MUHTASAR

RÛHU'L-BEYÂN TEFSİRİ:

Tenvîru'l-Ezhân

min

TEFSÎRİ RÛHU'L-BEYÂN

 

İhtisar Eden:

Muhammed Ali Sâbûnî (doğumu: 1930 - ......)

RÛHU'L-BEYÂN TEFSİRİ

İsmâil Hakkı Bursevî, Hanefî (ö.1137 / 1725 )

MUKADDİME

Kovulmuş şeytandan Allah'a sığınırım

"İstiâze", yani ”eûzü" çekmekdeki hikmet, izin istemek ve kapıyı çalmaktır. Çünkü harhangi bir devlet büyüğünün kapısına gelen kimse, onun izni olmaksızın içeri giremez. Kur’an okumak isteyen kimse de, sevgili ile başbaşa konuşmaya girmek istemektedir. Dolayısıyla dilini temizlemek ihtiyacındadır. Çünkü çoğu zaman dil, olmayacak sözler ve iftiralarla temizliğini yitirmiş, kirlenmiş olabilir. İşte onun temizlenmesi ancak Allah'a sığınmakla, yani ”eûzü" söylemekle sağlanabilir.

Nitekim marifet sahipleri şöyle derler: ”Bu kelime, gerçekten Allah'a yaklaşmak isteyenlerin başvurduğu bir araç, Ondan korkanların tutamağı ve sevenlerin latifeleşmesidir. Kısaca bu, Allahü teâlâ'nın şu âyetine uymak ve bağlanmaktır: ”Kuran okuduğun zaman, o kovulmuş şeytandan Allah'a sığın." (Nahl:98)"

İstiâze (eûzü), Müslümanların cumhuruna göre, Kuran okumaya başlanmadan önce söylenir. (1) Çünkü âyetteki ”okuduğun zaman" ifadesi, ”okumak istediğin zaman" anlamındadır. Bu da örfî hakikat yerine geçen çok yaygın bir yorumdur. Diğer taraftan cumhurun tercih ettiği görüşe göre istiâze, ”eûzübillahimineşşeytanirracîm" cümlesidir. Her ne kadar ”esteîzü-billah", Rabbimizin, ”İsteız" (sığın) emrine uygun olduğu için, dil açısından daha muvafık ise de, bu rivayet, açısından daha güçlüdür.

Ayrıca Cebrail'in, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e getirdiği ilk şey istiâze ile beşmele'dir. Nitekim Allah şöyle buyuruyor: ”Rabbinin adıyla (besmele ile) oku."(Alâk: 1)

"Eûzü", sığınıyorum, sarılıyorum, korunmak istiyorum ve yardım diliyorum gibi anlamlara gelir. Avz ve iyaz kelimeleri, tıpkı oruç anlamına gelen savm ve sıyam kelimeleri gibi birer masdar, yani kök fiildir. Bir kimsenin ”eûzü" demesi, yaptığı bir işi haber vermesi (ihbârî)dir ama, ”Ya rabbi beni koru" anlamında (inşâî)dir. Burada, inşâdan, ihbara yönelişinde, olacak şeyde, hayır ummak gibi bir fayda vardır. Bundaki sır, kul ile Rabbi arasında bir ahdin ve anlaşmanın varlığıdır. Nitekim Allah şöyle buyuruyor: ”...Bana verdiğiniz sözü yerine getirin ki, ben de size vadettiklerimi vereyim..." (Bakara: 40)

Kul burada adeta: ”Ben, beşerî eksikliğime rağmen kulluğumun gereği olan sözümü yerine getirdim ve ”eûzü billah" veya ”estağfirullah" dedim. O halde sen, tüm kerem ve lütfunla, üstün bağışlamanla, Rab olarak verdiğin sözü kesinlikle yerine getirmeye ve beni korumaya daha layıksın demektedir.

"Billahi..." Allah kelimesinin herhangi bir türevi yoktur. Bu işin erbabının görüşü budur. Çünkü hiçbir kimse yüce Allah'ı künhüyle bilemez, buna imkân yoktur.

İstiaze; sıfat, fiil ve zat'la ilgili olmak üzere üçtür. Nitekim Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: ”Senin gazabından rızâna, cezalandırmandan affına sığınırım. Nihayet senden yine sana sığınırım."

İstiaze için yüce Allah'ın isimleri arasından ”Allah" ismi seçilmiştir.

Çünkü bu isim, istiâzenin her türünü kapsar.

"Şeytandan", Allah'ın rahmetinden uzaklaştırılan şeytandan, Allah'a sığınırım. İbn Abbas (radıyallahü anh)'tan rivayete göre, ”şeytan, isyana kalkışınca, lânete uğratıldı ve şeytan oldu."

İbn Abbas'ın bu ifadesi, Allah'ın lanetlemesinden sonra şeytan isminin verildiğini gösteriyor. Daha önce ismi Azazîl'di. Burada, kendisinden sığınılan şey; alay etmek, kötülük ve dedikodu yapmak, vesvese vermek gibi şeytanın zarar ve kabahatleriyle kayıtlanmamıştır ki, onun tüm şerlerinden sığınılmış olsun.

"Ravdatu'l-Ahyâr" isimli eserde: ”Şeytanlar erkek ve dişidirler, doğarlar, fakat ölmezler, ebedîdirler. Cinlerin, erkek ve dişileri vardır, bunlar doğar ve ölürler. Meleklerin ise erkeklik ve dişilikleri yoktur, doğurmazlar, yeyip içmezler" deniliyor.

Böylece şeytan ve cinlerin gerçek ve var oldukları anlaşılmaktadır. Cinlerin varlığını felsefeciler, tıp bilginleri ve benzerlerinin cahillerinden az bir güruh inkâr etmiştir. Allah şöyle buyurmaktadır: ”(...Hazret-i Süleyman yere yıkılınca) anlaşıldı ki, cinler gaybı bilselerdi, o küçük düşürücü azap içinde kalmazlardı." (Sebe: 14)

Cinler gerçekten ateşten yaratılmış varlıklardır. Çeşitli şekil ve surete girebilme gücüne sahiptirler. Meselâ, yılan, akrep, köpek, at, katır ve merkep şekillerine girebilirler. Cinler de akıllı ve bilinçli varlıklardır. Oldukça ağır işler yapabilme gücüne sahiptirler. Hazret-i Süleyman için kaleler, heykeller, havuzlar genişliğinde leğenler ve sabit kazanlar yaparlardı. (3)

3- Burada: ”Onlar Süleyman'a, kalelerden, heykellerden, havuzlar kadar (geniş) leğenlerden, sabit kazanlardan ne dilerse yaparlardı" (Sebe: 13) âyetine işaret vardır.

Burada ”şeytan'la, iblis ve yardımcıları kasdolunmaktadır. Bu ismin; insanlar ve cinlerden, doğru yoldan saptıran azgın ve haddi aşanların hepsi hakkında kullanıldığı da söylenmektedir. Nitekim şu âyet bu gerçeği dile getiriyor: ”... insan ve cin şeytanlarını... ” (En'âm: 112)

"Er-racîm", lanete uğratıldığında, göklerden melekler tarafından atılan, ya da şeytan göğe çıkmaya kalkıştığında, gökyüzünün alevli ateşleri ile oradan uzaklaştırılıp atılan manasınadır. ”Racîm", şeytan için kötü bir sıfattır. Kuranda, şeytanla ilgili olarak daha birçok kötü isimler ve yerilmiş nitelikler vardır. İşte onun tüm kötülüklerini ifade eden kelime, ”Racîm" dir. Çünkü bu nitelik, şeytanla ilgili tüm cezaları kapsar. Bu sebeple, başlangıçta onun birçok isim ve nitelikleri arasından, bu özelliği taşıyan böyle bir kelime seçilmiştir.

Gerçek anlamda istiâzenin ortaya çıkması, yalnızca sözle mümkün olmaz. Bunun yanında kalbin de bu söze kesin bir şekilde katılması, sözün, fiil ve davranışlara uygun olması, dilin ”Allah'a sığınırım" derken fiil ve davranışlarının ”şeytana sığınırım" dememesi gerekir. Aksi takdirde bu, isyan ve azgınlık konusunda şeytanla işbirliği anlamına gelir.

