybetmiş olur. İbn Abbâs'tan gelen rivâyete göre (şöyle demiştir): Kim yüce Allah'a itaat ile amel edecek olursa, bundan önce kendisinin olanlar müstesna, o konaklama yeri ve o eşler onun olacaktır. İşte yüce Allah'ın: "İşte bu kimseler mirasçılardır." (el-Mu’minun, 23/10) âyetinde kastedilen budur. 16Onların üzerlerinde de ateşten tabakalar ve altlarında da tabakalar vardır. İşte Allah bununla kullarını korkutuyor. Ey Benim kullarım, Benden korkun! "Onların üzerlerinde de ateşten tabakalar ve altlarında da tabakalar vardır" âyetinde altlarında bulunanlara da "zulel: tabakalar" adının verilmesi, bunları altlarında bulunan kimseleri gölgelendirmeleri dolayısıyladır. Bu âyet-i kerîme yüce Allah'ın: "Onlara cehennemden bir döşek vardır. Ancak burada nesh sözkonusu olmamalıdır. Çünkü bu ayetin ele aldığı husus ameli hükümlerle taraftan bu iki ayetin birlikte ele alınıp analışılmaları da mümkündür. Şöyle ki; ez-Zümer, 39/13- ayeti gerek surenin genel muhtevası göz önünde bulundurularak ve gerekse de 39/65. ayetinin açıkça ortaya koyduğu gibi, -faraza- Peygamber tarafından dahi işlenecek olsa affedilmeyecek günah "şirk"tir. Bu ayetin de söz konusu ettiği ise bunun dışında kalan küçük günahlardır. Üstlerinde de örtüler." (el-Araf, 7/41); "O günde azâb onları hem üstlerinden, hem ayakları altından bürüyecek..." (el-Ankebut, 29/55) buyruklarına benzemektedir. "İşte Allah bununla kullarını korkutuyor" âyeti hakkında İbn Abbâs: Velilerini (dostlarını) korkutuyor, diye açıklamıştır. "Ey Benim kullarım" yani ey Benim dostlarım "Benden korkun." Bu âyetin mü’min ve kâfir hakkında umumi olduğu söylendiği gibi, özellikle kâfirler hakkında olduğu da söylenmiştir. 17Tağuta ibadet etmekten sakınıp Allah'a dönenlere; işte onlara müjde vardır. O halde sen de müjde ver, o kullarıma ki; 18Onlar sözü işitip en güzeline uyarlar. İşte onlar Allah'ın kendilerini doğru yola ilettiği kimselerdir ve işte bunlar özlü akıl sahibi olanların ta kendileridir. "Tağuta ibadet etmekten sakınıp..." âyetindeki "tağut" ile ilgili olarak el-Ahfeş şöyle demektedir: Bu kelime çoğuldur, tekil ve müennes olması da mümkündür. Buna dair açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/256. âyet, 2. başlıkta, 4/50-53- âyet, 3- başlıkta...) geçmiş bulunmaktadır. Siz tağuttan uzak durunuz, demektir. Esasen onlar tağuttan uzak duruyorlar ve ona ibadet etmiyorlardı. Mücahid ve İbn Zeyd dedi ki: Tağut şeytan demektir. ed-Dahhak ve es-Süddî ise tağuttan kasıt putlardır demişlerdir. Tağutun kahin olduğu da söylenmiştir. Tağutun, Talut, Calut, Harut ve Marut gibi Arapça olmayan bir isim olduğu da söylenmiştir. Arapça bir isim olup "tuğyan"dan türemiş olduğu da söylenmiştir. "...mek..." Tağuttan bedel olarak nasb mahallindedir. İfade: Tağuta ibadet etmekten sakınan kimseler... takdirindedir. "Allah'a dönenlere" O'na ibadet ve itaate dönenlere "işte onlara müjde vardır." Dünya hayatında, âhirette cennete girecekleri müjdesi vardır. Rivâyete göre bu âyet-i kerîme Osman, Abdurrahman b. Avf, Sa'd, Said, Talha ve ez-Zübeyir (Allah hepsinden razı olsun) hakkında inmiştir. Bunlar Ebû Bekir (radıyallahü anh)'a sordular, o da onlara îman ettiğini haber verince, kendileri de îman ettiler. Bu âyet-i kerimenin Zeyd b. Amr b. Nufeyl, Ebû Zerr ve onların dışında Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın peygamber olarak gönderilişinden önce Allah'ı tevhid eden kimseler hakkında nazil olduğu da söylenmiştir. "O halde sen de müjde ver; o kullarıma ki; onlar sözü işitip en güzeline uyarlar" âyeti hakkında İbn Abbâs şöyle demiştir: Bu güzeli de, kötüyü de işitip güzel olanı söyleyen, buna karşılık çirkin sözden yüz çevirip onu başkasına anlatmayan kimsedir. Bir başka açıklamaya göre maksat Kur'ân-ı Kerîm'i de, başka sözleri de dinleyip Kur'ân-ı Kerîm'e tabi olan kimselerdir. Bir diğer açıklamaya göre Kur'ân-ı Kerîm'i ve Allah Rasûlünün sözlerini işitip onun en güzel olanına yani muhkemine tabi olarak gereğince amel eden kimselerdir. Bir başka açıklama da şöyledir: Bunlar hem azimet, hem de ruhsat ihtiva eden buyrukları işitirler de ruhsatları değil de azimeti alır ve onu uygularlar. Bir başka açıklama da şöyledir: Bunlar başkalarını cezalandırmak hakkına sahip olduklarını ve af da edebileceklerini işitmekle birlikte, affetmek yolunu seçen kimselerdir. Bir diğer açıklamaya göre; bu âyet-i kerimenin İslâm'dan önce Allah'ı tevhid eden kimseler hakkında olduğunu kabul edenlere göre, en güzel söz la ilahe illallah'tır. Abdu'r-Rahmân b. Zeyd dedi ki: Bu âyet-i kerîme Zeyd b. Amr b. Nufeyl, Ebû Zerr el-Ğıfarî ve Selman el-Farisî hakkında inmiştir. Bunlar cahiliye dönemlerinde de tağuta ibadet etmekten uzak kalmışlar ve kendilerine ulaşan sözün en güzeline tabi olmuşlardır. "İşte onlar Allah'ın kendilerini doğru yola" razı olduğu şeye "ilettiği kimselerdir ve işte bunlar" akıllarından istifade eden, akıllarının faydasını gören "özlü akıl sahibi olanların ta kendileridir." 19Ya aleyhine azâb sözü hak olmuş kimseyi, ateşte bulunan kimseyi sen mi kurtaracaksın? "Ya aleyhine azâb sözü hak olmuş kimseyi, ateşte bulunan kişiyi sen mi kurtaracaksın?" Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) birtakım kimselerin îman etmelerini çok arzu ediyordu. Oysa yüce Allah ezelden beri onların bedbaht olmalarını takdir etmişti. İşte bu âyet-i kerîme bunun üzerine inmiştir. İbn Abbâs dedi ki: Bu âyetle Ebû Leheb'i, onun çocuklarını ve Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın aşiretinden olup îman etmekten geri kalan kimseleri kastetmektedir. Yüce Allah burada: "Sen mi" âyetiyle soruyu ikinci defa tekrarlaması, ifadenin uzunluğundan dolayı olup te'kid olmak üzere tekrarlanmıştır. Sîbeveyh daha önceden belirtildiği üzere yüce Allah'ın: "Acaba siz ölüp toprak ve kemik olduktan sonra muhakkak çıkartılacaksınız diye sizi tehdit mi ediyor?" (el-Mu'minun, 23/35) âyeti hakkında da böyle demiştir. Âyetin anlamı da şöyledir: "Aleyhine azâb sözü hak olmuş kimseyi" sen mi kurtaracaksın? İfade şart ve cevabını ihtiva etmektedir. Soru edatının getirilmesi ise tevkife (durumu bildirmeye) ve takrire (gerçeği söyletmeye) delâlet etmesi içindir. el-Ferrâ'' dedi ki: Anlamı şöyledir: Aleyhine azâb sözü hak olmuş kimseyi sen mi kurtaracaksın? Anlam birdir. Şöyle de denilmiştir: İfadede hazfedilmiş lâfızlar da vardır. Takdiri şöyledir: Hiç aleyhine azâb sözü hak olmuş kimse ondan kurtulabilir mi? Bundan sonrası ise yeni bir cümledir. Burada yüce Allah: "Aleyhine... hak olmuş" diye buyururken, bir başka yerde: "Azâb sözü hak olmuş" (ez-Zümer, 39/71) diye buyurmuştur. (Burada hak olmak fiilinin ilkinin sonunda "te" gelmediği halde, ikincisinin sonunda "te" gelmesinin sebebi) şudur: -Burada olduğu gibi- fiil başa gelip onun ile fiilin anlamı ile vasfedilen kelime arasına bir hail (başka lâfız veya lâfızlar) girecek olursa (burada kelime: "Söz" kelimesi girmiştir) fiilin müzekker gelmesi de, müennes gelmesi de caizdir. Üstelik burada (kelime lâfzının) müennesliği hakiki değildir. Aksine burada kelime, kelam ve söz söylemek manasınadır. Yani: "Aleyhine azâb sözü hak olmuş kimse mi?.." demektir. 20Fakat Rabblerinden korkanlar (için, evet) onlar için konaklar birbirleri üzere bina olunmuş, altlarından nehirler akan köşkler vardır. Allah'ın vaadidir (bu). Allah vaadinden dönmez. Yüce Allah, kâfirler için üstlerinden de, altlarından da cehennem ateşinden tabaka halinde gölgeler bulunduğunu beyan ettikten sonra; "Fakat Rabblerinden korkanlar..." âyeti ile takva sahibleri için de konaklar bulunduğunu, bu konakların üstlerinde daha başka konakların bulunduğunu açıklamaktadır. Çünkü cennet birbiri üstünde birtakım derecelerdir. Buradaki: "Fakat" istidrak için değildir. "Çünkü Zeyd'i görmedim, lakin Amr'ı (gördüm)" sözünde olduğu gibi daha önceden nefy gelmiş değildir. Aksine bu bir kıssayı (bir durumu, ifadeyi) bitirip öncekinden farklı bir başka olayı anlatmaya geçiş dolayısıyladır. "Bana Zeyd geldi, lakin Amr gelmedi" demeye benzer. "Bina olunmuş" İbn Abbâs'ın dediğine göre zebercet ve yakuttan yapılmış "altlarından nehirler akan köşkler vardır." Yani bu köşkler hoş ve güzel vakit geçirmek için gerekli bütün sebepleri ihtiva etmektedir. "Allah'ın vaadidir " âyetinde "vaad" kelimesi mastar olarak nasbedilmiştir. Çünkü "onlar için... köşkler vardır" âyetinin anlamı Allah bunları kendilerine kesin bir vaad olarak vaadetmiştir şeklindedir. "Bu Allah'ın vaadidir" anlamında merfu olması da mümkündür. (Mealde olduğu gibi) "Allah" her iki kesime de yaptığı "vaadinden dönmez." 21Görmez misin ki Allah gökten bir su indirip onu yeryüzünde kaynaklara yerleştirmekte, sonra onunla renkleri türlü türlü ekinler çıkarmakta, sonra o ekinler kurumaktadır. Sen de onu sararmış görürsün. Sonra onu ufalanmış çöplere döndürür. Muhakkak bunda özlü akıl sahipleri için bir ibret vardır. "Görmez misin ki Allah gökten bir su indirip..." Yani O, yaratıkları tekrar diriltmek hususundaki sözünden mü’min ile kâfirleri birbirinden ayırdedeceğine dair vaadinden caymaz. O semadan su indirmeye kadir olduğu gibi, buna da kadirdir. "Gökten" buluttan "bir su" yağmur "indirip onu yeryüzünde kaynaklara yerleştirmekte" yani yüce Allah bu suyu yeryüzüne sokup orada yerleştirmektedir. Nitekim bir başka yerde: "O suyu yerde durdurduk" (el-Muminun, 23/18) diye buyurmaktadır. " Kaynaklar"; 'in çoğuludur. "Yef'ul" veznindedir. "Kaynadı, kaynar" şeklinde muzari fiilimin ikinci harfi ref, nasb ve kesreli gelir. en-Nehhâs dedi ki: İbn Keysan şairin: "Oldukça sert ve hızlı giden dişi devenin, kulakları arkasındaki iki kemikten kaynar." Mısraında bu fiilin aslında: " Kaynar" anlamında olduğu, fethayı işba' ile (toklukla) çıkartınca "elif haline gelmiştir. Mastarı: " Çıkmak, kaynamak" demektir. "Su gözesi, su pınarı, su kaynağı" demektir, çoğulu da: ...diye gelir. Buna dair açıklamalar daha önceden el-İsra Sûresi'nde (17/90-93- âyetlerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. "Sonra onunla" yani yerin kaynaklarından çıkan bu su ile "renkleri türlü türlü ekinler çıkarmakta." Burada: "Ekin" cins isimdir. Yani çeşitli renkleri bulunan, çeşitli ekinler çıkarmaktadır. Kırmızı, sari, mavi, yeşil ve beyazımtrak. en-Nehaî ve ed-Dahhak dedi ki: Yerde ne kadar su varsa hepsi semadan inmiştir. Su semadan kayaya iner, ondan sonra da pınarlara ve kaynaklara paylaştırılır. "Sonra o ekinler kurumaktadır. Sen de onu" yeşilliğinden sonra "sararmış görürsün." el-Müberred dedi ki: el-Esmaî dedi ki: Yerin bitirdiği bitki gidip geriye bir şey kalmayınca: denilir, "Bitki kurudu, gitti" tabiri de böyledir. (el-Müberred) dedi ki: el-Esmaî de, başkaları da böyle demiştir. el-Cevherî ise dedi ki: "Bitki kurudu, kurumak" demektir. "Yerin bitkisi kurudu ya da sarardı" demektir. "Rüzgar bitkiyi kuruttu"; "Yerin bitkisinin kurumuş olduğunu gördük"; "Oldukça kızıp köpürdü" anlamındadır, "Kızgınlığı dindi, geçti" demektir. "Sonra onu ufalanmış çöplere döndürür." Yani parça parça olmuş kırıntılara dönüştürür. Bu tabir: "Kurumaktan ötürü sopa ufalandi" ifadesinden gelmektedir. Yani bütün bunlara güç yetiren öldükten sonra insanları tekrar yaratmaya kadir olandır. Şöyle de açıklanmıştır: Bu, yüce Allah'ın Kur'ân-ı Kerîm'e ve yeryüzünde bulunanların kalblerine dair verdiği bir örnektir. Yani yüce Allah semadan bir Kur'ân-ı Kerîm indirdi ve onu mü’minlerin kalplerine girdirdi. "Sonra onunla renkleri türlü türlü ekinler çıkarmakta" yani biri diğerinden üstün, farklı din ve inanç çıkarmaktadır. Mü’minin bununla îman ve yakîni artar. Kalbinde hastalık bulunanın ise ekinin kuruması gibi (inancı) kurur, gider. Yüce Allah'ın dünyaya dair verdiği bir misal olduğu da söylenmiştir. Yani yeşil bitki değişip sarardığı gibi, dünya da önceleri göz alıcı iken sonradan değişikliğe uğramaktadır. "Muhakkak bunda özlü akıl sahibleri için bir ibret vardır." 22Acaba -kendisi Rabbinden gelmiş bir nûr üzere bulunup da- Allah'ın göğsünü İslâm için genişlettiği bir kimse (sapıklıkta olan gibi) midir? Allah'ı anmaktan kalbleri kaskatı olanların vay haline! İşte bunlar apaçık bir sapıklık içindedirler. "Acaba kendisi Rabbinden gelmiş bir nûr" Rabbinden gelmiş bir hidayet "üzere bulunup da Allah'ın göğsünü İslâm için genişlettiği" açıp genişlik verdiği; İbn Abbâs: İslâm sağlamca yer edinceye kadar göğsüne genişlik verdiği, es-Süddî'nin açıklamasına göre; îslâm'ı sevinçle karşılayıp huzur ile kabul etmek üzere kalbine genişlik verdiği "bir kimse"; kalbini mühürleyip katılaştırdığı kimse gibi "midir?" Buna göre göğse verilen bu genişlik ancak İslâm'dan sonra olur. Birinci açıklamaya göre ise genişliğin İslâm'dan önce olması da mümkündür. İfadede (tefsirde açıklanan) bu hazfedilmiş lâfızların varlığına delil yüce Allah'ın: "Kalbleri kaskatı olanların vay haline" âyetidir. el-Müberred dedi ki: Kalb katılaşıp sertleştiği zaman: "Kalb katılaştı" denilir. Aynı şekilde de anlam itibariyle buna yakındır. " Katı, incelmeyen ve yumuşamayan kalp" demektir. Burada Allah'ın kalbine genişlik verdiği kimselerden kasıt, müfessirlerin naklettiklerine göre Ali ile Hamza (radıyallahü anhüma)'dır. en-Nekkaş'ın naklettiğine göre de Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh)'dır. Mukâtil , Ammar b. Yasir'dir derken, yine ondan ve el-Kelbî'den nakledildiğine göre Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dır. Bununla birlikte âyet-i kerîme yüce Allah'ın kalbinde imanı halketmek suretiyle, kalbine genişlik verdiği herkes hakkında umumidir. Murre, İbn Mes’ûd'dan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Ey Allah'ın Rasûlü, dedik. Yüce Allah'ın: "Acaba kendisi Rabbinden gelmiş bir nûr üzere bulunup da Allah'ın göğsünü İslâm için genişlettiği bir kimse" âyetinde sözü edilen kimsenin kalbine nasıl genişlik verilir? Şöyle buyurdu: "Nûr kalbe girdi mi açılır ve genişler." Ey Allah'ın Rasûlü bunun alameti nedir? diye sorduk, şöyle buyurdu: "Ebedilik yurduna dönüş, aldanış yurdundan uzak kalış, gelişinden önce ölüme hazırlanıştır." Hakim, Müstedrek, IV, 346. Bunu et-Tirmizî el-Hakim de "Nevadiru'l-Usul" adlı eserinde İbn Ömer yoluyla şöylece rivâyet etmektedir: Bir adam: Ey Allah'ın Rasûlü! Mü’minlerin akıllısı kimdir? diye sordu, şöyle buyurdu: "Aralarında ölümü en çok hatırlayan, onun için en güzel hazırlanandır. Nûr kalbe girdi mi kalb genişler ve açılır." Ey Allah'ın peygamberi bunun alameti nedir? diye sordular şöyle buyurdu: "Ebedilik yurduna dönüş, aldanış yurdundan uzaklaşış ve gelişinden önce ölüm için hazırlanıştır." Tirmizi el-Hakim, Nevadiru'l-Usul, I, 415. Böylece Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) üç haslet zikretmiş bulunmaktadır. Şüphesiz bu hasletlerin kendisinde bulunduğu kimsenin imanı kamildir. Çünkü dönüş (inabe) iyi amellerde bulunmaktır. Zira ebedilik yurdu ancak iyilik amellerinin mükâfatı içindir. Yüce Allah'ın Kur'ân-ı Kerîm'in birçok yerinde bu yurttan nasıl sözettiğine dikkat etmek gerekir. Bunun akabinde de: "Dünyada iken yaptıklarının karşılığı olmak üzere" (el-Vakıa, 56/24) diye buyurduğunu görüyoruz. O halde cennet amellerin karşılığıdır. Kul iyi amellerde bulunarak dünyadan geri çekilirse işte bu onun ebedilik yurduna dönüşü olur. Dünyaya karşı tutkusu dinip de dünya talebi ile uğraşamayacak kadar başka şeylerle uğraşıp dünyaya muhtaç olduğunu kendisine hissettirmeyecek şeylere yönelerek bunlarla yetinir ve kanaat getirirse o artık aldanış yurdundan uzak kalmış olur. Takva ile işlerini sağlamlaştırırsa her işe gereken dikkatle bakmış, edebli, sağlam, tetikte durur ve şüpheli şeylerden sakınarak şüphe bulunmayan işlere yönelirse, o vakitte ölüme hazırlanmış olur. İşte bu gibi kimselerin zahirdeki alametleri bunlardır. Böylesinin bu duruma gelmesi ölümü görmesi dolayısıyladır. Âhiretin dünyadan alıkoyucu olduğunu görmesi dolayısıyladır. Dünyanın aldanış yurdu olduğunu görmesi dolayısıyladır. Onun bu gerçekleri bu şekilde görmesinin sebebi ise kalbine giren nurdur. Şanı yüce Allah'ın: "Allah'ı anmaktan (yana) kalbleri kaskatı olanların vay haline!" âyetinden maksadın Ebû Leheb ve çocukları olduğu söylenmiştir. "Allah'ı anmaktan" âyetinin anlamı şudur: Onların kalbleri Allah'ın anıldığını duydukça daha da katılaşır. Buradaki "...tan"in anlamında olduğu söylenmiştir. Kalbleri Allah'ı zikretmeye karşı katılaşmış kimseler anlamındadır. Taberî'nin tercih ettiği açıklama da budur. Ebû Said el-Hudrî'den rivâyete göre Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Yüce Allah buyurdu ki siz ihtiyaçlarınızı cömert ve müsamahakar kimselerden isteyiniz. Çünkü Ben rahmetimi onlar arasında takdir ettim. Sakın ihtiyaçlarınızı kalbleri katılaşmış kimselerden istemeyiniz. Çünkü Ben gazabımı onlar arasında bıraktım." Malik b. Dinar dedi ki: Hiçbir kul kalb katılığından daha büyük bir ceza ile cezalandırılmış değildir. Yüce Allah bir kavme gazab etti mi mutlaka kalblerinden rahmeti çekip alır. 23Allah, sözün en güzelini, müteşabih, tekrar edilen (mesani) bir kitab halinde indirmiştir. Ondan dolayı Rabblerine kalpten saygı duyanların derileri ürperir, sonra Allah anıldığı için derileri ve kalbleri yumuşar. Bu Allah'ın hidayetidir. Onunla dilediğine hidayet verir. Allah'ın saptırdığı kimseyi doğru yola ileten olmaz. Bu âyete dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız: "Allah sözün en güzelini" yani Kur'ân'ı "...indirmiştir." Yüce Allah daha önce: "Onlar sözü işitip en güzeline uyarlar" (Zümer, 39/23) diye buyurduktan sonra burada da dinlenecek en güzel sözün Allah'ın indirdiği söz olduğunu beyan etmektedir. Bu söz de Kur'ân-ı Kerîm'dir. Sa'd b. Ebi Vakkas dedi ki: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabı: Bize bir şeyler anlatsan (lev haddestena) dediler. Bunun üzerine yüce Allah: "Allah sözün en güzelini... indirmiştir" âyetini indirdi. Daha sonra: Bize kıssa anlatsan, dediler, bunun üzerine de: "Biz sana... en güzel kıssayı sana anlatacağız." (Yusuf, 12/3) âyetini indirdi. Sonra: Sen bize öğüt versen, dediler, bu sefer de yüce Allah'ın: "Îman edenlerin kalblerinin Allah'ın zikrine... saygı ile boyun eğecekleri zaman... gelmedi mi?" (el-Hadid, 57/16) âyeti indi. İbn Hibban, Sahih, IV, 92; Heysemi, Mecmau'z-Zevaid, X, 219. İbn Mes’ûd (radıyallahü anh)'dan rivâyete göre Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabı, usanır gibi oldular, ona: Bize bir şeyler antlat, (haddisna), dediler. