9Eğer mü’minlerden İki grub birbirleri ile çarpışırlarsa onların aralarını düzeltin. Eğer onların biri diğerine karşı tecavüz ediyorsa, o tecavüz eden grubla Allah'ın emrine dönünceye kadar çarpışın. Eğer dönerse İkisinin arasını adaletle düzeltin ve adaletli olun. Çünkü Allah, adaletli olanları sever. Bu âyete dair açıklamalarımızı on başlık halinde sunacağız: Yüce Allah'ın: "Eğer mü’minlerden iki grub birbirleriyle çarpışırlarsa, onların aralarını düzeltin" âyeti ile ilgili olarak el-Mutemir b. Süleyman, Enes b. Malik'ten şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Ey Allah'ın Peygamberleri! Sen Abdullah b. Ubeyy'e gitsen, dedim. Bunun üzerine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ona gitmek üzere yola koyuldu. Bir eşeğe bindi. Müslümanlar da yayan yürüdü. Orası çorak bir arazi idi. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onun yanına varınca: Benden uzak dur, Allah'a yemin ederim eşeğinin pis kokusu beni rahatsız etti, dedi. Ensardan bir adam: Allah'a yemin ederim Rasülullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın eşeğinin kokusu senden daha hoştur, dedi. Kavminden bir adam Abdullah b. Ubeyy'e böyle denildi diye öfkelendi, Herbirisi adına arkadaşları öfkelenip kızdı. O bakımdan kuru hurma dallarıyla, ellerle ve ayakkabılarla aralarında bir çarpışma meydana geldi. Bize ulaştığına göre bu âyet onların haklarında inmiştir. Buhârî, II, 958; Müslim, III, 1424; Müsned, III, 157, 21Ş. Mücahid dedi ki: Ayet-i kerîme Evs ve Hazrecliler hakkında inmiştir. (Yine) Mücahid dedi ki: Ensardan iki kesim sopalarla ve ayakkabılarla bir biriyle çarpıştı. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme indi. Bunun benzeri bir rivâyet Said b. Cübeyr'den gelmiştir. Buna göre Evs ile Hazreç arasında Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) döneminde kuru hurma dallarıyla, ayakkabı ve benzerleriyle bir çarpışma olmuştu. Yüce Allah da haklarında bu âyet-i kerimeyi indirdi. Katade dedi ki: Ayet-i kerîme bir hak konusunda herkesin karşı tarafı haksız bulduğu ensardan iki kişi hakkında inmiştir. Birisi: Hakkımı zorla alacağım demişti, çünkü aşireti çoktu. Diğeri de onu Rasülullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'in huzurunda mahkemeleşmeye çağırdı, ancak onun dediğini kabul etmedi. Bu durum aralarında böylece devam edip gitti, nihayet birbirlerine düştüler. El, ayakkabı ve kılıçlarla birbirlerine giriştiler. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme indi. el-Kelbî dedi ki: Ayet-i kerîme Sümeyr ve Hatıb adındaki iki kişi dolayısıyla meydana gelen savaş hakkında inmiştir. Sümeyr, Hatıb'i öldürmüştü. Bu sebeple Evslîlerle Hazrecliler Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) yanlarına gelinceye kadar birbirleriyle çarpıştılar. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nazil oldu. Yüce Allah bununla peygamberine ve mü’minlere aralarını düzeltmelerini, barış yapmalarını emretti. es-Süddî dedi ki: Ensardan Um Zeyd diye anılan bir kadın, ensardan olmayan bir adam ile evli idi. Kocası ile birlikte aralarında tartışma çıktı. O akrabalarını ziyaret etmek istediği halde, kocası ona engel oldu ve akrabalarından hiçbir kimsenin yanına giremeyeceği yüksekçe bir yerde onu yerleştirdi. Kadın da akrabalarına haber saldı. Akrabaları gelip onu götürmek üzere bulunduğu yerden aşağıya indirdiler, Bu sefer kocası çıkıp kendi yakınlarından yardım istedi. Akrabaları tarafından kadının alınıp götürülmesini engellemek üzere amca çocukları çıkıp geldi. Aralarında itiş kakış oldu, ayakkabılada birbirlerini vurdular. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nazil oldu. "Taife: grub" lâfzı hem tek adamı, hem iki kişiyi, hem de çoğulu ifade eder. O halde bu âyet lâfza göre deşil de manaya göre hamledilen (ve kipleri ona göre kullanılan) sözlerdendir. Çünkü "iki taife: iki grub" hem kavim, hem de insanlar anlamındadır. "Allah'ın emrine dönünceye kadar... eğer dönerse ikisinin arasını adaletle düzeltin" anlamındaki âyet Abdullah b. Mesud'un kıraatinde "Onlar Allah'ın emrine dönünceye kadar: Allah'ın emrine dönecek olurlarsa aralarında adaleti uygulayın." şeklindedir, İbn Ebi Able: "Çarpışırlarsa" anlamındaki âyeti "iki grub" anlamındaki lâfız tesniye olduğundan dolayı; (Hası) diye okumuştur. Buna dair açıklamalar daha önce et-Tevbe Sûresi'nin sonlarında (9/122. âyet, 3, başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. İbn Abbâs'da yüce Allah'ın: "Mü’minlerden bir topluluk (taife) de azablarına şahit olsunlar" (en-Nûr, 24/2) âyeti hakkında bir ve daha yukarısı diye açıklamıştır. Çünkü "bir şeyden taife" ondan bir parça demektir. "Onların aralarını" her iki kesimi hüküm, ister lehlerine, ister aleyhlerine olsun Allah'ın Kitabına çağırmak suretiyle "düzeltin. Eğer onların biri diğerine karşı tecavüz ediyorsa" haksızlık edip Allah'ın hükmüne ve kitabına yapılan çağrıyı kabul etmiyorsa "o tecavüz eden grupla Allah'ın emrine" Kitabına "dönünceye kadar çarpışın." "Bağy: Tecavüz" haddi asmak, haksızlık etmek, fesad çıkarmak demektir. "Eğer dönerse, ikisinin arasını adaletle düzeltin." Yani onları karşılıklı olarak adil davranmaya, insafa mecbur edin. "Ve" ey insanlar "adaletli olun!" Birbirinizle savaşmayın, çarpışmayın, Bunun adaletli olmayı emrettiği de söylenmiştir. "Çünkü Allah adaletli olanları" adaleti ve hakkı uygulayanları "sever." 2- Birbirleriyle Çarpışan Müslüman Grupların Durumu ve Takınılacak Tavır: İlim adamları der ki: İki müslüman grub birbirleriyle çarpışacak olurlarsa ya her ikisi de haksız olarak çarpışırlar, yahutta başka bir durumdadırlar. Eğer her ikisi de haksız iseler bu durumda yapılması gereken aralarında ilişkilerini düzeltecek, birbirlerinden el çekmeleri ve karşılıklı olarak silah bırakmaları sonucunu verecek şekilde barış yapılır, birbirleriyle anlaşmalarını sağlamak için aracılık yapılır. Şayet birbirlerinden el çekmeyecek ve barış yapmayacak olurlarsa, her ikisi de haksızlıklarını sürdürmeye devam edecek olurlarsa, o takdirde her ikisi ile de çarpışılır. Şayet ikinci durum sözkonusu ise yani bu iki kesimden birisi diğerine haksızlıkta bulunuyor ise, o vakit haksızlık yapan grub ile vazgeçinceye ve tevbe edinceye kadar savaşmak gerekir. Eğer bu duruma gelirse aralarında ve kendilerine haksızlık yapılan kesimle adalet ile barış yapılır, Eğer her iki tarafın karşı karşıya kaldığı bir şüphe sebebiyle aralarında çatışmalar baş göstermiş ve, her bir grub da kendisine göre kendisini haklı kabul ediyor ise, bu durumda, apaçık ve parlak deliller ile kesin