Şeytandan istiâzede Allahü teâlâ dışında başka bir şeyden korkmayı ortaya koymak söz konusudur, dolayısıyla bunun da kulluğun ihlali anlamına geldiği söylenebilir. Buna cevap olarak şöyle deriz: Düşmanı, düşman bilmek sevginin pekiştirilmesi, Allah'tan başkasından Allah'a yönelmek kulluğun tamamlanması, Allah'ın emirlerine sarılmak taatın öne geçirilmesi demektir. Allah'tan korkmayandan korkmak da çaresizliği ortaya koymaktır. Nitekim ”Allah'tan korkuyorum" demek, O'nun azabından ve öfkesinden korkuyorum, demektir. ”Allah'tan korkanlardan korkarım" sözüyse, onun bedduasından korkarım, ”Allah'tan korkmayandan korkarım" sözü de, onun kötü fiilerinden korkarım anlamındadır.

Tefsir-i Kebir'de anlatıldığına göre ”Eûzübillah" kişinin tüm iyilikleri kazanıp bütün tehlikelerden kurtulması için yaratılandan yaratana ve nefsi için sonsuz ihtiyaçlarından kurtulup, kamil anlamda Hak zenginliğine yönelmesidir. ”O halde Allah'a koşun..." (Zariyat:50) âyetinin sırrı da bunda yatar.. Yine onda, Allah'ın huzuruna varabilmek için acizliği kabul etmekten başka bir yol olmadığına delâlet vardır. Acz, varılacak makamların en son noktasıdır.

Hasan (Basrî) şöyle der: ”Bir kimse gerçek anlamda Allah'a sığınır ve bunu kalb huzuruyla yerine getirirse, Allah, onunla şeytan arasında üç yüz perde oluşturur, engel meydana getirir."

Şeytan, oburca yeme ve içme yoluyla insan tabiatına musallat kılınmıştır. İnsan oburluğu bıraktığı takdirde, midesinin ve nefsinin şehvetini önlemiş olur. İnsan midesine ve beline sahip olursa, şeytan onu etkileme fırsatı bulamaz.

Nefsin ıslahı da, ancak beş vakit namazı kılmakla sağlanabilir. Çünkü namazın farz oluş sebebi, nefsin ıslahı ve eğitilmesidir. Namaz sayesinde insan şu üç lezzeti alır:

a) En büyük ve yüce Melikin önünde ellerini bağlamak,

b) O'nun için rükûa varmak,

c) O'na secde etmek.

Nefis, boyun eğmek, huşu ve tevazu ile ıslah olur.

Anlatıldığına göre İblîs aleyhi'l-lâ’ne, dünyayı her gün elleri üzerinde havaya kaldırır ve şöyle seslenir: ”Kim, kendisi için zarar verip yarar sağlamayan dünyayı satın alacaktır?" Dünyaya bağlı olanlar: ”Biz" diye cevap verirler. Ancak şeytan: ”Acele etmeyin hele, onun bir kusuru vardır" der. Onlar, ”önemi yok" derler. Şeytan, ”dünyanın değeri altın ve gümüş değil, onun fiatı, cennetteki hissenizdir. Ben dünyayı şu dört şeye karşılık satın aldım: Allah'ın laneti, gazabı, azabı ve O'nun emirlerini çiğnemek ve yasakladıklarını yapmak. İşte ben, cenneti verip bunları aldım" der. Dünyaya gönül verenler de: ”Bu bizim için kabul edilebilir ve geçerlidir" derler. Şeytan yine kendilerine: ”O halde beni bu konuda kârlı kılmalısınız. Kalblerinizi bu söylediklerime öylesine açacaksınız ki, size söylediklerimin dışında bir başka şeye kesinlikle kulak asınayacaksınız" der. Dünya bağlıları da; ”Dediklerini aynen uygulayacağız" cevabını verirler. İşte böylece şeytanın kendilerine sunduğu şeyi alırlar. Şeytan bunun üzerine: ”Ne kötü bir ticaret" der.

Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, şeytanın verdiği vesveseden sorulmuş, o da şu karşılığı vermiştir: ”İşte bu, imanın tâ kendisindendir." Yâni, içi bomboş olan bir eve hırsız girmez.

Anlatıldığına göre, Horasanlı bir adam, Irak'a doğru yola çıkmış ve oradaki âlimlerin birine gidip gelerek ondan dört bin hikmetli hadis öğrenmiş. Sonra da ülkesine dönmek için hocasından izin istemiş. Hocası kendisine:

"Sana öyle bir kelime öğreteceğim ki, bunlar senin öğrendiğin hadislerinden de hayırlıdır" demiş. Bunun ne olduğunu sorduğunda, hocası: ”Horasan'da İblis var mı?" diye sormuş. Adam da ”evet" demiş. Hocası devamla: ”Peki size vesvese verir mi?" demiş. Adam yine ”evet" demiş. Hocası: ”Peki onun vesvesesi karşısında ne yaparsınız?" diye sorunca, adam, ”reddederiz" demiş. ”İkinci defa vesvese verirse?" ne yaparsınız, ”yine reddederiz" demiş. Bunun üzerine hocası: ”Eğer Allah düşmanı size eziyetlerde bulunur, sizi Allah'a itaatten geri bırakırsa, onun vesvesesini geri püskürteceğiz diye zaman harcamayın. Ona karşı tıpkı yabancının çoban köpeğine karşı takındığı gibi, bir tavır takının, Allah'a sığının. Çünkü bu da, köpeklerden bir köpektir."

Allah onun tuzağından ve kötülüğünden bizi ve sizi korusun.

FÂTİHA SÛRESİ

Mekke devrinde nazil olmuştur, 7 âyettir.

Bu sûreye fatiha adının verilmesi: Kuran ve namaza bununla başlanılması, her söze hamd ile girilmesi, dünyada varılmak istenen her amacın ve ahirette cennet kapılarının anahtarı olması, Kuranın gizli yönlerinin bununla açılabilir olması gibi sebeplere dayanmaktadır. Çünkü ”Fatiha", güzel konuşmanın başında yer alır. Nitekim, beyan ehline, Kuran gerçekleri bununla ortaya çıkar. Fatihayı anlayıp kavrayabilenler, bununla müteşabihlerin inceliğini idrak edebilirler. Kuran âyetlerinin ışığını bununla alabilirler. Bu sûreye Ümmu'l-Kur'an adı verilmiştir. Bir şeyin ümmü, onun aslı demektir. Çünkü Kur'an'ın tamamı şu dört temel esası ortaya koymak için gelmiştir:

a) Ulûhiyyet.

b) Peygamberlik.

c) Ahiret.

d) Kaza ve kaderin Allah'tan olduğunu isbat.

"Hamd, âlemlerin Rabbi, Allah'a mahsustur. O Rahmandır, Rahîm'dir" âyetleri ulûhiyyet,

"Din gününün sahibi..." âyeti ahirete,

"ancak sana kulluk ederiz ve ancak senden yardım bekleriz" âyeti, Cebriliği ve Kaderiliği reddederek her şeyin Allah'ın kaza ve kaderiyle olduğunu isbata delâlet etmektedir.

Sûreye, âyet sayısının yedi olması, her namazda veya her rekâtında tekrarlanması, Mekke ve Medine'de ayrı ayrı iki kez nazil olması gibi sebeplerle ”Seb'ul-Mesanî" adı da verilmiştir. Sûre ayrıca. Salât, Şifa, Şâfiye, Esasu'l-Kur'an, Kâfiye, Vafiye, Hamd, Sual, Şükür, Dua ve Kenz gibi isimlerle de anılmaktadır.

1

Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla.

Müteahhir Hanefi âlimlerince kabul edilen görüşe göre ”besmele",

Kuran sûrelerinde yer alan âyetlerin bir parçası değil, bağımsız ve başlı başına bir âyettir. Sûrelerin birbirinden ayrılması ve ilk başlangıçta bereket istemek için konulmuştur. Nitekim her önemli işe de besmeleyle başlanılır. Aynı zamanda besmele, Kur'an'ın anahtarıdır. Levh-i mahfuz'da kalemin ilk yazdığı şeydir. Hazret-i Âdem'e ilk inen âyet de ”besmele" dir. Besmele'nin ”istiâze"den sonraya bırakılmasının hikmeti; kalbi güzel şeylerle süslemeye başlamadan önce, kötü şeylerden temizlemek ve tümüyle Allah'a yönelerek, Allah'dan başka her şeyden, bütün yönleriyle ilgiyi kesmektir.

