3

Onlar, yani takva sahipleri,

gayba iman ederler. Eğer takva, kişinin gereksiz şeyleri terketmesi şeklinde açıklanırsa, bu cümle ”müttekîler" kelimesi için kayıtlayıcı sıfat olur ve buna kötü özellikleri bırakıp, iyi özelliklerle bezenme terettüp eder. Ama eğer, tâatı işleyip günahtan kaçınmak şeklinde anlaşılırsa o zaman da açıklayıcı sıfat denir. Çünkü bu, îman, namaz ve sadaka gibi amellerin aslı, iyiliklerin de tümüne şâmildir. Çünkü bunlar nefsî amellerin ve bedenî ibadetlerin anasıdır. Allah şöyle buyuruyor: ”Muhakkak ki namaz, hayasızlıktan ve kötülüklerden alıkoyar. ” (Ankebût: 45)

İman, kalb ile onaylamak ve doğrulamaktır. Tasdik olunan şey, tasdik eden kimseyi güven ve emniyete kavuşturur. Bir başka ifadeyle iman, kişiyi azaba götüren şeylere yönelmekten ve onları işlemekten kurtararak güvenceye kavuşturur. Allah'ın güzel adlarından biri de ”Mü'min" dir. Çünkü Allah, fazlı ve keremi sayesinde kullarını azabından emin kılar.

el-Kevâşî'de şöyle deniliyor: ”İman, şeriat dilinde kalb ile inanmak, dil ile söylemek ve azalarıyla da gereğini yapmaktır. İslâm ise, boyun eğmek ve teslimiyettir. Dolayısıyla her iman, İslâm'dır, fakat her İslâm, iman değildir."

"Gayb", kaybolan şey anlamında bir masdardır. Bu, akıl ve duyulardan tamamen gizli olan, akıl ve duyularla ispatlanamayan şeydir. Gayb iki kısımdır:

a- Hakkında hiçbir delil bulunmayan gayb. Şu âyette ifade olunan gayb bu türdendir: ”Gaybın anahtarları Allah'ın katındadır. Onları ancak O bilir." (En'âm: 59)

b- Hakkında delil bulunan gayb: Yaratıcı ve sıfatları, kıyamet günü, öldükten sonra dirilme, toplanma, hesap ve ceza görme durumları gibi. İşte burada anlatılmak istenen de budur.

Namazı kılarlar... Namaz kelimesinin Arapçası olan ”salât", ”Ve onlar için duâ et" (Tevbe: 103) âyetinde geçtiği üzere bazan ”duâ", ”Allah ve melekleri, peygamberi yüceltirler" (Ahzab: 56) âyetinde geçtiği gibi bazan ”övgü" anlamına gelir. Bundan başka kelime, ”namazda sesini fazla yükseltme" (İsra: 110) âyetinde olduğu gibi ”kıraat" (okuma), ”işte Rablerinin rahmeti onların üzerinedir" (Bakara: 157) âyetinde olduğu gibi ”rahmet" anlamlarına da gelir.

Şeriat dilinde ise salât: Belirli fiil, hareket ve dualarıyla kılınması farz olan namazdır. Çünkü bu ibadetin kıyamında kıraat, kuudunda sena ve duâ, namazı kılan kimseye rahmet vardır. Bu âyette sözü edilen namaz, beş vakit namazdır. Namazın ikamesi demek, buna devanı edip terketmemektir. Bir başka ifadeyle hiç bıkmaksızm namaza her zaman hazırlıklı olmak demektir.

Namazın edası, ”ikamet" olarak geçiyor. Çünkü namazda kıyam vardır. Nitekim, içinde kunut, rükû ve sücûd bulunduğu için bu adlarla da anılmıştır. Ya da tadil-i erkâna riayetten dolayı, bu isimle anılmıştır. Tadil-i erkân denilince, namazın farzlarını, sünnetlerini ve edeplerini eksiksiz olarak yerine getirmek anlaşılır. Kişi namazının dış yönüne gereken itinayı göstereceği gibi, namazın iç yönünü ilgilendiren hu şua ve kalbiyle tamamen Allah'a yönelmesini de bilmelidir. İşte böyle yapan övgüye lâyık olur. Yoksa namaz kılarken namazlarından habersiz olanların durumuna düşülmemelidir. Bu hususta İbrahîm en-Nehâî şöyle diyor: ”Bir adamın namaz kılarken rükû ve secdeleri hafif tuttuğunu görürsen, aile fertlerine acı. Yani o kimsenin geçim sıkıntısı içinde olduğunu düşünün ve kendisine acıyın."