belgeler ile şüphenin ortadan kaldırılması ve hakka ileten yolun gösterilmesi gerekir, Buna rağmen her iki kesim yine düşmanlığı bırakmayıp, kendilerine gösterilen yola uygun davranmayıp, kendileri için açıklığa kavuştuktan sonra, kendilerine öğütlenen hakka uymayacak olurlarsa, o vakit her ikisi de haksızlık eden kesim demektir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 3- Halifeye Yahut Herhangi Bir Müslümana Haksızlık Yaptığı Bilinen Kesime Karşı Savaşmak Gereği: Bu âyet-i kerimede halifeye yahutta herhangi bir müslümana haksızlık yaptığı bilinen kesime (el-fielu’l-bağiye'ye) karşı savaşmanın vacib olduğuna delil vardır. Ayrıca mü’minlerle savaşılmayacağını söyleyip, Peygamber Efendimizin: "Mü’min ile savaşmak küfürdür" Nesâî, VII, 122; İbn Mace, I, 13; Müsned, I, 176; Taberani, Kebir, IX, 97. hadisini delil gösterenlerin görüşünün tutarsız olduğuna da delildir. Çünkü eğer haksızlık yapan mü’minle çarpışmak küfür olsaydı, haşa yüce Allah küfrü emretmiş olurdu. Diğer taraftan Ebû Bekir es-Sıddîk (radıyallahü anh), İslâm'a sarılmakla birlikte zekat vermek istemeyenlerle çarpışmış, fakat bırakıp kaçan kimsenin ardından gidilmemesini, yaralı bir kimsenin işinin bitirilmemesini emretmiştir. Malları -kâfirlerde vacib olandan farklı olarak- ganimet olarak helal olmaz. Taberî dedi ki: Eğer her iki kesim arasındaki ayrılıklarda vacib olan, ondan kaçıp evlere sığınmak olsaydı, hiçbir had uygulanmaz ve hiçbir batılın sonu getirilemez, nifak ehli ve facir olan kimseler Allah'ın kendilerine haram kılmış olduğu müslümanların mallarını, kadınlarını esir almayı ve kanlarını dökmeyi, onlara karşı grublar oluşturmak, diğer taraftan da müslümanların onlara ilişmemesi sonucunda Allah'ın kendilerine haram kılmış olduğu herşeyi helal görmek için bir yof olurdu. Oysa bu Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in: "Aranızdaki beyinsizlerin ellerini tutun (kötülük yapmalarına meydan vermeyin)." Beyhaki, Şuabu'l-îman, VI, 92; Deylemi, Firdevs, II, 167; Miinavi, Feyzu'l-Kadir, III, 435 -hadisin sıhhat derecesine dair herhangi bir beyanda bulunmamaktadır hadisine aykırıdır. 4- Ashab Arasında Çıkan Çatışmalar: Kadı Ebû Bekr İbnu'l-Arabî dedi ki: Bu âyet-i kerîme müslümanların (birbirleriyle) savaşmalarında asıl dayanak ve tevikilerle savaşmakta bir esastır. Ashab da buna dayanmış, bu dinin ileri gelenleri buna sığınmıştır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Ammar'ı bağy (haksızca ayaklanan) kesim öldürecektir" Buhârî, I, 172, III, 1035; Müslim, IV, 2236; Müsned, II, löl, 162, 206, III, 5, 22, 28, 90, IV, 197, 199, V, 214, 306, VI, 289, 300, 311, 315. hadisi ile bunu kastetmiştir. Yine Peygamber Efendimizin Hariciler hakkındaki: "Onlar hayırlı olan kesime karşı ayaklanacaklar yahut bir ayrılık zamanında ayaklanacaklar " Müslim, II, 744; Buhârî, V, 2281, VI. 2540; Müsned, 111, 65, 92. şeklindeki hadisinde de kastettiği bu husustur. Son hadisin birinci rivâyeti daha sahihtir. Çünkü Peygamber Efendimiz: "İki kesimden hakka daha yakın olan onları (Haricileri) öldürecektir" Müslim, II, 746; Müsned, II, 65, H2. diye buyurmuştur. Haricilerle çarpışan Ali b. Ebî Tâlib ve onunla birlikte olanlardı. Buna göre İslâm âlimlerine göre ve dinin delili ile sabit olan şu ki Ali; (radıyallahü