"Bismillah" (Allah'ın adıyla): Kâfirler bir işe başlarken tanrılarının adlarını anarak ”Lât ve Uzza'nın adıyla" derlerdi. Dolaysıyla tevhid ehline de bir işe başlarken öncelikle Allah'ın adını anması ve bunun neden öne alındığını bilmesi gerekli görülmüştür. Bu da, önce Allah'ın adını anarak, yapılacak işle ilgili fiili sonraya bırakmakla olur. Bunun içindir ki, bismillâhtan sonra bir fiil takdir edilir. Başlanacak işe göre ”bismillahi ekrau: Allah'ın adıyla okurum" v.b. takdir edilir.

Kendi zatı göz önüne alınarak, ”Allah" isminin mutlak olarak kullanılması caiz olduğu gibi selbî sıfatları itibariyle Kuddûs, süibûtî sıfatları bakımından Alîm, fiilleri itibariyle de Halik denilebilir. Fakat bu kullanılış, bir kısım âlimlerin ileri sürdüğüne göre tevkifidir. (Yani bizzat Allahü teâlâ tarafından bildirildiği için üzerinde herhangi bir düşünce ileriye sürülemez ve nasıl bildirildiyse, öylece kabul edilir. -Mütercim)

Tercih edilen görüşe göre ”Allah" kelimesi İsm-i A'zam'dır. Bir kimse çıkarak: ”İsm-i A'zam, kendisiyle Allah'a duâ edildiğinde, duanın kabul edildiği; bir şey istendiğinde verildiği bir yakarıştır. Oysa biz bununla duâ edip istekte bulunduğumuz halde, çoğu zaman duamıza karşılık verilmediğini görüyoruz?" derse, ona şu cevabı veririz: Kuşkusuz duanın tıpkı namazda olduğu gibi bazı adabı ve ön şartları vardır. Bunlar yerine getirilmedikçe duâ kabul edilmez. Bunlardan ilki helâl lokma yiyerek içi temizlemektir. Bu bakımdan ”Duâ gök kapısının anahtarı, helâl lokma ise bu anahtarın dişleridir" denilmiştir. Bu şartların sonuncusuysa, yüce Allah'ın: ”Dinde samimi olarak Allah'a duâ edin" (Mü'min: 14) buyruğunda gösterildiği gibi, samimiyet ve kalb huzurudur.

İnsanın isteğini yalnızca diliyle belirtmesi, kalbi henüz buna hazır değilken diliyle ifade etmesi, tıpkı kapı önündeki bir kimsenin anlamsız sesler çıkarması veya dam üstündeki gürültü-patırtı koparması gibidir. Ancak kişi duâ etmek için kalbiyle hazırsa, o kalb ilahi huzurda kendisine şefaat edecektir.

"Rahman": Rahmet sözlükte, kalb inceliği ve şefkat anlamlarına gelir. Nitekim içindeki cenîn'e şefkat ve merhametli olduğu için, ana rahmi de bu anlamdadır. Burada rahmetten maksat memnun etmek ve ihsanda bulunmaktır. Buna göre anlam: ”Yaratıklarına rızık veren, onlar üzerinden belaları uzaklaştıran, takvası nedeniyle takva sahibinin, ya da facirliği yüzünden kötülerin rızıklarını artırıp eksiltmeyen, aksine herkese dilediği gibi rızık veren" demektir.

"Rahîm" Esirgeyip ve bağışlayan; kendisinden istenildiğinde veren, istenmediğinde öfkelenendir. ”Oysa insan, kendisinden birşey istendiğinde öfkelenir."

Rahmet, Allah'ın zatî sıfatlarındandır. Bu da, hayrı yerine ulaştırmayı ve şerri de önlemeyi istemektir. İstemek (İrade) de zatî sıfatlarından birisidir. Çünkü Allah, irade sıfatına sahip olmasaydı, varlıkları yaratmazdı. Varlıkları yarattığına göre, Allah'ın rahmetinin de, zatî sıfatlarından biri olduğu ortaya çıkmaktadır. Çünkü yaratmak, varlık hayrını yaratılana ulaştırmak, yokluk (adem) kötülüğünü de onlardan uzaklaştırmaktır. Çünkü bizzat varlık, bütünüyle iyilikten ibarettir. Nitekim Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şu sözleriyle bu gerçeğe işaret etmiştir: ”Allah'ın yüz rahmeti vardır. Bunlardan sadece birtanesini dünyadaki herkese vermiş, doksandokuzunu da ahirete bırakmıştır. Kullarına, ahirette bunlarla rahmette bulunacaktır. ”(2)

2

Hamd âlemlerin Rabbi Allah'a muhsustur. ”Hamd" kelimesinin başında yer alan ”lam", ”and" (3) içindir. Bu da mükemmel hamd anlamındadır. Mükemmel olan hamd ise, Allah'ın bizzat kendini övmesi, ya da peygamberlerin Allah'ı övmesidir. Aynı zamanda bu ”Lâm" harfi genellik ve kapsamlılık (istiğrak) bildirir. Bu ise bütün hamdlerin, aslında Allah'a yapıldığı anlamındadır. Çünkü: ”Onu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur" (İsrâ: 44) âyetinde belirtildiği gibi, meleklerin, insanların ve tüm varlıkların hamdi, asıl olarak hamdin, adalet bakımından övgünün ve gerçeklik bakımından da mabudluğun kendisine ait olması dolayısıyla Allah'adır.

Hamd, övülmeye lâyık olan zatın kemâlinin açıkça ortaya konulmasıdır. Yüce Allah'ın kemâli, O'nun sıfatları, fiilleri ve eserleridir.

Davud-ı Kayserî bunu şöyle anlatıyor: Hamd; sözle, fiille ve yaşantıyla olur:

Sözlü hamd: Yüce Allah'ın kendisini, veya peygamberlerinin O'nu övdüğü şekilde, dille yapılan hamd ve övgüdür.

Fiilî hamd: Kişinin bedensel olarak ibadet ve hayırlar yapmasıdır. Allah'ın rızâsını gözeterek ve ona yönelerek, bir kimsenin dille Allah'a hamdetmesi ve O'nu övmesi nasıl gerekliyse, her durumda bütün organlarıyla Allah'a hamdetmesi ve O'nu övmesi de öylece gereklidir. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: ”Her durumda Allah'a Hamdolsun." (4)

İşte bu da ancak, her organın yaratılmış olduğu amaç doğrultusunda değerendirilmesiyle sağlanabilir. Meşru bir şekilde Allah'a kulluk da, nefsin hoşnutluğunu ve lezzetlerini istemek için değil, Allah'ın emrine imtisal için yapılır.

Hâlî, yani yaşantıyla sergilenen hamd: Bu kalb ve ruhtaki iman derecesine göredir. Kişinin ilim ve amel açısından olgunluğa erişmesi, ilahî ahlâkı yaşantı haline getirmesiyle kazanılır. Çünkü insan Allah'ın ahlakıyla ahlâklanmakla emrolunmuştur.

Hamd; kapsam olarak duâ, şükür ve övgüyü içerir. Bundan dolayı Allah (celle celalühü), ”lillâhi" de sena ile, ”rabbi'l-âlemîn'de şükürle, ”erahmânirrahîm, maliki yevmiddin"de de medihle, kendisine hamdederek kitabına başlamıştır.

Kul, gerçek anlamda Allah'a, bu üç tür hamdden biriyle hamdedemez. Buna sebep; gerçek anlamda hamd, Allahın zatına ve sıfatına yaraşır biçimde medih ve sena, onun zatının ve sıfatlarının hakikatim bilmenin bir bölümüdür. Bunun için Allah şöyle buyurmuştur: ”...Onlar ise ilimce onu kavrayamazlar." (Tâ-Hâ: 110), ”Allah'ı gereği gibi tanımadılar..." (Enam: 91).

