MUHTASAR

RÛHU'L-BEYÂN TEFSİRİ:

Tenvîru'l-Ezhân

min

TEFSÎRİ RÛHU'L-BEYÂN

 

İhtisar Eden:

Muhammed Ali Sâbûnî (doğumu: 1930 - ......)

RÛHU'L-BEYÂN TEFSİRİ

İsmâil Hakkı Bursevî, Hanefî (ö.1137 / 1725 )

MUKADDİME

Kovulmuş şeytandan Allah'a sığınırım

"İstiâze", yani ”eûzü" çekmekdeki hikmet, izin istemek ve kapıyı çalmaktır. Çünkü harhangi bir devlet büyüğünün kapısına gelen kimse, onun izni olmaksızın içeri giremez. Kur’an okumak isteyen kimse de, sevgili ile başbaşa konuşmaya girmek istemektedir. Dolayısıyla dilini temizlemek ihtiyacındadır. Çünkü çoğu zaman dil, olmayacak sözler ve iftiralarla temizliğini yitirmiş, kirlenmiş olabilir. İşte onun temizlenmesi ancak Allah'a sığınmakla, yani ”eûzü" söylemekle sağlanabilir.

Nitekim marifet sahipleri şöyle derler: ”Bu kelime, gerçekten Allah'a yaklaşmak isteyenlerin başvurduğu bir araç, Ondan korkanların tutamağı ve sevenlerin latifeleşmesidir. Kısaca bu, Allahü teâlâ'nın şu âyetine uymak ve bağlanmaktır: ”Kuran okuduğun zaman, o kovulmuş şeytandan Allah'a sığın." (Nahl:98)"

İstiâze (eûzü), Müslümanların cumhuruna göre, Kuran okumaya başlanmadan önce söylenir. (1) Çünkü âyetteki ”okuduğun zaman" ifadesi, ”okumak istediğin zaman" anlamındadır. Bu da örfî hakikat yerine geçen çok yaygın bir yorumdur. Diğer taraftan cumhurun tercih ettiği görüşe göre istiâze, ”eûzübillahimineşşeytanirracîm" cümlesidir. Her ne kadar ”esteîzü-billah", Rabbimizin, ”İsteız" (sığın) emrine uygun olduğu için, dil açısından daha muvafık ise de, bu rivayet, açısından daha güçlüdür.

Ayrıca Cebrail'in, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e getirdiği ilk şey istiâze ile beşmele'dir. Nitekim Allah şöyle buyuruyor: ”Rabbinin adıyla (besmele ile) oku."(Alâk: 1)

"Eûzü", sığınıyorum, sarılıyorum, korunmak istiyorum ve yardım diliyorum gibi anlamlara gelir. Avz ve iyaz kelimeleri, tıpkı oruç anlamına gelen savm ve sıyam kelimeleri gibi birer masdar, yani kök fiildir. Bir kimsenin ”eûzü" demesi, yaptığı bir işi haber vermesi (ihbârî)dir ama, ”Ya rabbi beni koru" anlamında (inşâî)dir. Burada, inşâdan, ihbara yönelişinde, olacak şeyde, hayır ummak gibi bir fayda vardır. Bundaki sır, kul ile Rabbi arasında bir ahdin ve anlaşmanın varlığıdır. Nitekim Allah şöyle buyuruyor: ”...Bana verdiğiniz sözü yerine getirin ki, ben de size vadettiklerimi vereyim..." (Bakara: 40)

Kul burada adeta: ”Ben, beşerî eksikliğime rağmen kulluğumun gereği olan sözümü yerine getirdim ve ”eûzü billah" veya ”estağfirullah" dedim. O halde sen, tüm kerem ve lütfunla, üstün bağışlamanla, Rab olarak verdiğin sözü kesinlikle yerine getirmeye ve beni korumaya daha layıksın demektedir.

"Billahi..." Allah kelimesinin herhangi bir türevi yoktur. Bu işin erbabının görüşü budur. Çünkü hiçbir kimse yüce Allah'ı künhüyle bilemez, buna imkân yoktur.

İstiaze; sıfat, fiil ve zat'la ilgili olmak üzere üçtür. Nitekim Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: ”Senin gazabından rızâna, cezalandırmandan affına sığınırım. Nihayet senden yine sana sığınırım."