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nazil oldu. Ebû Nuaym, Hilye, IV, 248 (Avn b. Abdullah'dan) Hadis (söz), söz söyleyenin söylediği şeydir. Kur'ân-ı Kerîm'e hadis (söz) adının verilmesi Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın onu ashabına ve kavmine söz olarak aktarmasından dolayıdır. Bu yönüyle yüce Allah'ın şu buyruklarına benzemektedir: "Artık bundan sonra hangi söze inanacaklar?" (el-Murselat, 77/50); "Şimdi siz bu sözden dolayı mı hayret edersiniz?" (en-Necm, 53/59); "Bu söze îman etmezler diye... üzülerek kendini helâk edeceksin nerdeyse" (el-Kehf, 18/6); "Allah'tan daha doğru sözlü kimdir?" (en-Nisa, 4/87); "Artık Beni ve bu sözü yalanlayanları başbaşa bırak?" (el-Kalem, 68/44) el-Kuşeyrî dedi ki: Bazıları hadis (söz)ün hudus (meydana gelmek)den geldiği vehmine kapılmışlardır. Böylelikle onun kelamının muhdes (sonradan yaratılmış) olduğuna delâlet etsin istemişlerdir. Ancak bu bir yanılmadır. Çünkü yüce Allah'ın: "Kendilerine Rabblerinden yeni bir öğüt geldiği her seferinde..." (el-Enbiya, 21/2) âyetinde geçtiği anlamıyla "hadis" lâfzını kastetmemektedir. Bunlar şöyle demişlerdir: Hudus (sonradan meydana geliş) okunan şeye değil, tilavete racidir. Bu ise bir kimsenin yüce Rabbin isimlerinden birisini zikrettiği vakit mezkur (zikrolunan Allah'ın ismi) ile zikirin durumuna benzemektedir. "Bir kitab halinde" anlamındaki âyet "sözün en güzeli"nden bedeldir. Ondan hal olma ihtimali de vardır. "Müteşabih" güzellik ve hikmet itibariyle birbirine benzeyen ve birbirini doğrulayan demektir. Onda herhangi bir çelişki ve bir tutarsızlık yoktur. Katade dedi ki: Âyet ve harfleri bakımından birbirine benzer. Bir başka açıklamaya göre bu kitab da yüce Allah'ın diğer peygamberlerine indirilmiş kitabları gibidir. Çünkü bu kitab da emir, nehiy, teşvik ve korkutmaları ihtiva etmektedir. Üstelik öbür kitablardan daha genel ve daha mucizevidir. Daha sonra yüce Allah bu kitabının niteliklerini belirterek şöyle buyurmaktadır: "Tekrar edilen (mesani)" yani yüce Allah bu kitabında kıssaları, öğütleri, ahkamı tekrar etmiştir. Ayrıca tekrar tekrar okunmakta ve ondan herhangi bir şekilde usanılmamaktadır. "Ondan dolayı Rabblerine kalbten saygı duyanların derileri ürperir." O kitaptaki tehditlerden ötürü kalbleri korku ile hareket eder, çırpının "Sonra Allah anıldığı için" yani rahmet âyetleri okununca "derileri ve kalbleri yumuşar." Bir başka açıklamaya göre Allah'ın kitabı gereğince amel etmek ve onu tasdik etmek için yumuşar. Buradaki "Allah anıldığı için" âyetinin İslâm'a doğru yumuşar anlamına geldiği de söylenmiştir. 2- Okunan Kur'ân'dan Etkilenmenin Ölçüsü: Ebû Bekr es-Sıddîk'ın kızı Esma (Allah ikisinden de razı olsun)nın şöyle dediği nakledilmiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabı kendilerine Kur'ân-ı Kerîm okunduğu vakit yüce Allah'ın onları nitelendirdiği gibi idiler. Gözleri yaşarır, derileri ürperirdi. Ona: Bugün birtakım insanlara Kur'ân okunduğu vakit bazıları baygın olarak yere düşmektedir denilince, kovulmuş olan şeytandan Allah'a sığınırım, dedi. Said b. Abdurrahman el-Cumahî dedi ki: İbn Ömer Kur'ân ehli birisinin yanından geçerken yere düşmüş olduğunu gördü. Bu adamın hali nedir? diye sordu, yanındakiler: Bu adama Kur'ân okunup Allah'ın anıldığını duyduğu yerde düşer dediler. Bunun üzerine İbn Ömer şöyle dedi: Şüphesiz biz de Allah'tan korkuyoruz ama yere bayılıp düşmüyoruz. Sonra da şöyle dedi: Şeytan bunlardan birisinin içine girer. Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabının davranışı bu değildi. Ömer b. Abdu’l-Aziz de dedi ki: İbn Sîrîn'in yanında kendilerine Kur'ân okundu mu bayılıp yere düşen kimselerden sözedildi. O da şöyle dedi: Bizimle onlar arasında şu hakem olsun: Onlardan birisi bir evin damında ayaklarını sarkıtmış olarak otursun, sonra ona Kur'ân-ı Kerîm başından sonuna kadar okunsun. Eğer kendisini yere atarsa, o doğru bir kimsedir. Ebû İmrân el-Cevnî dedi ki: Mûsa (aleyhisselâm) bir gün İsrailoğullarına öğüt verdi. Bir adam da gömleğini yırttı. Yüce Allah Mûsa'ya şunu vahyetti: O gömleğini yırtan kimseye gömleğini yırtmamasını söyle. Çünkü Ben savurganları sevmem. O Bana (zikrime) kalbini genişletsin. 3- Kalbin Yumuşadığı Zamanlarda Allah'a Dua Etmenin Önemi: Zeyd b. Eslem dedi ki: Ubeyy b. Ka'b, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın beraberinde ashabı da bulunduğu bir sırada peygamberin huzurunda Kur'ân-ı Kerîm okudu. Kalbleri oldukça incelip yumuşadı. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da: "Kalbinizin yumuşadığı sırada duayı ganimet biliniz, çünkü o bir rahmettir" diye buyurdu. Muhammed b. Selame el-Kuclai, Müsnedu'ş-Şihab, I, 402; el-Munavi, Faydu'l-Kadir, II, 16, ravilerinden bazılarının tenkid edildiği kaydıyla. el-Abbas'dan rivâyete göre Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Allah korkusundan dolayı mü’minin derisi ürperecek olursa, çürümüş ağacın yaprakları nasıl dökülüyorsa, onun günahları da öylece dökülür. " Beyhaki, Şuabu'l-lman, I, 491; Bezzar, Müsned, IV, 148; Heysemi, Mecmau’z-Zevaid, X, 310; ravilerinden birisinin kendisince meçhul olduğu kaydıyla İbn Abbâs'tan rivâyete göre Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Allah korkusundan dolayı bir kulun derisi ürperdi mi mutlaka yüce Allah da onu cehennem ateşine haram kılar. " Şehr b. Havşeb'den, o Umm ed-Derda'dan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Adamın kalbinde Allah korkusu kurumuş hurma yaprağının yanmasına benzer. Sen ancak bir ürperti hissedersin değil mi? Ben de: Evet dedim. Dedi ki: İşte o vakit Allah'a dua et. Çünkü o sırada yapılan dua kabul olunur Taberi, Camiu'l-Beyan, IX 179. Sabit el-Bünanî'den dedi ki: Filan kişi: Ben duamın ne zaman kabul olunacağını biliyorum, dedi. Ona bunu nerden biliyorsun? diye sordular. O şöyle dedi: Derim ürperip kalbim titreyip gözlerimden yaş boşandığı vakit, işte o zaman duamın kabul olunacağı zamandır. Tirmizî el-Hakim, Nevadiru'l-Usul, I, 379. "Adamın derisi ürperdi, ürpermek" denilir. İsm-i faili: ...diye gelir, çoğulu şeklinde "mim" harfi hazfedilerek gelir, burada "mim" zaiddir. Çünkü: " Onu bir ürperme aldı" denilir. Şair İmruu’l-Kays da şöyle demiştir: "Kışın o en uzun gecesinin sıkıntısını duya duya geçirdim geceyi, Kalb ise korkudan ürperti içindeydi." Denildiğine göre Kur'ân-ı Kerîm son derece akıcı ve beliğ olduğundan dolayı kâfirler de ona karşı benzerini koyacak bir söz söylemekten aciz olduklarını görünce, onun büyüklüğünü görerek, güzel söz dizilişine hayret ederek, muhtevasının heybetine kapılarak, derileri ürperir, diken diken olurdu. Bu da yüce Allah'ın: "Şayet Biz bu Kur'ân'ı bir dağa indirse idik, muhakkak ki Allah'ın korkusundan onun başını eğerek dağılıp parça parça olduğunu görürdün" (el-Haşr, 59/22) âyetinde dile getirimektedir. Buradaki "tasadduk (parça parça olmak)" derilerin ürpermesine yakındır. Huşu da yüce Allah'ın: "Sonra Allah anıldığı için derileri ve kalbleri yumuşar" âyetinde anlatılanlara yakındır. Kalbin yumuşaması ise incelmesi, huzur ve sükun bulması demektir. "Bu Allah'ın hidayetidir." Yani Kur'ân Allah'ın hidayetidir. Yüce Allah'ın bunlara bağışlamış olduğu kendi cezasından korkmak, mükâfatını ümid etmek hasletleri Allah'ın hidayetidir diye de açıklanmıştır. "Allah'ın saptırdığı kimseyi doğru yola ileten olmaz." Yani Allah'ın yardımsız bıraktığı kimseye doğru yolu gösteren bulunmaz. Bu âyet, Kaderiyye ve diğerlerinin kanaatlerini reddetmektedir. Bütün bu hususlara dair yeterli açıklamalar daha önceden birkaç yerde geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'a hamdolsun. İbn Kesîr ve İbn Muhaysın: " Doğru yola ileten" âyetini her iki yerde de (birisi bu âyet-i kerimede, diğeri 36. âyet-i kerimede) "ye"li okumuşlardır, diğerleri ise "ye"siz okumuşlardır. 24Kıyâmet gününde azâbın kötüsünden yüzünü korumaya çalışan kimse (azâb görmeyecek kimse gibi) mi? Zâlimlere de: "Kazandıklarınızı tadınız" denilir. Zümer "Kıyâmet gününde azâbın kötüsünden yüzünü korumaya çalışan kimse mi?" âyeti hakkında Atâ ve İbn Zeyd şöyle demiştir: Böyle bir kimse elleri, kolları bağlanmış olarak cehennem ateşine atılır. Vücudundan ateşe değecek ilk bölüm onun yüzü olacaktır. Mücahid de: Cehennem ateşinde yüzü üstü sürüklenecektir demiştir. Mukâtil de şöyle demiştir: Kâfir cehennem ateşine elleri boynuna bağlanmış olarak, boynunda da kibritten oldukça büyük bir dağ gibi muazzam bir kaya parçası olduğu halde atılacak. O ateş, boynuna asılı bulunduğu halde o taş parçasını yakacak. Onun hararet ve alevi de onun yüzünü örtecek. Elleri boynuna bağlı bulunduğundan ötürü de bu alevi ve ateşi yüzünden uzaklaştıramayacak. Âyet-i kerimede haber hazfedilmiştir. el-Ahfeş dedi ki: Yani: "Azâbın kötüsünden yüzünü korumaya çalışan kimse mi" daha üstündür, yoksa mutlu olan kimse mi? Bu da yüce Allah'ın: "O halde ateşe atılacak kimse mi hayırlıdır. Yoksa kıyâmet gününde emin olarak gelen kimse mi?" (Fussilet, 41/40) âyetine benzemektedir. "Zâlimlere de" yani cehennemin bekçileri kâfirlere: "Kazandıklarınızı" işlemiş olduğunuz masiyetlerin cezasını "tadınız, denilir." Bunun bir benzeri yüce Allah'ın: "İşte bu kendiniz için toplayıp sakladıklarınız. Öyleyse sakladığınız şeyleri tadın" (et-Tevbe, 9/35) âyetidir. 25Onlardan öncekiler yalanlamıştı da bilmedikleri bir yerden azâb onlara geliverdi. 26Bu sebebten Allah dünyada onlara rüsvaylığı tattırdı. Âhiret azâbı ise elbette daha büyüktür, eğer bilselerdi... "Onlardan öncekiler yalanlamıştı da bilmedikleri bir yerden azâb onlara geliverdi. Bu sebebten Allah dünyada onlara rüsvaylığı tattırdı" âyetinin anlamı daha önceden (el-Bakara, 2/114. âyet, 7. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. el-Müberred dedi ki: Azaların nail olduğu herbir şey için: " Onu tattı" denilir. Yani tatlılığın ve acılığın tadı tadana ulaştığı gibi, bu da o kimseye ulaştı demektir. (Yine el-Müberred) dedi ki: hoş olmayan şeylerde kullanılır, ise utanç verici şeyleri anlatmak için kullanılır. "Âhiret azâbı ise" dünya hayatında onlara gelip çatan musibetlerden "daha büyüktür, eğer bilselerdi..." 27Yemin olsun ki Biz insanlara bu Kur'ân'da -belki öğüt alırlar diye- her misalden getirdik. "Yemin olsun ki Biz insanlara bu Kur'ân'da -belki öğüt alırlar diye-" öğüt kabul ederler diye gerek duyacakları "her misalden" örnekler "getirdik." Bu da yüce Allah'ın: "Biz o Kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık" (el-En'am, 6/38) âyeti gibidir. Şu anlama geldiği de söylenmiştir: Bizim geçmiş ümmetlerin helâk edildiğine dair sözünü ettiğimiz hususlar bunlara bir örnektir. 28Hiçbir eğriliği olmayan Arapça bir Kur'ân olarak (indirilmiştir). Olur ki sakınırlar. "Hiçbir eğriliği olmayan Arapça bir Kur'ân olarak" âyetindeki "Arapça bir Kur'ân olarak" âyeti hal olarak nasbedilmiştir. el-Ahfeş dedi ki: Çünkü yüce Allah'ın: "Bu Kur'ân'da" âyeti marifedir. Ali b. Süleyman da şöyle demiştir: "Arapça olarak" lâfzı hal olarak nasbedilmiştir- "Kur'ân" lâfzı ise hale bir tevtie (hazırlık)dır. Nitekim: "Salih bir adam olarak Zeyd'e uğradım." dediğiniz zaman "salih olarak" anlamındaki lâfız hal olarak mansub gelen kelimedir. ez-Zeccâc ise şöyle demektedir: "Arapça olarak" lâfzı hal olarak nasbedilmiştir. "Bir Kur'ân" ise te'kiddir. "Hiçbir eğriliği olmayan" ile ilgili olarak en-Nehhâs şöyle demektedir: Bu hususta yapılmış en güzel açıklama ed-Dahhak'a aittir. O: Hiçbir ihtilaf ve tutarsızlığı olmayan, diye açıklamıştır. İbn Abbâs'ın açıklaması da budur ve bu açıklamayı es-Sa'lebî zikretmiştir. Yine İbn Abbâs'tan nakledildiğine göre mahluk değildir, diye açıklamıştır. Bunu da el-Mehdevî zikretmiş olup es-Sa'lebî'nin belirttiğine göre es-Süddî de böyle demiştir. Osman b. Affan da: Çelişkisizdir diye açıklamıştır. Mücahid: Karışıklığı bulunmayan bir kitap diye açıklamıştır. Bekr b. Abdullah el-Müzenî de: Lahni (yanlış anlatımı ve ifadesi) olmayan bir kitap, diye açıklamıştır. Herhangi bir şüphenin sözkonusu olmadığı diye de açıklanmıştır. el-Maverdî'nin naklettiğine göre bu açıklamayı es-Süddî yapmıştır. Şair şöyle demiştir: "Sana hiçbir eğriliği olmayan kesin (söz ve vahiy) gelmiştir, O yüce İlâhtan ve hiçbir şekilde yalanı olmayan bir sözdür o." "Olur ki" küfür ve yalandan "sakınırlar." 29Allah kötü huylu, ortak birkaç efendisi olan bir adam ile yalnızca bir efendiye ait olan bir diğer adamı misal verir. Bu ikisi örnek olarak eşit olurlar mı? Hamd yalnız Allah'adır. Fakat onların çoğu bilmezler. "Allah kötü huylu, ortak birkaç efendisi olan bir adam ile... misal verir" âyeti ile ilgili olarak el-Kisaî şöyle demektedir: Buradaki: " Bir adam" lâfzının nasb ile gelmesi: " Misal" açıklaması olduğundan dolayıdır. Arzu edilirse cer edatının hazfi ile nasbedildiği de söylenebilir. Bu da: Allah "kötü huylu, ortak birkaç efendisi olan" bir adamı "misal verir" takdirindedir. el-Ferrâ'', "kötü huylu" lâfzını birbiriyle anlaşmayan, anlaşmazlık içinde olan kimseler diye açıklamıştır. el-Müberred de şöyle demiştir: Birbirlerine zorluk çıkartan kimseler demektir. Bu da: " Zorluk çıkarttı, çıkarır, zorluk çıkarmak" demek olup vezin itibariyle; "Kilitledi, kafile yola koyuldu" veznindedir. Böyle olan kimseye: denilir. Vezin itibariyle: "Zor oldu, zor olur, zor olmak" zor olan şeye de: denilmesi gibi. Yine zorluk çıkartan adam, huysuz adam anlamında olmak üzere: denilir. ile demektir (huysuz, zorluk çıkartan adam anlamına gelir). Bu açıklamaları el-Cevherî yapmıştır. ez-Zemahşerî de şöyle demektedir: " Ayrılık içinde olmak, ayrılığa düşmek" demektir. Mesela: "Halleri birbirinden ayrı ve farklı oldu" ile: "Dişleri birbirinden ayrı ve farklı oldu" denilir. Yine: "Hakkımı bana vermekte zorluk çıkardı, cimrilik etti" demektir. el-Cevherî dedi ki: Sükun ile: " Huyu, mizacı zor" demektir. Recez vezninde şöyle denilmiştir: "Kötü huylu, asık suratlı, zelil düşmüş ve geçimsizdir." Kötü huylu, geçimsiz kimseler" kullanım itibariyle: "Doğru sözlü adam ve doğru sözlü kimseler" lâfzının kullanımına benzemektedir. kesreli olarak kullanılırsa, mastarı: ...diye gelir. el-Ferrâ'': "Kötü huylu adam" kullanımını nakletmektedir, kıyasa göre böyle olması gerekir. Bu âyet birçok uydurma ilâha tapınan kimselere dair verilmiş bir örnektir. "Yalnızca bir efendiye ait olan bir diğer adamı misal verir." Yani sadece tek bir efendiye bağlı olan bir diğer adam. Bu da sadece Allahü Teala'ya ibadet eden bir kimseye verilmiş bir örnektir. "Bu ikisi örnek olarak eşit olurlar mı?" Şu bir ortaklar topluluğuna hizmet eden, farklı huylara sahib, niyetleri birbirinden ayrı, efendilerinden onu kim görürse, onu alır ve hizmetinde kullanır. O bakımdan efendilerinden zorluk, sıkıntı ve pek büyük yorgunluklarla karşılaşır. Bütün bunlarla birlikte yükümlü olduğu hakların çokluğu sebebiyle, yaptığı hizmetlerle bunların hiçbirisini razı etmeyen bir kimse ile başka kimsenin ortaklığının sözkonusu olmadığı tek bir efendiye hizmet eden, yalnızca ona itaat ettiği vakit efendisi tarafından hatırı sayılan, hata ettiği takdirde hatası affedilen iki kişiden hangisi daha az yorulur yahut hangisi dosdoğru yol üzerindedir? Kûfelilerle, Medineliler "yalnızca bir efendiye ait olan bir diğer adam" anlamındaki âyeti; diye okumuşlardır. İbn Abbâs, Mücahid, el-Hasen, Âsım el-Cahderî, Ebû Amr, İbn Kesîr ve Yakub da: diye okumuşlardır. Bunu, bu husustaki açıklamanın sıhhati dolayısıyla Ebû Ubeyd tercih etmiş ve şöyle demiştir: Çünkü salim kişi ortak olunanın aksi olan halis (katıksız olarak tek kişinin mülkü) demektir. savaşın zıttıdır, burada ise savaşın herhangi bir yeri yoktur. en-Nehhâs da şöyle demektedir: Böyle bir delillendirme bağlayıcı değildir. Çünkü bir lâfzın eğer iki anlamı var ise, mutlaka onların öncelikli olanına göre yorumlanması gerekir. Her ne kadar "(bir kişiye ait olmak anlamı verilen): selem" lâfzı savaşın zıttı ise de, bunun bir başka yeri vardır. Nitekim: " Bu evde sana ortaklar vardır, artık yalnız senin olmuştur" denilmesi de böyledir. Ayrıca Ebû Ubeyd'in "salim" hakkında başkasının kabul etmesi gerektiğini söylediği şeyin bir benzerini kabul etmesi gerekir. Çünkü "salim bir şey" denildiği zaman, herhangi bir kusur ve musibeti olmayan şey anlamına da gelir. O halde her iki kıraatde güzeldir ve her iki kıraati de kıraat İmâmları okumuştur. Ebû Hatim, Medinelilerin:şeklindeki kıraatini tercih etmiş ve şöyle demiştir: Bu, hakkında anlaşmazlık ve çekişmenin olmadığı kimse demektir. Said b. Cübeyr, İkrime ve Ebû'l-Aliye, Nasr "sin" harfi esreli, "lam" harfi sakin olarak; diye okumuşlardır. Her iki şekil de mastardır. İfade ise: "Kimsenin ortak olmadığı bir adam" takdirindedir, muzaf hazfedilmiştir. "Misal" lâfzı temyiz olarak sıfatlarına dikkat çekmektedir. Yani bu ikisinin sıfatı ve hali birbirine eşit olur mu? Burada yalnız bir kişi hakkında temyiz kullanılması cinsin beyanı için kullanıldığından dolayıdır. "Hamd, yalnız Allah'adır, fakat onların çoğu" hakkı "bilmezler" ve bu bakımdan ona uymazlar. 