HACC SURESİ

1

Ey insanlar! Rabbinizden korkun. Yani işlerinizi organize eden ve sizi yetiştiren Allah'a boyun eğerek azabından sakının.

Çünkü kıyamet vaktinin sarsıntısı müthiş bir şeydir. Burada ”sarsıntı" olarak tercüme ettiğimiz ”zelzele", defalarca tekrar eden aşırı bir sarsıntıdır. Çünkü bu kelime, ”zelle" kelimesinin tekrarıdır. ”Sâat" ise, kıyamet olup hesabın çabuk görülmesinden dolayı bu isimle anılmıştır. Kıyamet sarsıntısından, kıyametin kopması anlaşılır. Buna göre âyetin anlamı şöyle olmaktadır: Kıyametin kopmasından kaynaklanan sarsıntı, tanımlanması güç, müthiş bir şeydir. Bu sebeple, nefsi azaptan kurtarmak için, korkmak gerekir.

2

Onu, yani o sarsıntıyı

gördüğünüz gün, her emzikli kadın emzirdiğinden vazgeçer. Burada ”vazgeçmek" şeklinde verdiğimiz ”zuhûl"; dehşet içinde kalarak işi bırakmaktır. Emzikli kadından maksat da bizzat emzirmekle meşgul olan emzikli kadındır. O, korku ve hayret içinde kendi derdine düşerek memesini verdiği çocuğunu emzirmekten vazgeçer.

Her hamile kadın da başına gelen büyük sıkıntıdan dolayı günü gelmeden

çocuğunu düşürür. ”Hami," rahimde bulunan ceninin adıdır. Yani kadın, kendisini saran felâketten dolayı, günü gelmeden bebeğini düşürür.

Ve mahşer ehli olan

insanları sarhoş gibi

bir halde görürsün. ”Sekr," yani sarhoşluk; kişi ile aklı arasına giren bir hâldir. Kişinin ölüm esnasındaki haline, bu kelimeden türetilme ”sekerâtu'l-mevt" denilir.

Cafer (radıyallahü anh) : ”Onları, Allah'ın üstünlük ve izzetinden gördükleri şeylerin sarhoş ettiğini" söylemiştir.

Oysa onlar gerçekte

sarhoş değillerdir; fakat Allah'ın azabı pek çetindir. Bunun korkusu onları sarmış, akıllarını başlarından almış ve dengelerini bozmuştur.

Hadis-i şerif şöyledir: Rasûlüllah: ”Allahu teâlâ kıyamet günü Adem (aleyhisselâm)'e, 'Ey Âdem! Neslinden cehennemin temsilcilerini çıkar!' der. Adem (aleyhisselâm): 'Cehennemin temsilcileri kaç kişidir?' diye sorar. Bunun üzerine Allahu teâlâ: 'Her hin kişiden dokuz yüz doksan dokuz kişi.' buyurur. Bu, küçüğün ihtiyarladığı, her hamile kadının bebeğini düşürdüğü ve insanları- alkolden sarhoş olmadıkları halde- korkudan sarhoş gördüğün zamandır. ”Ancak Allah'ın azabı pek çetindir."dedi. Bu tablo, Müslümanlara ağır gelmiş ve ağlayarak: ”Ey Allah'ın Rasûlü! Bizim halimiz ne olur?" diye sormuşlardır. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da onlara: ”Müjde size! Ye'cûc ve mecûc'den hin kişi, sizden ise bir kişi olur. Nefsim elinde bulunan Allah'a yemin olsun ki ben, cennetliklerin üçte birini sizin meydana getireceğinizi umuyorum."Bunun üzerine Müslümanlar tekbir getirip Allah'a hamdettiler. Rasûlüllah devamla: ”Nefsim elinde olan Allah'a yemin ederim ki, cennet ehlinin yarısının siz olacağınızı umarım" buyurdu. Ashap yine tekbir getirip hamdetti. Bu sefer Hazret-i Peygamber: ”Nefsim elinde olan Allah'a yemin ederim ki ben cennetliklerin üçte ikisinin sizler olacağınızı umuyorum. Çünkü cennetlikler yüz yirmi saftır ve bunların sekseni ümmetimdendir. Müslümanlar, devenin bir tarafında bulunan ben, yahut merkebin bacağındaki iz, ya da siyah renkli boğadaki beyaz bir tüy gibidirler. '" 11 buyurdu.

3

İnsanlardan, bilgisizce, Allah'ın zatı ve sıfatları hakkında, bilgisi bulunmadan ve bir delile tâbi olmadan

Allah hakkında tartışmaya giren ve gerek tartışmasında, gerekse her davranışında

her inatçı, fesada soyunan ve iyiliklerden uzak

şeytana uyan bir takım kimseler vardır. Onlar, kendilerinden olmayanları inkâra davet eden kâfirlerin liderleridir veya İblisle, onun ordularıdır. Nitekim Nadr b. Haris, cedelleşerek şöyle diyordu: ”Melekler Allah'ın kızlarıdır; Kur'an, daha önceki milletlere ait efsanelerden ibarettir. Ölümden sonra tekrar dirilme de yoktur." Ve yine o, Allah hakkında faydasız ve anlamsız şeyler söyleyerek saçmalıyordu.

Ayetteki ”cidal" kelimesi, tartışma ve vuruşma anlamındadır. Bu kelimenin kökü, ”ipi iyice büktüm" demek olan ”cedeltü'l-hable" sözünden gelmektedir.

4

Onun yani gerek cin ve gerekse insanlardan olan her şeytan

için şu hüküm yazılmıştır: 'Kim onu dost edinirse ve ona tâbi olursa,

gerçekten bu (şeytan) onu saptırır ve doğrudan doğruya kötlüklere sevketmek suretiyle

alevli ateşin azabına sürükler.' Şeytanın işi, kendini dost edineni hak yoldan saptırmaktır. Cinlerden olan şeytan vesvese ve kuruntularla, şüpheye düşürmek suretiyle; insanlardan olan şeytan ise, arzularının esiri olanların, bidatçıların ve öldükten sonra tekrar dirilmeyi inkâr eden zındıkların görüşlerine bulaştırarak kişiyi saptırır. Bu kişi, söz konusu kişilerin şüphelerini delil göstererek onların inançlarına bağlanır ve sonunda o da onlardan olur.

Ey insanlar! Eğer yeniden dirilmekten şüphe ediyorsanız, şüphesiz Biz sizi topraktan, sonra nutfeden, sonra pıhtılaşmış kandan, sonra hilkati belli-belirsiz bir çiğnem etten yarattık. Bütün bunlar, size (nihai durumu) açıklamaya yöneliktir. Dilediğimizi belli bir süreye kadar rahimlerde tutar, sonra sizi bebek olarak çıkarırız, böylece yetişip erginlik çağına varırsınız. İçinizden kimi vefat eder, kimi de ömrünün en verimsiz çağına kadar götürülür. Ta ki, çok şey bilirken bir şey bilmez olsun. Yeryüzünü de kupkuru bir halde görürsün. Fakat Biz, üzerine su indirdiğimiz zaman, hareketlenir, kıpırdanır ve her türden güzel bitkiler verir.

Bunlar, Allah 'ın, hakkın ta kendisi olmasından kaynaklanmaktadır. Şüphesiz O, ölüleri diriltir. Yine O, her şeye karşı son derece güçlüdür.

Hakkında şüphe olmayan kıyamet vakti de mutlaka gele cek; Allah, kabirlerde olanları dirilteçektir.

5

Ey insanlar! Öldükten sonra yeniden dirilmeyi inkâr eden Mekke'liler!

Eğer yeniden dirilmekten şüphe ediyorsanız, Yeniden diriltmek: İnsanları kabirden çıkartıp, mahşer yerine yürütmektir. Tekrar varolmanın mümkün oluşu ve meydana gelişi konusunda tereddüt içindeyseniz, şüphenizin yok olması için ilkin yaratılışınıza bakınız.

Şüphesiz Biz sizi özel anlamda bir yaratma ile Hazret-i Âdem’in şahsında

topraktan, sonra genel anlamda

nutfeden, yani insan menisi olan az veya çok arı sudan (spermden)

sonra spermden oluşan

pıhtılaşmış kan embrio

dan, sonra hilkati ve şekli

belli-belirsiz bir çiğnem etten yarattık. Bütün bunlar, size (nihai durumu), öldükten sonra yeniden dirilmenin ve mahşerde toplanmanın nasıl olacağını

açıklamaya yöneliktir. Gerçekten hiç hayat kokusu almamış insanı ilkin topraktan yaratan, onu tekrar yaratmaya da güç yetirir.