İkincisi taklidi ve mecazî olanı şudur: Miraç gecesinde Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), yüce Allah'ın :"Beni sena et" hitabı karşısında : ”Ben seni sena edebilecek bir güce sahip değilim" demişti. Ancak yine de emre uyarak kulluğunun gereğini yapmasının gerektiğini de biliyordu. İşte bunun için: ”Sen, kendi zatını nasıl sena ettinse, ben de öylece sena ediyorum" demişti.(5)

İşte bu, Allah'a taklidî yoldan yapılan bir sena ve övgüdür. Nitekim biz de taklidî anlamda Allah'a hamdetmekle emrolunmuşuzdur. Allah bunu şu buyruğuyla emretmektedir: ”Allah'a hamdolsun, de." (Neml: 59,93) ”O halde gücünüz yettiği kadar Allah'tan korkun." (Teğâbün: 16)

İmam Gazzalî, Minhâcu'l-Âbidîn adlı eserinde şu ifadelere yer veriyor: ”Kuşkusuz hamd ve şükür, yedi aşamanın en sonuncusudur. Sâlik olan kimsenin istediğini elde edebilmesi için, bu yedi aşamadan geçmesi gerekir. İbadet yolunda yürüyen kulu harekete geçiren ilk şey, semavî bir ilham ve özel bir ilahî yardımdır. Bu konuya Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), şu hadisleriyle işaret buyurmaktadır: ”Nur, bir kez kalbe girince, o kalb açılır ve ferahlık kazanır." Bunun belirli bir işareti var mı sorusu üzerine Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem): ”Aldatıcı dünyadan uzak durmak, ebedî dünyaya yönelmek ve henüz ölüm gelip çatmadan önce, ölüme hazırlıklı olmaktır" (6) buyurmuştur.

"Alemlerin Rabbi" Allah, zat ismi bakımından tüm hamd ve övgülere layık olduğunu belirtmiş ve bu ”zât" ismine karşılık"hamd"i getirirken, hemen arkasından sıfat isimlerini eklemiş ve böylece, zat ve sıfatları bakımından her tür övgüye lâyık olduğunu bir arada göstermiştir. Burada ”Âlemlerin Rabbi" ifadesi Allah'ın zat ve sıfatları açısından, dünyevî ve uhrevî her tür hamde müstehak olduğunun bir delili niteliğindedir.

"Rabb", terbiye ve ıslah etmek anlamlarındadır. Bu, ”âlemler" açısından onları gıdalarla ve hayatta kalmak için muhtaç oldukları şeylerle besleyen, eğiten ve yetiştiren demektir. İnsan hakkında kullanılınca dış dünyası olan bedenini nimetle, iç dünyası olan kalbini de rahmetle eğiten anlamınadır. Allah, âbidlerin nefislerini şeriat hükümleri, âşıkların kalblerini tarikat adabı, sevenlerin sırlarını hakikat nurlarıyla eğitir. Yine Allah, insanı bazan tavırları ve organlarında varolan güçlü nurların feyziyle terbiye eder. Kulakla işitme özelliğini, gözle görme unusurunu, dille konuşma imkânını bahşeden Allah'ın şanı ne yücedir. Ey her şeyden münezzeh olan Rabbimiz! Bitkilerde tane ve meyveyi yaratarak, hayvanlara et ve yağ giydirerek, toprağı ağaç ve nehirlerle hizmete sunarak, gök kubbeyi yıldızlarla donatıp aydınlatarak varlıkların yetişmesini sağladın! Sen gerçekten yüce ve münezzehsin! Bütün bunlar insanı şaşırtacak şeylerdir. Rabbin, sanki senden başka bir kulu yokmuşçasına seni yetiştirirken, sen de adeta O'nun dışında bir Rabbin varmış gibi O'na hizmet etmemektesin.

"Âlemîn", âlem kelimesinin çoğuludur. Aslında ”âlem" de çoğul bir kelimedir ve tekili yoktur. Vehb. Allah'ın onsekizbin âleminin olduğunu belirtiyor. Dünya da, bu âlemlerden bir tanesidir ve bu kadar geniş bir harabe içerisinde ufacık bir bayındırlık, çöl ortasındaki bir çadır gibidir.

3

O, Rahman'dır, Rahîm'dir. Bu kelimelerin tekrarı konusunda değişik yorumlar vardır. Bunlardan biri ”besmele''nin yorumu içinde verilmişti. Rahman ve Rahîm arasındaki fark, ya Rahman sıfatının Allah'a mahsus olması, ya Rahmanın genel olması, ya da yüce ve değerli nimetleri ifade etmesinden kaynaklanmaktadır:

a) Birincisine göre Rahman Allah'tır. Çünkü bu kelimenin içerdiği şeyler kullardan meydana gelmez. Bu, ancak Allah'tan olabilir. Halbuki ”Rahîm" sıfatı, kullar için de kullanılır.

b) Rahman geneldir. Bu genelliğin nasıl olduğu sorulabilir: Çünkü neredeyse bunun kapsamına girmeyen şey yoktur. Aksine bu, bir bakıma bir imtihan türüdür? Buna cevabımız şudur: Bazı olaylar var ki, insan bunu rahmet olarak değerlendirirken, bir külfet ve ceza olabiliyor. Bazan da bir külfet ve ceza olarak kabul ederken, bir rahmet olabiliyor. Nitekim Allah şöyle buyurmuştur: ”Hoşunuza gitmeyen bir şey, hakkınızda iyi olabilir ve hoşunuza giden bir şey de hakkınızda kötü olabilir." (Bakara: 216).

Birincisine, yani rahmet gibi görünüp, aslında ceza ve azap olana örnek, şâirin şu ifadeleridir:

"Gençlik, boş zaman ve atılganlık, İnsanın başına olmadık işler açar"

Bütün bunlar görünürde nimettir.

İkincisine, yani ceza, azap ve külfet gibi göründüğü halde rahmet olana örnek, öğrenmesi için öğrenciyi okula hapsetmek, ya da zor kullanmaktır. Bu görünürde kötü, fakat sonuçta iyidir. Meselâ hırsızın elinin kesilmesi, hırsız açısından bir ceza, fakat toplum için rahmettir.

Aptal kimse, işin dışıyla ve kabuğuyla ilgilenir. Oysa akıllı kimse işin aslını ve sırlarını düşünür, bunlarla ilgilenir. Nice bela ve sıkıntılar var ki, sonuçta rahmet ve berekettir. Küçük bir kötülüğe uğramaktan korkarak büyük bir iyiliği terketmek, en büyük kötülüktür. İnsanlara birtakım yükümlülükler verilmesi, sorumluluklar yüklenmesi, ruhların bedensel ilişkilerden arındırılmasına yöneliktir. Nitekim cehennemin yaratılması; kötüleri, iyilerin amellerine özendirmek, şeytanın yaratılması da kullar arasında dürüst ve samimi kimseleri ortaya çıkarmak içindir. Bir şeyi derinlemesine araştıranın görevi, Hızır gibi, binasının temelini gerçekler üzerine kurmasıdır. Çünkü Hızır (aleyhisselâm), Hazret-i Mûsa ile arkadaşlığında, arkadaşlık prensiplerini sağlam temeller üzerine oturtmuştu. İnsan tabiatının hoşlanmadığı birçok şeyde gizli sırlar ve gerçek hikmetler yatabilir. Eğer Allah'ın rahmeti olmasa ve bu rahmet Allah'ın gazabını geçmeseydi, kâinatın varlığından söz edilemez ve Allah'ın ”Mün'im" (Nimet Verici) isminin de bir anlamı olmazdı.

c) ”Rahman" Yüce ve değerli nimetler içindir. Bunun hemen ardından da ”Rahîm" sıfatı geliyor. Bunun sebebi kulun, istekte bulunurken, Allah'tan değersiz bir şey istemesinin edebe aykırı olduğu vehmini defetmek içindir. Nitekim : ”Biraz ihtiyacım vardı da onun için gelmiştim" diyen kimseye, sanki: ”Sen git de, bu isteğini sıradan birisinden iste. Çünkü Rahman olan Allah'dan az istekte bulunmakla kusur işlemektesin. Oysa Allah Rahîm yani merhamet edendir. Bu bakımdan sen, ayakkabının bağına, çorbanın tuzuna varıncaya kadar her şeyini Allah'tan iste" demek gibi bir anlam bulunmaktadır.