30Muhakkak sen de öleceksin, hiç şüphesiz onlar da öleceklerdir. "Muhakkak sen de öleceksin, hiç şüphesiz onlar da öleceklerdir" anlamındaki âyeti İbn Muhaysın, İbn Ebi Able, Îsa b. Ömer ve İbn Ebi İshak: diye okumuşlardır. Bu da güzel bir kıraattir, (aynı anlamdadır). Abdullah b. ez-Zübeyr de böyle okumuştur. en-Nehhâs dedi ki: Bu kabilden olan elifler şaz kullanımlar da hazfedilir. Arap dilinde müstakbel (öleceksin) anlam(ın)da çokça kullanılır. Nitekim hasta olan kimseye: " Şüphesiz ki o bu yemekten hastalanmıştır" denilir. el-Hasen, el-Ferrâ'' ve el-Kisaî şöyle demişlerdir: "Meyyit" şeddeli olarak henüz ölmemiş fakat gelecekte ölecek kimse için kullanılır. "Meyt" ise canı ayrılmış olan kimse demektir. Bundan dolayı burada hafif (şeddesiz) okunmaz. Katade dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a öleceği belirtildiği gibi size de öleceğiniz bildirilmektedir. Sabit el-Bünanî de şöyle demiştir: Bir adam Sıla b. Eşyem'e kardeşinin öldüğü haberini verirken, onun yemek yemekte olduğunu gördü. Sıla ona: Gel yemek ye, kardeşimin öleceği önceden beri zaten bana bildirilmişti. Adam: Nasıl olur? Bu hususta sana haber getiren kişi benim, deyince, o da şöyle demiştir: Yüce Allah bana onun öleceğini haber vermiş ve: "Muhakkak sen de öleceksin, hiç şüphesiz onlar da öleceklerdir" diye buyurmuştur. Bu âyet Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a hem kendisinin hem de onların öleceğini haber verdiği bir hitabıdır. Bunun beş anlama gelme ihtimali vardır: 1- Bu âyet âhiretten sakındırma anlamında olabilir. 2- Amele teşvik olmak için bu hatırlatılmıştır. 3- Ölüme hazırlık olması için hatırlatmıştır. 4- Ümmetler başkası hakkında anlaşmazlığa düştükleri şekilde, onun (Peygamberin) ölümü hususunda anlaşmazlığa düşmesinler diye öleceği haber verilmiştir. Öyle ki Ömer (radıyallahü anh) Hz. Peygamber'in ölümünü kabul etmeyince, Ebû Bekir (radıyallahü anh) ona karşı bu âyeti delil getirince vazgeçmiştir. 5- Yüce Allah başka noktalarda faziletleri farklı farklı olmakla birlikte ölüm hususunda bütün yarattıklarını birbirine eşit kılmıştır; ta ki ölüm noktasında teselli imkânı çokça bulunsun ve bu husustan dolayı duyulacak hasret az olsun. 31Sonra muhakkak sizler kıyâmet gününde Rabbinizin huzurunda muhakeme olacaksınız. "Sonra muhakkak sizler kıyâmet gününde Rabbinizin huzurunda muhakeme olacaksınız" âyetinde muhakemeden (yahutta karşılıklı davalaşma) kasıt kâfir ile mü’minin, zalim ile mazlumun davalaşmalarıdır. İbn Abbâs ve başkaları bunu böyle açıklamıştır. Uzunca bir haberde de şöyle denilmektedir: Davalaşma kıyâmet gününde o dereceye varacak ki ruh cesede karşı delil getirmeye kalkışacaktır. ez-Zübeyr de dedi ki: Bu âyet-i kerîme nazil olunca: Ey Allah'ın Rasûlü dedik. Özel birtakım günahlarla birlikte dünyada bizim aramızda meydana gelen şeyler bize karşı tekrar gösterilecek mi? O şöyle buyurdu: "Evet, yemin olsun ki her hak sahibine hakkı eksiksiz ödeninceye kadar size karşı tekrarlanacaktır." ez-Zübeyr dedi ki: Allah'a yemin olsun o zaman iş çok zor demektir. İbn Ömer dedi ki: Biz bir süre yaşayıp bu âyet-i kerimenin bizim hakkımızda ve iki kitab ehli yahudiler ve "Sonra muhakkak izler kıyâmet gününde Rabbinizin huzurunda muhakeme olacaksınız." Bunun üzerine biz: Bizler peygamberimiz bir, dinimiz bir iken nasıl olur birbirimizden davacı olacağız dedik. Nihayet ben birbirimize karşı kılıç kullandığımızı gördüm, o vakit bu âyetin bizim hakkımızda indiğini anladım. Ebû Said el-Hudrî dedi ki: Rabbimiz bir, dinimiz bir, peygamberimiz bir peki bu davalaşma ne oluyor? diyorduk. Sıffin günü olup da birbirimize karşı kılıç kullanınca o vakit, evet işte o budur, dedik. İbrahim en-Nehaî dedi ki: Bu âyet-i kerîme inince Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabı: Bizim kendi aramızdaki davalarımız, davalaşmalarımız da ne oluyor? dediler. Osman (radıyallahü anh) öldürülünce: İşte bizim aramızdaki davalaşmamız budur, dediler. Davalaşmalarının yüce Allah huzurunda muhakeme olunmaları olduğu da söylenmiştir. Zalimin iyiliklerinden yaptığı zulüm kadar alınacak ve zulmettiği kimsenin iyiliklerine katılacaktır. Bu ise Ebû Hüreyre'nin rivâyet ettiği hadiste belirttiği gibi bütün haksızlıklar hakkında umumidir. Buna göre Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Siz müflisin kim olduğunu biliyor musunuz?" Ashab: Aramızda müflis herhangi bir dirhemi ve malı bulunmayan kimseye denir. Şöyle buyurdu: "Ümmetimden müflis kişi kıyâmet gününe namaz kılmış, oruç tutmuş, zekat vermiş olarak gelir. Bununla birlikte şuna sövmüş, buna iftirada bulunmuş, şunun malını almış, berikinin kanını akıtmış, öbürünü dövmüş olarak gelir. Buna iyiliklerinden, öbürüne de iyiliklerinden verilir. İyilikleri üzerindeki hakların karşılığı bitirilmeden bitip tükenecek olursa bu sefer onların günahlarından alınır, onun üzerine bırakılır, sonra da cehenneme atılır. " Müslim, IV, 1997; Tirmizi, IV, 613; Müsned, II, 303, 334, 371. Bu hadisi Müslim rivâyet etmiştir. Bu anlamdaki güzel açıklamalar Ali İmrân Sûresi'nde (3/169-170. âyetler, 6. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Buhârî'de, Ebû Hüreyre'den gelen rivâyete göre Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Her kim bir başkasına namus, haysiyet ya da başka bir hususta haksızlık yapmış ise dinar ve dirhemin bulunmadığı bir gün gelmeden önce ondan helallik dilesin. (Aksi takdirde) o kimsenin eğer salih bir ameli varsa, yaptığı haksızlık kadariyle ondan alınır. Şayet hasenatı olmazsa bu sefer haksızlık yaptığı kimsenin günahlarından alınır, o kimsenin üzerine yükletilir. " Buhârî, II, 868, V, 2394 Senedi muttasıl bir hadiste de şöyle denilmektedir: "Dünya hayatındaki işlerden dolayı davalaşılacak ilk hususlar..." Biz bütün bu hususlara dair açıklamaları "et-Tezkire" adlı eserimizde yeteri kadarıyla zikretmiş bulunuyoruz. 32Allah'a karşı yalan söyleyenden ve hak kendisine geldiğinde yalanlayandan daha zalim kimdir? Kâfirler için cehennemde yer mi yok? "Allah'a karşı" ortağının bulunduğunu, çocuğunun olduğunu iddia ederek "yalan söyleyenden ve hak" yani Kur'ân-ı Kerîm "kendisine geldiğinde yalanlayandan daha zalim kimdir?" Daha zalim kimse yok demektir. "Kâfirler" inkarcılar "için cehennemde" kalacak "yer mi yok?" Buradaki: " (kalacak) yer" kelimesi: "O yerde ikamet etti" tabirinden türetilmiştir. Muzari fiili: şeklinde, mastarı da; ...diye gelir. " Devam etti, gitti, gitmek" gibidir. Şayet burada 'den gelmiş olsaydı, diye olması gerekirdi. Bu ise fasih söyleyişin (.......) şeklinin olduğunu göstermektedir. Ebû Ubeyd ise; diye kullanıldığını da nakletmekte ve el-A'şa'nın şu beyitini zikretmektedir: "Kendisine azık verilsin diye, orada kaldı ve bir geceyi kısalttı (tamanjiyle geçirdi), Ve geçip gitti de Kuteyle'ye verdiği sözünde durmadı." el-Esmaî; ancak şeklini bilmekte, beyiti soru olmak üzere: " Kaldı mı?" diye rivâyet etmektedir. "Benden başkasını bıraktım, barındırdım" fiili ise hem geçişli, hem geçişsiz kullanılır. 33Doğruyu getiren ve onu doğrulayan ise, onlar sakınanların ta kendileridir. "Doğruyu getiren" âyeti mübteda olarak ref konumundadır, haberi ise: "Onlar sakınanların ta kendileridir" âyetidir. Doğruyu getirip onu tasdik edenin kimliği hususunda farklı görüşler vardır. Ali (radıyallahü anh) şöyle demiştir: "Doğruyu getiren kişi" Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dır. "Onu doğrulayan" ise Ebû Bekir (radıyallahü anh)'dır. Mücahid de şöyle demiştir: Kasıt Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile Ali (radıyallahü anh)'dır. es-Süddî der ki: Doğruyu getiren kişi Cebrâîl (aleyhisselâm), onu tasdik eden kişi de Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'dır. İbn Zeyd, Mukâtil ve Katade şöyle demişlerdir: "Doğruyu getiren" Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "onu doğrulayan" ise mü’minlerdir. Buna da yüce Allah'ın: "Onlar sakınanların ta kendileridir" âyetini delil göstermişlerdir. Nitekim yüce Allah: "Takva sahibleri için bir hidayettir" (el-Bakara, 2/2) diye buyurmuştur. en-Nehaî ve Mücahid de şöyle demişlerdir: "Doğruyu getiren ve onu doğrulayan" kıyâmet gününde Kur'ân-ı Kerîm ile gelerek: İşte sizin bize verdiğiniz budur, biz de onun içindekilere tabi olduk, diyecek olan mü’minlerdir. Bu durumda: "...an" bu açıklamaya göre; çoğul anlamında olur. Tıpkı: "(......): Kimse(ler)" lâfzının çoğul anlamında olması gibi. Şöyle de açıklanmıştır: Burada ism-i mevsulden ismin uzunluğu dolayısıyla "nun" hazfedilmiştir. en-Nehaî bunu tekil olduğu şeklinde yorumlamış ve şöyle demiştir: "Doğruyu getiren" Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'dır. Bu durumda onun haberi de çoğul olur. Nitekim tazim edilen kimse hakkında: "O yaptılar, Zeyd şunu şunu yaptılar" denilmesi gibi. Bir başka açıklamaya göre: Bu yüce Allah'ı tevhide davet eden herkes hakkında umumidir. İbn Abbâs ve başkaları böyle açıklamışlardır, Taberî de bunu tercih etmiştir. İbn Mes’ûd'un kıraatinde: "Doğruyu getirenler ve onu söyleyerek doğru söyleyenler" şeklindedir. Bu ise tefsiri bir kıraattir. Ebû Salih el-Kufî'nin kıraatinde ise "Doğruyu getiren ve o doğruyu söyleyerek doğru söyleyen" diye (dal harfini) şeddesiz olarak, onu getirdiğini söylemekle doğru söyleyen, anlamında okumuştur. Yüce Allah'a itaatte doğru söylemiş, demek olur. Bakara Sûresi'nde (2/17. âyetin tefsirinde): mevsul ismi hakkında açıklamalar ve bunun hem tekil, hem çoğul için kullanılabileceğine dair ifadeler geçmiş bulunmaktadır. 34Onlar için Rabblerinin yanında diledikleri herşey vardır. İşte bu ihsan edenlerin mükâfatıdır. "Onlar için Rabblerinin yanında diledikleri herşey vardır." Yani cennette diledikleri bütün nimetler onlara verilecektir. Nitekim bir kimseye: Senin benim nezdimde bir ikramın olacaktır, denilirken bu ikram benden sana ulaşacaktır, demek olur. "İşte bu ihsan edicilerin mükâfatıdır." Dünya hayatında övgü, âhirette de mükâfat vardır onlar için. 35Ta ki Allah yaptıklarının en kötü olanlarını örtsün ve yapageldiklerinin en güzeli ile onlara mükâfatlarını versin. "Ta ki Allah yaptıklarının en kötü olanlarını örtsün." Yani onlar "Allah yaptıklarının en kötüsünü örtsün diye" doğruyu tasdik etmişlerdir. Bu da şu demektir: Yüce Allah onlara ikramda bulunacaktır, İslâm'dan önce yaptıklarından dolayı onları sorgulamayacaktır. "Ve yapageldiklerinin en güzeli ile" ki bu da cennettir "onlara mükâfatlarını versin." Dünya hayatında işledikleri itaatlerin, sevabını versin. 36Allah kuluna yetmez mi? Halbuki onlar seni ondan başkaları ile korkutuyorlar. Allah kimi saptırırsa, onu doğru yola ileten bulunmaz. "Allah kuluna yetmez mi?" âyetinde "yeter" anlamındaki: (........)'in sonundaki "ye" harfi sakin olduğundan ve ondan sonraki tenvin de sakin telaffuz edildiğinden dolayı hazfedilmiştir. Aslolan tenvinin ortadan kalkması dolayısıyla vakıf halinde bunun hazfedilmesidir. Şu kadar var ki burada "ye'nin hazfedilmesi vasl halinde de böyle okunacağının bilinmesi içindir. Araplardan vakıf halinde asla uygun olarak, "ye'yi tesbit ederek: diyenler vardır. "Kuluna" lâfzı genel olarak tekil olarak okunmuştur. Yani müşriklerin tehdit ve tuzaklarına karşı Allah Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'a yeterlidir. Ancak Hamza ve el-Kisaî: “Kullarına" diye okumuştur ki, bunlar da peygamberlerdir, yahut peygamberler ve onlara îman edenlerdir. Ebû Ubeyd cemaatin okuyuş şeklini yüce Allah'ın bundan sonraki: "Halbuki onlar seni ondan başkaları ile korkutuyorlar" âyeti dolayısıyla tercih etmiştir. Bununla birlikte "kul" lâfzının cins ifade etmesi ihtimali de vardır. Yüce Allah'ın: "Şüphesiz insan ziyandadır." (el-Asr, 103/2) âyetinde olduğu gibi. Buna göre birinci okuyuş da, ikinci okuyuş gibi olmaktadır. Burada sözü geçen "yeterli gelmek ten putların kötülüklerine karşı korumak demektir. Çünkü onlar mü’minleri putlarla korkutuyorlardı. Öyle ki İbrahim (aleyhisselâm) şöyle demiştir: "Siz Allah'a ortak koştuğunuz halde korkmuyorsunuz da ben sizin ortak koştuklarınızdan nasıl korkarım?" (el-En'am, 6/81) el-Cürcanî şöyle demiştir: Allah mü’min kuluna da, kâfir kuluna da yeter. Buna sevab ve mükâfat verir, ötekini de cezalandırır. "Halbuki onlar seni ondan başkalarıyla korkutuyorlar." Şöyle ki, onlar Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı putlar kendisine zarar verirler diye korkutuyor ve: Bizim putlarımıza mı sövüyorsun? Eğer sen onlardan kötülükle sözetmekten vazgeçmeyecek olursan, bu putlar senin aklını başından alır yahutta başına kötü musibetler getirir, diyorlardı. Katade dedi ki: Halid b. el-Velid Uzza'yı kırmak üzere elindeki balta ile üzerine yürüdü. Uzza'yı koruyan kişi ona şöyle dedi: Ey Halid! Onun sana zarar verebileceğini söylüyor ve seni sakındırıyorum. Çünkü bunun öyle sert bir tepkisi var ki, kimse onun karşısında duramaz. Bu sefer Halid Uzza'nın üzerine yürüdü ve balta ile burnunu kırdı. Onların Halid'i bu şekilde korkutmaları Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı korkutmaları demekti. Çünkü Halid'i bu işi yapmak üzere görevlendiren Peygamber idi. Âyet-i kerimenin kapsamına kendi çokluklarını ve güçlü olduklarını ileri sürerek Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı korkutmaları da girmektedir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Yoksa onlar: Biz birbirine yardım eden bir topluluğuz mu diyorlar?" (el-Kamer, 54/44) "Allah kimi saptırırsa, onu doğru yola ileten bulunmaz" âyeti daha önceden geçmiş bulunmaktadır. 37Allah kime hidayet verirse, onu da saptıracak olmaz. Allah muhakkak galib ve intikam alıcı değil midir? "Allah kime hidayet verirse, onu da saptıracak olmaz. Allah muhakkak galib ve" kendisine ve rasûllerine düşmanlık eden kimselerden "intikam alıcı değil midir?" 38Yemin olsun ki onlara: "Göklerle yeri kim yarattı?" diye sorsan, elbette: "Allah" diyeceklerdir. De ki: Bana haber verin, Allah'tan başka şu İbadet ettikleriniz eğer Allah bana bir zarar vermek dilese, onlar Onun zararını giderecekler mi? Veya bana bir rahmet dilerse, onlar o rahmetini tutabilirler mi?" De ki: "Bana Allah yeter. Tevekkül edecekler yalnız O'na güvenip dayanır." "Yemin olsun ki" ey Muhammed "onlara: Göklerle yeri kim yarattı, diye sorsan, elbette: "Allah" diyeceklerdir" âyeti ile yüce Allah şunu açıklamaktadır: Bunlar putlara ibadet etmekle birlikte yaratıcının yüce Allah olduğunu kabul etmektedirler. Yaratıcı Allah olduğuna göre Allah'ın yaratılmış varlıkları olan kendi ilâhları ile seni nasıl olur da korkutabilirler? Halbuki sen onları, gökleri ve yeri yaratan Allah'ın Rasûlüsün. "De ki: Bana haber verin." Ey Muhammed! Sen onların bu gerçeği itiraf etmelerinden sonra onlara: Bana haber verin, de. "Allah'tan başka şu ibadet ettikleriniz" yani bu putlar "eğer Allah bana bir zarar" zorluk, sıkıntı ve bela "vermek dilese, onlar O'nun zararını giderecekler mi veya bana bir rahmet" nimet ve bolluk "dilerse, onlar o rahmetini tutabilirler mi?" Mukâtil dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onlara bu soruları sordu, onlar ise cevab vermeyip sustular. Başkası da şöyle demiştir: Allah'ın takdir ettiği hiçbir şeyi bu putlar geri çeviremezler. Ancak putlar şefaat edebilirler, diye cevab verdiler. Bunun üzerine: "De ki bana Allah yeter" âyeti indi. İfadelerin delâleti dolayısıyla yani onlar: Hayır hiçbir zararı gideremezler, hiçbir rahmeti önleyemezler, diyeceklerdir şeklindeki cevabı ayrıca zikretmemiştir. Sen "de ki: Allah bana yeter" yani ben O'na güvenip dayandım demektir. "Tevekkül edecekler yalnız O'na güvenip dayanır." Tevekküle dair açıklamalar daha önceden (Al-i İmrân, 3/122. âyetin tefsirinde ve 159- âyet, 8. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Nafî', İbn Kesîr ve Âsım dışında Kûfeliler: " Onlar O'nun zararını giderecekler..." şeklinde ("te" harfini) tenvinsiz okumuşlardır. Ebû Amr ve Şeybe ise -ki el-Hasen ve Âsım'ın bilinen kıraati de budur. Onlar O'nun zararını giderecekler mi" diye ve Onlar o rahmetini tutabilirler" şeklinde aslına uygun olarak tenvinli okumuşlardır. Ebû Ubeyd ve Ebû Hatim'in tercih ettiği okuma şekli de budur. Çünkü bu gelecek zaman anlamını ihtiva eden bir ism-i faildir. Durum böyle olduğu takdirde tenvinli okumak daha güzeldir. Şair de şöyle demiştir: "Evlerinden uzaklaştırmak için Umeyr'i geceleyin vuranlar, Ki o gün Umeyr zalim ve haksız birisi idi." Şayet mazi anlamında kullanılmış ise sadece tenvinli okumak câiz olur. Tenvinin hazfedilmesi de tahkik için yapılır. Eğer tenvin hazfedilecek olursa, o takdirde iki isim arasında herhangi bir perde kalmaz ve bu durumda ikincisi izafet dolayısıyla mecrur gelir. Arapçada tenvinin hazfi çokça görülen ve güzel bir şeydir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: " Kabe'ye ulaştırılacak bir hediye kurbanı." (el-Mâide, 5/95); "Gerçekten Biz o dişi deveyi göndericileriz..." (el-Kamer, 54/27) diye buyurmuştur. Sîbeveyh de şöyle demektedir: Yüce Allah'ın: " Avlanmayı helal saymaksızın" (el-Mâide, 5/1) âyeti da bunun gibidir. Sîbeveyh şu beyiti de zikretmektedir: "Sen bizim ihtiyacımızı görmek için bir dinar gönderen misin? Yahut Avn b. Mihrak'ın kardeşi olan bir efendinin kölesi mi?" Nabiğa da şöyle demiştir: "O kabilenin hanımının verdiği hüküm gibi hükmet ki baktığında, Azıcık suya gelen ve yoldan bükülen güvercinlere baktığında (güzel hüküm vermişti)." Burada anlam şeklinde olup tenvin hazfedilmiştir. Yüce Allah'ın: “Onlar onun zararını giderecekler (mi)" âyeti da bunun gibidir. 39De ki: "Ey kavmim! Haliniz üzere yapabileceğinizi yapın, doğrusu ben de yapacağım. Pek yakında bileceksiniz; "De ki: Ey kavmim! Haliniz üzere yapabileceğinizi yapın. Doğrusu ben de" imkânım üzere yani bence mümkün olan şekliyle "yapacağım. Pek yakında bileceksiniz..." Ebû Bekir "haliniz üzere" anlamındaki âyeti: "İmkanlarınız " diye okumuştur. Daha önceden el-En'am Sûresi'nde (6/135- âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. 