Teysîr adlı tefsirde şunlar yazılıdır: ”Âyette ”İkame-i Salât" denmesi, namaz içerisinde Allah'ın namaz kılanlara birçok şeyleri emretmesindendir.

"Namazı kılın" (Bakara: 43) emriyle kıyamı, ”Namazlarına devam edenler" (Mearic: 23) âyetiyle devamı ve muhafazayı, ”şüphesiz ki namaz, müminler üzerine belli vakitlerde farz kılınmıştır" (Nisa: 103) âyetiyle belirli vakitlerde kılınmasını, ”rükû edenlerle beraber rükû edin" (Bakara: 43) âyetiyle cemaatle edasını, ”Oyle mü'minler ki, onlar namazlarında huşu içindedirler" (Müminûn: 2) âyetiyle de huşu emrediliyor. İşte tüm bu emirlerden sonra insanlar birkaç tabakaya ayrılırlar:

a- Namazı kabul etmeyenler. Bunların da başında lanetli Ebu Cehil gelir. Allah, onun hakkında şöyle buyurmuştur: ”İnkarcı insan ne iman etti ne de namaz kıldı." (Kıyame: 31)

b- Namazı kabul eden, fakat gereğini yapmayanlar. Bunlar da kitap ehlidir. Allah şöyle buyuruyor: ”Nihayet onların peşinden öyle bir nesil geldi ki, bunlar namazı terkettiler." (Meryem: 59)

c- Bir kısmını yerine getirirken, bir kısmını da tembellik yüzünden terkedenler. Bunlar münafıklardır. Allah kendileri hakkında şöyle buyurmuştur:

"Şüphesiz münafıklar Allah'a oyun etmeye kalkışıyorlar. Halbuki Allah onların oyunlarım başlarına çevirmektedir. Onlar namaza kalktıkları zaman üşenerek kalkarlar." (Nisa: 142) Denilmiştir ki, onların varacakları yer ”veyl"dir. Veyl, cehennemde bir vadidir ki dünyadaki dağlar, içerisine konulacak olsa hareretinden dolayı eriyip akardı.

d- Hem kabul eden, hem de gereğini yerine getirenler, şartlarına uyarak vakitleri içerisinde kılanlardır. Bunların başında Hazret-i Muhammed Mustafa (sallallahü aleyhi ve sellem) gelir. Allah kendisi için şöyle buyuruyor: ”(Rasûlüm!) Senin, gecenin üçte ikisine yakın kısmını, .. (ibadetle) geçirdiğini... Rabbin kesinlikle biliyor." (Müzzenımil: 20) Ashabı da öyleydi. Nitekim onlar hakkında da şöyle buyuruluyor: ”Gerçekten müminler kurtuluşa ermiştir. Onlar ki, namazlarında huşu içindedirler. ” (Müminim: 1-2) Bunların varacakları yer ise: ”İşte Firdevs cennetine vâris olacak olanlar onlardır" (Mü'minûn: 10-11) âyetiyle açıklandığı üzere, Firdevs cennetidir. Burası cennetin en yüksek ve en değerli yeridir."

Cemaatle namaz kılmak farz-ı kifâyedir ve birçok fazileti vardır. Alimlerin çoğunluğuna göre bu, farz değildir. Bir kimse tek başına namazını kılsa, cemaat faziletini kaçırmakla birlikte caizdir. Hanelilere göre de cemaat farz değildir. Ancak müslümana düşen görev, cemaata devamı alışkanlık haline getirmek ve buna devam etmektir. Kur'an-ı Kerîm'de şöyle buyuruluyor: ”Ey kavmimiz! Allah'ın davetçisine uyun." (Ahkâf: 31) Bu âyette ”davetci" diye geçen ”dâî" kelimesi bazılarınca ”müezzinler" şeklinde yorumlanmıştır. Çünkü müezzinler beş vakit namazda insanları cemaate çağırırlar. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyuruyor: ”Yemin olsun, içimden öyle geçti ki; insanlara namaz kıldırması için birisine emredeyim ve kendim de cemaatten geri kalanları gözetleyeyim, onlar evlerinin içlerindeyken üzerlerine evlerini yakayım" (6) Bu hadîse bakıldığında cemaatten geri kalıp da namaza gelmeyen kimselerin evlerinin yakılabileceği manasında bir cevaz görülüyor. Çünkü Rasûlullah'ın masiyet olabilecek bir şeye kalkışması caiz değildir.