anh) (meşru) İmâm idi. Ona karşı çıkan herkes de bir bağiy idi. O bağiy ile hakka dönünceye ve barışı kabul edip, boyun eğinceye kadar savaşmak vacib idi. Çünkü Osman (radıyallahü anh) öldürülmüş, ashab-ı kiram da onun kanından beri (onu öldürmekten uzak) idiler. Çünkü o kendisine ayaklananlarla çarpışılmasına engel olmuş ve; Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a ümmeti arasında insanları öldürmek suretiyle halifelik yapan ilk kişi ben olmak istemem, diyerek belaya sabretmiş, mihnete teslim olmuş ve kendisini ümmet adına feda etmişti. Diğer taraftan insanların başıboş bırakılması mümkün değildir. O bakımdan Ömer (radıyallahü anh)’in kendisinden sonraki halifeyi tesbit etmek için tayin ettiği şurada ismini verdiği diğer sahabilere halifelik teklif edildi. Onlar bu işi biri diğerine havale ettiler. Ali (radıyallahü anh) bu işe layık ve ehil idi. Öldürmelere, batıl ile ümmetin kanının dökülmesine yahutta hiçbir hayırlı netice vermeyecek şekilde işinin darmadağın olmasına karşı ümmeti korumak maksadı ile ihtiyat göstererek kabul etti. Çünkü belki de din değişecek ve İslâmın temel direği çökecekti. Ona bey'at edilince Şam halkı kendisine bey'at etmek için Osman'ın katillerini bulması ve onlara kısas uygulamasını şart koşmuşlardı. Ali (radıyallahü anh) da onlara şöyle demişti: Siz beyatinizi yapınız, hakkı isteyiniz, onu elde edeceksiniz. Bu sefer onlar: Osman'ın katilleri senin aranda sabah-akşam sen onları görüp duruyorken sana bey'at edilmeye hak sahibi değilsin, dedi. Bu hususta Ali (radıyallahü anh)'ın görüşü daha sağlam, sözü daha doğru idi. Çünkü Ali (radıyallahü anh) eğer katillere kısas uygulayacak olsaydı, birtakım kabileler o katillerin lehine taassub gösterir ve üçüncü bir savaş baş gösterirdi. O bakımdan dizginleri eline sağlamca tutup, bey'at akdinin gerçekleşmesini ve hüküm meclisinde Hz. Osman'ın kanının velilerinin bunun taleb edilmesini ve böylelikle hak ile hüküm verilebilecek zamanın gelmesini bekledi. Kısası uygulamak şayet fitne doğuracak yahutta sözbirliğini bozacak olursa, İmâmın kısası ertelemesinin câiz olduğu hususunda ümmet arasında görüş ayrılığı yoktur. Talha ve ez-Zübeyr'in başından geçenler de böyle olmuştur. Onlar Ali (radıyallahü anh)'ın yöneticiliğine karşı itaatsizlik ederek beyatlerini bozmadıkları gibi; diyaneten de hiçbir şekilde ona itiraz etmemişlerdi. Onların görüşleri sadece işe Osman (radıyallahü anh)'ın katillerinin öldürülmesi ile başlamanın daha uygun olacağından ibaretti. Derim ki; İşte bu aralarındaki savaşın sebebi ile ilgili kabul edilecek görüştür. Değerli birtakım ilim adamları şöyle demiştir: Basra'da aralarında meydana gelen olay, hiçbir şekilde savaş yapma kararı vererek yapılmış değildir. Bu beklenmedik bir şekilde ve herbir kesim kendisini savunmak maksadı ile olmuştu. Çünkü herbirisi karşı tarafın kendisine verdiği sözde durmadığını zannetmişti. Çünkü onlar kendi aralarında İşi düzene koymuş, aralarında barış tamamlanmış ve gönül rızasıyla birbirlerinden ayrılmışlardı. Osman (radıyallahü anh)'ın katilleri kendilerine karşı güç yetirileceğinden ve çepeçevre kuşatacaklarından korktular. Bunun için bir araya toplanıp, danıştılar, görüş ayrılıkları ortaya çıktı. Daha sonra da iki kesime ayrılmak noktasında