Hadis-i Şerifte şöyle ifade edilmiştir: ”Her birinizin ana rahmindeki oluşumu kırk gün içinde tamamlanmaktadır. Sonra yine bir bu kadar süre içinde pıhtılaşmış kan (embrio) olur. Sonra bir bu kadar süre içinde bir çiğnem el parçası olur. Daha sonra ona ruh üflemek üzere melek gönderilir. Bu arada dört kelimeden ibaret rızkı, eceli, ameli, bedbaht veya mutlu olacağının yazılması emredilir. ” (2)

Dilediğimizi belli bir süreye doğum zamanına

kadar rahimlerde tutar, bu sürenin bitiminden

sonra sizi kendi ihtiyaçlarını göremiyecek derecede zayıf bir halde

bebek olarak ana rahminden

çıkarırız, böylece yetişip erginlik çağma varırsınız. ”Sizi çıkarırız" sözünün sebebidir. Buna uygun olan, ama anılmayan başka bir sebebe bağlanmıştır. Sanki şöyle denmek istenmiştir: ”Sonra yavaş yavaş büyümeniz, güçlenmeniz, anlamanız ve iyiyi kötüden ayırma düzeyine ermeniz ve olgunluğa ulaşmanız için, -ki bu dönem, otuz ile kırk yaşları arasıdır- sizi çıkarırız."

İçinizden kimi vefat eder. Ruhu kabzediliı, erginlik çağına, erdikten sonra veya daha önce ölür,

kimi de ömrünün yaşlılık ve bunaklıktan ibaret olan

en verimsiz çağma kadar götürlür. Ta ki, çok şey bilirken bir şey bilmez olsun. Bu, ilminin yok olması ve halinin ters dönmesinden, kuvvetli iken zayıflamasından mübalağadır. Yani bünyesi zayıf, aklı az ve anlayışı kıt olan çocukluk günlerine döner. Bu durumda bildiğini unutur, tanıdığını tanımaz ve yaptığını yapamaz olur.

Yeryüzünü de kupkuru bir halde görürsün. Bu mesaj, öldükten sonra yeniden dirilmekle ilgili başka bir delildir.

Fakat Biz, üzerine su yani yağmur

indirdiğimiz zaman, bitki ile

hareketlenir, kıpırdanır kabanı", artar

ve her türden güzel iç açıcı

bitkiler verir.

6

Bunlar, insanın çeşitli evrelerden geçerek yaratılması, farklı aşamalar içinde şekillenmesi, yerin ölümünden sonra tekrar hayat bulmasından ibaret bu eşsiz sanat,

Allah'ın, hakkın tâ kendisi olmasından kaynaklanmaktadır. Şüphesiz O, ölüleri diriltir. Yâni O'nun işi ve âdeti onları diriltmektir. Hasılı, Yüce Allah onları ilk kez ve tekrar yaratabilir. Aksi halde meniyi ve kuru yeri defalarca yaratamazdı.

Yine O, her şeye karşı son derece güçlüdür. Aksi durumda bu varlıkları meydana getiremezdi.

7

Hakkında şüphe olmayan kıyamet vakti de mutlaka gelecek; çünkü alâmetleri belirmiş ve durumu ortaya çıkmıştır.

Allah, caymanın söz konusu olmadığı vaadinin gereği olarak,

kabirlerde olanları diriltecektir. Buradaki ”diriltmek" anlamını verdiğimiz ”bas" kelimesi, Yüce Allah'ın kabirlerdeki ölüleri, asıl organlarını birleştirerek ve ruhlarını tekrar vererek yeniden yaratmasını ifade eden bir terimdir.

8

İnsanlardan bazısı, tıpkı Ebû Cehil gibi, elde edilen veya doğuştan herhangi

bir bilgisi, yahut gerçeğe götüren

bir rehberi, doğru görüşü

veya aydınlatıcı bir kitabı, hakkı ortaya koyan bir vahiy

bulunmadan,

9

sırf Allah yolundan saptırmak, müminleri hidayetten sapıklığa sevketmek

için yanını eğip bükerek büyüklük taslayarak

Allah hakkında tartışmaya kalkar. Yani teorik bir dayanağı, vahye müstenid bir delili olmadan ve elle tutulur bir delili bulunmadan, sırf taklit ve tartışma yoluyla Allah hakkında mücadele eder.

Onun için dünyada bir rüsvaylık vardır, ki ”hizy", alçaklık ve düşüklük demek olup Bedir savaşında Ebû Cehil'e gelen ölüm ve zillettir.

Kıyamet gününde ise ona yakıcı azabı tattıracağız.

10

'İşte bu, dünyadaki bu rüsvaylık ve âhiretteki azap,

senin yaptıklarından inkârından ve işlediğin günahlardan

ötürüdür' denir. Yoksa Allah, kullarına karşı hiç de zâlim değildir. Dolayısıyla daha kendi taraflarından bir günah olmadan onlara azap etmez.

Bil ki, münafık, arzularının esiri ve bidat ehli kimselerle tartışmak yasaklanmıştır. Fakat, Allah’ı tanımak, şüpheleri gidermek, Allah'ı ve Rasûlü'nün hidâyetini bilmek suretiyle Allah'a giden yolu açıklamak ve nuru ile hakkı bâtıldan ayırmak konusunda mücâdele edenin tartışması övgüye lâyıktır.

11

İnsanlardan kimi Allah'a yalnız bir yönden, dinin bir kısmına göre

ibadet eder. O, tıpkı cephe gerisinde durup zafer hissettiği zaman sebat eden ve yenilgi hissettiği zaman da kaçan kişi gibi sebatsız kimsedir.

Rivayet edildiğine göre bu âyet, Medine'ye gelen ”E'ârib" kabilesi hakkında inmiştir. Onlardan bin sağlıklı olduğu, atı yavruladığı, eşi çocuk dünyaya getirdiği, malı ve davarları çoğaldığı zaman: ”Bu dine girdiğimden beri hayra ve huzura kavuştum" dermiş. Fakat ters durumla karşılaştığı zaman: ”Başıma kötülükten başka bir şey gelmedi" diyerek dinden dönermiş.

Kendisine sağlık ve zenginlik konusunda dünyaya ilişkin

bir iyilik dokunursa, buna pek memnun kalır, içtenlikle değil, görünüşte dinde sebat eder;

bir de musibete maruz kalırsa kendisi, ailesi veya malına gelen bir musibetle imtihan edilirse,

yüz üstü döner, inkâra yönelerek dinden çıkar, küfre döner.

O, dinden çıktığından dolayı ameli boşa çıkarak ve suçsuzluğu ortadan kalkarak

dünyada da âhirette de ziyana uğramıştır. Onun ikisini de kaybetmiştir.

İşte bu, apaçık ziyanın ta kendisidir. Bazıları şöyle demişlerdir: ”Dünyadaki kayıp, ibadetleri terketmek ve haramlarla meşgul olmaktır. Âhiretteki kayıp ise, hasımların ve takipçilerin çoğalmasıdır.

12

O, Allah'ı bırakıp, O'na ibadette sınırı aşarak

kendisine faydası da, zararı da dokunmayan cansız

şeylere yalvarır, tapar.

Bu, yalvarış, hak ve hidayetten

büsbütün uzak olan sapıklığın ta kendisidir.

Âyette geçen ”sapıklık" anlamındaki ”dalâl" kelimesi, çölde yolunu kaybederek uzaklaşan ve kaybolan kişinin kaybolması anlamında kullanılan ”'dalâl" kelimesinden alınmadır.

13

Zararı faydasından daha yakın olana yalvarır. Yalvardığı şey, ne kötü yardımcı ve ne kötü dosttur! Yani bu inkarcı kıyamet günü, tapındığı şeyden dolayı zarara uğradığını ve bu yüzden cehenneme girdiğini görünce şöyle der: ”Allah'a Yemin olsun ki bu, ne kötü bir yardımcı, ne fena arkadaş ve dosttur!"

14

Muhakkak ki Allah, iman edip iyi amel işleyen kimseleri, zeminlerinden ırmaklar akan cennetlere koyar. Burada, Allah'a kulluk eden mü'minlerin iyi durumlarının mükemmelliği ifade edilmektedir. Cennet, zeminini örten sık ağaçların bulunduğu yer demektir. Cennetlerin bu şekilde nitelendirilmesinin sebebi; cennetlerin, insanların tanıdıkları en güzel, yerler gibi olduğunu göstermek, dolayısıyla onlara içtenlikle yönelmelerini sağlamaktır.