Mukâtil'in söylediğine göre Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Mekke'deyken, sabah ve akşam olmak üzere ikişer rekât namaz kılardı. Ancak Miraca götürüldüğü gece, beş vakit namazla emrolundu. Namazın farz oluşu da Miraç gecesinde olmuştur. Çünkü Miraç, en faziletli vakitlerdendir. Hallerin en şereflisi, münacatların da en değeriisidir. İmandan sonra namaz, taatlerin en üstünüdür, kullukta bulunmanın da en güzel vaziyetidir. Dolayısıyla en faziletli ibadetler, en faziletli vakitlerde farz kılınmıştır. Bu, kulun Rabbine erişmesi ve O'na yakın olması halidir.

Te'vil ât-ı Necmiyye'de şu bilgiler yer alıyor: ”Namazın başında ikâmet yer alır, sonra bunu devam izler. Namazın ikâmesi denilince, vakitleri içerisinde kılınmasına devamı, rükû ve secdelerinin, görünür ve görünmez fiil ve hükümlerinin yerli yerince yapılması anlaşılır. Namazın devamı ise, kişinin kendisini sürekli olarak Rabbinden gelebilecek ilahî lütuf ve ikramlara hazır bulundurmasıdır. Çünkü bu husus, Hazret-i Peygamber'in şu hadisiyle anlatılmıştır: ”Doğrusu Allah'ın, sizin geçirdiğiniz dönemler içerisinde güzel ikramları vardır. Dikkat edin, o güzel ikramlara karşı hazırlıklı olun." (7)

Ve kendilerine verdiğimiz rızıktan Allah yolunda harcarlar. Sözlükte ”rızık", vergi, bahşiş, ihsan ve lütuf demektir. Örfte ise, canlıların kendisinden yararlandıkları şey anlamında kullanılır. Bu, Ehl-i Sünnete göre helâl ve haram olan tüm şeyleri kapsar. Hepsine rızık denir. Ancak burada karine yoluyla bu, helâl olarak anlaşılmalıdır. Âyette hep övgünün yer aldığına dikkat edersek, bundan da helâlin kastedildiğini anlarız. Yine âyette tümlecin fiilden önce zikredilmesi de buna verilen önemi gösterir. Bir de âyet başlarına uyum sağlansın diye tümleç öne alınmıştır. Âyette ”bazı" anlamına gelen ”min" edatı, israftan kaçınmayı ifade içindir. Yüce Allah, eşi ve benzeri olmayan tek bir ilâh olduğu halde âyette ”verdiğimiz rızıktan ” kelimesinde çoğul kipinin kullanılması şunun içindir: Bu hitap şekli, hükümdarlara mahsustur. Allah ise hükümdarlar hükümdarı olup, tüm mülklerin de melikidir. İşte çoğul kipi bu manadadır.

Arapçada ”infak" ve ”infâd" kelimeleri eşanlamlıdırlar. Ancak ”infâd" kelimesinde farklı olarak, elinde var olan şeyi tümüyle harcamak ve hiçbir şey bırakmamak anlamı vardır. Halbuki ”infak" kelimesinde böyle bir anlam yoktur. Buradaki infaktan maksat, farz olsun nafile olsun, tüm hayır yollarına yapılan harcamadır. Âyette geçen bu kelimeyi ”zekât" olarak yorumlayanlar, hayrın en faziletli türünü bildirmişler, böylece temel olana öncelik vermişlerdir. Yine âyetteki infakın ”zekât" diye yorumlanması, onun diğer bir farz olan namazla birlikte gelmesindendir. Ayrıca bu, açık ve gizli yapılan tüm intaklar şeklinde de yorumlanmıştır. Nitekim âyeti: ”Bizim kendilerine verdiğimiz marifet nurlarından Allah rızâsı için halka dağıtırlar" şeklinde yorumlayanlar bu görüşü esas almışlardır.