görüş birliğine vardılar ve her iki ordu arasında sabahın erken saatlerinde savaşa başlamayı kararlaştırdılar. Karşılıklı olarak birbirleriyle ok atacaklar ve Ali'nin askerleri arasında bulunan kesim "Talha ve Zübeyr" antlaşmayı bozdu diye bağıracaklar, Talha ve Zübeyr askerleri arasındaki kesim de: "Ali antlaşmayı bozdu" diye bağıracaklardı. Planladıkları şekilde uygulamayı gerçekleştirdiler ve savaş başgösterdi. Herbir kesim kendi kanaatine göre karşı tarafın düzenlediği bir hileyi bertaraf ediyor ve kanının dökülmesini engellemeye çalışıyordu. Bu sebeple her iki kesimin de yaptığı doğru bir işti ve yüce Allah'a bir itaatti. Çünkü önce aralarında çarpışma olmuş, sonra da bu esas üzere çarpışmayı sona erdirmişlerdi. Bu hususta doğru ve meşhur olan görüş budur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 5- Haksızlık Eden İle Savaşmanın Gereği: "O tecavüz eden grubla Allah'ın emrine dönünceye kadar çarpışın" âyeti çarpışmayı emretmektedir. Bu ise bir farz-ı kifayedir. Eğer bir grub bunu yerine getirecek olursa, diğerlerinin üzerinden sorumluluk kalkar, Bundan dolayı ashab-ı kiramdan bir grub, bu gibi konumlarda bulunmaktan geri kalmışlardır. Sa'd b. Ebi Vakkas, Abdullah b. Amr, Muhammed b. Mesleme ve diğerleri gibi. Ali b. Ebî Tâlib de onların bu tutumlarını doğru kabul etmiş ve onların herbirisi ona kendisinin de uygun gördüğü bir mazeret ileri sürmüştür, Rivâyet olunduğuna göre halifelik Muaviye'nin eline geçince, yaptıkları dolayısıyla Sa'd'a sitem etti ve ona: Sen çarpıştıkları vakit İki kesimin arasını düzelten bir kimse olmadığın gibi, haksızlık yapan grubla da savaşanlardan olmadın. Sa'd ona şöyle dedi: Evet ben haksızlık eden gruba karşı savaşmayı terk ettiğime pişmanım. Böylelikle herbirisinin yaptıkları dolayısıyla sorumlu olmadığı, onların tasarruflarının içtihadlan gereği ve şeriate uygun bir uygulama olduğu açıkça ortaya çıkmaktadır. 6- Adaletle Barış Yapmanın. Çerçevesi: "Eğer dönerse ikisinin arasını adaletle düzeltin" âyetinde sözü edilen adaletin kapsamına aralarında cereyan eden kan dökmeler ve mal telef etmelerin taleb edilmemesi de girmektedir. Çünkü bu bir tevile dayalı olarak telef olan bir şeydir. Bunların cezalan istenecek olursa, o vakit onların barıştan uzaklaşmalarına, sının aşmakta daha da ileri gitmelerine sebeb teşkil eder, İşte maslahatın esası da budur. Lisanu’l-Umme şöyle demiştir: Aahab-ı kiramın savaşmasında yüce Allah'ın hikmeti, onlar vasıtası ile tevil ehli olan kimselerle savaşmanın hükümlerini öğretmektir. Çünkü müşriklerle savaşmanın hükümleri Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ifadeleri ve uygulamalarıyla bilinmiş bulunmaktadır. 7- Adaletli İmâma (İslâm Halifesine) Karşı Delilsiz Olarak Ayaklananlar Adaletli İmâma karşı haddi aşan ve delili bulunmayan bir kesim ayaklanacak olursa, İmâm bütün müslümanlaria yahutta yeteri kadar kimselerle birlikte onlarla savaşır. Bundan önce onları itaate ve müslüman cemaatin arasına girmeye davet eder. Şayet geri dönmeyi kabul etmeyip barışı benimsemeyecek olurlarsa, onlarla savaşılır. Onlardan alınan esirler öldürülmez, kaçanların arkasından gidilmez, yaralılarının işleri bitirilmez, çoluk-çocukları esir alınmaz, malları ganimet olmaz. Adaletli İmâm tarafından olan kişi, haksızca ayaklananı yahutta haksızca ayaklanan kişi adaletli İmâmın tarafında bulunanı öldürecek olup da katil maktulün velisi ise bunların arasında mirasçılık cereyan etmez. Yani kasten öldüren bir kimse, hiçbir durumda miras almaz. Adaletli İmâm tarafında olanın -kısasa kıyas ile- haddi aşarak haksızca ayaklanandan miras alacağı da söylenmiştir. 