İstiaze için yüce Allah'ın isimleri arasından ”Allah" ismi seçilmiştir.

Çünkü bu isim, istiâzenin her türünü kapsar.

"Şeytandan", Allah'ın rahmetinden uzaklaştırılan şeytandan, Allah'a sığınırım. İbn Abbas (radıyallahü anh)'tan rivayete göre, ”şeytan, isyana kalkışınca, lânete uğratıldı ve şeytan oldu."

İbn Abbas'ın bu ifadesi, Allah'ın lanetlemesinden sonra şeytan isminin verildiğini gösteriyor. Daha önce ismi Azazîl'di. Burada, kendisinden sığınılan şey; alay etmek, kötülük ve dedikodu yapmak, vesvese vermek gibi şeytanın zarar ve kabahatleriyle kayıtlanmamıştır ki, onun tüm şerlerinden sığınılmış olsun.

"Ravdatu'l-Ahyâr" isimli eserde: ”Şeytanlar erkek ve dişidirler, doğarlar, fakat ölmezler, ebedîdirler. Cinlerin, erkek ve dişileri vardır, bunlar doğar ve ölürler. Meleklerin ise erkeklik ve dişilikleri yoktur, doğurmazlar, yeyip içmezler" deniliyor.

Böylece şeytan ve cinlerin gerçek ve var oldukları anlaşılmaktadır. Cinlerin varlığını felsefeciler, tıp bilginleri ve benzerlerinin cahillerinden az bir güruh inkâr etmiştir. Allah şöyle buyurmaktadır: ”(...Hazret-i Süleyman yere yıkılınca) anlaşıldı ki, cinler gaybı bilselerdi, o küçük düşürücü azap içinde kalmazlardı." (Sebe: 14)

Cinler gerçekten ateşten yaratılmış varlıklardır. Çeşitli şekil ve surete girebilme gücüne sahiptirler. Meselâ, yılan, akrep, köpek, at, katır ve merkep şekillerine girebilirler. Cinler de akıllı ve bilinçli varlıklardır. Oldukça ağır işler yapabilme gücüne sahiptirler. Hazret-i Süleyman için kaleler, heykeller, havuzlar genişliğinde leğenler ve sabit kazanlar yaparlardı. (3)

3- Burada: ”Onlar Süleyman'a, kalelerden, heykellerden, havuzlar kadar (geniş) leğenlerden, sabit kazanlardan ne dilerse yaparlardı" (Sebe: 13) âyetine işaret vardır.

Burada ”şeytan'la, iblis ve yardımcıları kasdolunmaktadır. Bu ismin; insanlar ve cinlerden, doğru yoldan saptıran azgın ve haddi aşanların hepsi hakkında kullanıldığı da söylenmektedir. Nitekim şu âyet bu gerçeği dile getiriyor: ”... insan ve cin şeytanlarını... ” (En'âm: 112)

"Er-racîm", lanete uğratıldığında, göklerden melekler tarafından atılan, ya da şeytan göğe çıkmaya kalkıştığında, gökyüzünün alevli ateşleri ile oradan uzaklaştırılıp atılan manasınadır. ”Racîm", şeytan için kötü bir sıfattır. Kuranda, şeytanla ilgili olarak daha birçok kötü isimler ve yerilmiş nitelikler vardır. İşte onun tüm kötülüklerini ifade eden kelime, ”Racîm" dir. Çünkü bu nitelik, şeytanla ilgili tüm cezaları kapsar. Bu sebeple, başlangıçta onun birçok isim ve nitelikleri arasından, bu özelliği taşıyan böyle bir kelime seçilmiştir.

Gerçek anlamda istiâzenin ortaya çıkması, yalnızca sözle mümkün olmaz. Bunun yanında kalbin de bu söze kesin bir şekilde katılması, sözün, fiil ve davranışlara uygun olması, dilin ”Allah'a sığınırım" derken fiil ve davranışlarının ”şeytana sığınırım" dememesi gerekir. Aksi takdirde bu, isyan ve azgınlık konusunda şeytanla işbirliği anlamına gelir.