Şüphesiz Allah, dilediğini yapar. Sâlih mu'mini mükâfatlandırdığı gibi, müşrik kimseyi de cezalandırır. O'nu hiç kimse durduramaz ve kimse engelleyemez.

15

Her kim, Allah'ın ona Muhammed'e

dünyada dinini yüceltme ve düşmanlarını perişan etme

ve âhirette derecesini yüceltme ve kendisini yalanlayanlardan intikam alma konusunda

asla yardım etmeyeceğini zannetmekte, vehmetmekte

ise, yani Allahu teâlâ, Peygamber’inin dünyada ve âhirette yardımcısı olduğuna göre, düşmanlarından ve haset edenlerinden öfke ile bunun aksini sanan ve meydana gelmesini bekleyen kimse,

tavana evinin tavanına

bir ip atsın bağlasın; insandan yukarıda olan her şey semâdır. Onun için tavan, ”semâ" kelimesi ile ifade edilmiştir.

Sonra da onu boğulmak için

kessin. Burada, ”boğulma" yerine ”kesme" ifadesi kullanılmıştır. Çünkü boğulan kişi, nefes almasını engelleyerek adeta kendini kesmiş olur.

Ardından kendi kendine

düşünsün bakalım, bu hilesi kendine yaptığı bu şey

kendisini öfkelendiren şeyi yardımı

yok edebilir mi? Asla! Öfkesinden ölse bile, yardımı engelleyemez.

16

İşte böylece Biz, Kur'an'ı derin anlamlarını vurgulayan

açık seçik âyetler halinde indirdik. Gerçek şu ki Allah, Kur'an'la hidâyetini

dilediği kimseyi doğru yola iletir. Hadis-i şerife göre: ”Allah. Kur'an'la bazı toplumları yükseltir ve bazılarını da onunla alçaltır." Yani Allah, Kur'an'a inanarak gereğini yerine getiren toplumların derecelerini Kur'an sayesinde yükseltirken, ondan yüz çeviren ve hükümlerini tatbik etmeyen toplumları da alçaltır. Gerçekten Ashab-ı Kiram'ın düşüncesi, felsefesi ve işi, Kur'an'a inandıktan sonra onunla amel etmekten ibaretti. Bu sebeple onlar, on âyet öğrenince gereğini yapmadan başka âyetlere geçmezlerdi.

Ebû Said el-Hudrî'nin şöyle dediği nakledilmiştir: ”Ben, fakir muhacirlerden oluşan bir cemaatin yanına oturdum. Onlar, birbirini siper edinerek açık yerlerini örtmeye çalışırken, biri de bize Kur'an okuyordu. Aniden Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) teşrif etti ve yanımızda ayakta durdu. Bunun üzerine okuyucu sustu. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) selâm verdi ve: ”Ne yapıyorsunuz" diye sordu. Biz: ”Allah'ın kitabını dinliyorduk" dedik. Bunun üzerine şöyle buyurdu: ”Ümmetimden, kendileriyle birlikte olmayı nefsime emredeceğim kimseleri var eden Allah'a hamd olsun. Ey fakir muhacir topluluğu! Kıyamet günü tam olacak olan nura sevinin! Siz, zengin insanlardan yarım gün önce -ki, bu beş yüzyıl demektir- cennete girersiniz."14' Çünkü zenginler, Arasat denen yerde durdurulurlar ve kendilerine: ”Malı nereden kazandınız ve nereye sarfettiniz?" diye sorulur. Oysa fakirler, malları bulunmadığı için, durdurulup mal konusunda hesaba çekilmezler.

17

İman edilmesi gereken her şeye

inananlar, Yahudi olanlar, Sabiîler hak dinden uzaklaşıp meleklere ve yıldızlara tapanlar,

Hıristiyanlar, mecusiler ateşe tapanlar- ki bunlar, ehl-i kitaptan olmadıkları için kadınları ile evlenilmez ve kestikleri yenilmez-

ve müşrik olanlar, yani putlara tapanlar

var ya! İşte Allah, bunlar, yani müminler ve küfür üzerinde birleşen bu beş fırka

arasında kıyamet günü hükmünü verir. Yani Allahu teâlâ kıyamet günü, onlardan her sınıfa hakkettiğine göre muamele eder; ya cennetle mükâfatlandırır, ya da cehennemle cezalandırır.

Âyet-i Kerime'den anlaşıldığına göre, dinler altıdır. Biri Allah'ın dini -ki, bu İslâm'dır- diğer beşi de şeytanın dinidir.

Çünkü Allah, her şeyi hakkıyla bilendir.

İmam-ı Gazâlî, âyette geçen ”şehid" kelimesi hakkında şöyle demiştir: ”Şehid, bilmek anlamındadır. Allah, gerçekten görüneni ve görünmeyeni bilendir. Gaylr. Görünmeyen; şehadet ise görünendir. Şu halde kesin bilgi dikkate alındığında, Allah kesin olarak her şeyi çok iyi bilen; gizli şeylere izafe edilince de, her şeyden haberdar olan demektir."

Sonra âyette, uyarı ve tehdit vardır. Bu sebeple akıllı insanın, hükmün verileceği günü hatırlaması ve Allah'ın hoşnutluğunu kazanabileceği amelleri yapmaya çaba harcaması lâzımdır.

18

Ey bilgi sahibi olması gereken kişi!

Görmedin, bilmedin

mi ki, göklerde olanlar ve yerde bulunanlar, yani Allah'ın programlaması ve dilemesiyle melekler, isteyerek ve istemeyerek cinler ve insanlar, kulların yararı için doğup batmak suretiyle

güneş, ay, yıldızlar, kaynak suları akıtarak ve madenler vererek

dağlar, gölge vererek ve meyve taşıyarak

ağaçlar, hayret verici düzen ve hareketleriyle

hayvanlar ve tâat ve ibadet secdesiyle

insanların birçoğu Allah'a secde ediyor; her şey Allahü teâlâ 'ya, yaratması ve rızık vermesinden dolayı boyun eğiyor. Bu alanda insanlar arasında iyi-kötü, mü'min-kâfir gibi bir ayırım yoktur.

"Secde"; ya insanların yaptığı gibi isteyerek yapılan secde, ya da insanların, hayavanların ve bitkilerin zorunlu boyun eğmeleri anlamındaki secdedir. Boyun eğme, bütünüyle emre amade olmayı ve kontrol altında bulunmayı ifade ettiği için, secdeye benzetilmiştir. Çünkü kâfir insanların anlayışında, azgın cin ve şeytanlarda, itaat ve ibadet secdesi yoktur. Bu secde, sırf Allah için alnı yere koymaktan ibarettir. İrfan sahibi kimseler, isteyerek ibadet secdesiyle secde ederlerken, cansız varlıklarla hayvanlar, ihtiyaçtan dolayı boyun eğerek secde ederler.

Ayette, ”insanların birçoğu" şeklinde sözü edilen mü'minler, kâfirlere oranla azdırlar. Bu sebeple âyetin devamında Allahü teâlâ  şöyle buyurmuştur: İnsanladan

birçoğunun üzerine de inkârları yüzünden ve itaatten uzaklaşmaları dolayısıyla

azap hak olmuştur. Allah, kimi ezelde bedbahtlığına hükmetmiş olduğu kimseyi

hor ve hakir kılarsa, artık ona ikramda bulunacak, sonsuza kadar mutluluk ikram edecek

kimse bulunmaz. Şüphesiz Allah, ikram etmede ve hor görmede

dilediğini yapar.

İmam Nîsâburî şöyle demiştir: ”Allah, kulluklarına muhtaç olmadığını kâfirlere göstermek için, kâfirleri mü'minlerden fazla kılmıştır. Çünkü az olan şey, değerli olur. Altının değerinden dolayı üstünlüğünün tescil edildiğini görmüyor musunuz?"

19

Şu iki grup mü'min ve kâfir grupları

Rablerinin dini veya zatı ve sıfatları

hakkında çekişen iki hasım taraf: İnkârcılara-ki bu ifade, Allahü teâlâ'nın öz olarak beyan uyurduğu, ” ...Kıyamet günü aralarında hükmeder..." (Hac: 17) sözünü açıklamaktadır.- vücut ölçülerine göre, kendilerini elbise gibi saran korkunç

ateşten elbiseler biçilmiştir. Başlarının üstünden de, sıcaklığı had safhaya ulaşan

kaynar su dökülür. Söz konusu suyun bir damlası, dünyada bulunan dağların üzerine isabet etseydi, onları eritirdi.