8- Ayaklanmacılar Tarafından Telef Edilen Kanların ve Malların Hükmü: Haddi aşan bağiylerle ayaklanan haricilerin telef ettikleri kan ya da mallardan sonra tevbe edecek olurlarsa, bunlardan ötürü sorumlu tutulmazlar. Ebû Hanife, onlardan tazminat alınır, demiştir. Şâfiî'nin bu hususta iki görüşü vardır. Ebû Hanife'nin görüşü şöylece açıklanır: Bu telef haksızca yapılan bir teleftir, dolayısıyla tazminatının ödenmesi gerekir. Bize göre bu hususta gözönünde bulundurulması gereken şudur: Ashab (radıyallahü anhüm), aralarında bu kabilden meydana gelen savaşlarda kaçanın peşinden gitmediler, yaralının işini bitirmediler, esirleri öldürmediler, herhangi bir can ve malın tazminatını da ödetmediler. Bu hususta kendilerine uyulacak kimseler de onlardır. İbn Ömer de dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Ey Abdullah! Yüce Allah'ın bu ümmetten bağyeden (haksızca ayaklanan) kimseler hakkındaki hükmünün nasıl olduğunu biliyor musun?" Abdullah; Allah ve Rasûlü daha iyi bilir, dedi. Şöyle buyurdu: "Yaralılarının işleri bitirilmez, esirleri Öldürülmez, kaçkınları takib edilmez, onlardan alınan mallar ganimet olarak paylaştırılmaz." Ancak mevcut olan mallar aynı ile geri verilir. Bütün bu hükümler kendisince uygun kabul edilen bir tevile dayanarak ayaklanan kimseler hakkındadır. ez-Zemahşerî Tefsirinde şunu zikretmektedir; Eğer haddi aşan mütecaviz kesim az sayıda olup da kendilerini koruyabilecek güçleri yoksa Allah'ın hükmüne geri döndükten sonra yaptığı haksızlıkların tazminatını öder. Şayet kendilerini koruyacak sayıda çok ve güçlü iseler tazminat ödemezler. Bundan tek istisna Muhammed b. el-Hasen -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- in görüşüdür. O Allah'ın emrine döndüğü takdirde tazminat ödemesi gerektiği doğrultusunda fetva veriyordu. Bir araya toplanıp askeri düzene girmeden yahutta savaş silahlarının bırakılması esnasında dağıldığı esnada işledikleri cinayetlere gelince, bütün fukahaya göre tazminatlarının ödenmesi gerekir. Buna göre yüce Allah'ın; "İkisinin arasını adaletle düzeltin" âyetinde sözü edilen adaletle düzeltmek, Muhammed'in görüşüne göre açıkça anlaşılır ve ilahi âyetin lâfzına uygundur. Onun dışındakilerin görüşüne göre de tecavüz eden grubun sayıca az olmaları haline yorumlanır. Fukahanın sözünü ettiği maksat, kinleri öldürmek ve ortadan kaldırmaktır, yoksa cinayetlerin tazminatının öldürülmesi değildir, şeklindeki açıklamalar ise, emroltinan adaleti uygulamak ve gözetmekle güzel bir uyum arzetmemektedir. (Yine) ez-Zemahşeri dedi ki: Şayet: Niye ikincisinde ıslah (arayı düzekmek) ile birlikte adalet sözkonusu edildiği halde, birincisinde sözkonusu edilmemiştir diye sorulursa cevabımız şu olur: Çünkü âyetin baş tarafında sözü edilen çarpışmadan kasıt, haddi aşan iki kesimin yahutta şüpheye dayanarak çarpışan iki kesimin birbiriyle çarpışmasıdır. Hangisi olursa olsun müslümanların onlar hakkında yapmaları gereken uygulama, aralarını ıslah etmek ve hakkı göstermek, kalblere şifa veren öğütler ve şüpheyi ortadan kaldırmak suretiyle musibeti dindirip arayı düzeltmektir. Ancak iki kesim ısrar edecek olursa, o takdirde çarpışmak icab eder. Burada ise tazminat uygun düşmez, fakat ikisinden birisinin haksızlık yapması halinde durum böyle değildir. Bu durumda daha önce sözü edilen her iki şekilde de tazminat ödenmesi uygundur. 