40"Kendisini rezil edecek azâbın kime geleceğini ve kalıcı azâbın kimin üzerine ineceğini." "Kendisini rezil edecek azâbın" yani dünyada kendisini hakir ve zelil kılacak azâbın -ki bu açlık ve kılıç ile olacaktır- "kime geleceğini ve" âhirette "kalıcı azâbın kimin üzerine ineceğini (pek yakında bileceksiniz)." 41Şüphesiz ki Biz sana kitabı insanlar için hak ile indirdik. Artık kim hidayet bulursa kendi lehine, kim de saparsa ancak kendi aleyhine sapmış olur. Sen onların üzerinde bir vekil değilsin. "Şüphesiz ki Biz sana kitabı insanlar için hak ile indirdik. Artık kim hidayet bulursa kendi lehine, kim de saparsa ancak kendi aleyhine sapmış olur. Sen onların üzerinde bir vekil değilsin." Bu âyet-i kerimi, ile ilgili açıklamalar daha önceden yeteri kadarıyla birkaç yerde (mesela Yûnus. 10 108. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. 42Allah, ölümleri vaktinde ruhları alır. Ölmeyeninkini de uykusunda (alır). Hakkında ölüm hüküm ettiğini tutar, diğerini ise bir süreye kadar salıverir. Muhakkak bunda iyice düşünen bir topluluk için âyetler vardır. Bu âyete dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız: 1- Ölümleri Esnasında Canları Alan Allah: "Allah ölümleri vaktinde ruhları alır." Yani ecelleri bittiği sırada ruhları O alır. "Ölmeyeninkini de uykusunda" âyeti hakkında farklı görüşler vardır. Ruhları cesetlerinde kalmakla birlikte, tasarruftan onları alıkoyar diye açıklanmıştır. "Hakkında ölüm hüküm ettiğini tutar, diğerini ise belirli bir süreye kadar salıverir." Salıverdiği, uykuda olandır. Onu ölüm vakti gelinceye kadar tasarrufta bulunmak üzere serbest bırakır. Bu açıklamayı İbn Îsa yapmıştır. el-Ferrâ'' şöyle demiştir: Yani uykusunda ölmeyeninkini eceli bitliği vakit alır. Bazan uyuması onun ecelinin bitmesi yani vefatı olur. Bu açıklamaya iure ifadenin takdiri şöyle olur: Ölmeyenin vefatı (ölümü) ise onun uyumazdır. İbn Abbâs ve diğer müfessirler şöyle demişlerdir: Ölü ve dirilerin ruhları uykuda biraraya gelir, Allah'ın dilediği ruhlar birbirlerini tanırlar. Yüce Allaha hepsinin bedenlere dönmesini istediği vakit o zaman ölülerin canlarını yanında alıkoyar, dirilerin ruhlarını bedenlerine geri gönderir. Said b. Cübeyr de şöyle demiştir: Yüce Allah ölümleri halinde ölenlerin ruhlarını alır. Hayatta olanların da uyumaları halinde ruhlarını alır. Allah dilediği kadar birbirleriyle tanışırlar. "Hakkında ölüm hükmettiğini tutar, diğerini ise... salıverir." Yani iade eder. Ali (radıyallahü anh) dedi ki: Uyuyan kimsenin ruhu geri gönderilmeden önce semada iken gördüğü şeyler sadık rüyadır. Geri bırakıldıktan ve henüz cesedine girip yerleşmeden önce gördüğü şeyler ise şeytanın telkinidir ve şeytan ona batıl şeyleri hayal olarak gösterir. İşte yalan çıkan rüya da budur. İbn Zeyd dedi ki: Uyku da bir vefat (ölüm)dür, ölüm de bir vefattır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir: "Uyuduğunuz gibi öleceksiniz, uykudan uyandırıldığınız gibi de diriltileceksiniz." Ömer (radıyallahü anh): Uyku ölümün kardeşidir, demiştir. Ayrıca bu Cabir b. Abdullah yoluyla merfu bir hadis olarak da rivâyet edilmiştir: Ey Allah'ın Rasûlü! Cennet ehli uyurlar mı? diye sormuşlar, o da: "Hayır, uyku ölümün kardeşidir. Cennette ise ölüm yoktur." diye buyurmuştur. Bu hadisi Darakutnî rivâyet etmiştir. İbn Abbâs dedi ki: Âdemoğlunda bir nefis, bir de ruh vardır. Her ikisi arasında güneş ışığı gibi bir şey vardır. Nefis, akıl ve ayırdetme gücünün kendisinde bulunduğu şeydir. Ruh ise nefsin ve harekete getirmenin bulunduğu şeydir. Kul uykuya daldı mı Allah onun nefsini kabzeder, fakat ruhunu kabzetmez. İbnu'l-Enbarî ve ez-Zeccâc'ın kabul ettiği görüş de budur. el-Kuşeyrî Ebû Nasr dedi ki: Ancak bu uzak bir ihtimaldir, çünkü âyet-i kerimeden anlaşılan her iki halde de alınan canın aynı şey olduğu şeklindedir. Bundan dolayı yüce Allah: "Hakkında ölüm hüküm ettiğini tutar, diğerini ise belirli bir süreye kadar salıverir" diye buyurmuştur. O halde yüce Allah hem uyku halinde, hem ölüm halinde ruhu kabzeder. Uyku halinde kabzettiği şeyin anlamı âdeta alıkonulmuş bir şeymiş gibi, onu tasarruftan alıkoyan şeyler ile onun üstünü örtmesi demektir. Ölüm halinde alıp tuttuğunu ise yanında alıkor ve kıyâmet gününe kadar serbest bırakmaz. Yüce Allah'ın: "Diğerini ise... salıverir" âyeti ise onu alıkoyan engeli ortadan kaldırır ve eski haline döner, demektir. O halde uyku esnasında canların alınması, hissetmenin ortadan kaldırılması ve gaflet halinin yaratılması, idrak mahalli olan yerde de idraksizliğin var edilmesidir. Ölüm halinde canın alınması ise ölümün yaratılması ve duyuların tamamiyle ortadan kaldırılması ile olur. "Hakkında ölüm hüküm ettiğini tutar" bu ise onda idraki yaratmaması suretiyle olur. Çünkü onda ölüm halini yaratmış bulunmaktadır. "Diğerini ise..." his ve duyuları ona geri iade etmek suretiyle "salıverir." 2- Nefs ve Ruh Aynı Şeyler mi, Ayrı Şeyler mi? İnsanlar bu âyet-i kerimeden hareketle -belirttiğimiz gibi- nefs ve ruh aynı şey midir, ayrı şeyler midir? hususunda farklı kanaatlere sahibtirler. Ancak daha kuvvetli görünen her ikisinin aynı şey olduklarıdır. Sahih eserlerin (rivâyetlerin) bu hususta zikredeceğimiz üzere- delâlet edip gösterdiği de budur. Bunlardan birisi Ummu Seleme yoluyla gelen şu Hadîs-i şerîftir. Dedi ki: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Ebû Seleme'nin yanına girdi. O sırada gözü açıktı, gözlerini kapattı, sonra şöyle buyurdu: "Şüphesiz ruh kabzedildiğinde göz arkasından ona bakar. " Müslim, II, 634; İbn Mace, I, 467; Müsned, VI, 297 Ebû Hüreyre'den de şöyle dediği nakledilmektedir: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "İnsan öldüğünde gözünün kaydığını görmez misiniz?" Devamla buyurdu ki: "İşte bu, gözünün nefsine tabi olduğu (arkadan izlediği) bir zamandır." Müslim, II, 635 Bu iki hadisi de Müslim rivâyet etmiştir. Yine Ebû Hüreyre'den gelen rivâyete göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Melekler (can çekişen kimsenin) yanında hazır bulunurlar. Eğer kişi salih birisi ise: Ey hoş ve güzel olan nefis, çık derler ki bu nefis hoş ve temiz bir bedende idi. Övülmüş olarak çık ve sana rahat ve hoş kokular ile gazab etmeyen, hoşnut olan bir Rabbin (huzuruna gideceğin) müjdesini veriyoruz. Bu sözler ona bedenden çıkıncaya kadar söylenir, durur. Sonra da o ruh semaya yükseltilir..." İbn Mace, II, 1423; Nesâî, IV, 8; Müsned, VI, 297; Heysemi, Mecmau'z-Zevaid, III, 50; senedindeki ravilerinin sahih ricali olduğunu kaydetmektedir. (Merhum müfessirimizin de aynı şeyi söylemiş olmasını hadis ilmindeki yetkin kişiliğini ortaya koyan bir gösterge olarak değerlendirebiliriz). Bu hadisi -ki isnadı da sahihtir- İbn Mace rivâyet etmiştir. Biz de bunu "et-Tezkire" adlı eserimizde zikretmiş bulunuyoruz. Müslim'in Sahih'inde Ebû Hüreyre'den şöyle dediği rivâyet edilmektedir: "Mü’minin ruhu (bedeninden) çıktı mı iki melek onu karşılar ve onu (semaya) yükseltirler" Müslim, I, 471; Tirmizi, V, 319; Ebû Davud, I, 11«; İbn Mace, I, 227; Muvatta’, I, 13. deyip hadisin geri kalan bölümünü zikretmektedir. Bilal de "Vadi hadisi" diye bilinen hadiste şunları söylemektedir: Ey Allah'ın Rasûlü! Senin nefsini alan benim nefsimi de aldı. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) -Zeyd b. Hadî Eşlem yoluyla gelen hadiste- bu hususta ona şöyle cevab verdiği kaydedilmektedir: "Ey insanlar! Şüphesiz Allah bizim ruhlarımızı kabzetmiş bulunmaktadır. Eğer dileseydi, bu zamandan başka bir vakitte onları bize geri çevirirdi." Bu hadislerde görüldüğü gibi aynı olayı anlatmak üzere hem nefis, hem de ruh lâfızları kullanılmıştır. Tercümede de bu lâfızlar aynen hadisteki şekliyle muhafaza edilmiştir. Merhum müfessirimiz bunları burada zikretmekle her ikisinin aynı şey olduğunu göstermek istemektedir. Müslim, IV, 2084; Buhârî, VI, 2691; Müsned, II. 2S3. Ruh hakkında sahih olan onun maddi cisimler ile iç içe girmiş, latif bir cisim olduğudur. Bu cisim (bedenden) çekilir, çıkartılır. Kefenlerine sarılır ve giydirilir. Onunla semaya çıkılır, ne ölür, ne yok olur. Ruh başlangıcı olup sonu olmayan şeylerdendir. Ruhun iki gözü, iki eli vardır. Kimisinin kokusu hoş, kimisininki kötüdür. Ebû Hüreyre yolu ile gelen hadiste belirtildiği gibi. Bütün bunlar ise arazların değil, cisimlerin sıfatıdır. Bizler bütün bu hususlara dair haberleri "et-Tezkira bi Ahvani'l-Mevta ve Umuri'l-Ahira" adlı eserimizde zikretmiş bulunuyoruz. Nitekim yüce Allah da: "Hele (o can) bir boğaza gelince" (el-Vakıa, 56/83) diye buyurmaktadır. Nefsin (canın) vücuttan çıkış noktasına geldiğinde demektir. Bu ise cismin bir sıfatıdır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 4- Uyurken Ruhun Alınması ve Ölme İhtimali Bulunması Dolayısıyla Yapılması Tavsiye Edilen Dua: Buhârî ve Müslim'in rivâyet ettiklerine göre Ebû Hüreyre Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu nakletmektedir: "Sizden herhangi bir kişi yatağına girecek oldu mu elbisesinin iç tarafı ile yatağını silkelesin, Allah'ın ismini ansın (besmele çeksin). Çünkü o kendisinden sonra yatağına neler geldiğini bilemez. Yatmak istedi mi sağ yanı üzere yatsın ve: Rabbim seni eksikliklerden tenzih ederim. Rabbim senin (adın) ile yanımı (yatağa) koydum. Senin (adın) ile kaldıracağım. Eğer canımı (nefsimi) alıkoyarsan, ona (günahını) bağışla.” Müslim, IV, 2202. Buhârî, İbn Mace ve Tirmizî ise "ona (günahını) bağışla" yerine "ona merci) hamet buyur" diye rivâyet etmişlerdir. (Devamı da şöyledir): " Eğer salıverirsen salih kullarını ne ile koruyor isen, onu da onlarla koru." (der). Buhârî, V, 2329; Ebû Davud, IV, 311; Tirmizi, V, 472; İbn Mace, II, 1275; Müsned, II, 246, 422... Tirmizî ayrıca şunu ilave etmektedir: Uyandığı vakit de şöyle desin: "Bedenimde bana afiyet veren ve ruhumu bana geri verip kendisini zikretmem için bana izin veren Allah'a hamdolsun." Tirmizi, V, 472. Buhârî de Huzeyfe'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) gece uyumak üzere yatağına çekildi mi elini yanağının altına koyar, sonra da: "Allah'ım, Senin adınla ölüyor ve dinliyorum" derdi. Uyandı mı da: " Bizi öldürdükten sonra dirilten Allah'a hamdolsun. Öldükten sonra diriliş de O'na olacaktır" derdi. Buhari, V, 2327, V, 2692; Müslim, IV, 2083; Müsned, V, 1Î4, 399. "Hakkında ölüm hükmettiğini tutar" anlamındaki âyet genel olarak: şeklinde faili (Allah) olup "ölüm" anlamındaki lâfız da (mef'ûl olarak) nasb ile okunmuştur. "Allah'ın hakkında... hükmettiği" demek olur. Ebû Hatim ile Ebû Ubeyd'in tercih ettiği okuyuş şekli budur. Çünkü âyetin başında yüce Allah: "Allah... ruhları alır" diye buyurmaktadır. Onlar hakkında hüküm veren de O'dur. el-A'meş, Yahya b. Vessab, Hamza ve el-Kisaî ise meçhul bir fiil olarak: " Hakkında ölüm hükmü verilen" diye okumuşlardır, en-Nehhâs şöyle demiştir: Anlam birdir. Şu kadar var ki birinci kıraat daha açık ve anlaşılırdır, ifadenin akış ve insicamına da daha uygundur. Çünkü hepsi de icma ile: "Salıverir" diye okumuşlar ve; "Salıverilir" diye okumamışlardır. Âyet-i kerimede yüce Allah'ın kudretinin büyüklüğüne ve uluhiyette tek ve eşsiz olduğuna, O'nun dilediğini yaptığına, hayat verip öldürdüğüne ve bütün bunlara O'ndan başka hiçbir kimsenin güç yetirmediğine dikkat çekilmektedir. "Muhakkak bunda" yani yüce Allah'ın ölenin ve uyuyanın canını alıp uyuyanın canını salıverip ölenin canını alıkoymasında "iyice düşenen bir topluluk için âyetler (belgeler) vardır." el-Esmaî dedi ki: Ben Mu'temir'i şöyle derken dinledim: İnsanın ruhu bir yün ipliği yumağına benzer. Ruh serbest bırakılır ve gider. Sonra tekrar serbest bırakılır, sonra sarılmaya başlanır, sonra gelir (bedene) girer. O halde âyetin anlamı uyku halinde ruhtan bir parça serbest bırakılır, fakat onun büyük bir bölümü yine beden ile bitişiktir ve ondan çıkan bölüm ile de ilişkisi gizli bir ilişkidir. Kişi uyandı mı ruhunun (bedende kalmış olan) büyük bölümü onun dışarı çıkan bölümünü geri çeker, o da geri döner demektir. Bundan başka açıklamalar da yapılmıştır. Kur'ân-ı Kerîm'de de şöyle buyurulmuştur: "Bir de sana ruhu soruyorlar. Deki: Ruh Rabbimin emrindendir." (el-İsra, 17/85) Yani onun gerçek mahiyetini Allah'tan başkası bilemez. Bu daha önce el-İsra Sûresi'nde (17/85. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. 43Yoksa onlar Allah'tan başka şefaatçiler mi edindiler? De ki: "Ya onlar bir şeye malik olmasalar ve akıl erdirmeseler de mi?" "Yoksa onlar Allah'tan başka şefaatçiler mi edindiler?" Aksine onlar Allah'tan başka putları şefaatçi edindiler, demektir. İfadede: olumsuzluk edatını ihtiva eden bir anlam da vardır. Yani: "Muhakkak bunda iyice düşünen bir topluluk için âyetler vardır." (42. ayet) Ancak onlar düşünmediler, bunun yerine kendi putlarını şefaatçiler edindiler. "De ki: Ya onlar bir şeye malik olmasalar..." Yani ey Muhammed onlara de ki: Bunlar şefaat namına hiçbir şeye sahib olamasalar "ve" cansız oldukları için "akıl erdirmeseler de mi?" Yine onları şefaatçi edinecek misiniz? Bu, inkâr anlamını ihtiva eden bir sorudur. 44De ki: "Bütün şefaat Allah'ındır. Göklerle yerin mülkü yalnız O'nundur. Sonra O'na döndürülürsünüz." "De ki: Bütün şefaat Allah'ındır." Bu âyet, şefaatin yalnızca Allah'a ait olduğu hususunda açık bir nasstır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onun izni olmaksızın nezdinde kim şefaat edebilir?" (el-Bakara, 2 255) O halde O, izin vermedikçe hiçbir kimse şefaatçi olamaz. "Onun razı olduğu kimselerden başkasına şefaat etmezler." (el-Enbiya, 21/28) "Bütün" hal olarak nasbedilmiştir. "Bütün" ancak iki ve daha fazlası hakkında kullanılır, şefaat ise bir tanedir diye sorulacak olursa, şöyle cevab verilir: Şefaat mastardır, mastar ise iki ve çoğul hakkında da kullanılır. "Göklerle yerin mülkü yalnız O'nundur. Sonra O'na döndürülürsünüz." 45Allah bir olarak anılsa, âhirete inanmayanların kalbleri tiksinir. Ondan başkası anılsa, hemen yüzleri güler. "Allah bir olarak anılsa" âyetindeki "bir olarak" anlamındaki: el-Halil ve Sîbeveyh'e göre mastar olarak nasbedilmiştir. Yûnus'a göre ise hal olarak nasbedilmiştir. "Tiksinir" lâfzını el-Müberred: Kalbleri sıkılır ve rahatsız olur diye açıklamıştır. İbn Abbâs ve Mücahid'in görüşü de budur. Katade de şöyle açıklamıştır: Nefret eder, büyüklük taslar, kâfir olur, asileşir. el-Müerric de: İnkâra sapar diye açıklamıştır. "Tiksinme"nin asıl anlamı nefret etmek ve sapmak, uzaklaşmak demektir. Amr b. Külsum dedi ki: "Mızrakları düzeltmek için kullanılan tahta parçası ona değdi mi, O nefret eder, Ve onlara karşı büyük bir sertlik, şiddet ve itmek ile karşı koyar (kimse bizi düzeltmeye kalkışırsa başaramaz, karşı koyarız demek istemektedir)." Ebû Zeyd de şöyle demiştir: " Adam korkudan dehşete kapıldı" demektir. İşte müşriklere de "la ilahe ilallah: Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur" denildi mi bundan nefretle uzaklaşır ve küfre saparlardı. "O'ndan başkası anılsa" bununla putlar kastedilmektedir. Şeytan Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) en-Necm Sûresi'ni okuduğu esnada peygamberin okuması arasına: "Ve işte bunlar üstün putlardır ve şüphesiz onların şefaatleri umulur" sözlerini telkin etmişti. (Bk. el-Hac, 22/52. âyetin tefsiri) Müfessirler topluluğu bu açıklamayı yapmıştır. "Hemen yüzleri güler." Sevinç ve neşe yüzlerinde belirir. 46De ki: Ey gökleri ve yeri yaratan, gizliyi ve açığı bilen Allah'ım. Ayrılığa düştükleri şeyler hakkında kullarının arasında Sen hüküm vereceksin. "Deki: Ey gökleri ve yeri yaratan" âyetindeki: " Yaratan'" lâfzının nasb ile gelmesi muzaf bir nida oluşundan dolayıdır. "Gizliyi ve açığı bilen" anlamındaki lâfızlar da böyledir. Sîbeveyh'e göre bunun sıfatı olması da câiz değildir. "Allah'ım, ayrılığa düştükleri şeyler hakkında kullarının arasında Sen hüküm vereceksin." Müslim'in Sahih'inde yer alan rivâyete göre Ebû Seleme b. Abdurrahman b. Avf şöyle demiştir: Âişe (radıyallahü anha)'ya Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) geceleyin namaza kalktı mı namazının başında ilk olarak ne okurdu? diye sordum, şöyle dedi: Geceleyin namaza kalktı mı namazına şu sözleri söyleyerek başlardı: "Cebrâîl'in, Mikail'in ve İsrafil'in Rabbi olan Allah'ım, ey gökleri ve yeri yaratan, gizliyi ve açığı bilen, ayrılığa düştükleri şeyler hakkında kullarının arasında Sen hüküm vereceksin. Hakkında ihtilafa düşülmüş hususa iznin ile beni doğruya ilet. Şüphesiz ki Sen dilediğin kimseyi dosdoğru yola iletirsin." Müslim, I, 534. er-Rabî b. Haysem, el-Huseyn b. Ali (radıyallahü anhüm)'in şehid edildiği haberini alınca, yüce Allah'ın: "Ey gökleri ve yeri yaratan, gizliyi ve açığı bilen Allah'ım! Ayrılığa düştükleri şeyler hakkında kullarının arasında Sen hüküm vereceksin" âyetini okudu. Said b. Cübeyr de şöyle demiştir: Ben öyle bir âyet biliyorum ki her kim o âyeti okur da Allah'tan bir şey isterse, mutlaka o istediğini ona verir. (Bu) yüce Allah'ın: "De ki: Ey gökleri ve yeri yaratan, gizliyi ve açığı bilen Allah'ını. Ayrılığa düştükleri şeyler hakkında kullarının arasında Sen hüküm vereceksin" âyetidir. 47Eğer yeryüzünde olanların hepsi ve onunla birlikte bir o kadarı daha zulmedenlerin olsa kıyâmet gününde azâbın şiddetinden (kurtulmak için) onları muhakkak fidye vererek kurtulmak isteyeceklerdi. Halbuki Allah'tan ummadıkları şey kendilerine görünür. "Eğer yeryüzünde olanların hepsi ve onunla birlikte bir o kadarı daha zulmedenlerin" yani yalanlayıp şirk koşanların "olsa, kıyâmet gününde azâbın şiddetinden" yani o günün kötü azabından... Buna dair açıklamalar daha önce Al-i İmrân Sûresi'nde (3/91. âyetin tefsirinde) ve Rad Sûresi'nde (13/18. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. "Halbuki Allah'tan ummadıkları şey kendilerine görünür." Bu hususta gelmiş rivâyetlerin en değerlisi Mansur'un, Mücahid'den şöyle dediğine dair yaptığı rivâyettir: Bunlar güzel ve hasenat olduğunu vehmettikleri birtakım ameller işlediler, onların hep günah ve seyyiat olduklarını gördüler, es-Süddî de böyle demiştir. Bir başka açıklamaya göre onlar ölümden önce tevbe edeceklerini vehmettikleri birtakım ameller işlediler. Fakat tevbe etmeden önce ölüm gelip onlara yetişti. Onlar tevbe ile kurtulacaklarını zannediyorlardı. Tevbesiz olarak günahlarının bağışlanacağı vehmine kapılmış olmaları da mümkündür. Fakat "Allah'tan ummadıkları şey kendilerine görünür." Bu ummadıkları şey ise cehennem ateşine girmektir. Süfyan es-Sevrî bu âyet-i kerîme hakkında şöyle demiştir: Vay riyakarların haline, vay riyakarların haline! Bu âyet onlar hakkındadır, burada anlatılan onların durumudur. İkrime b. Ammar dedi ki: Muhammed b. el-Münkedir ölümü esnasında oldukça korktu, dehşete kapıldı. Ona: Bu korku ve dehşet neden? diye sorulunca şöyle dedi: Allah'ın kitabındaki şu âyetten dolayı korkuyorum: "Halbuki Allah'tan ummadıkları şey kendilerine görünür." Ben daha önce ummadığım şeylerin bana görüneceğinden korkuyorum. 48Kazandıkları amellerin fenalıkları kendilerine görünecek ve alaya aldıkları şey onları çepeçevre sarıp kuşatacaktır. "Kazandıkları amellerin fenalıkları" yani işledikleri küfür ve masiyetlerin cezası "kendilerine görünecek." Karşılarına çıkacak "ve alaya aldıkları şey onları çepeçevre sarıp kuşatacaktır" üzerlerine inecektir. 49İnsana bir zarar dokunduğunda Bizi çağırır. Sonra Biz ona tarafımızdan bir nimet lütfedersek: "Bu bana ancak bilgi(m)den dolayı verilmiştir" der. Bilakis o bir imtihandır. Fakat onların çoğu bilmezler. "İnsana bir zarar dokunduğunda Bizi çağırır." Bu âyetin Huzeyfe b. el-Muğire hakkında indiği söylenmiştir. "Sonra Biz ona tarafımızdan bir nimet lütfedersek, bu bana ancak bilgi(m)den dolayı verilmiştir, der." Katade dedi ki: Buradaki "bilgiden dolayı" benim çeşitli kazanç yollarını bilmemden ötürü diye açıklamıştır. Yine ondan gelen bir açıklamaya göre bendeki bir hayırdan ötürü (bana verilmiştir) diye açıklamıştır. Bir başka açıklamaya göre "bilgiden dolayı" yani Allah'ın benim üstünlük ve faziletimi bilmesinden ötürü demektir. el-Hasen de şöyle demiştir: "Bilgiden dolayı" Allah'ın bana öğretmiş olduğu bilgiden dolayı demektir. Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: O dedi ki: Artık ben şunu biliyorum ki; bu dünya hayatında bana verildiğine göre, Allah nezdinde benim önemli bir yerim var demektir. Bunun üzerine yüce Allah: "Bilakis o bir imtihandır" diye buyurmaktadır. Yani aksine sana verilmiş bulunan bu nimetler kendisi vasıtasıyla sınandığın bir fitne (imtihan)dır. el-Ferrâ'' dedi ki: Buradaki: "O" zamirinin müennes gelmesi "fitne (imtihan)" lâfzının müennesliğinden dolayıdır. Eğer: "Hayır o bir imtihandır" şeklinde (müzekker zamir ile) gelmiş olsaydı, yine câiz olurdu. en-Nehhâs dedi ki: İfade: Hayır, bu sana bir fitne (imtihan) olmak üzere verilmiştir, takdirindedir. "Fakat onların çoğu bilmezler" yani yüce Allah kendilerine mal ve servet verdiği takdirde bunun bir sınama olduğunu bilmezler. 50Gerçekten onlardan önce geçenler de bunu demişlerdi, ama onların kazandıkları şeyler kendilerine fayda vermedi. "Gerçekten onlardan önce geçenler" Karun ve daha başkaları arasından "bu ancak bana bendeki bir ilim dolayısıyla verilmiştir" (el-Kasas, 28/78) diye söyleyen onlardan önceki kâfirler "de bunu demişlerdi." Bu âyetteki: " Bunu demişlerdi" âyetindeki zamirin müennes gelmesi (söylenen söz anlamındaki "kelime")nin müennesliğinden ötürüdür. "Ama onların kazandıkları şeyler kendilerine fayda vermedi" âyetindeki; " ...me" red ve inkâr içindir, yani onların mallarının, çoluk-çocuklarının Allah'ın azabına karşı hiçbir faydası olmadı. Bunun; "mallarının kendilerine faydası ne oldu?" anlamında olduğu da söylenmiştir. O takdirde bu edat soru edatı olur. 51Sonunda da kazandıkları o amellerin kötülükleri kendilerine gelip çattı. Bunlardan zulmedenleri de kazandıklarının kötülükleri yakında gelip bulacaktır. "Sonunda da kazandıkları o amellerin kötülükleri" yani kötü amellerinin cezası -çünkü bazan kötülüğün cezası (seyyie)na da kötülük (seyyie) denilir- "kendilerine gelip çattı. Bunlardan" bu ümmetten "zulmedenleri" şirk koşanları "de kazandıklarının kötülükleri" açlık ve kılıç "yakında gelip bulacaktır. Onlar" Allah'ı "aciz bırakamazlar" azabından kurtulamazlar, önüne geçemezler. Buna dair açıklamalar daha önceden (el-En'am, 6/134. âyetin tefsiri ile Yûnus, 10/53- âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. 52Bilmezler mi ki muhakkak Allah rızkı dilediği kimseye yayar ve kısar. Şüphesiz bunda inanan bir topluluk için âyetler vardır. "Bilmezler mi ki muhakkak Allah rızkı dilediği kimseye yayar ve kısar. Şüphesiz bunda inanan bir topluluk için âyetler vardır." Özellikle mü’minleri sözkonusu etmiştir. Çünkü âyetler üzerinde iyiden iyiye düşünen ve onlardan yararlananlar onlardır. Rızkın genişliğinin kimi zaman bir tuzak ve bir istidrâc olduğunu, kısılmasının da yükseklik ve ecri büyütmek için verildiğini yalnız onlar bilirler. 53De ki: "Ey nefisleri aleyhine ileri giden kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü Allah bütün günahları mağfiret eder." Muhakkak O, çok çok mağfiret edendir, rahmet edendir. "De ki: Ey nefisleri aleyhine ileri giden kullarım. Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin!" âyetinde yer alan: "Ey kullarım" âyetinde arzu edilirse "ya" hazfedilebilir. Çünkü nida hazf yerlerindendir. en-Nehhâs dedi ki: Bu hususta gelmiş en değerli rivâyetlerden birisi de Muhammed b. İshak'ın Nafî'den, onun İbn Ömer'den, onun Ömer'den şöyle dediğine dair yaptığı şu rivâyettir: Biz hicret etmek üzere karar verince, ben ile Hişam b. el-As b. Vail es-Sehmî ile Ayyaş b. Ebi Rabia b. Utbe ile sözleştim ve buluşma yerimiz Ğıfaroğulları suyu olsun, dedik. Ayrıca şunu da söyledik: Bizden geciken olursa, onun alıkonulmuş olduğunu bileceğiz, diğerleri yollarına devam etsin. Sabah ben ile Ayyaş b. Utbe buluştuk, Hişam ise yanımıza gelemedi. Onun fitneye (azâb ve işkenceye) maruz kaldığını öğrendik. O da bu fitneye boyun eğdi. Medine'de iken şöyle diyorduk: Bunlar aziz ve celil olan Allah'ı tanıdılar, Rasûlü (salat ve selam ona)ne îman ettiler. Sonra da başlarına gelen bir bela dolayısıyla fitneye düştüler (dinlerinden döndüler). Onların tevbelerinin kabul edilebileceği görüşünde değiliz. Kendileri de kendi kendilerine böyle diyorlardı. Fakat yüce Allah Kitabında: "De ki: Ey nefisleri aleyhine ileri giden kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin" âyetinden "...büyüklük taslayanlara cehennemde yer mi yok?" âyetine kadar olan bölümleri indirdi. Ömer dedi ki: Ben bunları kendi ellerimle yazdıktan sonra Hişam'a gönderdim. Hişam dedi ki: Âyetler bana ulaşınca, onları alıp Zu Tuva'ya çıktım ve şöyle dedim: Allah'ım, Sen bu buyrukları anlamamı sağla. Anladım ki bu âyetler bizim hakkımızda inmiştir. Sonra geri döndüm, deveme bindim, Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a kavuştum. Said b. Cübeyr'den de İbn Abbâs'tan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Müşriklerden bir topluluk çokça kişi öldürmüş, çokça zina etmişlerdi. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a ya şöyle dediler, yahutta ona şöylece haber gönderdiler: Senin kendisine davet ettiğin şey, hiç şüphesiz güzel bir şeydir. Tevbe edersek, tevbemiz kabul olur mu dersin? Bunun üzerine aziz ve celil olan şu: "De ki: Ey nefisleri aleyhine ileri giden kullarım..." âyetini indirdi. Bunu Buhârî bu manada rivâyet etmiştir. Buhârî, IV, 1811; Müslim, I, 113, Nesâî, VII, 86 Bu el-Furkan Sûresi'nin sonlarında (25/68-69- âyetlerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Yine İbn Abbâs'tan gelen rivâyete göre bu âyet-i kerîme Mekkeliler hakkında inmiştir. Onlar şöyle demişlerdi: Muhammed putlara tapan, Allah'ın haram kıldığı canı öldüren kimsenin günahının bağışlanmayacağını söylüyor. Peki nasıl hicret edelim? Nasıl müslüman olalım? Biz hem Allah ile birlikte başka ilâha ibadet ettik, hem Allah'ın haram kıldığı canı öldürdük. Bunun üzerine yüce Allah bu âyet-i kerimeyi indirdi. Ebû Davud, IV, 104-105. Bir başka açıklamaya göre bu âyet-i kerîme ibadet hususunda kendi aleyhlerine aşırıya gitmiş ve cahiliye döneminde işlemiş oldukları birtakım günahlar dolayısıyla bu ibadetlerinin kabul olunmayacağından korkmuş birtakım müslümanlar hakkında inmiştir. Yine İbn Abbâs ve Atâ şöyle demiştir: Âyet-i kerîme Hamza (radıyallahü anh)'ın katili Vahşi hakkında inmiştir. Çünkü Allah'ın onun müslüman olmasını kabul etmeyeceğini zannetmişti. İbn Cüreyc'in Atâ'dan, onun İbn Abbâs'tan rivâyetine göre ise İbn Abbâs şöyle demiştir: Vahşi Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a gelerek: Ey Muhammed, ben sana himaye istiyerek geldim. Allah'ın kelamını dinleyinceye kadar beni himayene al, dedi. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Ben seni himayesiz olarak görmek isterdim. Fakat madem benden himaye isteyerek geldin, Allah'ın kelamını dinleyinceye kadar seni himayeme alıyorum" dedi. Vahşi dedi ki: Ben Allah'a ortak koştum, Allah'ın haram kıldığı canı öldürdüm, zina ettim. Allah benim tevbemi kabul eder mi? Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem); "Onlar ki Allah ile birlikte başka bir ilâha ibadet etmezler. Hak ile olması dışında Allah'ın öldürülmesini haram kıldığı nefsi de öldürmezler, zina da etmezler" (el-Furkan, 25/68) âyet-i kerimesi sonuna kadar nazil oluncaya kadar sustu. Sonra bu âyeti Vahşi'ye okudu. Vahşi ben burada bir şart koşulduğunu görüyorum, belki ben salih bir amel işlemeyeceğim, Allah'ın kelamını dinleyinceye kadar ben senin himayende kalmaya devam ediyorum. Bunun üzerine şu âyet-i kerîme indi: "Doğrusu Allah kendisine şirk koşulmasını mağfiret etmez. Ondan başkasını da dilediğine bağışlar" (en-Nisa, 4/48 ve 116) âyeti indi. Onu çağırttırdı ve ona bu âyeti okudu. Bu sefer şöyle dedi: Belki ben mağfiret etmeyi dilemeyeceği kimselerdenim. Onun için Allah'ın kelamını dinleyinceye kadar senin himayende kalıyorum, dedi. Bu sefer: "Ey nefisleri aleyhine ileri giden kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin" âyeti nazil oldu. Bunun üzerine: Evet şimdi oldu, ayrıca herhangi bir şart koşulduğunu görmüyorum, dedi, sonra da müslüman oldu. Beyhaki, Şuabu'l-Îman, V, 424. Hammâd b. Seleme, Sabit'ten, o Şehr b. Havşeb'den, o Esma'dan rivâyet ettiğine göre Esma Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i: "De ki: Ey nefisleri aleyhine ileri giden kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü Allah bütün günahları mağfiret eder" ve bunlara aldırış etmez "Muhakkak o çok çok mağfiret edendir, rahmet edendir" âyetini ("ve aldırış etmez'" ilavesiyle birlikte) okurken dinledim. İbn Mes’ûd'un Mushafında ise "Allah dilediği kimseler için bütün günahları mağfiret eder" şeklindedir. Ebû Cafer en-Nehhâs dedi ki: Bu iki okuyuş da (Esma'nın naklettiğiokuyuş ile Abdullah b. Mesud'un mushafındaki okuyuş) tefsiri açıklamaya göredir. Yani Allah dilediğinin günahını bağışlar. Yüce Allah da kime bağışlamayı dileyeceğini bilmiştir. Bu ise tevbe eden veya küçük günah işlemekle birlikte büyük günahı bulunmayan kimsedir. Bununla tevbe eden kimseyi kastettiği de daha sonra gelen: "Size azâb gelmezden önce Rabbinize dönün" âyeti göstermektedir. O halde tevbe eden kimseye bütün günahları bağışlanacaktır. Buna da yüce Allah'ın: "Muhakkak Ben tevbe eden... kimseye de çok çok mağfiret ediciyim" (Ta-Ha, 20/82) âyeti delâlet etmektedir. Bunda açıklanamayacak bir taraf yoktur. Ali b. Ebî Tâlib dedi ki: Kur'ân-ı Kerîm'de şu: "De ki: Ey nefisleri aleyhine ileri giden kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin." âyetinden daha geniş bir âyet-i kerîme yoktur. Bu husus daha önceden el-İsra Sûresi'nde (17/84. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Abdullah b. Ömer de dedi ki: Kur'ân-ı Kerîm'de en çok ümit verici âyet-ı kerîme bu âyet-i kerimedir. İbn Abbâs ise onların bu sözlerine cevab vererek şöyle demektedir: Kur'ân-ı Kerîm'de en ümit verici âyet-i kerîme yüce Allah'ın: "Doğrusu Rabbin zulümlerine rağmen insanlara yine de mağfiret edendir" (er-Rad, 13/6) âyetidir. Bu husus daha önceden er-Rad Sûresinde (belirtilen âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. "Ümit kesmeyin" anlamındaki âyet: şeklinde "nun" harfi esreli olarak okunduğu gibi, üstün olarak da okunmuştur. Buna dair açıklama daha önceden el-Hicr Sûresi'nde (15/55. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. 54Size azâb gelmezden önce Rabbinize dönün ve O'na teslim olun. Sonra size yardım olunmaz. "Size" dünya hayatında "azâb gelmezden önce Rabbinize dönün" itaat ile O'na yönelin. Yüce Allah şirkten tevbe eden kimselere mağfiret edeceğini açıkladıktan sonra tevbe etmeyi ve kendisine dönmeyi emretmektedir. Bu kadarıyla: Müsned, III, 332; Beyhaki, Şuabu'l-ÎmanrVU, 362. İnabe" ihlâs ile yüce Allah'a dönmek demektir. "Ve O'na teslim olun" kaide boyun eğin, emirlerine uyun. "Sonra size yardım olunmaz." Yani Onun azabından kimse sizi kurtaramaz. Cabir (radıyallahü anh)'ın rivâyet ettiği hadise göre Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuşrur: "Şüphesiz ki Allah'ın kişinin itaatte ömrünü uzatması ve ona dönüşü nasib etmesi mutluluktandır. Kişinin amelde bulunup amelini beğenmesi ise bedbahtlıktandır." 55Farkında olmadan ansızın azâb size gelmezden önce Rabbinizden size indirilenin en güzeline uyun. "Farkında olmadan ansızın azâb size gelmezden önce Rabbinizden size indirilenin en güzeline uyun" âyetinde geçen "indirilenin en güzeli" Kur'ân-ı Kerîm'dir. Onun hepsi güzeldir. Anlamı el-Hasen'in dediğine göre şöyledir: Ona itaate bağlanın, isyan etmekten uzak durun. es-Süddî de şöyle demiştir: En güzel olan Allah'ın Kitab-ı keriminde emrettikleridir. İbn Zeyd de şöyle demiştir: Bunlar muhkem âyetlerdir. Müteşabihin bilgisini ise onu bilene havale ediniz. Yine İbn Zeyd şöyle demiştir: Yüce Allah, Tevrat, İncil ve Zebur gibi kitabları indirdikten sonra Kur'ân-ı Kerîm'i indirdi ve ona uymayı emretti. En güzel olan odur, mucize olan odur. Şöyle de açıklanmıştır: Bu (kitab, Kur'ân-ı Kerîm) en güzel olandır. Çünkü o (önceki kitabları) neshedici, bütün kitablar hakkında hüküm vericidir. Onun dışındaki diğer bütün kitablar ise neshedilmiştir. Bunun affetmek olduğu da söylenmiştir, çünkü yüce Allah peygamberini affetmek ile kısas uygulamak arasında serbest bırakmıştır. Bir başka açıklamaya göre yüce Allah'ın Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a öğrettiği Kur'ân'dan olmayan şeyler, güzel şeylerdir. Kur'ân olarak vahyettikleri ise en güzel olandır. Bir diğer açıklamaya göre geçmiş ümmetlerin haberlerine dair size indirilenlerin en güzeline (uyun), demektir. 56Ta ki kimse: "Allah'a karşı işlediğim kusurlardan dolayı vay benim halime ve gerçekten ben alay edenlerdendim" demesin. "Taki... demesin" âyetindeki " ...me..." nasb mahallindedir. Yani böyle demesi hoşuna gitmeyeceğinden böyle de(yecek duruma düş)mesin demektir. Kûfelilere göre ise: " Demesin" şeklinde; Basralılara göre ise: "Söyler diye korksun" takdirindedir. Şöyle de açıklanmıştır: "Ta ki kimse... de"mesinden önce... demektir. Çünkü bundan önce de: "Azâb size gelmezden önce" diye buyurulmuştur. ez-Zemahşerî dedi ki: Şayet "kimse" anlamındaki lâfız niçin nekre (belirtisiz) gelmiştir diye soracak olursan, derim ki: Çünkü bundan maksat bazı kimselerdir, bu da kâfirin nefsi (kâfir)dir. Bununla birlikte diğer kimselerden ayrı bir kimsenin kastedilmesi de mümkündür. Bunun kastedilmesi ise ya aşırı derecedeki küfründen ötürüdür, veya göreceği büyük azabtan dolayıdır. Bununla çokluk ve fazlalığın kastedilmiş olma ihtimali de vardır. el-A'şa'nın şu beyitinde olduğu gibi: "Nice ağaçlık yer var ki eğer içine doğru seslenecek olsam, Bana başını silkeleyen öfkeli ve şerefli (pekçok kimse) gelir." O bu sözleriyle şerefli tek bir kimseyi değil, kendisine yardım edecek kalabalıklar halinde şerefli kimselerin geleceğini kastetmektedir. Bunun benzeri de: " Nice ülkeler katettim, nice kahramanla çarpıştım" ifadeleridir. Bununla anlatılmak istenen çokluktan başkası değildir. Vay benim halime" âyetinin aslı şeklindedir, ye'nin yerine "elif gelmiştir. Çünkü hem daha hafiftir, hem de istiğasede (yardım istemek halinde) sesi uzatmak imkânını daha çok verir. Kimi zaman bundan sonra bir "he" harfi getirdikleri de olur. el-Ferrâ'' şu beyiti nakletmektedir: "Çok hızlı koşan bir eşeğe merhaba, O geldi mi hemen onu su taşımaya yaklaştırırım." Bazan "eliften sonra izafete delâlet etmek üzere "ye" harfini kattıkları da olur. Nitekim Ebû Cafer: …diye okumuştur. Burada sözü edilen "hasret" pişmanlık demektir. "Allah'a karşı işlediğim kusurlardan dolayı" âyeti ile ilgili olarak el-Hasen: Allah'a itaat hususundaki (kusurlarımdan dolayı) diye açıklamıştır, ed-Dahhak yüce Allah'ı anmaktaki kusurlarımdan dolayı diye açıklamış ve şöyle demiştir: Bundan da maksat Kur'ân-ı Kerîm ve gereğince amel etmektir. Ebû Ubeyde dedi ki: "Allah'a karşı" Allah'ın mükâfatı hususundaki "kusurlarımdan dolayı" demektir. el-Ferrâ'' da dedi ki: "Cenb (mealde karşı): yakınlık ve civarında bulunmak" demektir. Mesela: " Filan kişi filanın civarında yaşar" demektir. " Yakın komşuya" (en-Nisa, 4/36) âyetinde de bu kökten gelen lâfız kullanılmıştır. Âyet: Yüce Allah'ın yakınlığını ve komşuluğunu aramaktaki kusurlarından dolayı anlamındadır ki; bu da cenneti istemekteki kusurdur. ez-Zeccâc da şöyle demiştir: Yüce Allah'ın beni kendisine davet ettiği ve Allah'ın yolunun kendisi olan o yolu izlemekteki kusurlarımdan dolayı hasretler olsun bana (vay benim halime)! demektir. Çünkü Araplar da bir şeye götüren, ulaştıran yola ve sebebe de "cenb" ismini verirler. Mesela: "Senin için, senin hoşnutluğun için ben hiç de yutulmayacak lokmaları sıkıntı ile yuttum" denilir. "Allah'a karşı" âyetinin, yüce Allah'ın rıza ve sevabına ulaştıran