Râğıp İsfahanı şöyle demiştir: ”Hamım, sıcaklığı çok fazla olan su demektir."

20

Bununla, yani aşırı sıcak olan bu kaynar suyla

karınlarındakiler, bağırsaklar ve diğer iç organlar

eritilir; derileri de... Dağlanarak dökülmeye başlar. Kaynar su, başlan üstünden dökülünce, aşırı sıcaklıktan dolayı, vücutlarının dışına etki ettiği gibi, iç organlarına da etki eder. Hem derileri, hem de iç organları erir. Sonra bu işlem, böyle tekrarlanır durur.

21

Bir de onlar yani kâfirler

için, azap edilmeleri ve dövülmeleri için

demir kamçılar vardır. ”Mekâmi", makma'a'nın çoğulu olup inkarcıların dövüldükleri kamçılar demektir. Hadis-i şerifte şöyle geçmektedir: ”O kamçılardan biri, yeryüzüne konsa ve insanlarla cinler başına toplansa, onu yerden kaldıramazlar. ”(5)

22

Duydukları şiddetli

ızdıraptan dolayı oradan yani cehennemden

çıkma gayretlerinin her defasında, oraya cehennemden çıkamadan üstten dibe doğru

geri döndürülürler ve kendilerine,

Tadın bu yakıcı azabı' denir. Cehennem ateşi onları, alevleriyle dövünce, üst tarafa doğru yükselirler. En üst kısma çıkınca, bu kez kamçılarla dövülürler ve ateşin içine yetmiş yıllık bir mesafedeki boşluğa yuvarlanırlar.

23

Muhakkak ki Allah, iman edip iyi amel yapanları, altlarından ırmaklar akan cennetlere koyar. Onlar orada altın bileziklerle ve incilerle bezenirler. Yani, onları orada melekler, Allah'ın emriyle altın bilezikler ve incilerle tıpkı dünyadaki hanımların, çeşitli süs eşyalarını bir araya getirdikleri gibi süsler ve bezerler. Biri kırmızı altından, diğeri de beyaz inciden olan iki bileziğin bulunduğu bilek, ne güzel bilektir!

Hadis-i Kudsi’de Allahu teâlâ şöyle buyurmuştur: ”Ben sâlih kullarıma, hiçbir gözün görmediği, kulağın duymadığı ve hiçbir insanın zihninden geçmeyen şeyleri hazırladım.

Said b. Cübeyr de: ”Söz konusu kişilerden her biri üç bilezik takınır.

Biri altından, biri gümüşten ve biri de inci ve yakuttandır" demiştir.

Orada giysileri ise ipektir. Yani onlar, cennette ipek elbise giyerler. Allah, dünyada erkekleri denemek için ipek elbise giymelerini haram kılmıştır. Bir hadis-i şerifte Allah'ın Rasûlü (sallallahü aleyhi ve sellem): ”Dünyada ipek elbise giyen, âhirette giyemez" buyurmuştur. Bundan dolayı imam Ebû Hanife (Allah O'na rahmet etsin), ”Hazret-i Peygamber, yenleri ve eteği ipekten olan bir cübbe giymiştir" rivayetine dayanarak, dört parmak kadar alanını bundan istisna ederek, ”Erkeğin ipek elbise giymesi helâl değildir" demiştir.

24

Ve onlar, sözün en güzeline yöneltilmişler, ki bu, onların ”Bizden üzüntüyü gideren Allah'a hamdolsun" sözünden ibarettir. Ayrıca bunun. ”Lâ ilahe illlahlâh" (Allah'tan başka hiçbir tanrı yoktur) ifadesindeki samimiyet ve bu sözün doğrultusunda hareket etmek olduğu da dile getirilmiştir. Yine onlar, bizzat kendisi, ya da cennetten ibaret olan sonucu

övülen yola iletilmişlerdir.

Bil ki, doğru yola iletilmenin işareti, iyi işler yapmaya ve sâlih amel işlemeye koyulmaktır. Sâlih amel de, sırf Allah için yapılan iştir. Sadece îman, mü'minin ebediyyen cehennemde kalmasına engel ve cennete girmesine yadıma ise de, amel, iman nurunu artırır ve mü'minin kalbi amelle nurlanır.

Mûsa (aleyhisselâm)'nın Cenab-ı Allah'a hitaben: ”Allah'ım! Kullarının en âcizi hangisidir?" diye sorması üzerine yüce Allah: ”Amelsiz cenneti isteyendir" buyurmuştur. Mûsa (aleyhisselâm)'nın: ”Kullarının en cimrisi hangisidir?" sorusu üzerine de Allahu teâlâ: ”Bir ihtiyaç sahibinin kendisinden istekte bulunması durumunda, onun karnını doyurabilme imkânına sahip olduğu halde, doyurmayan kimsedir" buyurmuştur.

Daha sonra Yüce Allah, emin beldenin kutsallığına dikkat çekerek şöyle buyurmuştur:

25

İnkâr edenler, Allah'ın yolundan Allah'a itaat etmekten, O'nun dinine girmekten

ve kim olursa olsun,

-ister yerli, ister taşralı olsun- bütün insanlar için ibadet yeri

yaptığımız Mescid-i Haram'dan alıkoymaya kalkanlar, ki Mescid-i Haram'dan maksat, Mekke'dir veya mü'minlerin, her yönden saygıdeğer, avı avlanmayan, dikeni bile kesilmeyen ve içinde kan dökülmeyen Mescid-i Haram'ı tavaf etmelerine engel olanlar

(bilmelidirler ki), orada zulüm ile haktan sapmak isteyene, can yakıcı bir azaptan tattırırız. Yani orada bulunan herkes, her yönden doğru ve âdil olmak zorundadır.

Kırsal bölgede ikamet edene bâdî; sahrada bulunan her yere de bâdiye denir. Akif ise, şehirde ikamet eden demektir. Mescid-i Haram'ın bizzat bu adla zikredilmesinin sebebi, oraya girmeye engel olanları daha fazla kınamaktır. Sonra âyetteki ilhad ve zulm kelimeleri, eş anlamlı iki durumu göstermektedir. Yani, ”kim haksızlık ederek hedeften dönerse" demektir. İlhad yönelme, demek olup iki kısımdır:

1- Allah'a ortak koşmaya yönelmek.

2- Sebeplerle şirke yönelmektir.

Birincisi, imana zıt düşmekte ve onu yoketmekte; diğeri de imanı zayıflatmakta ve fakat onu yok etmemektedir. Sonra, ”Yönelme ve haksızlık etme" ifadelerinden, harem bölgesinin güvercinini vb. avlamak, ağacını kesmek ve diğer bütün itaatsizlikler kastedilmiştir. Çünkü Mekke'de, sevaplar kat kat verildiği gibi günahlar da kat kat verilir.

Fıkıh âlimleri, Mescid-i Haram, Mescid-i Nebevi ve Mescid-i Aksâ'nın kutsallığından dolayı şöyle demişlerdir: ”Bir kimse bu üç yerden birinde namaz kılma adağını bizzat o mescidde yerine getirmesi gerekir. Oysa diğer camiler için böyle bir şey söz konusu değildir. Herhangi bir camide namaz kılmayı adayan kişi, başka bir camide namaz kılarak adağını gerçekleştirebilir."

Bil ki Allah, Mekke'nin dışında insanın hatırına gelen şeyleri affeder. Ancak -ifade edildiğine göre- Mekke'de sapmaya ve haksızlığa meyletmek isteyen kişiyi, hesaba çeker. Abdullah b. Abbas'm, tedbir olarak Taifte ikamet etmesinin sebebi de buydu. Çünkü insanın, hayalinden geçenlere engel olması çok güçtür.