4

Din gününün sahibidir. Ceza gününde her işin sahibi ve efendisi O'dur. ”Yevm" (gün) kelimesinin ”din" kelimesine muzaf kılınması (tamlama yapılması) aralarındaki yakın ilişkiden dolayıdır. Meselâ: ”Ahzab günü", ”Fetih günü" gibi, diğer zarfların da, içerisinde vuku bulduğu olaylara muzaf kılınması da böyledir. ”Din gününün sahibi" şeklindeki tahsis, onun büyüklüğü ve dehşeti, ya da o günde olayların tek tek ele alınarak varlık sahibiyle varlık arasındaki ilişkilerin kesilmesi ve hesabın tümüyle Allah'a bırakılması dolayısıyladır. Artık o günde Allah'dan başka ne bir mâlik, ne bir hâkim ve ne de hükmü geçerli olan biri var.

"Mülk" aslında bağ, bağlamak ve kuvvet manasınadır. Bu bakımdan kamil manada kuvvet sadece Allah'ındır. Hükmü geçerli olan da yine O'dur. Asıl velayet ve yetki Allah'ındır, geçerli tasarruf O'na aittir. Bunun kullar hakkında söz konusu edilmesi ancak mecazî anlamdadır. Çünkü kulların mülk ve varlıkları için bir başlangıç ve bir son vardır. Kullar tüm varlıklar üzerinde değil, bazıları üzerinde egemendirler. Ancak Hakk mabud olan Allah öyle değildir. O'nun mülkünün yok oluşu olmadığı gibi, mülkü bir başkasına da intikal etmez.

Bu âyeti ”Meliki" yerine ”Mâliki' olarak okumak, sevap yönünden daha faziletlidir. Çünkü bu durumda harf sayısı artmış oluyor.

Anlatıldığına göre Selcî şöyle demiştir: Ben, ”Mâliki" olarak okumayı alışkanlık haline getirmiştim. Ancak bazı ediplerden. ”Meliki" şeklinde okumanın daha beliğ olduğunu duydum ve bundan sonra ”Meliki" diye okumaya başladım. Bu arada bir zat rüyamda bana: ”Niçin hasenelerinden (sevap ve iyiliklerinden) onunu eksilttin? Yoksa sen, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şu sözünü işitmedin mi: 'Kim Kuran okursa, her harfi için on sevap yazılır dedi. ”Ben hemen uyandım ve bundan böyle eskiden okuduğum gibi okumaya başladım. Bu arada ikinci bir rüya gördüm, rüyada bana şöyle deniliyordu: ”Sen neden bu âdeti terke tmiy or sun, yoksa sen Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in: 'Kuranı saygıyla ve tazim gösterilen bir kitap olarak okuyun sözünü duymadın mı?" Bunun üzerine hemen, bu konuları iyi bilen birine gittim. -Kaldı ki, Selcî'nin kendisi de kıraatte imamdı-. Gittiğim zattan ”Mâlik" ile ”Melik" arasındaki farkı ve inceliği sordum. Bana şu cevabı verdi: ”İkisi arasındaki fark büyüktür. Mâlik denildiğinde, bu dünyadaki şeylere sahip olan anlaşılır. Oysa ”Melik" denildiğinde, meliklere (hükümdarlara) malik ve sahip olan kimse anlaşılır.

"el-İrşad" adlı tefsirde, Haremeyn (Mekke ve Medine) halkının bu âyeti ”Meliki" şeklinde okudukları, bunun da ”Mülk" kelimesinden türetildiği, mutlak güç sahibi, açık istilâ, tam üstünlük, emretme ve yasaklama açısından tüm işlerde yetki sahibi anlamına geldiği, dolayısıyla ”melik" kelimesinin ”yevm" kelimesine muzaf olmasının daha uygun olduğu belirtiliyor.

Gerçi her iki şekil ve okuyuşun ayrı bir tercih sebebi vardır. Bu noktalar tefsirlerde anlatılmıştır. Öğrenmek isteyen oralara başvurabilir.

Âyette geçen beş sıfatın yorumu da adeta şöyle yapılmış oluyor: ”Seni yarattım, çünkü ben ilâhım. Seni nimetlerle yetiştirdim, çünkü ben, Rabbim. Sen bana âsi oldun, ben senin suç ve kusurunu örttüm. Çünkü ben Rahman'ım. Sen pişmanlık duyarak tevbe ettin, ben de seni bağışladım. Çünkü ben Rahîm'im. Sonunda ise bunun, mutlak bir karşılığı olmalıdır. Çünkü ben, din gününün sahibiyim."

Ayrıca, ”din gününün mâliki" âyetinin bundan başka birçok incelikleri vardır. Gerçekten insanın Melik'e muhalefete kalkışması, dünyanın harap ve yaratılanların yok oluşuna yolaçar. O halde melikler meliki olan Allah'a muhalefete kalkışmak acaba nasıl bir sonuç doğurabilir? Nitekim Allah şöyle buyurmuştur: ”Bundan dolayı, neredeyse gökler çatlayacak, yer yarılacak, dağlar yıkılıp düşecektir." (Meryem: 90)

Allah'a itaat, iyiliklere bir sebeptir. Nitekim Allah şöyle buyuruyor:"Biz seni mıhlandırıyoruz. Güzel sonuç takva iledir." (Tâ Hâ: 132)

Halkın görevi meliklerine, meliklerin (hükümdarların) görevi de melikler meliki Allah'a itaat olmalıdır ki, böylece dünyanın düzeni sağlanmış olsun.

Bu âyetin inceliği de: ”Din gününün meliki" ifadesinin şu gerçeği dile getirmesidir: Mutlak ve kâmil anlamda Allah'ın mülkü, onun adaletiyle sağlanır. O şöyle buyurmuştur: ”Biz kıyamet günü muhasebesi için adalet terazileri kurarız. Artık kimseye, hiçbir şekilde haksızlık edilmez." (Enbiya: 47)

5

Ancak sana kulluk ederiz ve ancak senden yardım bekleriz.

Burada, görüldüğü gibi tümleç başa getirilmiştir. Bunun sebebi tahsis, yani öncelikli aidiyettir. Biz ibadeti sadece sana tahsis ederiz, senden başkasına kullukta bulunmayız. İbadet, huzurun ve Allah'a karşı alçakgönüllülüğün son noktasıdır. Hazret-i İkrime: ”Kuranda ibadetle ilgili olarak anlatılan her şeyde tevhid amaçlanır. Nitekim tesbih, namaza; kunut da itaata işaret eder" demiştir. Yine Ayrıca ”sana kulluk ederiz" ve ”senden yardım bekleriz" ifadelerinde yer alan ”biz" çoğul zamiriyle, hem okuyanı, hem yanımızda bulunan hafaza meleklerini ve hem de cemaatte hazır bulunanları bu duanın kapsamına almış bulunuyoruz. Başka bir yorumda ise yapılan bu duâ ile kişinin hem kendisi, hem onun dışındaki tüm tevhid ehli kapsama alınır. Böylece kulun ibadeti de, cemaatin ibadetleri içine katılmış olur. Kulun ihtiyacı, cemaatin ihtiyaçları arasına katılarak huzura çıkarılıyor ki, onların da bereketi sayesinde kulun duası kabul görsün ve buna icabet edilsin. İşte cemaat da bunun için meşru kılınmıştır. Burada görüldüğü gibi, İbadet, yapılan tazim ve saygının en son şekli ve noktası olduğu için Allah'a tahsis edilmiştir. Bu manadaki bir saygı da, gerçekten her bakımdan nimeti sonsuz manada veren zata yaraşır. Allah, faydalanan yaratıklara bizzat ihsanda bulunan ve dünyadan yararlanmaları için kendilerine mümkün olan hayatı da bahşedendir. Nitekim Allah şöyle buyurmuştur: ”...Siz cansız iken sizi dirilten O'dur..." (Bakara: 28) ”Yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yaratan O'dur...". (Bakara: 29)

Çünkü kula ilişkin durumlar geçmişi, şimdiki zamanı ve geleceği ilgilendirir. Meselâ kulun geçmişini ilgilendiren durumu, yokluktan varlığa, ölümden hayata, acizlikten güç ve kuvvete, bilgisizlikten bilgiye geçişidir. Onun şimdiki zamanı ilgilendiren durumu ise, kula her türlü istek ve ihtiyaç kapılarının açık tutulması, kendisi için gerekli olan sebeplere sarılmasını zorunlu hale getirmesidir. İşte bunlara bu anlamda imkân veren de, Rahman ve Rahîm olan Rab'dır. Kulun geleceğini ilgilendiren şey ise, ”din gününün sahibi" olan Allah'ın, kulu işlediği amellere göre değerlendirip cezalandırması, ya da ödüllendirmesidir. Bu üç durumda da kulun yarar ve işleri ancak Allah'a dönmekle, sağlıklı bir düzene kavuşur. Kuşkusuz Allah'tan başka ibadete lâyık hiçbir varlık yoktur.