Şeytandan istiâzede Allahü teâlâ dışında başka bir şeyden korkmayı ortaya koymak söz konusudur, dolayısıyla bunun da kulluğun ihlali anlamına geldiği söylenebilir. Buna cevap olarak şöyle deriz: Düşmanı, düşman bilmek sevginin pekiştirilmesi, Allah'tan başkasından Allah'a yönelmek kulluğun tamamlanması, Allah'ın emirlerine sarılmak taatın öne geçirilmesi demektir. Allah'tan korkmayandan korkmak da çaresizliği ortaya koymaktır. Nitekim ”Allah'tan korkuyorum" demek, O'nun azabından ve öfkesinden korkuyorum, demektir. ”Allah'tan korkanlardan korkarım" sözüyse, onun bedduasından korkarım, ”Allah'tan korkmayandan korkarım" sözü de, onun kötü fiilerinden korkarım anlamındadır.

Tefsir-i Kebir'de anlatıldığına göre ”Eûzübillah" kişinin tüm iyilikleri kazanıp bütün tehlikelerden kurtulması için yaratılandan yaratana ve nefsi için sonsuz ihtiyaçlarından kurtulup, kamil anlamda Hak zenginliğine yönelmesidir. ”O halde Allah'a koşun..." (Zariyat:50) âyetinin sırrı da bunda yatar.. Yine onda, Allah'ın huzuruna varabilmek için acizliği kabul etmekten başka bir yol olmadığına delâlet vardır. Acz, varılacak makamların en son noktasıdır.

Hasan (Basrî) şöyle der: ”Bir kimse gerçek anlamda Allah'a sığınır ve bunu kalb huzuruyla yerine getirirse, Allah, onunla şeytan arasında üç yüz perde oluşturur, engel meydana getirir."

Şeytan, oburca yeme ve içme yoluyla insan tabiatına musallat kılınmıştır. İnsan oburluğu bıraktığı takdirde, midesinin ve nefsinin şehvetini önlemiş olur. İnsan midesine ve beline sahip olursa, şeytan onu etkileme fırsatı bulamaz.

Nefsin ıslahı da, ancak beş vakit namazı kılmakla sağlanabilir. Çünkü namazın farz oluş sebebi, nefsin ıslahı ve eğitilmesidir. Namaz sayesinde insan şu üç lezzeti alır:

a) En büyük ve yüce Melikin önünde ellerini bağlamak,

b) O'nun için rükûa varmak,

c) O'na secde etmek.

Nefis, boyun eğmek, huşu ve tevazu ile ıslah olur.

Anlatıldığına göre İblîs aleyhi'l-lâ’ne, dünyayı her gün elleri üzerinde havaya kaldırır ve şöyle seslenir: ”Kim, kendisi için zarar verip yarar sağlamayan dünyayı satın alacaktır?" Dünyaya bağlı olanlar: ”Biz" diye cevap verirler. Ancak şeytan: ”Acele etmeyin hele, onun bir kusuru vardır" der. Onlar, ”önemi yok" derler. Şeytan, ”dünyanın değeri altın ve gümüş değil, onun fiatı, cennetteki hissenizdir. Ben dünyayı şu dört şeye karşılık satın aldım: Allah'ın laneti, gazabı, azabı ve O'nun emirlerini çiğnemek ve yasakladıklarını yapmak. İşte ben, cenneti verip bunları aldım" der. Dünyaya gönül verenler de: ”Bu bizim için kabul edilebilir ve geçerlidir" derler. Şeytan yine kendilerine: ”O halde beni bu konuda kârlı kılmalısınız. Kalblerinizi bu söylediklerime öylesine açacaksınız ki, size söylediklerimin dışında bir başka şeye kesinlikle kulak asınayacaksınız" der. Dünya bağlıları da; ”Dediklerini aynen uygulayacağız" cevabını verirler. İşte böylece şeytanın kendilerine sunduğu şeyi alırlar. Şeytan bunun üzerine: ”Ne kötü bir ticaret" der.

Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, şeytanın verdiği vesveseden sorulmuş, o da şu karşılığı vermiştir: ”İşte bu, imanın tâ kendisindendir." Yâni, içi bomboş olan bir eve hırsız girmez.