26

Bir zamanlar İbrahim'e Beyt’in yerini hazırlamış, yani Kabe'nin yerini, bina yapmak ve ibadet etmek üzere dönüp geleceği yer olarak tayin ettiğimiz zamanı hatırla. O zaman:

(ona şöyle demiştik): 'Bana hiçbir şeyi ortak koşma; tavaf edenler, ayakta duranlar, rükû ve secde edenler için evimi temiz, putlardan ve etrafına pislik atılmasından uzak

tut. ”Bana hiçbir şeyi ortak koşma" ifadesi, âyette geçen ”hazırlamıştık" sözünü açıklamaktadır. Buna göre sanki şöyle denmek istenmiştir: ”Biz, İbrahim’i kulluğa seçtiğimizde kendisine, ”Bana hiçbir şeyi ortak koşma, dedik. ”

Âyette geçen ”rükû ve secde edenler"den maksat, Kabe'de namaz kılanladır. Namazın, ayakta durmak, rükû ve secdeye varmaktan ibaret olan rükûnleriyle ifade edilmiş olması, bunların herbirinin bağımsız olarak namaza işaret ettiğini belirtmek için oksa gerektir. Hepsi bir araya gelince, tabiî ki namaz anlaşılır.

İbn Abbas (aleyhisselâm)'dan rivayet edildiğine göre, âyetteki ”ayakta duranlar" dan, Kabe'de ikamet edenler kastedilmiştir. ”Tavaf edenler"den de, orada ikamet edenlerin dışında, uzak yerlerden gelip tavaf edenler anlaşılmaktadır.

Kâbe-i Muazzama'nın beş kere inşa edildiği nakledilmiştir:

1. Meleklerin Âdem (aleyhisselâm)'den önce inşa edişi: Bu Kabe, kırmızı yakuttandı. Nuh Tufanında göğe yükseltilmiştir.

2. İbrahim (aleyhisselâm)’in inşa edişi.

3. Cahiliye döneminde Kureyşlilerin bina edişi. Hazret-i Peygamber bu inşâ esnasında Haceru'l-Esved’in yerine konmasında hakemlik yapmış ve bu alanda kabileler arasında çatışmaya varacak bir gerginliği gidermiştir. Müşriklerin kararı doğrultusunda yoldan geçen ilk kişinin Hazret-i Peygamber olması hasebiyle hakem tayin edilmesi üzerine, Haceru'l-Esved’in bir bezin içine konmasını ve her kabileden seçilen temsilcilerin bu bezin uçlarından tutup kaldırmalarını emretmiştir. Bu şekilde kaldırılıp yerine kadar getirilen Haceru'l-Esved, bizzat Hazret-i Peygamber tarafından alınarak yerine konmuş ve böylece çatışma önlenmiştir.

4. Abdullah b. Zübeyr’in inşa edişi.

5. Haccac’ın bina edişi. Halen mevcut olan yapı budur.

27

Ey İbrahim! Hacca davet ederek ve onu emrederek,

insanlar arasında haccı ilân et ki, gerek yaya olarak, gerekse uzak yoldan gelen yorgun argın develer üzerinde sana gelsinler.

Rivayet edildiğine göre İbrahim (aleyhisselâm), Kabe'nin inşaatını bitirdikten sonra Yüce Allah'ın kendisine: ”İnsanlara haccı ilân et!" buyurması üzerine İbrahim (aleyhisselâm): ”Ey Rabbim! Sesimi ne ulaştırabilir?" diye sordu. Yüce Allah: ”Sana düşen ilân etmektir; ulaştırmak ise bize düşer" buyurdu. Bunun üzerine İbrahim (aleyhisselâm). Safa Tefesine, -bir rivayette de Ebu Kubeys dağına- çıkmış ve şöyle seslenmiştir:

- ”Ey insanlar, bakınız! Rabbiniz bir ev inşa etmiş ve size, Beyt-i Atik' (adındaki bu ev)i ziyaret etmenizi farz kılmıştır. Rabbinizin davetine icabet ediniz ve kutsal evini ziyaret ediniz."

Hazret-i İbrahim’in bu sözünü, gökte ve yerde bulunanlar duymuş ve: ”Lebbeyk Allahümme Lebbeyk" (davetine icabet ediyorum Allah'ım! Davetine icabete diyorum) demeye başlamıştır.

28

Ta ki kendilerine ait dinî ve dünyevî

yararlan yakînen gelip

görsünler, yararlar anlamındaki ”menâfi" kelimesinin belirsiz olarak zikredilmesi, diğer ibadetlerde bulunmayıp sadece hac ibadetine mahsus birtakım faydaların ön palana çıkarılmasından kaynaklanmaktadır.

Ve Allah'ın onlara rızık olarak verdiği hayvanların üzerine belli günlerde Kurban Bayramı günlerinde kurbanlıklar hazırlanıp kesilirken

Allah'ın adını ansınlar. Besmele çeksinler. ”Bekime," dört ayaklı olan deve, inek, koyun ve keçi demektir. Çünkü gerek hacda kesilen şükür kurbanı ve gerekse diğer kurbanlıklar, bunlar dışındaki hayvanlardan olmaz.

Ragıp İsfahanî, ”Bekime, konuşma kabiliyeti olmayan hayvandır; çünkü sözünde belirsizlik vardır" demiştir. ”En'âm ise çoğul olup deve, inek ve koyun cinsi için kullanılan bir isimdir."

Onlardan hem kendiniz yeyin, hem de yoksula, fakire yedirin.

Âyet-i kerimede üçüncü şahıstan (görsünler ve ansınlar gibi), ikinci şahsa (yeyin ve yedirin) geçiş vardır. ”Kurbanlar üzerine Allah'ın adım anın ve etlerinden yeyin" demektir. Buradaki emir, mubah olma durumunu göstermek içindir; yani ”yiyebilirsiniz" demektir. Oysa, cahiliye dönemi mensupları kurban etlerinden yemiyorlardı. Allah bunun caiz olduğunu bildirdi. Artık isteyen kendisi yer, isteyen başkasına ikram eder. Âyette, bu etlerin yenmesinin caiz olduğunu bilmeğe ve zenginlerin, fakirleri yedikleri ve içtikleri şeylere ortak etmelerinin gerektiğine işaret vardır. Onlar, fakirlere yediklerinden yedirsinler ve hoşlanmadıkları şeyleri Allah için vermeye kalkışmasınlar.

29

Sonra başı tıraş ederek, bıyıkları kısaltarak ve tırnakları keserek

kirlerini gidersinler; adaklarını, hac günlerinde adadıkları iyi amelleri

yerine getirsinler ve Beyt-i Atîk’l, Kabe'yi

tavaf etsinler.'

"Kir" diye tercüme edilen tefes, kelimesi: Saç dağınıklığı, tırnak uzaması ve buna benzer tiksindirici şeyler, demektir. Söz konusu olan ”tavaf da, ihramlıya yasak olan şeylerin bütünüyle ortadan kalkması için gerekli olan (ziyaret) tavafıdır. Nitekim, kirlerin giderilmesi sözünden hareketle, bunun ziyaret tavafı olduğu ortaya çıkmaktadır. Atık ise, eski demektir. Kabe, insanlar için inşa edilen ilk ev olduğu, veya azgınların tasallutundan muhafaza edildiği için ”Beyt-i Atık" adını almıştır. Gerçekten nice azgınlar Kabe'yi yıkmak için harekete geçmiş ise de Allahu teâlâ onu korumuştur.

Hacla ilgili tavaf üç çeşittir:

1. Kudüm tavafı: Sünnet olan bu tavaf, yapılmadığı takdirde bir ceza gerekmez.

2. Bayram günü şeytan taşlandıktan ve tıraş olduktan sonra yapılan ifâza tavafı: Bu tavaf, aynı zamanda ziyaret tavafı olarak da bilinir. Ziyaret tavafı, haccın rükünlerinden olup yapılmadığı müddetçe ihramla ilgili bütün yasaklar kalkmaz.

3. Veda tavafı: Hacca sefer mesafesi kadar uzaktan gelenlerin Mekke'den ayrılmadan önce yapmış oldukları tavaftır. Bu tavafı yapmadan Mekke'den ayrılanlara ceza kurbanı gerekir. Ancak, özürlü kadın bu cezadan istisna edilmiştir. Onun, veda tavafını terketmesi caizdir.

30

İşte bahsi geçen durum

böyle. ”İşte" veya ”o" anlamındaki ”zâlike" gibi kelimeler iki sözün arasını ayırmak için kullanılır.