"Ancak sana kulluk ederiz ve ancak senden yardım bekleriz" âyetinde ”ancak sana" (iyyake) kelimesinin tekrarı, ibadete lâyık olduğu gibi, kendisinden yardım istenmeye de lâyık olanın yalnızca Allah olduğunu delille açıklamaya yöneliktir. Yardım ancak O'ndan istenir. İstiâne, yardım istemektir. Yani sana ibadet edebilmek için, yardımı senden isteriz; veya ibadet etmeye bir engel oluşturan şeytanla savaşmaya karşı senden yardım dileriz; ya da dünyamız ve dinimizle ilgili işlerimizi düzeltebilmemiz için yine yardımı senden bekleriz. Ayette ”sana kulluk ederiz" anlamındaki ”Na'budü" kelimesinin, senden yardım bekleriz anlamındaki ”nesteînü" kelimesinden önce gelmesi de sırf âyet sonlarına uyum sağlasın diyedir.

Bir de ibadetin yardım talebinden önce zikredilmesi duanın kabul edilmesine daha uygundur.

"Ancak sana kulluk ederiz" ifadesiyle insanda ilk anda doğacak olan kendini beğenme duygusu ”ve ancak senden yardım bekleriz" ifadesiyle ortadan kaldırılmış oluyor. Ayette kullukla yardımın bir arada anılmasında hem övünç ve hem de ihtiyaç duyma sözkonusudur. Övünç, kulun ibadet eden bir kimse olmasından, ihtiyaç duyma da, Allah'ın yardımına, kendisini başarıya ulaştırmasına, korumasına ihtiyacı olmasındandır. Burada Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat mezhebinin de haklılığı ortaya konuluyor. Çünkü burada, fiilin kula ait olduğu, ancak başarılı kılmanın ise Alllah'dan olacağı anlatılıyor. Nitekim yaratma fiilini buna örnek verebiliriz. ”Ancak sana kulluk ederiz" ifadesiyle, fiilin kuldan meydana geldiğini inkâr eden Cebriyenin, ”ancak senden yardım bekleriz" ifadesiyle de, başarılı kılmanın ve yaratmanın Allah tarafından olduğunu inkâr eden Mutezile'nin görüşleri reddedilmiş olmaktadır. Kuldan Allah'a ibadet etmesi ve yardımı da yalnlızca O'ndan beklemesi isteminken, bunun ancak, Allah'tan başkasına hizmette bulunmamak ve dileklerini yalnızca Allah'tan istemekle gerçekleşebileceği bildiriliyor.

Anlatıldığına göre, Süfyan-ı Sevrî bir akşam namazında, birkaç kişiye namaz kıldırırken, Fatihayı okuduğu sırada, ”ancak sana ibadet eder ve ancak senden yardım bekleriz" mealindeki âyete gelince, düşüp bayıldı. Ayıklığında niçin bayıldığı soruldu. O da şu cevabı verdi: ”Sen, neden doktor ve sultanların kapılarına gidersin? diye bir şeyin sorulması içime doğdu, işte bundan dolayı düşüp bayıldım."

Bu âyette yardım dilemenin sadece Allah'a tahsis edilmesi. Nemrud karşısında Hazret-i İbrahim'in gösterdiği durumun örnek alınması içindir. Çünkü Cebrail kendisine, ”Senin bir ihtiyacın var mı?" diye sorar. O, ”benim senden herhangi bir isteğim yoktur" der. Bu defa Cebrail, ”Allah'dan iste" der. Hazret-i İbrahim, ”benim bu durumumu Allah'ın bilmesi yeterlidir. Ayrıca O'ndan bir istekte bulunmama gerek yok" cevabını verir.

6

Bizi doğru yola ilet Bu, arzulanan yardımın açıklanmasıdır. Sanki: ”Sana nasıl yardım edeyim?" gibi bir soru sorulmaktadır. Buna da. ”Bizi doğru yola ilet" diye cevap veriliyor. Bir de, yapılan ibadetin hemen arkasından duâ yapmak, şer'î bir kuraldır.

"et-Teysîr" adlı eserde şöyle deniliyor: ”Ancak sana ibadet ederiz" ifadesiyle tevhîcl belirtiliyor. ”Ve ancak senden yardım bekleriz" cümlesiyle de yapılan ibadet sebebiyle Allah'tan yardım isteniliyor. ”Bizi ilet" ifadesi, kulun Allah'ın dininde sebatını istemesidir. Çünkü bu, ibadetin ve yardım istemenin gerçekleşmesidir. Kaldı ki, hidâyette sebatın istenmesi, en önemli ihtiyaçlardandır. Nitekim bu, tüm peygamberlerin ve velilerin istediği bir şeydir. Meselâ Hazret-i Yusuf, ”Beni müslüman olarak öldür" (Yusuf: 101) demişti. Firavun'un sihirbazları da: ”Bizi Müslümanlar olarak öldür" (A'raf: 126) demişlerdi. Sahabe de şöyle duâ ederdi: ”Canımızı iyilerle beraber al" (Al-i İmrân: 193). Bu zatların böyle duâ etmelerinin sebebi şudur: Kişi, görünüşteki durumuna güvenmemeli, gelecekte ne olacağını düşünmelidir. Çünkü ilerde durumu değişebilir. Meselâ İblis'i, Bersîsa'yı ve Belam b. Bâurâ'yı hatırlamalıyız. Önceleri ne idiler? Sonra ne oldular?

Kâdî Beyzavî Tefsirinde, Allah dostu arif bir kişinin şöyle dediğini nakleder: ”Bu âyetle kasdolunan şudur: bizi, sana götüren yola ilet. Çünkü içinden çıkılmaz karanlık halimizden kurtulmamız buna bağlıdır. Bedenlerimizde var olan perde ve engelleri de yok et ki, senin kutsal nurunla aydınlanalım ve seni senin nurunla görelim."

"Hidâyet" kelimesi, ya ”lam" veya ”ilâ" cer edatlarıyla geçişli duruma getirilir. Bu, tıpkı aşağıda mealini sunacağımız âyette ”seçti" diye geçen ”Ilıt cır e" fiilindeki gibidir. Burada ”kav m" kelimesinin başından ”min" hazfedilmiştir. ”Mûsa tayin ettiğimiz vakitte kavminden yetmiş adam seçti." (A'raf: 155)

"Sırat-ı Müstakim" ifadesi, hak din olan İslâm dini yerine istiare olarak gelmiştir. Din, sırat diye adlandırılmıştır. Çünkü öğrenci ve isteyici mevkiinde bulunan kulun, mutlaka mesafeler alması, birçok sıkıntılardan geçmesi, birçok afetlere katlanması icabediyor. Böylece önceden eline geçiremediği ve kaçırdığı fırsatları değerlendirerek ikrama erişmiş olur.

Ayrıca kendisi doğru yolda olmasına rağmen ”Bizi doğru yola ilet" cümlesi, çeşitli şekillerde açıklanmıştır:

Birincisi: Kişinin Allah'ı tanımasından ve o yola girmesinden sonra, mutlaka ifrat ile tefrit arasında, orta bir yol tutması gerekir. Çünkü istenen, kişinin orta yola iletilmesidir.