9- Ayaklanan Kesim Ele Geçirdikleri Bölgelerde Ahkamı Uygulayacak Olurlarsa Hüküm Nedir?: Şayet ayaklanan kesim, herhangi bir yere galibiyet sağlayıp zekatları toplar, hadleri uygular ve oradaki insanlar arasında İslâm ahkamı ile hükmedecek olurlarsa ne zekatlar ikinci defa alınır, ne de hadler bir daha uygulanır. Kitaba, sünnete ya da icmaa muhalif olanlar dışında verdikleri hükümler de bozulmaz. Nitekim böyle bir durumda adalet ve sünnet ehli kimselerin verdikleri hükümler de bozulur. Bu açıklamayı Mutarrif ve İbnu’l-Macişun yapmışlardır. İbnu'l-Kasım da: Onların uygulamaları hiçbir halde câiz değildir, demiştir. Esbağ'dan bunun câiz olduğu rivâyeti gelmiştir. Yine ondan gelen bir rivâyete göre İbnu'l-Kasım'ın dediği gibi bunlar câiz olmaz, Ebû Hanife de böyle demiştir. Çünkü bu, velayeti câiz olmayan kimselerin haksızca bir uygulamasıdır. Bunlar bağiy olmasalardı bile hükümleri câiz olmadığı gibi, bu halde de hükümleri câiz olmaz. Bu hususta bizim lehimize olan dayanak, daha önce arzettiğimiz ashab-ı kiramın uygulamasıdır. Fitne çekilip antlaşma ve barış ile aradaki ayrılıklar ortadan kalkınca, onların verdikleri hiçbir hükmü tekrar yeniden ele alıp değerlendirmediler. İbnu'l-Arabî dedi ki: Benim kanaatime göre böyle bir iş uygun değildir. Çünkü fitne ortadan kalktığı sırada İmâm olan kişi, daha önce bağiy olan kişi idi ve ortada ona itiraz edecek kimse de yoktu. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 10- Ashabtan Herhangi Birisine Kati Olarak Bir Hata Nisbet Etmek Câiz Değildir: Ashabtan herhangi birisine kati olarak bir hatanın nisbet edilmesi câiz değildir. Çünkü hepsi de yaptıkları işlerinde ictihad etmişler ve Allah'ın rızasını gözetmişlerdir. Onların hepsi de bizim için birer önderdir (İmâmdır). Ayrıca bizden aralarında baş gösteren olaylar hakkında konuşmamakla ve onları ancak en güzel şekliyle sözkonusu etmekle ibadet etmemiz istenmiştir. Çünkü ashab-ı kiramın belirli bir hürmeti vardır ve Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onlara dil uzatmayı yasaklamıştır. Allah da onların günahlarını bağışlamış ve onlardan razı olduğunu haber vermiştir, Bununla birlikte değişik yollarla birtakım haberler varid olmuştur ki, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Talha'nın yeryüzünde yürüyen bir şehid olduğunu bildirmiştir Deylemi, Firdevs, II, 455; İbrahim b. Muhammed el-Huseyni, el-Beyan vet-Tarif, II, 9}; Munavi, Feyzu'l-Kadir, IV, 270. Eğer Talha'nın yapmak üzere gittiği savaş bir isyan olsaydı, hiçbir zaman o savaşta öldürülmekle şehidlik mertebesine ulaşamazdı. Aynı şekilde onun yaptığı İş, tevil açısından bir hata ve görevini yerine getirmek bakımından bir kusur olsaydı, yine öldürülmesi dolayısıyla şehid olması sözkonusu olmazdı. Çünkü şehadet ancak itaat uğrunda öldürülmek halinde sözkonusu olur. Dolayısı ile meselenin