Anlatıldığına göre, Horasanlı bir adam, Irak'a doğru yola çıkmış ve oradaki âlimlerin birine gidip gelerek ondan dört bin hikmetli hadis öğrenmiş. Sonra da ülkesine dönmek için hocasından izin istemiş. Hocası kendisine:

"Sana öyle bir kelime öğreteceğim ki, bunlar senin öğrendiğin hadislerinden de hayırlıdır" demiş. Bunun ne olduğunu sorduğunda, hocası: ”Horasan'da İblis var mı?" diye sormuş. Adam da ”evet" demiş. Hocası devamla: ”Peki size vesvese verir mi?" demiş. Adam yine ”evet" demiş. Hocası: ”Peki onun vesvesesi karşısında ne yaparsınız?" diye sorunca, adam, ”reddederiz" demiş. ”İkinci defa vesvese verirse?" ne yaparsınız, ”yine reddederiz" demiş. Bunun üzerine hocası: ”Eğer Allah düşmanı size eziyetlerde bulunur, sizi Allah'a itaatten geri bırakırsa, onun vesvesesini geri püskürteceğiz diye zaman harcamayın. Ona karşı tıpkı yabancının çoban köpeğine karşı takındığı gibi, bir tavır takının, Allah'a sığının. Çünkü bu da, köpeklerden bir köpektir."

Allah onun tuzağından ve kötülüğünden bizi ve sizi korusun.

FÂTİHA SÛRESİ

Mekke devrinde nazil olmuştur, 7 âyettir.

Bu sûreye fatiha adının verilmesi: Kuran ve namaza bununla başlanılması, her söze hamd ile girilmesi, dünyada varılmak istenen her amacın ve ahirette cennet kapılarının anahtarı olması, Kuranın gizli yönlerinin bununla açılabilir olması gibi sebeplere dayanmaktadır. Çünkü ”Fatiha", güzel konuşmanın başında yer alır. Nitekim, beyan ehline, Kuran gerçekleri bununla ortaya çıkar. Fatihayı anlayıp kavrayabilenler, bununla müteşabihlerin inceliğini idrak edebilirler. Kuran âyetlerinin ışığını bununla alabilirler. Bu sûreye Ümmu'l-Kur'an adı verilmiştir. Bir şeyin ümmü, onun aslı demektir. Çünkü Kur'an'ın tamamı şu dört temel esası ortaya koymak için gelmiştir:

a) Ulûhiyyet.

b) Peygamberlik.

c) Ahiret.

d) Kaza ve kaderin Allah'tan olduğunu isbat.

"Hamd, âlemlerin Rabbi, Allah'a mahsustur. O Rahmandır, Rahîm'dir" âyetleri ulûhiyyet,

"Din gününün sahibi..." âyeti ahirete,

"ancak sana kulluk ederiz ve ancak senden yardım bekleriz" âyeti, Cebriliği ve Kaderiliği reddederek her şeyin Allah'ın kaza ve kaderiyle olduğunu isbata delâlet etmektedir.

Sûreye, âyet sayısının yedi olması, her namazda veya her rekâtında tekrarlanması, Mekke ve Medine'de ayrı ayrı iki kez nazil olması gibi sebeplerle ”Seb'ul-Mesanî" adı da verilmiştir. Sûre ayrıca. Salât, Şifa, Şâfiye, Esasu'l-Kur'an, Kâfiye, Vafiye, Hamd, Sual, Şükür, Dua ve Kenz gibi isimlerle de anılmaktadır.

1

Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla.

Müteahhir Hanefi âlimlerince kabul edilen görüşe göre ”besmele",

Kuran sûrelerinde yer alan âyetlerin bir parçası değil, bağımsız ve başlı başına bir âyettir. Sûrelerin birbirinden ayrılması ve ilk başlangıçta bereket istemek için konulmuştur. Nitekim her önemli işe de besmeleyle başlanılır. Aynı zamanda besmele, Kur'an'ın anahtarıdır. Levh-i mahfuz'da kalemin ilk yazdığı şeydir. Hazret-i Âdem'e ilk inen âyet de ”besmele" dir. Besmele'nin ”istiâze"den sonraya bırakılmasının hikmeti; kalbi güzel şeylerle süslemeye başlamadan önce, kötü şeylerden temizlemek ve tümüyle Allah'a yönelerek, Allah'dan başka her şeyden, bütün yönleriyle ilgiyi kesmektir.