cihet ve tarafta, anlamına geldiği de söylenmiştir. Araplar: " Cihet ve tarafa" da bu ismi verirler. Nitekim şair şöyle demiştir: "Bundan ötürü kalb bitkin bir şekilde bölündü, İnsanlar bir tarafta, emir bir tarafta." Bununla insanların ayrı bir cihette, emirin ayrı bir cihette bulunduğunu kastetmektedir. İbn Arafe dedi ki: Bununla Allah'ın emirlerini terkettiğinden dolayı... demek istemektedir. Nitekim: "Ben bu işi ihtiyacım yanında (ihtiyacımdan dolayı) yapmadım" denilir. Şair Küseyyir de şöyle demiştir: "Senin için yanan, parça parça olan bir ciğeri bulunan, Bir aşık hakkında Allah'tan korkmaz mısın?" Mücahid de böyle demiştir. Allah'ın emirlerinden zayi ettiklerimden (yerine getirmediğimden) ötürü... demektir, diye açıklamıştır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan da şöyle dediği rivâyet edilmektedir: "Bir adam bir mecliste oturur, bir yerde yürür, bir yerde yatar uzanır da orada aziz ve celil olan Allah'ın ismini anmayacak olursa, mutlaka bu onun aleyhine kıyâmet gününde bir hasret (sebebi) olacaktır." Ebû Davud, IV, 264; Tirmizi, V, 461; Müsned, II, 432, 446, 453, 481, 484. Bu hadisi Ebû Dâvûd bu manada rivâyet etmiştir. İbrahim et-Teymî dedi ki: Kıyâmet gününde duyulacak hasletlerden (vay halime, dedirtecek şeylerden) birisi de kişinin Allah'ın dünya hayatında kendisine vermiş olduğu malı, başkasının mizanında görmesidir. Başkası o malı ondan miras almış ve o malı hak ile kullanmıştır. O bakımdan o malın ecrini o kimse almış, diğeri de onun günahını yüklenmiş olacaktır. Yine hasret duyma sebeplerinden birisi de kişinin dünyada iken Allah'ın kendi hizmetine vermiş olduğu kölesinin yüce Allah'a daha yakın bir konumda olduğunu görmesi veya dünyada iken kör diye bildiği bir adamın kıyâmet gününde görüyor olduğunu görüp kendisinin ise kör kılınmış olmasıdır. "Ve gerçekten ben alay edenlerdendim." Ben ancak dünyada iken Kur'ân ile Rasûl ile Allah'ın gerçek dostları ile alay eden kimselerden idim. Katade dedi ki: Böyle bir kimse yüce Allah'a itaati elden kaçırmakla kalmayarak itaat ehli ile alay dahi eder. " Gerçekten ben...dim" hal olarak nasb mahallindedir. Ben alay ediyorken kusurlu hareket ettim veya alay etme halinde kusurlu hareket etım. demiş gibidir. Şöyle de açıklanmıştır: Ben ancak alay, oyun, eğlence ve batıl içinde idim. Yani benim bütün yaptıklarım ancak yüce Allah'tan başkasına ibadet yolunda idi. 57Veya: "Eğer Allah bana hidayet etse idi. Elbette takvalılardan olurdum." demesin; "Veya" bu kişi "eğer Allah bana hidayet etse idi" dininin yolunu bana gösterse idi "elbette" şirk ve masiyetlerden sakınan "takvalılardan olurdum, demesin." Buradaki: Şayet Allah bana hidayet vermiş olsaydı, ben de hidayet bulurdum, sözü doğrudur. Şanı yüce Allah'ın şu âyetinde bize haber verdiği müşriklerin şu şekildeki delil göstermelerine de yakındır: "Müşrikler: Allah dileseydi, biz de babalarımız da ortak koşmazdık... diyeceklerdir." (el-En'am, 6/148) Ancak bu kendisi ile batıl kastedilen hak bir sözdür. Tıpkı Ali (radıyallahü anh)'ın Haricilerden: "Hüküm ancak Allah'ındır" diyen kimseye bu cevabı verdiği gibi. 58Ya da azâbı gördüğünde: "Eğer benim için bir dönüş imkânı olsaydı, ihsan edicilerden olurdum" demesin. "Ya da" bu kişi "azâbı gördüğünde: Eğer benim için bir dönüş imkânı olsaydı, ihsan edicilerden olurdum, demesin" âyetindeki: " Olurdum" lâfzının nasb ile gelmesi temenninin cevabı oluşundan dolayıdır. Bununla birlikte "bir dönüş" lâfzına atfedilmiş olarak da kabul edilebilir, çünkü: "Dönme imkânım..." anlamındadır. Nitekim şair şöyle demiştir: "Yemin olsun ki göz aydınlığı içinde giyineceğim bir aba, İncecik (ipekli) elbiseler giymekten daha çok hoşuma gider." el-Ferrâ'' da şu beyiti zikretmektedir: "Ondan sana geri kalan bir anı ve korkudan başkası değildir, Bir de onun süvari kafilesinin nereye doğru gittiklerini sorarsın." Burada "sorarsın" anlamındaki fiili "anı" anlamındaki lâfzın mahalline atıf ile nasb ile okumuştur. Çünkü ifade: "Ondan sana geriye kalan anmaktan başkası değildir" şeklindedir. "Aba giyinmek ve... aydın olması" ifadesi de bu kabildendir, yani: "Aba giymek ve gözümün aydın olması..." takdirindedir. Ebû Salih dedi ki: İsrailoğullarından arif bir kişi vardı. O bir yazı gördü: Kişi uzun bir süre Allah'a itaat ile amel etmekle birlikte onun ameli cehennemliklerin amelleri ile mühürlenir. Bu sebebten cehenneme girer ve bir adam da uzun bir süre Allah'a masiyet olan şeyleri işler, sonra ameli cennet ehlinden birisinin ameli ile mühürlenir, o da cennete girer. Bunun üzerine adam: O halde ben ne diye kendimi yoruyorum deyip yaptığı amellerini bıraktı, fasıklığa ve masiyete koyuldu. İblis ona dedi ki: Senin uzun bir ömrün var. Dünyadan faydalan, sonra tevbe edersin. Fasıklığa koyuldu, malını hayasızlıklara harcayıp tüketti. En lezzetli anında ölüm meleği ona gelince bu sefer: "Allah'a karşı işlediğim kusurlardan dolayı vay benim halime! Ömrüm şeytana itaatle geçti" dedi ve pişmanlığın fayda vermeyeceği bir zamanda pişman oldu İşte yüce Allah bu kimseye dair haberi Kur'ân-ı Kerîm'de indirdi. Katade de şöyle demiştir: Bunlar çeşitli grublardır. Onlardan bir kesim: "Allah'a karşı işlediğim kusurlardan dolayı vay benim halime" demiş, bir diğer kesim: "Eğer Allah bana hidayet etse idi, elbette takvalılardan olurdum" demiş, bir öteki kesim: "Eğer benim için bir dönüş imkânı olsaydı, ihsan edicilerden olurdum" demiş olacaktır. Yüce Allah da onların hepsinin bu söylediklerini reddetmek üzere şöyle buyurmaktadır: 59"Hayır, sana âyetlerim gerçekten gelmiş idi. Sen ise onları yalanlamış, büyüklenmiş ve kâfirlerden olmuş idin." "Hayır, sana âyetlerim gerçekten gelmiş idi." ez-Zeccâc dedi ki: Buradaki: " Hayır" olumsuz bir sorunun cevabıdır. Halbuki ifadede olumsuz lâfzı yoktur. Şu kadar var ki; "Eğer Allah bana hidayet etse idi" âyeti Allah bana hidayet vermedi, anlamındadır. Sanki bu sözü söyleyen kimse: Bana hidayet verilmedi, demiş gibidir. Bunun üzerine ona: Hayır, sana hidayet yolu açıkça gösterilmiştir. Sen eğer îman etmek isteseydin, îman etmek imkânını bulurdun. "Âyetlerim"den kasıt, Kur'ân-ı Kerîm'dir. "Âyetler" ile mucizelerin kastedildiği de söylenmiştir. Yani delil senin için açıklık kazanmış, fakat sen onu inkâr edip yalanlamıştın. "Büyüklenmiş" yani îmana karşı büyüklük taslamış "ve kâfirlerden olmuş idin." Yüce Allah burada müzekkere hitab kipi ile "büyüklenmiş ve kâfirlerden olmuş idin" diye buyurmaktadır. Çünkü "nefs: kimse" hem erkek, hem dişi hakkında kullanılır. Mesela: “Üç kişi, kimse" denilir. el-Müberred dedi ki: Araplar "bir insan" anlamında: "Bir kimse" derler. er-Rabî' b. Enes, Ummu Seleme'den rivâyet ettiğine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bu âyeti şöyle okumuştur: "Sana (dişiye hitab kipi ile) âyetlerim gerçekten gelmiş idi. Sen ise onları yalanlamış, büyüklenmiş ve kâfirlerden olmuş idin." el-A'meş de "Hayır, sana âyetlerim... gelmiş idi" anlamındaki âyeti: "Hayır, ona âyetlerim gelmiş idi" diye okumuştur. Bu da (hitab kipinin) müzekker oluşuna delil teşkil etmektedir. er-Rabî' b. Enes, Ummu Seleme'ye yetişmemiştir, ancak bu kıraat de caizdir. Çünkü "nefs (kimse)" hem erkek, hem dişi için kullanılabilir. Kimileri bu kıraati kabul etmeyerek şöyle demiştir: O takdirde "te" harfi kesreli okunmalı ve ayrıca: " Ve sen kâfir dişilerden idin" şeklinde olması gerekirdi. en-Nehhâs şöyle demektedir: Böyle olması gerekmemektedir. Çünkü ondan öncesinin: "Kimse... demesin" şeklinde olmakla birlikte daha sonradan: “ Ve gerçekten ben alay edenlerdendim" diye buyurmakta, bunun yerine (müennes çoğul olarak getirilmesi gereken de denilmemiştir. Arapçada "te" harfi esreli okunmak suretiyle: " Büyüklenmiş... ve olmuş idin" ifadesinin takdiri ise "Alay eden topluluktan yahut alay eden insanlardan yahut alay eden kimselerden (oldun)" şeklindedir. 60Kıyâmet gününde Allah'a yalan söyleyenleri yüzleri kararmış görürsün. Büyüklük taslayanlara cehennemde yer mi yok? el-Ahfeş dedi ki: "Görürsün" âyeti yüce Allah'ın: "Yüzleri kararmış" âyetinde amel etmemiştir. Bu mübteda ve haber cümlesidir. ez-Zemahşerî dedi ki: Eğer "görürsün" âyetinde kastedilen gözle görmek ise, hal konumunda bir cümledir. Eğer maksat kalbin görmesi ise ikinci mef'ûldür. "Büyüklük taslayanlara cehennemde yer mi yok?" âyetinde geçen: "Büyüklenmenin, kibrin" anlamını Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) açıklamış ve şöyle buyurmuştur: "Hakkı kabul etmemek ve insanları küçük görmektir." İbn Hibban, Sahih, XII, 281; Müsned, II, 169, IV, 133, 134, 151. Bu hususa dair açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/34. âyet, 7. başlıkta) ve başka yerlerde geçmiş bulunmaktadır. Abdullah b. Amr'ın rivâyet ettiği hadise göre de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Kıyâmet gününde büyüklük taslayanlar küçücük karıncalar şeklinde haşredileceklerdir. Onları küçülmüşlük öyle bir yakalayacak ki sonunda cehennemdeki bir hapishaneye götürüleceklerdir. " Tirmizi, IV, 655; Müsned, II, 179. 61Allah takva sahiblerini umduklarına erdirmek sureti ile kurtarır. Onlara hiçbir fenalık dokunmaz ve onlar üzülmezler de. "Allah takva sahiblerini umduklarına erdirmek suretiyle kurtarır" âyetindeki: " Kurtarır" âyeti diye de okunmuştur. Şirklerden ve masiyetlerden kurtarır, demektir. "Umduklarına erdirmek suretiyle" lâfzı da genel olarak tekil okunmuştur, çünkü mastardır. Kûfeliler: şeklinde çoğul okumuşlardır. Bu da: "Mutluluklarıyla" demek gibi caizdir. Ebû Hüreyre yoluyla gelen hadiste de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan bu âyetin tefsiri mahiyetinde şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir: "Yüce Allah her kişi ile birlikte amelini de haşreder. Mü’minin ameli kişi ile birlikte en güzel bir surette ve en hoş bir koku ile yer alır. Korku ya da dehşetli bir hal oldu mu ameli kendisine: Korkma, bundan maksat sen değilsin. Bununla sen kastedilmiyorsun, der. Nihayet bu sözleri ona çokça söyleyince kişi (ameline): Sen ne kadar iyisin, kimsin sen diye sorar. Ameli ona: Beni tanımadın mı? Ben senin salih amelinim, ağırlığıma rağmen sen beni taşıdın. Allah'a yemin ederim ki, ben de seni taşıyacağım ve seni savunacağım, der. İşte yüce Allah'ın: "Allah takva sahiplerini umduklarına erdirmek sureti ile kurtarır, onlara hiçbir fenalık dokunmaz ve onlar üzülmezler de" diye buyurduğu budur. İbnu'l-Mübarek, Zühd, s. 106 62Allah herşeyin yaratıcısıdır, O herşeye vekildir. "Allah herşeyin yaratıcısıdır. O, herşeye vekildir." Herşeyin koruyucusu, herşeyi görüp gözetendir. Daha önceden de geçmiş bulunmaktadır. 63Göklerle yerin anahtarları yalnız O'nundur. Allah'ın âyetlerini inkâr edenler ise, onlar zarara uğrayanların ta kendileridir. "Göklerle yerin anahtarları yalnız O'nundur" âyetindeki: "Anahtarlar" lâfzının tekili; dır. Tekilinin olduğu da söylenmiştir. Fakat çoğunlukla kullanılan; şeklidir, 'in "anahtarlar" demek olduğu İbn Abbâs ve başkalarından rivâyet edilmiştir. es-Süddî: Göklerin ve yerin hazineleridir derken, başkaları: Göklerin hazineleri yağmur, yerin hazineleri bitkidir, demişlerdir. "Anahtarların bir başka çoğul şekli vardır ki; ...diye gelir. Bunun tekili ise; şeklindedir. el-Cevherî dedi ki: " Anahtar" demektir, da (vezin itibariyle) orak demek olan gibi olup bazan yaş yoncanın, sarılıp bükülmesi halinde yapıldığı gibi, otların kendisi ile büküldüğü bir anahtar çeşididir, çoğulu da; şeklinde gelir. "Deniz pekçok kimsenin üzerine kilitlendi" yani onları suda boğdu. Sanki üzerlerine kapanarak onları boğmuş olduğundan böyle denilmiş gibidir. Beyhakînin, İbn Ömer'den rivâyet ettiğine göre Osman b. Affan (radıyallahü anh), Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a yüce Allah'ın: "Göklerle yerin anahtarları yalnız O'nundur." âyetinin tefsirinin ne olduğunu sormuş, Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurmuştur: "Buna dair kimse bana soru sormadı. Bu: "Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur. Allah en büyüktür, O'na hamd ile Allah hertürlü eksiklikten münezzehtir. Allah'tan günahlarımın bağışlanmasını dilerim. Pek yüce ve pek büyük olan Allah'ın yardımı ile olmadıkça hiçbir şeye güç yetirilemez, takat getirilemez. O ilktir, sondur, en üstün olandır, gizli olandır, diriltir, öldürür, hayır yanlız O'nun elindedir, O herşeye güç yetirendir." Buhârî, Kıyâmu’l-Leyl 9 es-Sa'lebî bunu Tefsir'inde zikretmiş ve ayrıca şunu da ilave etmiştir: "Sabahı ya da akşamı ettiğinde bunları on defa söyleyen kimseye yüce Allah altı haslet verir: 1- İblise karşı korunur. 2- Onikibin melek onun yanında bulunur. 3- Ona bir kantar ecir verilir. 4- Onun bir derecesi yükseltilir. 5- Yüce Allah onu huru’l-în ile evlendirir. 6- Kur'ân'ı, Tevrat'ı, İncil'i ve Zebur'u okuyan kimse gibi ona ecir verilir. Aynı zamanda hacceden ve umre yapan, haccı ve umresi de kabul edilen kimse gibi ona ecir verilir, o gece ölürse, şehid olarak ölür. el-Haris, Ali (radıyallahü anh)'dan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Ben Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a "el-Makalid: anahtarların tefsirini sordum da şöyle buyurdu: "Ey Ali! Gerçekten büyük bir şeye dair soru sordun. "Anahtarlar" sabah ettiğin vakit on defa, akşamı ettiğin vakit on defa: "Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur, Allah en büyüktür, Allah hertürlü eksiklikten münezzehtir, hamd Allah'ındır, Allah'tan mağfiret dilerim. Güç ve takat ancak Allah iledir, O ilktir, sondur, zahirdir, batındır. Mülk yalnız O'nundur, hamd yalnız O'nundur. Hayır, yalnız O'nun elindedir ve O herşeye güç yetirendir." Kim sabahı ettiği vakit bunları on defa söyler, akşamı ettiği vakit de on defa söylerse, yüce Allah ona altı özellik verir. 1- Onu şeytana ve askerlerine karşı korur. Onların o kimse üzerinde hiçbir etkileri olmaz. 2- Ona cennette bir kantar verilir. Bu ise onun terazisinde Uhud dağından daha ağır basar. 3- Ancak ebrar (iyi kimseler)in ulaşabildiği bir dereceye yükseltilir. 4- Yüce Allah onu huru’l-în ile evlendirir. 5- Onikibin melek onun yanında şahit olurlar. Bu söylediği sözleri onun için apaçık bir sahifede yazarlar ve kıyâmet gününde bu hususta onun lehine şahitlik ederler. 6- Tevrat'ı, İncil'i, Zebur'u ve Furkan'ı okuyup hac ve umre yapıp Allah'ın hac ve umresini kabul ettiği kimse gibi ona ecir verilir, eğer o gün yahut o gece ya da o ay ölürse, ona şehidlerin mührü vurulur. Denildiğine göre "anahtarlar" itaat demektir. "Filana anahtarlarını bıraktı" derken verdiği emirlerde ona itaat etti, denilmek istenir. O halde âyet-i kerîme: Göklerde ve yerde olanlar ona itaat ederler, anlamındadır. "Allah'ın âyetlerini" Kur'ân'ı, ilâhi belge ve delilleri "inkâr edenler ise onlar zarara uğrayanların ta kendileridir." Buna dair açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır. 64De ki: "Artık ey cahiller, bana Allah'tan başkasına ibadet etmemi mi emredeceksiniz?" gazab ve intikamından ötürü olacaktır. "De ki: Artık ey cahiller, bana Allah'tan başkasına ibadet etmemi mi emredeceksiniz?" Bu Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı izlemekte oldukları putlara ibadet etmeye çağırdıkları ve Bu senin atalarının dinidir, dedikleri vakit (onlara cevab olarak gelmiştir). " Başka" âyeti: " ibadet etmemi" anlamındaki fiil ile: Sizin emrettiğiniz hususlarda Allah'tan başkasına (mı) ibadet edeyim?" takdiri ile nasb mahallindedir. Bununla birlikte; " Bana... emredeceksiniz" ile harf-i cerrin hazfine binaen mansub olması da caizdir. İfadenin takdiri de şöyle olur: "Siz bana Allah'tan başkasına, ona ibadet etmeyi mi emrediyorsunuz?" Çünkü buradaki: mukadderdir ve bu harf, fiil ile birlikte geldiği vakit mastar anlamındadır. "Başka" lâfzından da bedeldir, ifade de "Siz bana Allah'tan başkasına ibadet etmeyi mi emrediyorsunuz?" takdirindedir. Nafi "bana... emredeceksiniz" anlamındaki lâfzı: şeklinde şeddesiz bir tek "nun" ile ve "ye" harfi üstün olarak okumuştur. İbn Amir ise bunu: şeklinde aslına uygun olarak şeddesiz iki "nun" ile okumuştur. Diğerleri ise idgam ile şeddeli tek bir "nun" ile okumuşlardır. Ebû Ubeyd ve Ebû Hatim de bunu tercih etmiştir. Çünkü Osman (radıyallahü anh)'ın Mushaf ında bu kelime tek bir "nun" ile yazılmıştır. Nafî ise ikinci "nun'u hazfederek okumuştur. Hazfedilenin ikinci nun olmasının sebebi tekrarın ve şeddenin onunla gerçekleşmesinden dolayıdır. Ayrıca birincisinin hazfi câiz değildir, çünkü o ref haline delâlet etmektedir. Buna dair açıklamalar En'am Sûresi'nde yüce Allah'ın: "...Benimle... mücadele mi ediyorsunuz" (el-En'am, 6/80) âyetini açıklarken geçmiş bulunmaktadır. "İbadet ederim" âyeti "İbadet etmemi" anlamındadır. hazfedilince fiil ref ile gelmiştir. Bu açıklamayı el-Kisaî yapmıştır. Şairin şu mısraında da böyledir: "Ey savaşta hazır olmamdan dolayı beni azarlayan kişi..." Bu şeklin doğruluğunun delili, bunu nasb ile: diye okuyanların kıraatidir. 65Yemin olsun sana ve senden öncekilere vahyolundu ki: "Eğer şirk koşarsan, yemin olsun ki amelin boşa çıkar ve muhakkak zarar edenlerden olursun. "Yemin olsun sana ve senden öncekilere vahyolundu ki: Eğer şirk koşarsan..." âyeti ile ilgili olarak şöyle denilmiştir: İfadede bir takdim ve tehir vardır. İfadenin takdiri şöyledir: Yemin olsun ki sana vahyolundu ki: Eğer şirk koşarsan... ve senden öncekilere de böylece vahyolundu. Takdim, tehir olmadığı da söylenmiştir. Mukâtil dedi ki: Yani sana ve senden önceki peygamberlere tevhid vahyolunmuştur. Burada "tevhid" lâfzı hazfedilmiştir. Sonra da: Ey Muhammed! "Eğer şirk koşarsan, yemin olsun ki amelin boşa çıkar." Bu da özel olarak Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a bir hitaptır. Hitabın ona olmakla birlikte maksadın onun ümmeti olduğu da söylenmiştir. Çünkü yüce Allah onun şirk koşmadığını ve koşmayacağını bilmiştir. " Boşa çıkarmak ve bozulmak" demektir. el-Kuşeyrî dedi ki: Kim irtidad ederse, ondan önceki itaatlerinin kendisine bir faydası olmaz. Fakat riddet dolayısıyla amelin boşa çıkması küfür üzere ölmek şartına bağlıdır. Bundan dolayı yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Artık içinizden her kim dininden irtidad eder de kâfir olarak ölürse, işte böylelerinin bütün amelleri... heder olup gider" (el-Bakara, 2/217) diye buyurmuştur. O halde burada mutlak olan âyet, kayıtlı olarak gelen âyet ışığında anlaşılmalıdır. Bundan dolayı şöyle diyoruz: Kim hacceder, sonra irtidad ederse, sonra tekrar İslama dönerse, haccını tekrar yapması gerekmez. Derim ki: Bu-Şâfiî'nin kabul ettiği görüştür. İmâm Mâlik'e göre ise yeniden haccetmesi icab eder. Buna dair yeterli açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/217-218. âyetler, 10. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. 66"Hayır -işte bundan ötürü- yalnız Allah'a ibadet et ve şükür edenlerden ol." "Hayır -işte bundan ötürü- yalnız Allah'a ibadet et!" en-Nehhâs dedi ki: Benim Ebû İshak'tan yazılı olarak kaydettiğime göre "Allah" lâfza-i celali "ibadet et" anlamındaki âyeti ile nasbedilmiştir ve şöyle demiştir: Bu hususta Basralılar ile Kûfeliler arasında görüş ayrılığı yoktur. en-Nehhâs dedi ki: el-Ferrâ'' da şöyle demiştir: Bu bir fiil takdiri ile nasbedilmiştir. Ayrıca el-Mehdevî bunu el-Kisaî'den de nakletmiştir. " -işte bundan ötürü- ...ibadet et" lâfzındaki "fe" harfi hakkında ez-Zeccâc: Bu, şartın cevabının başına gelen "fe'dir demiştir. el-Ahfeş ise bu fazladan gelmiştir (zaiddir) demiştir. İbn Abbâs da şöyle demiştir: "İbadet et" tevhid et demektir. Başkası ise; "hayır, bundan ötürü yalnızca Allah'a" itaat et diye açıklamıştır. "Ve" müşriklerin aksine O'nun nimetlerine "şükür edenlerden ol." 67Onlar Allah'ı gereği gibi takdir edemediler. Halbuki kıyâmet gününde arz bütünü ile O'nun kabzasındadır. Gökler ise O'nun sağ eli ile dürülmüş olacaktır. O, şirk koştuklarından münezzehtir ve çok yücedir. "Onlar Allah'ı gereği gibi takdir edemediler" âyetini el-Müberred: Allah'ı hakkettiği şekilde ta'zim edemediler, diye açıklamıştır. Bu ifade: " Filanın kadri büyüktür" tabirinden gelmektedir. en-Nehhus dedi ki: Buna göre anlam şöyle olmaktadır: Bunlar Allah'ı layıkı şekliyle tazim edemediler. Çünkü O'nunla birlikte başkasına ibadet ettiler. Halbuki O, herşeyin yaratıcısı ve malikidir. Daha sonra yüce Allah kudret ve azameti hakkında haber verip şöyle buyurmaktadır: "Halbuki kıyâmet gününde arz bütünü ile O'nun kabzasındadır. Gökler ise O'nun sağ eliyle dürülmüş olacaktır." Daha sonra yüce Allah bunun herhangi bir organ ile olacağından kendi zatını tenzih ederek: "O, şirk koştuklarından münezzehtir ve çok yücedir" diye buyurmaktadır. Tirmizî'de Abdullah (b. Mesud)'dan şöyle dediği kaydedilmektedir: Bir yahudi Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a gelip şöyle dedi: Ey Muhammed! Allah semavatı bir parmak üzerinde diğer bütün yaratıkları da bir parmak üzerinde tutar, sonra da: Ben el-Melik'im (mutlak malik ve egemenim) der. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) azı dişleri görülünceye kadar güldü, sonra şöyle dedi: "Onlar Allah'ı gereği gibi takdir edemediler." (Tirmizî) dedi ki: Bu hasen, sahih bir hadistir. Buhârî, IV, 1812, VI, 2692, 2712, 2729; Müslim, IV, 2147, 2148; Tirmizi, V, 371; ned, I, 378, 429, 457. Buhârî ve Müslim'de de Ebû Hüreyre'den şöyle dediği kaydedilmektedir: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Allah kıyâmet gününde yeri kabzasına alır, semayı da sağında dürer. Sonra da: "Ben melik olanım, yeryüzünün melikleri (hükümdarları) nerede?" diye buyurur." Buhârî, IV, 1812, V, 2389, VI, 2688; Müslim, IV, 2148; İbn Mace, I, 68; Müsned, II, 374. Tirmizî'deki rivâyete göre, Âişe (radıyallahü anha) Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a yüce Allah'ın: "Halbuki kıyâmet gününde arz bütünü ile O'nun kabzasındadır. Gökler ise O'nun sağ eli ile dürülmüş olacaktır" âyeti hakkında soru sormuş ve şöyle demiştir: Ogün insanlar nerede olacaktır, Ey Allah'ın Rasûlü? dedim. Peygamber: "Cehennem (üzerindeki) köprü üzerinde (olacaklardır)." diye buyurdu. Bir rivâyette de "sıratın üzerinde ey Âişe" diye buyurmuştur. (Tirmizî) dedi ki: Bu hasen, sahih bir hadistir Tirmizi, V, 372; Müsned, VI, 116. Yüce Allah'ın: "Halbuki... arz bütünü ile O'nun kabzasındadır" âyeti ile "Allah yeri kabzasına alır" ifadeleri yüce Allah'ın kudretini ve bütün mahlukatı kuşatıcılığını anlatan tabirlerdir. Mesela: Filan kişi ancak benim kabzamdadır, denilir. Bu filan kişi ancak benim güç ve kudretim çerçevesindedir, anlamındadır. İnsanlar da: Herşey O'nun kabzasındadır derken, O'nun mülk ve kudreti içerisindedir demek isterler. Bazan bir şeyin kabzedilmesi ve katlanıp dürülmesi, o şeyin yok edilip giderilmesi anlamına da gelebilir. Buna göre yüce Allah'ın: "Halbuki... arz bütünü ile O'nun kabzasındadır" âyetinde, kıyâmet gününde arzın bütünüyle yok olup fani olacağının anlatılmak istenmiş olması ihtimali de vardır. Arz (yer)den kasıt ise yedi arzdır. Bunun da iki tanığı vardır. Birisi "halbuki... arz bütünü ile" ifadesidir, çünkü burada ifade azametli bir hali anlatmanın sözkonusu olduğu bir yerdir. Bu ise mübalağayı gerektirir. İkincisi de yüce Allah'ın: "Gökler ise O'nun sağ eli ile dürülmüş olacaktır" âyetidir. Bununla anlatılmak istenen, herhangi bir vasıta ile katlamak ve ayakta dikilmek değildir. Bundan maksat yok olup gitmektir. Nitekim içinde bulunduğumuz durum önümüzden katlanıp gitti, başkası geldi, denilir. Üzerimizden bir süre katlanıp gitti, denilirken de bu sürenin geçip gittiği kastedilir. Ayrıca Arap dilinde sağ (yemin) kudret ve mülkiyet anlamında da kullanılabilir. Yüce Allah'ın: "Yahut sağ ellerinizin malik olduğu" (en-Nisa, 4/3) âyetinde maksat, malik olmaktır. Yine bir başka yerde: "Biz onu elbette sağımızla alırdık" (el-Hakka, 69/45) diye buyurmaktadır ki, kuvvet ve kudretimizle alırdık demektir. Yani Biz onun güç ve kudretini alırdık. el-Ferrâ'' ve el-Müberred de sağ (yemin) kuvvet ve kudret demektir, derler ve şu beyiti zikrederler: "Şayet bir sancak şan ve şeref için yükseltilecek olursa, Arabe hemen onu sağı ile alıverir." Bir başka şair de şöyle demektedir: "Güneşin ışığının parıldadığını gördüğümde, Ona ihtiyacımı sağımla (kudretimle) alıverdim. Önce Şuneyfi, ondan sonra da Faran'ı öldürdüm, O belgeler üzerinde emin olmayan birisi idi." Yüce Allah'ın kudreti herşeyi kapsayıcı olmakla birlikte, özellikle kıyâmet gününün sözkonusu edilmesi o günde ileri sürülecek bütün iddiaların ortadan kalkacağından ötürüdür. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ve o günde emir yalnız Allah'ındır." (el-İnfitar, 82/19); "Din gününün maliki" (el-Fâtiha, 1/4) Daha önce Fâtiha Sûresi'nde (4. bölüm, 18. başlıkta) geçtiği gibi. Bundan dolayı Hadîs-i şerîfte de şöyle buyurmuştur: "Sonra yüce Allah: Ben melik olanım, yeryüzünün melikleri nerede? diye buyurur." Bu Hadîs-i şerîf az önce geçti. Kaynakları için oraya bakını Biz bu hususa dair daha geniş açıklamaları "et-Tezkire" adlı eserimizde kaydettik ve orada İbn Ömer'in rivâyet ettiği hadiste geçen "sonra yeri soluna dürer" ifadesindeki "sol (şimal)"in sözkonusu edilmesine dair açıklamalarda da bulunduk. 68Sûra üfürülmüş -Allah'ın diledikleri müstesna- göklerde ve yerde olanların hepsi ölmüş (olacak )dır. Sonra ona ikinci bir defa üfürülür, o anda onlar ayağa kalkar, bakınırlar. "Sûra üfürülmüş -Allah'ın diledikleri müstesna- göklerde ve yerde olanların hepsi ölmüş (olacak)dır. Sonra ona ikinci bir defa üfürülür, o anda onlar ayağa kalkar, bakınırlar" âyeti ile yüce Allah yerin kabzasına alınmasından, semaların da katlanıp dürülmesinden sonra neler olacağını açıklamaktadır. Bundan sonra Sûr'a üfürülecektir. Sûra iki defa üfürülecektir. Bunların birincisinde bütün mahlukat ölecek, ikincisinde de diriltileceklerdir. Buna dair açıklamalar daha önce en-Neml Sûresi'nde (27/87-90. âyetlerin tefsirinde) ve aynı şekilde el-En'am Sûresi'nde (6/73- âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Sûra üfürecek olan İsrafil (aleyhisselâm)'dır. Ebû Said el-Hudrî hadisi dolayısıyla onunla birlikte Cebrâîl'in olacağı da söylenmiştir. Ebû Said el-Hudrî dedi ki: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Sûrun sahipleri (ona üfürecek iki kişi) ellerine iki boynuz almışlar ve ne zaman kendilerine emir verilecek, diye bakıyorlar." Bu hadisi İbn Mace, Sünen'inde rivâyet etmiştir. İbn Mace, II, 1428; Münavi, Feydu'l-Kadir, II, 456da hadisi kaydettikten sonra şunları söylemektedir: "(Hadisin ravilerinden) Abbad b. Avvam vardır. el-Kaşif te şöyle denilmektedir: Ahmed (b. Hanbel) dedi ki: Onun İbn Ebi Arübeden hadis rivâyeti muzdaribdir." Ebû Davud'un Kitabında (Sünen'inde) ise Ebû Said el-Hudrî'den şöyle dediği kaydedilmektedir: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Sûrun sahibini (ona üfleyecek olanı) sözkonusu etti ve dedi ki: "Sağında Cebrâîl ve solunda da Mikail vardır." Ebû Davud, IV, 36; Müsned, III, 9. (Âyet-i kerimede) istisna edilenlerin kimler oldukları hususunda farklı görüşler vardır. Bunların Arşın etrafında kılıçlarını kuşanmış bulunan şehidler oldukları söylenmiştir. Bu, el-Kuşeyrî'nin zikrettiğine göre Ebû Hüreyre yoluyla; es-Sa'lebî'nin naklettiğine göre de Abdullah b. Ömer yoluyla gelen merfu hadisler halinde rivâyet edilmiştir. Müstesna olanların Cebrâîl, Mikail, İsrafil ve ölüm meleği (hepsine selam olsun) oldukları da söylenmiştir. Enes yoluyla rivâyet edilen hadise göre de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) yüce Allah'ın: "Sûra üfürülmüş -Allah'ın diledikleri müstesna- göklerde ve yerde olanların hepsi ölmüş (olacak)dır" âyetini okudu, ashab: Ey Allah'ın peygamberi! Allah'ın istisna ettiği kimseler kimlerdir? diye sordular. Peygamber şöyle buyurdu: "Bunlar Cebrâîl, Mikail, İsrafil ve ölüm meleğidir. Yüce Allah ölüm meleğine -daha iyi bilen o olduğu halde- ey ölüm meleği yarattıklanmdan geriye kim kaldı? diye soracak, ölüm meleği: Rabbim diyecek Cebrâîl, Mikail, İsrafil ve senin zayıf kulun ölüm meleği kaldı, diyecek. Yüce Allah: İsrafil ve Mikail'in canını al, diyecek. Her ikisi de koca bir dağ gibi ölü olarak yere yıkılacaklar. Yüce Allah bu sefer: Öl, ey ölüm meleği diye buyuracak, o da ölecek. Yüce Allah Cebrâîl'e: Kim kaldı ey Cebrâîl? diye soracak, Cebrâîl: Ey celal ve ikram sahibi senin şanın yüce ve mübarektir. Geriye sadece senin ebedi kalıcı zatın bir de ölmeye ve yok olmaya mahkum Cibril kaldı. Bu sefer yüce Allah: Ey Cebrâîl! Senin de ölmen kaçınılmaz bir şeydir, diye buyuracak. Cebrâîl secdeye kapanacak, kanatlarını çırpacak ve: Seni tenzih ederim Rabbim, şanın yüce ve mübarektir, ey celal ve ikram sahibi" diyecek. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) devamla buyurdu ki: "Onun hilkat itibariyle Mikail'in hilkatine üstünlüğü büyükçe bir dağın küçük tepeciklerden birisine üstünlüğü gibidir." Taberi, Câmiul-Beyan, XXIV, 29. Bunu es-Sa'lebî zikretmiştir. Bunu en-Nehhâs da Muhammed b. İshak, Yezid er-Rukaşî'den, o Enes b. Malik'ten, o da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan yoluyla rivâyet etmiştir. Yüce Allah'ın: "Allah'ın dilediği müstesna, göklerde ve yerde olanların hepsi ölmüş (olacak)dır" âyetini açıklarken Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Bunlar Cebrâîl, Mikail, Arşın taşıyıcıları, ölüm meleği ve İsrafil'dir." Bu hadiste şunlar da vardır: "Onlar arasından en son ölecek kişi Cebrâîl (aleyhisselâm)'dır." Ebû Hüreyre'nin şehidler hakkındaki hadisi ise en-Neml Sûresi'nde (27/87. âyetin tefsirinde) belirtildiği gibi, az önce zikredilen hadislere göre daha sahihtir. ed-Dahhak şöyle demiştir: Burada istisna edilenler (cennetin bekçisi) Rıdvan, huriler, Mâlik ve zebanilerdir. Bunların cehennemliklerin akrepleri ve yılanları olduğu da söylenmiştir. el-Hasen de şöyle demiştir: İstisna bir ve tek ve kahhar olan Allah'tır. Sema ve arz ehlinden ölümü tattırmayacağı hiçbir kimse bırakmayacaktır. Katade: Allah kimleri müstesna kıldığını en iyi bilendir, demiştir. Yüce Allah'ın: "Allah'ın diledikleri müstesna" âyetindeki istisnanın, birinci Nefha'dan önce ölmüş olanlara raci olduğu da söylenmiştir. Daha önce ölmüş olanlar dışında (birinci üfürüş esnasında) göklerde ve yerde bulunan herkes ölecektir, demektir. Öncekilerin istisna edilmeleri ise önceden ölmüş olmalarıdır. Buhârî, Müslim ve -lâfız kendisinin ait olmak üzere- İbn Mace'de Ebû Hüreyre'den şöyle dediği kaydedilmektedir: Yahudilerden bir adam Medine çarşısında: Mûsa'yı diğer insanlardan üstün kılıp seçene yemin ederim ki dedi. Yûnus (aleyhisselâm.) ile ilgili son cümle hariç olmak üzere: Buhari, II, 849, III, 1251, V, 2389; Müslim, IV, 1844; son cümleleri de dahil olmak ) üzere: İbn Hibban, Sahih, XVI, 301; İbn Mace, II, 1428; Tirmizi, V, 373; ayrıca bk. Ebû Davud, IV, 217. Ensar'dan bir adam elini kaldırıp ona bir tokat indirdi ve: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) aramızda iken sen böyle bir söz mü söylüyorsun? dedi. Ben bunu Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a naklettim de şöyle buyurdu: "Yüce Allah: "Sûra üfürülmüş -Allah'ın diledikleri müstesna- göklerde ve yerde olanların hepsi ölmüş (olacak)dır. Sonra ona ikinci bir defa üfürülür, o anda onlar ayağa kalkar, bakınırlar" diye buyurmaktadır. Ben başını ilk kaldıracak kişi olacağım. Ancak Mûsa'nın Arş'ın bacaklarından birisini yakalamış olduğunu göreceğim. Bilemiyorum, acaba başını benden önce mi kaldırmış olacaktır, yoksa yüce Allah'ın istisna ettiği kimselerden mi olacaktır? Her kim ben Metta'nın oğlu Yûnus'tan hayırlıyım, diyecek olursa, yalan söylemiş olur." Bunu Tirmizî de rivâyet etmiş ve hakkında: Hasen, sahih bir hadistir demiştir. Tirmizi, V, 373 el-Kuşeyrî dedi ki: İstisnayı Mûsa ve şehidler hakkında kabul eden kimselere gelince, bunlar ölmüş bulunuyorlar. Şu kadar var ki, bunlar Allah nezdinde diridirler. Bununla birlikte baygınlığın hayatın sona ermeden sadece aklın zevali ile olması da mümkündür, ölüm ile olması da mümkündür. Hem ölüm, hem hayatın olması da uzak bir ihtimal değildir. Bütün bunlar aklen mümkün kabul edilebilen şeylerdir. Bunların hangisinin gerçekleşeceği hususunu tesbit etmek bu konuda haber-i sadıka bağlıdır. Derim ki: Ebû Hüreyre (radıyallahü anh)'ın rivâyet ettiği hadisin rivâyet yollarından birisinde Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Benim Mûsa'dan daha hayırlı olduğumu söylemeyiniz. Çünkü insanlar baygın düşecekler, ilk ayıkacak kişi ben olacağım ama bir de Mûsa'nın Arş'ın bir tarafını eliyle yakalamış olduğunu göreceğim. Bilemiyorum acaba o baygın düşüp benden önce ayılan kimselerden biri midir? yoksa yüce Allah'ın istisna ettiği kimselerden midir?" Bk. Bundan önceki iki dipno Bu hadisi Müslim rivâyet etmiştir. Buna yakın bir ifade de Ebû Said el-Hudrî'den gelmiştir. "Ayıkmak" ise ancak baygınlıktan ve aklın baştan gitmesinden sonra sözkonusu olur. Ölüm dolayısıyla hayatın geri verilmesiyle değil. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. "O anda onlar ayağa kalkar bakınırlar." Yani gerek yerdekilerden, gerek semadakilerden olup ölmüş olanlar kabirlerinden diriltilerek hayat bulmuş olacaklar, beden ve ruhları kendilerine geri verilmiş olacak ve kendilerine verilecek emri gözetleyip bekleyecekler. Ayakları üzerinde dikilip kendilerine vaadolunan ba'sı gözetleyecekler, diye de açıklanmıştır. Bir başka açıklamaya göre buradaki bakınmak (nazar), intizar (beklemek, gözetlemek) anlamındadır. Yani kendilerine neler yapılacağını gözetleyecek, bekleyeceklerdir. el-Kisaî "ayağa kalkar" anlamındaki âyetin: (........) şeklinde nasb ile okunabileceğini de kabul etmiştir. Nitekim: "Dışarı çıktım, bir de ne göreyim Zeyd oturuyor" demeye benzer. 69Yer, Rabbinin nuruyla aydınlanacak. Kitab konulacak, peygamberlerle, şahidler getirilecek, aralarında hak ile hüküm edilecek. Onlara zulmedilmez. "Yer, Rabbinin nuruyla aydınlanacak." Yerin "işrak"ı aydınlanması demektir. Mesela: "Güneş aydınlattı" denilir, "güneşin doğduğu bildirilmek istenirse, denilir. "Rabbinin nuru" Rabbinin adaleti demektir. Bu açıklamayı el-Hasen ve başkaları yapmıştır. ed-Dahhak ise: Rabbinin hükmü diye açıklamıştır. Anlam birdir. Yani yer Allah'ın adaleti, kulları arasında hakkıyla hüküm vermesi ile aydınlanmış olacaktır. Çünkü zulüm, zulumat (karanlıklar), adalet ise bir nurdur. Şöyle de açıklanmıştır: Yüce Allah kıyâmet gününde bir nûr yaratacaktır ve bu nûr yeryüzünü kaplayacak, yeryüzü onunla aydınlanacaktır. İbn Abbâs da şöyle demiştir: Burada sözü edilen nûr, güneş ve ayın nuru türünden değildir. Bu, yüce Allah'ın yaratacağı ve onunla yeryüzünü aydınlatacağı bir nurdur. Rivâyet edildiğine göre o gün yeryüzü gümüşten olacaktır ve ayırdedici hükmünü vermek üzere geleceği vakit, Allah'ın nuru ile aydınlanacaktır. Âyetin anlamı şudur: Yer, yüce Allah'ın yaratacağı bir nûr ile aydınlanmış olacaktır. Burada mülkün malike izafe edilmesi kabilinden nuru kendisine izafe etmiş bulunmaktadır. Şöyle de açıklanmıştır: Bugün, yüce Allah'ın yarattıkları arasında hüküm vereceği gündür. Çünkü o gün, beraberinde gecenin olmayacağı bir gündüz olacaktır. İbn Abbâs ile Ubeyd b. Umeyr "yer... aydınlanacak" âyetini: "Yer aydınlatılmış olacak'" şeklinde meçhul bir fiil olarak okumuşlardır ki; bu tefsiri bir okuyuştur. Birtakım kimseler bu noktada sapıklığa düşmüş, yüce Allah'ın hissedilen maddi nûr ve ziya cinsinden olduğu vehmine kapılmışlardır. Halbuki O, hissedilen maddi şeylere benzemekten yüce ve münezzehtir. Aksine O, göklerin ve yerin nurlandırıcısıdır. Yaratılması ve var edilmesi itibariyle her nûr O'ndandır. Ebû Cafer en-Nehhâs dedi ki: Yüce Allah'ın: "Yer Rabbinin nuruyla aydınlanacak" âyetinin anlattığı bu manaya, sahih bir çok yoldan gelmiş bulunan merfu (senedi peygambere ulaşan) şu hadis açıklık getirmektedir: "Aziz ve celil olan Allah'a bakacaksınız ve onu görmek için biriniz ötekini sıkıştırmayacak." Bu hadis(te son cümleye tekabül eden lâfız), dört şekilde rivâyet edilmektedir. Merhum müfessirin gösterdiği şekillere göre rivâyetlerin yer aldığı kaynakların bir kısmını sırasıyla şöylece gösterebiliriz: a) Birinci ve ikinci şekil: Buhârî, I, 203, 209, IV, 1836, VI, 2703; Müslim, I, 439; Tirmizî, IV, 687, 688; Ebû Davud, IV, 233; İbn Mace, I, 63; Müsned, IV, 360, 362, 365. b) Üçüncü ve dördüncü şekil: Buhârî, IV, 1672, V, 2403, VI, 2704, 2706; Müslim, I, 164, 167, 170, IV, 2279; Tirmizi, IV, 691; İbn Mace, I, 63; Müsned, II, 275, 293, 368, 389, 533, III, 16, IV, 13, 362 Bunlardan birisi şeklindedir. Yani dünyada hükümdarlara baktığınız esnada herhangi bir sıkıntı çekmediğiniz gibi, bir sıkıntı ile karşılaşmayacaksınız. Diğeri "Herhangi bir zarar ile karşılaşmayacaksınız" demektir. Üçüncüsü "Onu kendisine göstermeyi istemek için biriniz diğerinize katılmayacaksınız" demektir. Diğeri; şeklinde olup bu konuda birbirinize muhalefet etmeyeceksiniz, demektir. Nitekim: "Ona muhalefet etti, muhalefet etmek" denilir. "Kitab konulacak" âyeti hakkında İbn Abbâs: Levh-i Mahfuz'u kastetmektedir demiştir. Katade ise: Bununla Âdemoğullarının amellerinin yazılı olacağı kitab ve sahifeleri kastetmektedir. Kimisi kitabını sağından, kimisi solundan alacaktır, diye açıklamıştır. "Peygamberlerle" ümmetlerinin kendilerine ne şekilde cevab verdiklerini onlara sormak üzere Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ümmetinden de diğer ümmetlere şahitlik edecek olan "şahitler getirilecek." Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Böylece sizi vasat bir ümmet kıldık. Bütün insanlara karşı şahitler olasınız..." (el-Bakara, 2/143) Şöyle de açıklanmıştır: "Şahitler"den kasıt, Allah yolunda şehit düşenlerdir. Bunlar kıyâmet gününde Allah'ın dinini himaye eden, savunan kimseler lehine şahitlik edeceklerdir. Bu açıklamayı es-Süddî yapmıştır. İbn Zeyd de dedi ki: Bunlar insanların amellerini tesbit eden Hafaza melekleridir. Yüce Allah: "Herkes beraberinde bir sürücü ve bir şahit bulunduğu halde gelecektir" (Kaf, 50/21) diye buyurmaktadır. Buradaki "Saik (sürücü)" herkesi hesaba doğru sürükleyen "şahit" ise onun hakkında şahitlik edecek olandır. Bu da ileride Kaf Sûresi'nde (belirtilen âyet-i kerimenin tefsirinde) açıklaması geleceği üzere insan üzerinde görevli olan melektir. "Aralarında hak ile" doğruluk ve adalet ile "hüküm edilecek. Onlara zulmedilmez." Said b. Cubeyr dedi ki: Ne onların hasenatından bir şey eksiltilir, ne de kötülüklerine bir şey ilave edilir. 70Ve her nefse işlediğinin karşılığı eksiksiz ödenecek. O, yapmakta olduklarını en iyi bilendir. "Ve her nefse" ister hayır, ister şer türünden olsun "işlediğinin karşılığı eksiksiz ödenecek. O," dünyada iken "yapmakta olduklarını en iyi bilendir." Yüce Allah'ın bu hususta herhangi bir kitaba ya da şahide ihtiyacı yoktur. Bununla birlikte kitaplar (amel defterleri) ve şahitler delilin bağlayıcı olması için şahidlik edeceklerdir. 71Kâfirler de cehenneme zümre zümre sürülecek. Nihayet onlar oraya geleceklerinde kapıları açılacak ve bekçileri onlara şöyle diyecek: "Size aranızdan Rabbinizin âyetlerini üzerinize okuyan ve bu gününüze kavuşmakla sizi korkutan peygamberler gelmedi mi?" Onlar: "Evet" diyecekler. "Fakat azâb sözü kâfirler aleyhine hak olmuştur." "Kâfirler de cehenneme zümre zümre sürülecek" âyeti herbir nefsin amelinin karşılığının kendisine eksiksiz verileceğini açıklamaktadır. Kâfir cehenneme, mü’min cennete doğru götürülecek. "Zümreler, cemaatler" demektir. Bunun tekili "zümre" şeklinde gelir. (Vezin itibariyle) " Zulmet ve oda" kelimeleri gibidir. el-Ahfeş ve Ebû Ubeyde şöyle demişlerdir: "Zümre zümre" biri diğerinin arkasından giden, ayrı ayrı cemaatler demektir. Şair şöyle demiştir: "Sen insanların onun evine doğru gittiklerini görürsün, Zümreler halinde biri, diğerinin ardından ona varır." Bir başka şair de şöyle demektedir: "Nihayet toplandıklarında, Bir zümreden sonra diğer zümre." Zurna sesi gibi bir sesle itilerek ve kakılarak götürülecekleri, şeklinde de açıklanmıştır. "Nihayet onlar oraya geleceklerinde kapıları açılacak." Bu ("kapıları açılacak" anlamındaki ifadeler); 'in cevabıdır. Bu kapılar yedi tanedir. Daha önce el-Hicr Sûresi'nde (15/43-44. âyetlerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. "Ve bekçileri" anlamındaki: 'in tekili: şeklindedir, " Put hizmetkarlard)" lâfzının tekilinin şeklinde gelmesi gibi. "Onlara" azarlamak üzere "şöyle diyecek: Size aranızdan Rabbinizin âyetlerini" peygamberlere indirilen kitapları "üzerinize okuyan ve bu gününüze kavuşmakla sizi" uyarıp "korkutan peygamberler gelmedi mi? Onlar: Evet" bize geldi "diyecekler." Bu, onların kendilerine karşı delilin ortaya konulmuş olduğuna dair bir itirafları olacaktır. "Fakat azâb sözü kâfirler aleyhine hak olmuştur." Bu da yüce Allah'ın: "Cehennemi bütünü ile cinlerden ve insanlardan elbette dolduracağım" (es-Secde, 32/13) âyetidir. 72Denilecek ki: "Orada ebedi olduğunuz halde, cehennemin kapılarından girin. Büyüklük taslayanların yeri ne kötüdür!" "Denilecek ki: Orada ebedi olduğunuz halde cehennemin kapılarından girin." Yani onlara: ...Cehennemin kapılarından girin, denilecektir. Cehennemin kapılarına dair açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır. Vehb dedi ki: Zebaniler onları ateşten kargılarla karşılayacak ve bu kargılarıyla onları iteceklerdir. Cehenneme bir defa itmeleri ile düşecek kişiler, Rabia ve Mudar kabilesi insanları sayısınca olacaktır. "Büyüklük taslayanların yeri ne kötüdür!" Buna dair açıklamalar daha önceden (en-Nahl, 16/29. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. 73Rabblerinden korkanlar da cennete zümre zümre götürülecek. Nihayet oraya gelip kapıları açılacağında cennetin bekçileri onlara diyecek ki: "Selam olsun üzerinize! Tertemiz geldiniz. Hemen oraya ebediler olarak girin." "Rabblerinden korkanlar da cennete zümre zümre götürülecek." Şehidler, zahidler, âlimler, Kur'ân okuyup amel edenler ve diğerlerinden yüce Allah'tan korkup takvalı hareket eden ve itaati gereğince amel eden kimseler kastedilmektedir. Her iki kesim hakkında da; "Sürülecek, götürülecek" şeklinde aynı lâfız kullanılmıştır. Cehennemliklerin sürülmesi esirlere ve sultana karşı çıkıp ayaklanan kimselerin hapsedilmek yahut öldürülmek üzere sürüklenirken yapılan uygulama gibi, horluk ve hakirlik ile kovalanmalarıdır. Cennet ehlinin götürülmeleri ise onların bineklerinin ilâhi Iutuf ve rıza yurduna sürülmeleri şeklinde olacaktır. Çünkü cennetliklere tıpkı teşrif edilen ve kendilerine ikram olunan birtakım hükümdarlara giden değerli heyetler gibi muamelede bulunulacak ve ancak binekleri üzerinde cennete götürüleceklerdir. İşte bu iki sevk (sürmek, götürmek) arasında çok büyük fark vardır. "Nihayet oraya gelip kapıları açılacağında" âyetindeki "açılacağında" lâfzının başında gelen "vav" harfinin burada atıf için olup cümlenin cümleye atfedildiği, cevabının da mahzuf olduğu söylenmiştir. el-Müberred dedi ki: Yani oraya geleceklerinde mutlu olacaklar ve kapıları açılacak demektir. Arapçada cevabın hazfi bir belağattir. Daha sonra şu beyiti zikretmektedir: "Keşke o topluca (bir defada) ölen bir can olsaydı, Fakat o canlar(mış gibi parça parça) düşüp dökülen bir tek candır." Burada: " Keşke"nin cevabını hazfetmiştir. İfade; ...elbette daha rahat olurdu, takdirindedir. ez-Zeccâc da şöyle demiştir: "Nihayet oraya gelip kapıları açılacağında" oraya girecekler, takdirindedir. Bu da birinci açıklamaya yakın bir açıklamadır. Buradaki "vav"ın fazladan geldiği söylenmiştir. Bu açıklamayı Kûfeliler yapmıştır, ancak Basralılara göre bu bir hatadır. Şöyle de açıklanmıştır: "Vav"ın fazladan gelişi kapıların yüce Allah nezdindeki şeref ve değerleri dolayısıyla oraya gelmeden önce açılmış olacağına delildir. İfadenin takdiri de şöyledir: Nihayet onlar oraya kapıları da açılmış iken geleceklerinde... Buna yüce Allah'ın: "Kendileri için kapıları açılmış haldeki Adn cennetleri" (Sad, 38/50) âyeti delil teşkil etmektedir. Cehennemliklerden söz edilirken "vav" harfinin hazfedilmesine gelince; onların cehennemin yakınında durdurulmalarından sonra kapılarının açılacağından dolayıdır. Bu ise onları zelil kılmak ve onların kalblerini dehşete boğmak için böyle olacaktır. Bunu el-Mehdevî zikretmiş olup ondan önce en-Nehhâs da bu anlamda bir açıklama nakletmiş bulunmaktadır. en-Nehhâs dedi ki: İkincisinde "vav" harfinin zikredilmekle birlikte birincisinde hazfedilmesinin hikmetiyle ilgili olarak ilim ehli bir kimse daha önce bu konuda kimsenin açıklamada bulunduğunu bilmediğim bir açıklama yapmıştır. Yüce Allah cehennemlikler hakkında: "Nihayet onlar oraya geleceklerinde kapıları açılacak" diye buyurması, daha önceden kapıların kapalı ve kilitli olduğunu göstermektedir. Cennetlikler hakkında ise: "Nihayet oraya gelip kapıları açılacağında" diye buyurması da onların buraya gelmeden önce kapılarının açılmış olduğuna delildir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Buradaki "vav"ın vavu's-semaniye (sekizinci şık veya maddeyi bildiren vav) olduğu da söylenmiştir. Çünkü Kureyşliler birden itibaren saymaya başlayıp beş, altı, yedi dedikten sonra; ve sekiz demeyi adet edinmişlerdir. Yediye vardıktan sonra "ve sekiz" diye sayarlar. Bu açıklamayı da Ebû Bekr b. Ayyaş yapmıştır. Nitekim yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "O rüzgarı onlara yedi gece ve sekiz gün peşpeşe musallat kıldı." (el-Hakka, 69/7); "Tevbe edenler, ibadet edenler..." diye buyurduktan sonra sekizincisinde... "ve kötülükten vazgeçirmeye çalışanlar." (et-Tevbe, 9/112) diye buyurmaktadır. Yine bir başka yerde de: "Yedidir ve sekizincileri köpekleridir diyecekler." (el-Kehf, 18/22); "Dullar ve bakireler olmak üzere" (et-Tahrim, 66/5) diye buyurmaktadır. Bu hususa dair yeterli açıklamalar daha önceden et-Tevbe Sûresi (9/112. âyet, 3- başlıkta) ile Kehf Sûresi'nde (18/22. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Derim ki: Cennetin kapılarının sekiz tane olduğunu söyleyenler bunu delil gösterirler ve ayrıca Ömer b. el-Hattâb'ın şu hadisini zikrederler: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Sizden her kim abdestini iyice alır -abdest azalarını iyice yıkar-; sonra da: "Şehadet ederim ki Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur ve Muhammed onun kulu ve Rasûlüdür" diyecek olursa, mutlaka ona cennetin sekiz kapısı açılır ve bunlardan hangisinden dilerse girer." Bu hadisi Müslim ve başkaları rivâyet etmiştir." Müslim, I, 209; İbn Huzeyme, Sahih, 110; Müsned, I, 19. IV, 153. Tirmizî de Ömer (radıyallahü anh)'ın bu hadisini rivâyet etmiş ve bu rivâyetinde şöyle dediğini kaydetmiştir: "Mutlaka ona kıyâmet gününde cennet kapılarından sekiz kapı açılır. " Tirmizi, I, 78; Nesâî, I, 92; İbn Mace, I, 159. Burada: “...dan" fazlalığı ile bu rivâyeti kaydetmiştir. Bu da cennet kapılarının sekizden fazla olduğuna delil teşkil etmektedir. Biz bu hususu "et-Tezkire" adlı eserimizde zikretmiş ve orada cennet kapılarının sayısının onüçe kadar ulaştığını göstermiştik. Yine oradan cennet kapılarının bu hususa dair varid olmuş hadislerden hareketle büyüklük ve genişliklerini de zikretmiş bulunuyoruz. Bu hususta bilgi sahibi olmak isteyenler oraya bakabilirler. "Cennetin bekçileri onlara diyecek ki" Yine bu âyetin başındaki "vav" ile ilgili olarak fazladan geldiği ve ifadenin takdirinin: Nihayet oraya gelip kapıları açılacağında "cennetin bekçileri onlara diyecek ki" takdirinde olduğu söylenmiştir. "Selam olsun size! Tertemiz geldiniz." Yani dünyada böyle idiniz. Mücahid de: Allah'a itaat sayesinde... diye açıklamıştır. Salih amel ile geldiniz, diye de açıklanmıştır. Bu açıklamayı en-Nekkaş nakletmiştir, anlam aynıdır. Mukâtil de şöyle demiştir: Cennetlikler cehennem üzerindeki köprüyü geçtikten sonra cennet ile cehennem arasındaki bir köprü üzerinde alıkonulacaklar, dünyada aralarındaki haksızlıklar sebebiyle birinden diğeri lehine kısas yapılacak. Nihayet tertemiz edilip kötülükleri giderileceği vakit onlara Rıdvan ve arkadaşları "selam olsun üzerinize" diye onları selamlayacaklar. "Tertemiz geldiniz, hemen oraya ebediler olarak girin" diyeceklerdir. Derim ki: Burada sözü geçen "köprü" hadisini Buhârî "Camî"inde Ebû Said el-Hudrî'den rivâyet etmiştir: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Mü’minler ateşten geçip kurtulduktan sonra cennet ile cehennem arasındaki bir köprü üzerinde alıkonacaklar. Dünya hayatında iken aralarındaki birtakım haksızlıklar sebebiyle birinden diğeri lehine kısas uygulanacak. Nihayet tertemiz edilip (kirlerinden) arındırılacaklarında cennete girmelerine izin verilecektir. Muhammed'in canı elinde olana yemin ederim ki, onlardan herhangi birisinin cennetteki yerini bilmesi dünyadaki yerini bilmesinden daha ileri derecede olacaktır. " Buhârî, V, 2394; Müsned, III, 13, 57, 74. en-Nekkaş'ın naklettiğine göre cennetin kapısı üzerinde dibinden iki pınarın fışkırdığı bir ağaç vardır. Mü’minler bunlardan birisinden içecekler ve içlerindeki pislikler gidecektir. İşte yüce Allah'ın: "Rabbleri onlara son derece temiz bir şarap içirecektir" (el-İnsan, 76/21) âyetinde anlatılan budur. Sonra diğer pınardan yıkanacaklar, bununla da tenleri temizlenecek ve güzelleşeceklerdir. İşte o vakit cennetin bekçileri onlara: "Selam olsun üzerinize, tertemiz geldiniz (bu açıklamaya göre; "oldunuz" demek daha uygundur) hemen oraya ebediler olarak girin" diyeceklerdir. Bu anlamda bir rivâyet Ali (radıyallahü anh)'dan da nakledilmiştir. 74Onlar da diyecekler ki: "Bize olan vaadini yerine getiren, cennetten dilediğimiz yere konmak üzere arzı bize miras veren Allah'a hamdolsun. (Güzel iş) işleyenlerin mükâfatı ne güzeldir!" "Onlar da" cennete girecekleri vakit "diyecekler ki: Bize olan vaadini yerine getiren, cennetten dilediğimiz yere konmak üzere arzı" cennet arzını "bize miras veren Allah'a hamdolsun!" Denildiğine göre onlar, mü’min olmaları halinde cennete girmiş olsalardı, cehennem ehline verilecek olan yerin mirasçısı olacaklardır. Bu açıklamayı Ebû'l-Aliye, Ebû Salih, Katade, es-Süddî ve müfessirlerin çoğu yapmışlardır. Bir başka açıklamaya göre buradan kasıt, -takdim ve tehir ile- dünya arzıdır. Yüce Allah'ın: "(Güzel iş) işleyenlerin mükâfatı ne güzeldir!" âyetinin onların söyleyecekleri sözün devamı olduğu söylenmiştir. Yani bu mükâfat ne güzeldir! diyeceklerdir. Bir başka görüşe göre bu, yüce Allah'ın söyleyeceği bir âyettir. Güzel ve iyi hareket eden kimselere vermiş olduğum bu mükâfat ne güzeldir! demek olur. 75Melekleri de Arşın etrafını kuşatmış görürsün. Rabblerini hamd ile teşbih ederler. Aralarında hak ile hükmolunur ve: "Âlemlerin Rabbi Allah'a hamdolsun" denilir. "Melekleri de" ey Muhammed "Arşın etrafını" o günde "kuşatmış" etrafında toplanmış "görürsün." "Rabblerini hamd ile tesbih ederler." Onlar bu hamd ve teşbihlerini ibadet olsun diye değil, bununla lezzet almak üzere yapacaklardır. Yani onlar Rabblerine şükretmek üzere Arşın etrafında dua eder, namaz kılarlar. "Kuşatıcılar" lâfzı bir şeyin etrafı ve çevresi, kenarları anlamında olan 'den alınmıştır. el-Ahfeş bunların (Arşın etrafını kuşatanların) tekilinin;olduğunu söylerken, el-Ferrâ'' bunun tekili yoktur, zira isimleri bunlar hakkında ancak toplu oldukları takdirde kullanılır demiştir. "Etrafını" lâfzının başına: (........)'in gelmesi zarf oluşundan dolayıdır. Fiil ise harfli ve harfsiz olarak zarfa teaddi (geçiş) eder. el-Ahfeş de buradaki bu edatın fazladan geldiğini yani: "Arşın etrafını kuşatmış" şeklinde olduğunu söylemiştir. Bu da "kimse bana gelmedi" derken; (........)ı kullanmaya benzer ki, burada te'kid için kullanılmıştır. es-Sa'lebî dedi ki: Araplar "tesbih" lâfzı ile birlikte "be" harfini kimi zaman kullanırlar, kimi zaman hazfederler ve şöyle derler: "Rabbini hamd ile tesbih et, Allah'a hamdederek tesbih et. Yüce Allah da şöyle buyurmuştur: "En yüce Rabbinin ismini tesbih et." (el-A'la, 87/1) Bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: "O halde Rabbini o büyük ismi ile tesbih et" (el-Vakıa, 56/74) diye buyurmaktadır. "Aralarında" cennetlikler ile cehennemlikler arasında "hak ile hükmolunur." Bir başka açıklamaya göre şahidlerle (ya da şehidlerle) birlikte ge len peygamberler ile, onların ümmetleri arasında hak ve adalet ile hükmolunur, demektir. "Ve âlemlerin Rabbi Allah'a hamdolsun, denilir." Yani mü’minler şöyle diyeceklerdir: Bize mükâfat olarak vermiş olduğu nimet ve ihsanları, bağışlan dolayısıyla, bize zulmedenlere karşı yardım edip muzaffer kıldığı için Allah'a hamdolsun. Katade bu âyet-i kerîme hakkında şöyle demektedir: Allah yaratmanın başlangıcını "hamd, Allah'ındır" diye sözkonusu ederek şöyle buyurmuştur: "Hamd, gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı var eden Allah'ındır." (el-En'am, 6/1) Sonu da hamd ile bitirerek: "Aralarında hak ile hükmolunur ve: Âlemlerin Rabbi Allah'a hamdolsun denilir" diye buyurmaktadır. O halde ona uymak ve yapılan herbir işin başına ona hamd ile başlayıp sonunu hamd ile bitirmek gerekir. "Âlemlerin Rabbi Allah'a hamdolsun" sözünün meleklerin söyleyeceği sözlerden olduğu söylenmiştir. Buna göre onların yüce Allah'a hamdetmeleri adaleti ve hüküm vermesi dolayısıyla olacaktır. İbn Ömer yoluyla rivâyet edilen hadise göre Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) minberin üzerinde ez-Zümer Sûresi'nin sonlarını okumuş ve minber iki defa hareket etmiştir Taberani, Evsat, VIII, 172; Heysemi, Mecmau'z-Zevaid, II, 190, (Cabir -radıyallahü anh.-dan) ez-Zümer Sûresi'nin tefsiri burada sona ermektedir. |
﴾ 0 ﴿