Ancak en doğru görüşe göre, ”nafaka" dan maksat zekâttır. Her şeyin zekâtı da kendi cinsinden olur. Zenginlerin infakı, mallarından olup, bunu ihtiyaç sahiplerinden esirgememeleridir; âbidlerin infakı, hayatlarını hizmetten geri tutmamalarıdır; ariflerin infakı, kalblerini ilahî murakabeye kapalı tutmamalarıdır. Kısaca zenginin infakı, kasayı açması; fakirin infakı da kalbten Allah sevgisi dışında kalan diğer tüm sevgileri çıkarmasıdır.

Âyette ayrıca ”iman" dan sözediliyor ki, bu bir kalb işidir. Bunu izleyen ”namaz" ise bedenle ilgilidir. Bunun arkasından da ”infak" geliyor, bu da malla ilgilidir. Bunlar, tüm ibadetlerin toplamıdır. İmanda kurtuluş, namazda yakarış, intakta da dereceler vardır. Bu âyette dört şey anlatılıyor: Takva, gayba iman, namaz ve infak. Sehavet ilk rütbedir, bunu cömertlik (cûd) izler. Bunun arkasından da başkasını kendine tercih (îsâr) gelir. Meselâ bir kimse malının bir kısmını harcar ve bir kısmımı da harcamazsa, bu kimse sehavet sahibidir. Bir kimse başkalarına çok yardımda bulunur ve kendisi için az şey bırakırsa, bu da cûd, yani büyük cömertlik, sahibi kimsedir. Sıkıntıya katlanmak pahasına başkalarını kendisine tercih ederek yardıma koşan kimse ise, îsâr (tercih) sahibidir.

Te'vîlât-ı Necmiyye'de: ”Ve kendilerine verdiğimiz rızıktan harcarlar" âyeti hakkında şu yorumu görüyoruz: ”Varlık vasıflarından, kul ile Rabbi arasında namazla ilgili yapılan taksimin yarısı oranında harcarlar. Sel, bendini aşıp, iş varacağı noktaya erişince, bu noktada kişiye Allah'ın hidayeti ve lütuflarının gelişiyle ezelî yardım erişir. Bu onu Allah'a en yakın derecelere ulaştırır. Tıpkı Hakkın cezbesinin Hazret-i Peygamber'de (sallallahü aleyhi ve sellem) ”üdnü (yaklaş)" hitabıyla gerçekleştiği gibi, mü'min hakkında Hakkın bu cezbesi, ”Allah'a secde et ve yaklaş" (Alak: 19) hitabıyla gerçekleşmiştir. Secdelerden sonraki teşehhüd, kişinin benlik perdelerinden kurtulup Rabbânî cezbeler sayesinde Cemalullah'ı görmeye hak kazanmasına işarettir. Tahiyyat, kulların melikler meliki olan Allah'ın huzurunda övgü merasimiyle Onunla buluşmaya koyulduklarını temsil eder. Sağa ve sola selâm veriş ise, dünya ve ahiret esenliğine, tüm cahiliye davalarından kurtuluşa işarettir. Çünkü sağdan gelen davet cennet nimetlerine, soldan gelecek olanlar da lezzet ve şehvete çağırır. Halbuki kişi bu durumda icabet, yakarış ve Allah'a yaklaşma derecelerinin yer aldığı bir makamda bulunuyor. Bu sırada kişi, keramet denizine dalmış ve cezbelerle de kayıtlanmış bulunuyor. Nitekim Allah şöyle buyuruyor: ”... ve kendini bilmez kimseler kendilerine laf attığında, (incitmeksizin) ”selâm" derler (geçerler)" (Furkan: 63). Şekilci olan kimseler, selâm vererek namaz kılmak durumundan çıkmış olurlar. Fakat marifet ve iman ehli olanlar da, kalb temizliğine ve Rahman olan Allah'ın rızâsına kavuşurlar. Allah şöyle buyuruyor: ”Allah kendilerinden hoşnut olmuş, onlar da Allah'tan hoşnut olmuşlardır." (Beyyine: 8)

3 ﴿