"Bismillah" (Allah'ın adıyla): Kâfirler bir işe başlarken tanrılarının adlarını anarak ”Lât ve Uzza'nın adıyla" derlerdi. Dolaysıyla tevhid ehline de bir işe başlarken öncelikle Allah'ın adını anması ve bunun neden öne alındığını bilmesi gerekli görülmüştür. Bu da, önce Allah'ın adını anarak, yapılacak işle ilgili fiili sonraya bırakmakla olur. Bunun içindir ki, bismillâhtan sonra bir fiil takdir edilir. Başlanacak işe göre ”bismillahi ekrau: Allah'ın adıyla okurum" v.b. takdir edilir.

Kendi zatı göz önüne alınarak, ”Allah" isminin mutlak olarak kullanılması caiz olduğu gibi selbî sıfatları itibariyle Kuddûs, süibûtî sıfatları bakımından Alîm, fiilleri itibariyle de Halik denilebilir. Fakat bu kullanılış, bir kısım âlimlerin ileri sürdüğüne göre tevkifidir. (Yani bizzat Allahü teâlâ tarafından bildirildiği için üzerinde herhangi bir düşünce ileriye sürülemez ve nasıl bildirildiyse, öylece kabul edilir. -Mütercim)

Tercih edilen görüşe göre ”Allah" kelimesi İsm-i A'zam'dır. Bir kimse çıkarak: ”İsm-i A'zam, kendisiyle Allah'a duâ edildiğinde, duanın kabul edildiği; bir şey istendiğinde verildiği bir yakarıştır. Oysa biz bununla duâ edip istekte bulunduğumuz halde, çoğu zaman duamıza karşılık verilmediğini görüyoruz?" derse, ona şu cevabı veririz: Kuşkusuz duanın tıpkı namazda olduğu gibi bazı adabı ve ön şartları vardır. Bunlar yerine getirilmedikçe duâ kabul edilmez. Bunlardan ilki helâl lokma yiyerek içi temizlemektir. Bu bakımdan ”Duâ gök kapısının anahtarı, helâl lokma ise bu anahtarın dişleridir" denilmiştir. Bu şartların sonuncusuysa, yüce Allah'ın: ”Dinde samimi olarak Allah'a duâ edin" (Mü'min: 14) buyruğunda gösterildiği gibi, samimiyet ve kalb huzurudur.

İnsanın isteğini yalnızca diliyle belirtmesi, kalbi henüz buna hazır değilken diliyle ifade etmesi, tıpkı kapı önündeki bir kimsenin anlamsız sesler çıkarması veya dam üstündeki gürültü-patırtı koparması gibidir. Ancak kişi duâ etmek için kalbiyle hazırsa, o kalb ilahi huzurda kendisine şefaat edecektir.

"Rahman": Rahmet sözlükte, kalb inceliği ve şefkat anlamlarına gelir. Nitekim içindeki cenîn'e şefkat ve merhametli olduğu için, ana rahmi de bu anlamdadır. Burada rahmetten maksat memnun etmek ve ihsanda bulunmaktır. Buna göre anlam: ”Yaratıklarına rızık veren, onlar üzerinden belaları uzaklaştıran, takvası nedeniyle takva sahibinin, ya da facirliği yüzünden kötülerin rızıklarını artırıp eksiltmeyen, aksine herkese dilediği gibi rızık veren" demektir.

"Rahîm" Esirgeyip ve bağışlayan; kendisinden istenildiğinde veren, istenmediğinde öfkelenendir. ”Oysa insan, kendisinden birşey istendiğinde öfkelenir."

Rahmet, Allah'ın zatî sıfatlarındandır. Bu da, hayrı yerine ulaştırmayı ve şerri de önlemeyi istemektir. İstemek (İrade) de zatî sıfatlarından birisidir. Çünkü Allah, irade sıfatına sahip olmasaydı, varlıkları yaratmazdı. Varlıkları yarattığına göre, Allah'ın rahmetinin de, zatî sıfatlarından biri olduğu ortaya çıkmaktadır. Çünkü yaratmak, varlık hayrını yaratılana ulaştırmak, yokluk (adem) kötülüğünü de onlardan uzaklaştırmaktır. Çünkü bizzat varlık, bütünüyle iyilikten ibarettir. Nitekim Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şu sözleriyle bu gerçeğe işaret etmiştir: ”Allah'ın yüz rahmeti vardır. Bunlardan sadece birtanesini dünyadaki herkese vermiş, doksandokuzunu da ahirete bırakmıştır. Kullarına, ahirette bunlarla rahmette bulunacaktır. ”(2)

1 ﴿