İkincisi: Kul, her ne kadar Allah'ı bir delile dayalı olarak tanırsa da ayrıca bunun dışında daha başka deliller de bulunur. Bu bakımdan ”bizi ilet" anlamındaki ifade, ”bize, her şeyi, senin zatına, sıfatlarına ve fiillerine delâletleri bakımından tanıt ve öğret" demektir.

Üçüncüsü: Bunun anlamı: ”Şüphesiz bu benim dosdoğru yol umdur" (Enam: 153) âyeti gereğince, Allah'dan başka her şeyden yüz çevirmek ve tamamen Allah'a ve O'nun emirlerine yönelmektir. Böylece kişi, Hazret-i İbrahim gibi, çocuğunu kesmek, ya da Hazret-i İsmail gibi kesilmek emriyle karşı karşıya geldiğinde, bu emri, derhal yerine getirir. Hazret-i Yunus gibi, kendini denize atması gerekse atar; Hazret-i Mûsa gibi, en üst dereceye eriştiği halde, bir başkasına öğrencilik yapması gerekse, bunu hemen yapar. Ya da Yahya ve Zekeriya Peygamberler gibi, iyiliği emretme uğruna öldürülmek, ya da ikiye bölünmekle karşı karşıya bulunsa, derhal buna da rızâ gösterir. İşte bu makam, gerçekten ehil olmayanlar için çok zor bir makamdır. Ancak dikkat edilirse: ”Kendilerine nimet verdiğin kimselerin yoluna" denildiği halde, ”dövülenlerin ve öldürülenlerin yoluna" den ilmemesi peygamberlerin ve velilerin makamlarına bir teşvik ve bir kolaylık olsun diyedir. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bunun için şöyle buyurmuşlardır: ”Hûd sûresi ve benzerleri beni ihtiyarlattı." (8) Çünkü bu sûrede yüce Allah şöyle buyurmuştur: ”O halde emrolunduğun gibi dosdoğru ol." (Hûd: 112)

Doğrusu insanın doğuşu, yetişmesi, iç ve dış güçleri bakımından hem doğal ve hem ruhsal bir takım nitelikleri ve ahlâkları vardır. Ancak bunların da birtakım ifrat ve tefrit yönleri bulunur. Oysa gerekli olan her yönden işin orta yolunu bulmak ve bu noktada kalabilmektir. Bütün emirler bununla ilgili olarak gelmiş, âyetler de hep bu hususu haykırmışlardır. Nitekim Allah şöyle buyurmuştur: ”Eli sıkı olma..." (İsrâ:29).

Bu âyet, cimriliğe kaçmadan ve israfa sapmadan kişiyi orta yola teşvik ediyor. Yine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), yıl boyu oruç tutmak ve rahipler gibi inzivaya çekilmek konularında kendisine soru soran kimselere şöyle buyurmuştur: ”Doğrusu, nefsinin senin üzerinde bir hakkı, hanımının sende bir hakkı, ziyaretçilerinin sende bir hakkı vardır. O halde ara sıra oruç tut ve ara sıra da tutma. Gecenin bir kısmında ibadetini yap bir kısmında da uyu.,l(9)

İşte bu hal hemen her işte böyledir. Yüce Allah şöyle buyuruyor: ”Namazında yüksek sesle okuma; onda sesini fazla da kısına; ikisinin arası bir yol tut" (İsrâ: 110). ”(O, kullar) harcadıklarında ne israf, ne de cimrilik ederler; ikisi arasında bir orta yol tutarlar." (Furkan: 67)

Durum diğer ahlakî kurallarda da böyledir. Meselâ cesaret, atılganlıkla korkaklık arasındaki orta yoldur. Nitekim belagat da, anlaşılmayacak derecede kısa konuşma ile bıkkınlık veren uzatma arasındaki orta bir yoldur. Şeriatımız, korkutma ve teşvikle ilgili her konuda orta yolu açıklayıp bunun ölçüsünü koyduğu gibi, her halin ve hükmün, her sıfatın ve ahlâkın da orta yolunu açıklamış ve ölçüsünü koymuştur.

"Te'vilât-ı Necmiyye" de, hidâyet üç bölüme ayrılmıştır:

Birincisi: Genel, yani tüm canlıların kendileri için yararlı olan şeyi almaları ve zararlı şeyleri bırakmaları anlamındaki hidayet... Nitekim şu âyetle buna işaret ediliyor: ”Allah her şeye takdir ettiği şekli verip sonra da doğru yolu gösterendir. ” (Tâ-Hâ: 50) ”Biz, ona hayrı ve şerri, her iki yolu da göstermedik mi? ” (Beled: 10)

İkincisi: Seçkinler (havas)in hidâyeti, yani, mü'minlerin cennete yöneltilmesiyle ilgili hidâyet. Buna şu âyetle işaret ediliyor: ”...imanları sebebiyle Rahlen onları hidâyete erdirir... ” (Yunus: 9)

Üçüncüsü: En seçkin kimselere ait hidâyet. Bu gerçek anlamda insanı Allah'a yönelten hidayettir. Nitekim şu âyetle buna işaret edilmiştir: ”...De ki: Doğru yol, ancak Allah'ın yoludur..." (Bakara: 120); ”...Ben Rabbime gidiyorum. O, beni doğru yola iletir." (Saffât: 99)

Burada belirtilmek istenen şudur: ”Ben, seni fazlım ve lütfumla yarattım. Yardımlarımın çekiciliği ve hidâyet nurumla bana yönelmen sayesinde, sana doğru yolu gösterdim. Ben seni bir nur kıldım. Sayende kullarımdan dilediklerimi doğru yola ilettim. Kim sana uyar ve senin hoşnutluğuna koşarsa, onları beşer varlığının karanlıklarından kurtarır, ruhanî olan varlık nuruna erdirirsin ve onları doğru yola iletirsin." Nitekim Rabbimiz şöyle buyurmuştur: ”...Gerçekten size Allah'tan bir nur, apaçık bir kitap gelmiştir. Allah onunla, rızasına tâbi olanları selâmet yollarına eriştirir..." (Mâide: 15-16)

"Doğru yol", Kuranın gösterdiği ve tüm peygamberlerin efendisi Hazret-i Muhammed'in yaşadığı en doğru yol ve sapasağlam dindir. Nitekim Rabbimiz şöyle buyurmuştur: ”Ve sen elbette yüce bir ahlâk üzeresin." (Kalem: 4) Bu, sonunda insanı ya cennete götürür ki bu, Rabbimizin de buyurduğu gibi, amel defterleri sağdan verilecek olanların yoludur: ”Allah kullarını selâm yurduna (cennete) çağırır ve dilediğini hidayete erdirir." (Yûnus: 25), ya da insanı Allah'a yöneltir ki bu da, gerçekten Allah'a yakın olan ve hayırda önde bulunanlar içindir. Rabbimiz şöyle buyuruyor: ”...Şüphesiz ki sen, doğru bir yolu göstermektesin. O yol, Allah'ın yoludur..." (Şûra: 52,53)

Bu durumda sağcılar, yani defterleri sağ taraflarından verilenler için hangi imkânlar sağlanırsa, aynısı hayırda önde bulunanlar için de gerçekleşecektir. Çünkü onlar, sağcılara göre daha önceliklidirler. Bunlar Allah'ın cemaline şahit olacaklar ve O'nun celâlini keşfedecekledir. İşte bu ödül sadece resullerin efendisi Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ve ona uyanlar içindir. Nitekim Allah şöyle buyurmuştur: ”De ki: İşte bu, benim yolumdur. Ben ve bana uyanlar basiret üzere Allah'a çağırırız." (Yusuf: 108)

7

Kendilerine nimet verdiğin kimselerin yoluna. ”İnam", nimeti yerine ulaştırmaktır. Aslında, insanın kendisinden haz ve lezzet duyduğu bir durumdur. Burada nimet, insanın haz duyduğu ”hak din" için kullanılmıştır.

İbn Atâ, kendilerine nimet verilenlerin birkaç tabakadan oluştuklarını şöyle açıklıyor:

Arifler: Allah'ın, kendilerine marifetle ikramda bulunduğu kimseler.