Her kim, Allah'ın yasaklarına saygı gösterirse, bu saygı, kıyamet günü

Rabbinin katında kendisi için daha hayırlıdır. Âyette, Allah'ın haram kıldığı şeylere saygı göstermenin, haramları terketmek suretiyle bizzat Allah'a saygı göstermek olduğuna işaret edilmektedir. Allahu teâlâ'nın Mâide Süresindeki Tahrim âyetinde ”Size leş, kan, domuz eti... haram kılındı" (Mâide: 3) buyurduğu gibi,

size okunanların dışında kalan hayvanlar, ki bunlar, koyun, keçi, deve ve sığırdan ibaret sekiz çift hayvandır,

size helâl kılındı. O halde, putların pisliğinden yani pislikten sakını kliği gibi, onlara tapmaktan da

sakının; yalan sözden de sakının.

"Pislik" olarak tercüme ettiğimiz ”rics" kelimesi, gerek insan tabiatı itibariyle, gerek aklî yönden ve gerekse dini açıdan tiksinti duyulan şey demektir.

"Yalan sözden de sakının" ifadesiyle özel bir pislik dile getirildikten sonra genel anlama geçilmiş ve tıpkı şöyle buyrulmuştur: ”Yalanın esası olan putlara tapmaktan sakının; bütünüyle yalan sözden de kaçının ve ona yaklaşmayın."

31

Kendisine herhangi bir şeyi

eş koşmaksızın ki, buna öncelikle putlar girmektedir,

Allah'ın hanifleri, yani samimi olarak sapık dinlerden uzaklaşıp hak dine yönelenler -Hanif: Sapıklıktan doğru yola yönelmektir. -

(olun). Kim Allah'a eş koşarsa sanki o, gökten düşerek onu kuşlar kapmış, yahut rüzgâr uzak bir yere sürüklemiş ve yüksek bir yerden uçuruma atmış

gibidir. İmanda kurtuluş olduğu gibi, şirkte de yok olma vardır.

Buharî ve Müslim'de, Muaz b. Cebel'den nakledildiğine göre Hazret-i Peygamber Muaz'a hitaben şöyle buyurmuştur: ”Allah'ın, kullar üzerindeki hakkının ne olduğunu biliyor musun?" Muaz der ki: ”Allah ve Rasûlü iyi bilir" dedim. Rasûlüllah: ”Allah'ın kullar üzerindeki hakkı, O'na ibadet etmeleri ve kendisine hiçbir şeyi eş konmamalarıdır. Ey Muaz! Kullar bunu yaptığı zaman Allah'ta olan haklarının ne olduğunu biliyor musun?" buyurdu. Bunun üzerine ben: ”Allah Rasûlü daha iyi bilir" dedim. Allah'ın Rasûlü şöyle buyurdu: ”Onlara azap etmemesidir. ”191 O halde, kulun hanif dininden (gerçek dindar) sayılabilmesi için her şeyden önce ibadeti sadece Allah için yapması ve şirke bulaşmaktan uzak durması gerekir.

32

İşte Allah'ın yasaklarına saygı göstermek konusunda ifade edilenler

böyle. Her kim Allah'ın nişanelerine Harem bölgesine getirilip kesilen kurbanlara -ki bunlar, haccın nişanelerinden ve alâmetlerinden sayılmıştır-

saygı gösterirse, şüphesiz bu, kalblerin takvasından kaynaklanmakta

dır. Takvanın kalblere atfedilerek tahsis edilmesi, kalblerin takva merkezleri olduğundan dolayıdır. Söz konusu kurbanlara saygı göstermek ise, onların güzel, semiz ve pahalı olanlarını seçmektir.

Rivayete göre Hazret-i Peygamber, Kurban edilmek üzere Mekke'ye yüz deve; Hazret-i Ömer de üç yüz dinara satın aldığı kıymetli bir deve göndermiştir.

33

Onlarda kurbanlık olduğunun anlaşılması için işaretlenmiş kurbanlıklarda, kesilme ve etlerinde yeme ile tasadduk etme vakti olan

belli bir vakte kadar sizin için bir takım yararlar vardır. Bu yararlar, o hayvanların sütleri, yavruları, yünleri ve sırtlarıdır. Harem'e kurbanlık sevkeden kişi, ihtiyaç duyması hal inde bayrama kadar kurbanlığından yararlanabilir.

Sonra bunlardan faydalanma,

Beyt-i Atîk'de, yani Kabe'de

son bulur. Âyetteki mahil kelimesi zaman ismidir. Buna göre mana şöyledir: ”Söz konıısıı yararlardan sonra Beyt-i Atîk'de, yani Harem'de son bulan, kurban kesme vaktinin girişinden ibaret büyük bir fayda vardır.

34

Biz, her ümmete Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği kurbanlık hayvanlar üzerine, onları boğazlama anında

Allah'ın adını ansınlar diye kurban kesmeyi gerekli kıldık. Burada ”kurban kesme" olarak ifade edilen ”mensek" kelimesi hem insanların Allah'a yaklaşacakları ibadet mahalli, hem de kurban demektir. Bunun da anlamı, Allah rızası için kan akıtmaktır. Buna göre mânâ şöyledir: ”Biz, inanan her ümmete Allah için kurban kesmelerini gerekli kıldık. O halde onlar, sadece Allah'ın adını ansınlar ve kurbanlarını O'nun hoşnutluğu için kessinler." Çünkü ibadetlerde asıl hedef, Allah'ı anmaktır.

İlâhınız tek bir ilâhtır. Gerek zatı ve gerekse sıfatları itibariyle Allah'a hiçbir şey ortak olamaz. Aksi halde kâinatta mevcut düzen bozulur.

Öyleyse O'na teslim olun. İlâhınız tek bir ilâh olduğuna göre, kulluğu veya zikri sadece O'nun rızasını kazanmak için yapın ve Allah'a eş koşmak suretiyle kulluğunuzu bulandırmayım

İhlâslı ve mütevazi insanları müjdele!

35

Onlar, Allah anıldığı zaman kalbleri ürperen, yani Allah'ın ”Celâl" sıfatının ışınlarının aksetmesi ve azamet nurlarının doğmasıyla kalbleri titreyen, Allah'ın dinine yardım ve O'na kulluk etmek için vatanlarından uzaklaşarak üzüntü ve kederlerini yutkunarak

başlarına gelene, belâ ve sıkıntılara karşı

sabreden, vaktinde

namazı kılan ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden, çeşitli hayırlar için

sarfeden kimselerdir. Buradaki sarfetmekten maksat, namazla birlikte zikredildiğinden dolayı, ya zekâttır, ya da Allah yolunda tasadduk edilen herhangi bir şeydir. Onların âbid ve zâhid şâirleri şöyle diyor:

İnsanlar, rahat istediklerinde,

Ben halimi sana arzetmeyi ve senin işitmeni arzu ettim.

36

Biz, büyük baş hayvanları... Buradaki büyük baş hayvanlar anlamındaki ”hüdün"; kurban edilmesi caiz olan deve ve inek gibi büyük baş hayvanlar anlamındaki bedene kelimesinin çoğuludur. Bu hayvanlar, vücutlarının büyüklüğünden dolayı bu adı almışlardır

da sizin için Allah'ın geçerli kıldığı dininin

işaretlerinden kıldık. Onlarda, yani büyük baş hayvanlarda

sizin için dünyada büyük bir

hayır, âhirette de büyük bir mükâfat

vardır. Şu halde onlar, ayakları üzerinde dururken... Bu âyet, develerin ayakları üzerinde dururken kesildiğini göstermektedir.

Boğazlama anında: ”Bismillah! Allahu Ekber, Lâ ilahe illallahu ve'llâhu Ekber, Allahümme minke ve ileyke", yani Allah'ın adıyla, Allah büyüktür. Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur. Allah büyüktür. Allah'ım! Bu sendendir ve yine sanadır. Yani senden olan bir ikramdır ve onunla yine sana yaklaşmaya çalışıyoruz, diyerek,

üzerlerine Allah'ın adını anın. Yan üstü yere düştüklerinde ise... Bu ifade, ölümden kinayedir.

Artık onlardan etlerinden

hem kendiniz yeyin. Tabiî eğer hac ve umredeki ihram yasaklarından dolayı, ceza ve kefaret ve adak kurbanı değilse...

hem de ihtiyaç sahibine, yanında bulunan ve kendisine verilenle yetinen kimseye

ve yoksula, dilenmeyen fakire

yedirin. İşte böylece bu hayvanları Biz, size nimet vermemizden dolayı ihlâsla

şükredesiniz diye sizin istifadenize verdik. Emrinize amade kıldık. Bu sebeple, büyüklüklerine ve oldukça güçlü olmalarına rağmen, size karşı gelmezler. Şüphesiz Allah, onları buyruk altına almasaydı, bazı vahşi hayvanlardan daha âciz olmazlardı.

