EN'ÂM SÛRESİMekke devrinde nazil olmuştur. 165 âyettir. Enam Sûresi; bir gece Mekke'de yetmişbin melek eşliğinde bir defada inmiştir. Yeryüzünü, doğudan batıya, her taraftan kuşatan bu melekler, dünyayı tesbih, tahmid ve temcid nidalarıyla doldurdular; neredeyse yeryüzü sarsılmak üzereydi. Bu durumda Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): ”Bu yüce Rabbim her türlü noksanlıktan münezzehtir! Yüce Rabbim her türlü noksanlıktan münezzehtir!" deyip secdeye kapandı. 1Hamd, gökleri içindeki güneş, ay ve yıldızlarla beraber ve yeri içindeki kara, deniz, ova, dağ bitki ve ağaçlarla birlikte yaratan, karanlıkları ve aydınlığı var eden, yok iken meydana getiren Allah'a mahsustur. Âyetin ilk kelimesi olan ”el-hamd"ın başındaki ”el-" takısı, genellik ifade eden belirleme edatıdır; ”lillah" deki ”Lâm" ise aitlik edatıdır. Buna göre bu ifadenin açıklaması şu olur: Dünya ve âhirette, göklerde ve yerde bulunan herkesin ve her şeyin yaptığı her türlü hamd, Allah'a mahsustur ve Ona aittir. Çünkü, hamdetme yeteneğini onlara veren O'dur. Güçleri ve kabiliyetleri oranında, O'nun nimetlerine karşı hamdetmeyi, kendilerine nasip eden de O'dur. Şu halde, gerçek anlamıyla, O'nun dışında iyilik yapmayı seven ve hamdedilmeyi hak eden hiç kimse yoktur. Hamdin, ilâhî sıfatları kendinde toplayan ”Allah" ismine, özellikle ait kılınmasının sebebi, kendi zatında hamdedilmeyi hak ettiğine işaret etmek içindir. Yani kendisine hamdeden birileri olsun veya olmasın, sonuç değişmez; O, her zaman hamdedilmeye lâyıktır. Bağavî der ki: ”Burada Allah'ın kendi kendisine hamdetmesi, kullarına bu olayı öğretmek içindir. Yani, 'O'na hamdediniz' demektir." Yukarıda özellikle göklerden ve yerden söz edilmesinin sebebi, kulların görebildikleri en büyük yaratık oluşlarından dolayıdır. Bunlarda gerçekten büyiik ibret ve yararlar vardır. Yerler de gökler gibi görkemli olduğu halde - yerin değil de- sadece göklerin çoğul olarak anılması, değişik etki ve fonksiyonları olan farklı tabakalara sahip oluşundandır. Nitekim her iki semâ arasındaki uzaklığın beşyüz yıllık bir mesafe olduğu söylenmiştir. Öte yandan - aydınlık değil de- ”karanlıklar" deyimi de çoğul olarak kullanılmıştır. Nitekim bu konuda Haddâdî şu gerekçeyi ileri sürer: ”Nur yayılıp başka tarafa gider. Fakat karanlık öyle değil." Rivayet edildiğine göre bu âyet, ”Nurun yaratıcısı Allah, karanlıklarınki ise şeytandır" diyen mecûsîleri yalanlamak üzere inmiştir. Böyleyken, kâfirler hâlâ Rablerine (başkalarını) eşit sayıyorlar. "Böyleyken" deyimi, bunca evrensel delillerle çürütülen şirkin imkânsızlığım vurguluyor. ”Eşit saymak" da, aynı konumda görmek, aynı değeri vermek anlamına gelir. İki şeyi eşitlemek, onları denk tutmak demektir. Buna göre âyetin toplu anlamı şöyle olur: Kendisine özgü üstün özellikleri dolayısıyla yalnızca yüce Allah (celle celalühü), hamdedilmeye ve kulluk yapılmaya lâyıktır. Söz konusu özellikler, yalnızca O'nun hamdedilip ibadet edilmesini gerektirir. Hamd ve ibadet de nimetlere karşı şükretmenin başlıca amacıdır. Öte yandan O'nun dışındaki her şey O'nun sanatının eseridir. O'nun dışında hamdedilmeyi hak eden başka bir kimse yoktur. Nakledildiğine göre, Yemen fakihlerinden bir grup, ârif-i billah olan Şeyh Ebul Gays b. Cemil'e geldiler. Amaçları, kendisini imtihan etmekti. Kendisine yaklaştıklarında onlara şöyle seslendi: ”Ey kulumun kulları hoş geldiniz!..." Onlar, bu ifadeyi çok yadırgayıp büyüttüler. Durumu, iki tarikatın şeyhi ve iki grubun lideri olan İsmail b. Muhammed el-Hadremî'ye haber verip adı geçen Şeyh Ebul Gays'ın kendilerine söylediği şeyleri anlattılar. Bunun üzerine Şeyh İsmail güldü ve dedi ki: ”Şeyh Ebul Gays doğru söylemiştir. Çünkü siz, hevânızın kullarısınız; o ise, hevayı kendi kulıı haline getirmiştir." |
﴾ 1 ﴿