145(Ey Peygamber!) And olsun ki sen, kendilerine kitap verilmiş olan Yahûdî ve Hırıstiyanlara her türlü âyet ve mu'cizeyi versen bile yine de senin kıblene uymazlar (dönmezler). Sen de onların kıblesine uyacak değilsin. Kaldı ki, onlardan kimi diğerinin kıblesine de uymazlar. And olsun ki, sana gelen bunca ilimden sonra eğer onların arzu ve isteklerine faraza uyarsan, o takdirde sen mutlaka zalimlerden olursun. “(Ey peygamber!) And olsun ki sen, kendilerine kitap verilmiş olan Yahûdî ve Hırıstiyanlara her türlü âyet ve mu'cizeyi versen bile.” Bu âyette Rabbimiz bunlar arasında inatçı olanları murad ediyor. Dolayısıyla, bu türden inatçılara Kâ'be'nin hak ve gerçek kıble olduğunu, oraya mutlaka dönülmesi gerektiğini çok açık, net ve kesin delil ve kanıtlarla bile ortaya koymuş olsan, “Yine de senin kıblene uymazlar.” Çünkü bunların sana uymamaları, sana uymayı terk etmeleri herhangi bir şüpheye dayalı değil ki, ortaya koyacağın kanıtlarla şüphelerini ortadan kaldırasın. Onların sergiledikleri tavır ve durum sadece inada ve bir de kendilerini üstün kabul etme kibirliliğine dayanmaktadır. Kaldı ki, bunlar kendi yanlarında bulunan hak kitaplarında senin niteliklerini görüp okumuşlar ve hepsim de hak ve gerçek olduğunu öğrenmişleredir. Kasemin yani yeminin mahzûf (gizli) olan cevabı, şartın cevabı yerindedir. “Sen de onların kütlesine uyacak değilsin.” Bu ifade ile Rabbimiz İslâm düşmanlarının bu türden beklentilerine de kesin noktayı koymuş oluyor. Çünkü bunlar herhangi bir mecburiyet karşısında böyle bir davranış sergileyebilirler. Nitekim bunlar: “Eğer bizim kıblemize (Kudüsallallahü aleyhi ve sellem) üzerinde sebat etmiş obaydı, bu takdirde biz de onun, bizim beklemekte olduğumuz arkadaşımız (peygamber) olduğunu umabilirdik.” dediler. Böylece Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in kendi kıblelerine dönme beklentisi içine girdiler. Âyette onlara âit kıble meselesini tekil olarak zikretti. Halbuki biri Yahûdîlere ve biri de Hırıstiyanlara âit olmak üzere iki kıble bulunmaktadır. Bunu nedeni her ne kadar bunların her birinin kendilerine âit bir kıbleleri var ise de, bâtıl de birleşmeleri sebebiyle hedef açısından tek oldukları için, kıble de tekil olarak getirilmiştir. “Kaldı ki onlardan kimi diğerinin kıblesine de uymazlar.” Yani her ne kadar bu kitap ehli şana muhalefette, karşı çıkmada ittifak içine girseler bile, bunlar da kıble meselesinde kendi aralarında da tartışmalıdırlar. Onların sana muvafakatları nasıl ki beklenemezse, kendi aralarında ittifakları da beklenemez. Çünkü Yahûdîler Kudüs'e (Beyt-i Makdis'e) doğru yönelirlerken, Hırıstiyanlar ise güneşin doğuşunu bekler ve ona dönerler. “And olsun ki sana gelen bunca ilimden sonra eğer sen onların arzu ve isteklerine (faraza) uyarsan,” Yani delil, burhan ve kanıtların açıkça meydana çıkmasından sonra ve kıblenin de gerçekte Kâ'be olduğunu öğrendikten sonra, Allah'ın dininin de İslâm'dan başkası olmadığı gerçeğini kavradıktan sonra (faraza) onlara uyarsan, “O takdirde sen mutlaka zalimlerden olursun.” Sen de o iğrenç zulüm plarıı içerisinde yer almış olur ve o suçu işlemiş olursun. İşte burada dinleyenlere ve duyanlara bir lütuf ve ikram yer almaktadır. Kişiyi hakka yöneltmek ve onda sebat açısından sevaba aşırı bir teşvik vardır. Aynı zamanda aydınlandıktan ve gerçekleri anlayıp kavradıktan sonra delile göre hareket etmeyi bırakıp hevâ ve istekleri doğrultusunda hareket edenleri de uyarıp ve tehdit ediyor, sakındırıyor. Bir tefsire göre ahirde ilk değerlendirmede sanki hitap Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)a imiş gibi gözükse de bundan asıl murat olunan ümmetidir. İşte âyetin bu noktasında, (........) üzerinde vakfetmek lâzım gelir. Eğer vasl edilir, yani durmayıp geçilirse, bu takdirde, bundan sonra gelecek olan âyet yani, (........) bu, (........) kelimesinin sıfatı olmuş olur. |
﴾ 145 ﴿