37

Onların ne yenen ve bağışlanan

etleri, ne de boğazlanmak suretiyle akıtılan

kanları Allah'a ulaşır. O'na ancak, emrine uymak ve rızasını istemek niyetinden ibaret olan

sizin takvanız ulaşır. Burada, niyet ve ihlâssız amelin faydadan uzak olduğu vurgulanmaktadır.

Sizi doğru yola iletmesinden dolayı Allah'ı büyük tanımanız,

O'ndan başka hiç kimsenin sahip olmadığı büyük gücünü tanımanız ve ululuğu sadece O'na tahsis etmeniz

için bu hayvanları böylece sizin istifadenize verdi. Güzel davrananları, dinle ilgili işlerinde samimi olanları cennetle

müjdele!

Burada hedeflenen şey, hacla ilgili bütün işlerde Hakka hizmet doğrultusunda, güzel davranmaya teşvik etmektir. O halde ey kul! Durumunu düzeltmede acele et; cömert ol ve malınla iyilik yap. Malın yoksa güç ve kuvvetinle iyilik et. Eğer her ikisini sarfedebiliy orsan, sarfet! İbrahim (aleyhisselâm)’in malını misafirlere, vücudunu ateşe, kalbini Allah'a nasıl verdiğini ve çocuğunu nasıl kurban etmeye arzettiğini düşünmüyor musun? Öyle ki melekler, onun cömertliğine hayran kalmış ve Allah da ona dostluğunu ikram etmiştir.

Kurban bayramının birinci günü hacıların bazı görevleri olduğu belirtilmektedir:

1. Mina'dan Mescid-i Harama gitmek. Hacca niyet etmeyenler, hacı adaylarıyla uygunluk olsun diye, bayram namazının kılındığı yere giderler.

2. Tavaf etmek. Hacca niyet edenlerin dışındakiler bayram namazı kılarlar. Hazret-i Peygamber; ”Kabe'yi tavaf etmek, aynı zamanda bayram namazı kılmaktır" buyurmuştur.

Allah'a yakınlığın en faziletlisi, çaba harcamak ve ibadete lâyık olan Rabbin tecellileri için, kalbi temizlemektir.

Malik b. Dinar şöyle demiştir: ”Mekke'ye gitmek üzere yola çıktım. Yolda, gece olunca yüzünü göğe doğru çevirip; 'Ey, itaatların sevindirdiği ve günahların zarar vermediği Allah'ım! Sana sevimli gelen şeyi bana bahşet ve sana zarar vermeyeni de benim için affet!' diyen bir genci gördüm. İnsanlar, ihrama girip telbiye getirdikleri vakit o gence: ”Telbiye getirmiyor musun?" dedim Bana: ”Efendim! Telbiyenin, işlenen günahlara ve yazılan suçlara faydası olmaz. 'Lebbeyk' (davetine icabet ediyorum) dedikten sonra bana: 'Senin, telbiye getirmenin anlamı olmadığı gibi, sana mutluluk da yok' denmesinden korkuyorum,' diyerek ayrılıp gitti. Daha sonra onu ancak Mina'da: 'Allah'ım! Beni bağışla. İnsanlar, kurban keserek yakınlığını kazanmaya çalıştılar. Benim ise, kendimden başka, senin yakınlığını kazanacak bir şeyim yok' derken görebildim. O arada bir çığlık attı ve yere düşüp öldü."

38

Şüphesiz Allah, iman edenleri korur. Râgıp İsfahanı şöyle demiştir: ”Def kelimesi, ”ilâ" harf-i cerri ile kullanıldığı zaman vermek, anlamına gelir. Nitekim şu âyet-i kerime buna örnektir: ”...Mallarını kendilerine verin..." (Nisa: 6) ”An" harf-i çeri ile kullanıldığında ise, bu âyette olduğu gibi, korumak anlamına gelir." Yani Allah, müşriklerin mü'minlere zarar vermesini bütünüyle önler ve eziyetlerinden korur.

Muhakkakki Allah, hain, Allah'ın emanetine hıyanet eden

ve nankör yine O'nun nimetine nankörlükte bulunan

hiç kimseyi sevmez. İşlerinden hoşnut olmaz ve onlara yardım etmez.

Âyet, kişinin, hiyânet ve nankörlük yapmak suretiyle, bunlara devamından dolayı tevbe etmez bir durumda olacağına dikkat çekmektedir. Bu kişi, tevbe etmedikçe Allah'ın sevgisini kazanamaz.

Bilmek gerekir ki, hainlikle münafıklık aynı şeydir. Küfür de hainlikten sayılır. Hainlik, Allah'ın emaneti olarak bulunan nefsi helak etmektir. Bu kötü sıfat, namaz, oruç ve diğer ibadetlerde de söz konusudur. Buradaki hainlik ise, ya ibadetleri bütünüyle, ya da şartlarından birini terketmekle olur. Sahur yemeğini yedikten sonra sabah namazını kılmadan yatıp güneş doğuncaya kadar uyuyan kimse, Allah'ın nimeti olan sahura nankörlük ettiği gibi, namazı terk etmekle de namaza hainlik yapmıştır. Sünneti yerine getirmek için farzı terketmek, zararlı bir ticarettir.

Nakledildiğine göre birinin dokuz dirhem parası kaybolmuş ve bu parayı bulup kendisine getirene on dirhem vermeyi vadetmiş. Bu hususta kendisini kınayanlara şöyle demiştir: ”İnsanın kaybettiğini bulmasında öyle bir haz var ki, siz onu anlayamazsınız."

Gafil kimseler, kendilerince uykuda, bin vakit namazdan daha üstün bir haz duyarlar. Bundan Allah'a sığınırız. Öte yandan noksan ölçmek ve tartmak da hainliktir.

Nakledildiğine göre, ölmek üzere bulunan bir adam, birden bire şöyle demeye başlamış: ”Ateşten iki dağ, ateşten iki dağ!" Bunun üzerine oradakiler, aile fertlerine onun ne iş yaptığını sormuşlar. Onlar da:"Onun biriyle tartıp verdiği; diğeriyle de tartıp aldığı iki ayrı terazisi vardı" demişler.

39

Kendileriyle savaşılanlara, yani müşriklerin savaştığı mü'minlere,

zulme uğramış olmaları sebebiyle savaşmak için

izin verildi. Sözü edilenler, Hazret-i Peygamber’in yakın dostlarıdır. Müşrikler onlara eziyet ediyorlardı. Onlar, zaman zaman dövülmüş ve yaralanmış bir halde Hazret-i Peygamber'e gelerek uğradıkları haksızlıktan yakınıyorlardı. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ise onlara; ”Sabredin; çünkü bana henüz savaş izni verilmedi" diyordu. Bu durum, hicret edinceye kadar böyle devam etmiş, nihayet bu âyet-i kerime nazil olmuştur. Savaşla ilgili olarak ilk inen âyet budur.

Şüphesiz Allah'ın, onlara yardım etmeye elbette gücü yeter. Bu âyetle Allah, müşriklerin eziyetlerini def edip, mü'minleri ellerinden kurtardıktan sonra inananlara inkarcılara karşı yardım edip üstün kılacağını vaadetmiştir.

40

Onlar, sadece 'Rabbimiz Allah'tır' dedikleri için haksız yere yurtlarından Mekke-i Mükerreme'den sebepsiz yere

çıkarılan kimselerdir. Ortada tevhid inancından başka bir neden yoktur. Oysa bu, yurtlarından çıkarılma yerine yerleşmeyi ve yurt edinmeyi gerektiren bir durumdur. Nitekim Nabiğa bir beytinde şöyle der:

Onların, orduların karşılaşmasından dolayı Kılınçlarının kütleşmesinden başka hiçbir kusurları yok.

Eğer Allah, her dönem ve çağda mü'minlerin kâfirlere karşı hakimiyet sağlaması yoluyla

bir kısım insanlara diğer bir kısmıyla engel olmasaydı, müşriklerin istilâsı ile

kesinlikle manastırlar, kiliseler, manastır. Hristiyan rahiplerinin ibâdet için uzlete çekildikleri, yerleşim birimlerinin uzağmdaki ibadethaneler; kilise ise, yine Hristi yani arın meskûn mahallerdeki ibâdetleri için olan ibadethaneleridir,

havralar ve Allah'ın adının bolca anıldığı camiler yıkılır giderdi.