Veliler: Allah'ın kendilerine doğruluk, hoşnutluk ve yakîn ile ikramda bulunduğu kimseler.

Safvetü'l-Ebrâr (seçkin iyiler): Allah'ın kendilerine hilm (yumuşaklık) ve re'fet (merhamet)le ikramda bulunduğu kimseler.

Müridler: İtaat etmenin hazzına ve tadına eren, bununla nimetlenen kimseler.

Müminler: Allah'ın kendilerine doğruluk nimetiyle ikramda bulunduğu kimseler.

Bir başka yoruma göre kendilerine nimet verilenler; peygamberler, sıddîkler, şehitler ve sâlihlerdir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: ”...İşte onlar, Allah'ın kendilerine nimet verdiği peygamberler, doğrular, şehitler ve sâlih kimselerle beraberdirler..." (Nisa: 69)

Âyette ”yol" anlamındaki sıratın iki defa tekrar edilmesi, gerçek sıratın iki olduğuna işarettir:

1- Kuldan Rabbine giden yol.

2- Rabb'den kuluna gelen yol.

Kuldan Rabbine giden yol, korkularla dolu bir yoldur. Çünkü bu yolda nice kafilelerin yolu kesilmiş ve nice yolcular yolda kalmıştır. Şerefli ve soylu münadî (sesleniri), şerefli ve soylu kimselere şöyle seslenir: ”İstek geri çevirildi, yol kapandı, yolkesen de bu grubun yolunu kesiyor". ”...And içerim ki, ben de onları saptırmak için senin doğru yolunun üstüne oturacağım." (A'raf: 16)

Rabbden kula giden yol ise her yönüyle güvenli bir yoldur. Kafileler yolda giderlerken selamettedirler, yurtlar nimetlerle dopdoludur. Yolcular klavuzlar eşliğinde yol alırlar. ”...Allah'ın kendilerine nimet verdiği peygamberlerle... beraberdirler." (Nisa: 69) Yani Allah, yüce yardımıyla sırlarını, hidayet sırlarıyla ruhlarını, velayet eserleriyle de kalblerini aydınlattı. Çünkü nimetler zahirî ve batınî olmak üzere ikiye ayrılırlar:

a- Zahirî, yani görünür nimetler: Peygamberlerin gönderilmesi, kitapların indirilmesi, sünnete uymak, bidatten uzak durmak, emir ve yasaklara boyun eğmek, yüksek doğruluk makamı üzerinde sebat, kulluğun gerekliliği gibi hususlar hep zahirî nimetlerdir.

b- Batınî, yani gizli nimetler: Allah'ın, fıtratın yani yaratılışın hemen başında ruhlara nimetler vererek ikramda bulunmasıdır. Bu Allah'ın nurunun serpintilerinin bu fıtrata isabet etmesiyle kazanılır. Nitekim Hazret-i peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: ”Doğrusu Allah, yaratıklarını bir zulmet içinde yarattı. Sonra da nurundan bunlara birazcık serpti. Bu nurun isabet ettiği kimse, hidayet bulmuştur, isabet etmediği kimse de sapıklıkta kalmıştır." m

Allah'a varan yolun kul tarafından bulunması, bu hadiste adı geçen nur serpintilerinin o kimseye isabet etmesi sayesindedir. Bilindiği gibi, bereketli yağmurun başı, önce tek bir damladır. Sonra bu, rahmet halinde dökülmeye başlar.

Gazaba uğrayanların ve sapanlarınkine değil. Âyetin bu bölümü de yine bir ilgi zamiri olan ”ellezîne" den bedeldir. Dolayısıyla gazaba uğramaktan ve sapmışlıktan kurtulanlar, kendilerine nimet verilenlerdir. ”Gazab"'ın asıl manası: İnsanın, intikam duygusu sırasında, nefsin galeyana gelmesidir. Buradaki manası ise, rızâ ve hoşnutluğun karşıtı veya intikam arzusudur. ”Dalâl": İster bilerek olsun ister yanlışlıkla olsun, orta yoldan ayrılmaktır.

"Gazaba uğrayanlar"dan maksat, isyankâr olanlardır. ”Sapanlardan" maksat da, Allah'ı tanımayan cahillerdir. Çünkü ”nimete erenler", ilmi ve ameli birlikte bünyelerinde toplayanlardır. Bunların mukabili olanlar ise aklî veya ilmî güçlerinden birini yitirmiş kimselerdir. Amel yönünü kaybedenler, gazaba uğrayan fâşıklardır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur: ”...Allah ona gazap etmiş, onu lânetlemiştir..." (Nisa: 93) İlmi elden bırakan da cahil ve sapıktır. Yüce Allah şöyle buyurmuştur: ”...Artık haktan ayrıldıktan sonra sapıklıktan başka ne kalır?..." (Yunus: 32) veya ”Gazaba uğrayanlar"dim maksat Yehudilerdir. Allah, bunlarla ilgili olarak şöyle buyurmuştur: ”...Allah'ın lanetlediği ve gazap ettiği kimseler..." (Mâide: 60). ”Sapanlar"dan maksat da Hıristiyanlardır. Rabbimiz onlar hakkında şöyle buyurmuştur: ”...Daha önceden sapmışlar, birçoklarını saptırmışlardır..." (Mâide: 77) Ancak burada ”Gazaba uğrayanların" Yehudiler, ”sapanların" da Hıristiyanlar olduğu gibi kesin çizgiler çizmek doğru olmaz. Çünkü yine Kur'an'da ”gazaba uğrama", bazan Hıristiyanlara nisbet edildiği gibi, ”Sapıklığın" ifadesinin de Yehudilere nisbet edildiği olmuştur. Ancak bu iki ifade birlikte zikredildiğinde uygun olanı ”gazâb" ile Yehudilerin kastedilmiş olmasıdır. Yahudiler, küfürlerinde oldukça inatçıdırlar. Çünkü hep haddi aşmışlar, peygamberlerini öldürmüşlerdir, ”Doğrusu Allah fakirdir, biz ise zenginiz..." (Al-i İmrân: 181) türünden ifadeler kullanmışlardır.

"Kendilerine nimet verilen kimselerin yahudi ve Hıristiyanlar dışında kalan kimseler olduğu biliniyor. O halde nimet verilenlerden sonra bunların anlatılmasının yararı ne olabilir?"denilirse. Derim ki: ”Kendilerine nimet verilenler..." âyetinde, Allah'ın rahmetine olan umudun en üst seviyesiyle niteledikten sonra, bu iki gurubun haline nisbetle, onların imanlarının, Allah'ın azabından tam bir korku ile vasfedilmesidir.

Necm tefsirinde şöyle deniliyor: '"Gazaba uğrayanların ve sapanlarınkine değil' sözünden maksat, hadiste anlatılan nurdan pay almayanlardır. İşte o nurdan pay almamaları sebebiyle nefis çölünde kaybolmuşlar, taklit ve tabiat karanlıklarında yollarını şaşırmışlardır. Allah bunlara gazapta bulundu, onları rahmetinden uzak kılarak lanetledi."

"Âmin": Bu kelime isim fiildir ve ”kabul et" anlamındadır. Yani: ”Ey Allah'ım! Bizim dualarımızı kabul buyur" demektir. Bu kelime, ittifakla Kur'an'dan değildir. Çünkü ”İmam" olan asıl mushafa yazılmamış olduğu gibi, sahabe ya da tabiînden olan herhangi bir kimseden de bu kelimenin Kur'an'dan olduğuna ilişkin bir nakil yoktur. Ancak Fatiha okunduktan sonra bundan ayrı olarak ”Amin" demek sünnetir. Çünkü Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: ”imam 'veleddâllîn' deyince 'âmin' deyin. Çünkü melekler de bunu söyler. Kimin 'âmîn' ifadesi meleklerin 'âmîn' ifadesiyle denk gelirse, onun geçmiş günahları bağışlanır."

Cumhura göre Fatiha sûresinin âyet sayısı yedidir. Kelimelerinin sayısı, Teysir adlı kaynakta belirtildiğine göre 25'tir. Harflerinin sayısı da 123'tür.

Allah'ın yardımıyla Fatiha sûresinin tefsiri sona erdi.

0 ﴿