açıkladığımız şekilde yorumlanması gerekmektedir. Buna delil teşkil eden hususlardan birisi de Ali (radıyallahü anh)'dan sahih olarak ve yaygın bir surette rivâyet olunan Zübeyr'in katilinin cehennemde olacağını söylemiş olması ve onun şöyle bir rivâyet nakletmiş olmasıdır: Ben Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı: "Safiyye'nin oğlunu öldüreni cehennem ateşiyle müjdele." Müsned, I, 89; Hakim, Müstedrek, III, 414; Taherani, Evsat, VII, 130. diye buyururken dinledim. Durum böyle olduğuna göre Talha'nın da, Zübeyr'in de savaşa katılmakla asi ve günahkar olmadıkları da açıkça sabit olmaktadır. Çünkü eğer onlar böyle obaydı Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Talha hakkında "şehiddir" demez, Zübeyr'i öldürenin de cehennemde olacağını bildirmezdi. Aynı şekilde savaşa katılmayıp oturan da tevilinde hata işlemiş değildir. Aksine o, Allah'ın İctihad yoluyla kendilerine gösterdiği bir doğrudur. Durum böyle olduğuna göre onların lanetlenmesi, onlardan beri olunması ve fâsık olduklarının söylenmesi, fazilet ve cihadlarının geçersiz olduğunun belirtilmesi, dindeki büyük katkı ve faydalarının görmezlikten gelinmesi gerekmez. Allah hepsinden razı olsun. İlim adamlarından birisine ashabın kendi aralarında döktükleri kanlar hakkında soru sorulmuş, o da şu cevabı vermiştir: "Onlar bir ümmetti, gelip geçti. Onların kazandıkları kendilerinin, sizin kazandıklarınız da sizindir ve siz onların işlediklerinden sorumlu olmayacaksınız." (el-Bakara, 2/134 ve 141) Yine ilim adamlarından birisine aynı soru sorulmuş, o da şu cevabı vermiş: Sözünü ettiğiniz kanlara Allah elimi bulaştırmamış, ben de dilimi onlara daldırmıyorum, Bununla bir hataya düşmekten sakınmayı ve bazıları aleyhine isabet edemeyeceği bir hüküm vermekten uzak durmayı kastetmiştir. İbn Furek dedi ki: Bizim mezheb âlimlerimizden kimisi şöyle demiştir: Ashab arasında meydana gelen çatışmalarda izlenmesi gereken yol, tıpkı Yusuf ile diğer kardeşleri arasında meydana gelenler hakkında izlenmesi gereken yol gibidir. Yûsuf’un kardeşleri bu yaptıkları sebebiyle Allah'ın veli kulları olmanın ve peygamberliğin sınırları dışına çıkmamışlardır. İşte ashab-ı kiram arasında cereyan eden hususlarda da durum aynen böyledir. el-Muhasibî dedi ki: Dökülen kanları sözkonusu edecek olursak, onların anlaşmazlıkları sebebiyle bu hususta bizim herhangi bir söz söylememiz oldukça zordur. Hasan-ı Basri'ye onların çarpışmalarıyla ilgili soru sorulmuş, o da şu cevabı vermiştir: O Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabının hazır bulunduğu, bizim de bulunmadığımız, kendilerinin bildiği, bizimse bilmediğimiz bir çarpışmadır. Onların ittifak ettikleri hususlarda biz onlara tabi oluruz, aralarındaki anlaşmazlıklarda da haddimizi bilir, orda dururuz. el-Muhasibî dedi ki: İşte biz de el-Hasen'in dediği gibi diyoruz ve şunu biliyoruz ki, onlar içine girdikleri işi bizden daha iyi biliyorlardı. Üzerinde ittifak ettikleri hususlarda biz tabi oluruz. İhtilaf ettikleri yerde ise dururuz ve kendiliğimizden bidat bir görüş ortaya koymayız, Onların ictihad ederek yüce Allah'ın rızasını gözetmeye çalıştıklarını da biliyoruz. Çünkü onlar dinlen hususunda itham altında tutulan kimseler değildir, Yüce Allah'tan tevfikini dileriz. |
﴾ 9 ﴿