Bu âyetle camiler daha sonra zikredilmiştir. Çünkü manastırların, kiliseler ve havraların tarihi daha eskidir. Camilerin, her vakit Allah'ın çok fazla anıldığı yerler olarak nitelendirilmesinin amacı ise, gerek camilerin ve gerekse camilere bağlı olan kişilerin üstünlüğünü göstermektir. Bu nitelik, aynı zamanda söz konusu dört mabedin de niteliği de olabilir. Çünkü manastırlarda, kiliseler ve havralarda Allah'ın anılması, onlara bağlı cemaatlerin dinî prensiplerinin hükmü kalkmadan önce geçerli sayılıyordu.

Allah, kendisine, yani dostlarına, ya da dinine

yardım edenlere mutlak surette yardım eder. Nitekim Allah, vaadini yerine getirerek muhacir ve ens arı, gerek Arap liderlerine ve gerekse İran Kisralarına ve Rum

Kayserlerine karşı üstün getirmiş, yerlerini ve yurtlarını onlara miras bırakmıştır.

Hiç şüphesiz Allah, güçlüdür, dilediği her şeye gücü yeter

ve galiptir, O'na kimse engel olamaz ve kendisine karşı koyamaz.

Eğer: ”Allah güçlü ve galip olmasına ve yardım etmeyi vaadetmesine rağmen, Müslümanların bazı savaşlarda yenilmelerinin sebebi nedir?" diye sorulacak olursa, cevap olarak şöyle derim: ”Gerçekten ilâhi yadım ve galibiyet, şerefli bir mertebedir. Bu mertebe, kâfirlere yakışmaz. Fakat Yüce Allah, bazan kâfirlerin sıkıntısını artırır, bazan da mü'minlerin. Eğer, sürekli kâfirlerin sıkıntısını artırsaydı, o takdirde bütün açıklığıyla imanın hak; onun dışındaki şeylerin bâtıl olduğu ortaya çıkardı. Bu sebeple Allah, sıkıntıyı bazan Müslümanlara, bazan da kâfirlere musallat eder. Böyle bir ortamda, şüpheler eksik olmaz. Ayrıca, mü'minin bazı günahları işlemesi de muhtemeldir. Bu durumda, çekilen sıkıntılar, günahlarına kefaret olur. Kâfirin çektiği sıkıntılar ise, tıpkı veba gibi, Allah'ın öfkesinin sonucudur. Şu halde sıkıntı, mü'minler için rahmet, kâfirler için azaptır.

Âmir, Haccâe'ın idam ettiği bir adamı görünce: ”Rabbim! Zâlimleri hemen hesaba çekmemen, mazlumlara daha çok zarar vermektedir," demiş, rüyasında, kıyametin koptuğunu ve kendisinin cennete girdiğini, daha önce asılan kişiyi orada en üst makamlarda görmüş. Bu arada, birden bire biri şöyle seslenmiş: ”Zalimlerin cezasını geciktirmem, mazlumları cennette en üst makamlara soktu."

41

Onlar ki, yeryüzünde kendilerine iktidar verirsek... Burada Allahu teâlâ, yurtlarından çıkarılanlara yeryüzünde iktidar verdiği ve icra makamına getirdiği vakit güzel davranacaklarını belirtmiştir. Bana saygı duymak üzere

gereği gibi namaz kılarlar.

Râğıb İsfahanı şöyle demiştir: ”Allah, namaz kılmakla övdüğü her yerde ‘lkame' (gereği gibi kılma) lâfzını zikretmiş; sadece münafıklar için 'Namaz kılanlar' buyunnuş, ”Namaz kılanların vay haline" (Maun: 4) ifadesiyle buna işaret etmiştir."

Şüphesiz ”ikâme" kelimesi, namazın hak ve şartlarını yerine getirerek usûlüne uygun olarak kılınması gerektiği için seçilmiştir. Yoksa namaz kılmak sadece belli hareketleri yapmak değildir. Onun için, ”Namaz kılanlar çoktur; fakat gereği gibi kılanlar azdır" denmiştir.

Kullarıma yadım olsun diye

zekât verirler, iyiliği, dinen ve örfen güzel sayılan şeyleri

emredip kötülükten, ilim ve akl-ı selim sahibi olanların çirkin kabul ettiği şeyleri

nehyederler.

Rag ip İsfahanı şöyle demiştir: ”Maruf, Akıl ve din sayesinde iyi olduğu bilinen; münker de, yine akıl ve dine göre çirkin görünen şeydir."

İşlerin sonu sadece Allah'a varır. Çünkü bu sonuç, O'nun hükmüne ve takdirine bağlıdır.

İbn Abbas'tan şöyle nakledilmiştir: ”Namazın katledilmesi, isteklere boyun eğilmesi ve arzulara meyledilmesi, kıyametin alâmetlerindendir. O zaman, hain idareciler ve günahkâr vezirler olur. Yine o zaman mü'minin kalbi, tıpkı tuzun suda eridiği gibi erir; konuşursa onu öldürürler, susarsa bu seferde öfkesinden ölür."

42

Ey Rasülüm Muhammed!

Eğer onlar seni yalanlıyorlarsa... Burada hedeflenen, yalanlamadan dolayı meydana gelmesi beklenen üzüntü neden iyle Hazret-i Peygamber’i teselli etmektir. Yani kavminin seni yalancı saymasına üzülüyorsan, bil ki sen, bu konuda insanların ilki değilsin.

Şüphesiz onlardan önce Nuh kavmi Nuh'u,

Ad kavmi Hud'u,

Semûd kavmi Salih’ı, tekzip ettiler.

43

İbrahim’in kavmini İbrahim’i,

ve Lût'un kavmini de Lût'u, tekzip ettiler.

44

ve Medyen halkını da Şuayb'ı,

yalanladılar. Mûsa da yalanlanmıştı. Onu, Mısır'ın yerli halkı olan Kiptiler yalanlamış ve helak edilme vaktine kadar bundan geri durmamışlardı.

İsrail oğullarına gelince, onlar her ne kadar: ”Biz, Allah'ı açıkça görmedikçe, asla sana iman etmeyiz" (Bakara: 55) gibi sözler söylemişlerse de direnmeyi sürdürmemişlerdir. Kendilerine yeni mucizeler geldikçe imanlarını tazelemişlerdir. Bu böyledir ve bunu böyle anlamak gerekir. Allah, Mûsa'yı -delillerinin tamamıyla açık ve seçik olmasına rağmen- yalanlamalarının son derece çirkin olduğu ortaya koymak için âyeti değişik şekilde dile getirmiş ”Mûsa yalanlandı ” buyurmuştur.

İşte Ben o kâfirlere belli bir

süre tanıdım, sonra onları yakaladım. Yani Ben, peygamberini yalanlayan her kavmi, verilen sürenin bitiminden sonra, gerek tufan azabıyla, gerek soğuk rüzgâr, korkunç ses ve yere geçirmekle ve gerekse taş ve gölgeli günün azabıyla yakaladım.

Nasıl oldu Benim reddim? Nimeti sıkıntıya çevirerek onları reddetmem nasıl oldu? Bu ürkeklik ve korkunun son haddinde olmadı mı?! O halde sen, sana düşmanlık edenin helak olmasına kadar sabret. Burada, Hazret-i Peygamber için bir teselli söz konusudur.

45

Nice ülke vardır ki, o ülke halkı inkâr ve günahlarla

zulmetmekte iken Biz onları helak ettik. Bu ifade, Allahu teâlâ'nın adaletini ve haksızlık etmekten uzak olduğunu bildirmektedir. Nitekim Allah, onları sadece zulümleri yüzünden helak edilmeyi hak ettikleri için helak ettiğini açıklamaktadır. '

Şimdi o ülkelerde duvarlar, çökmüş

tavanların üzerine yıkılmıştır. ”Çökmüş" anlamındaki ”hâviye" kelimesi, yıldız kaydığı zaman kullanılan ”hevâ" fiilinden türemiştir. ”Urûş" ise, tavanlar demektir. Çünkü ister tavan, ister çardak ve isterse gölgelik veya buna benzer bir şey olsun, gölgelendirmek amacıyla yükseltilen her şey ”arş" anlamındadır.

Nice kullanılmaz hale gelmiş kuyular yani kırsal bölgelerde suyu ve su çekme edevatı bulunduğu halde, halkının yok olmasından dolayı kullanılmaz durumda olan pek çok kuyu

ve ıssız bıraktığımız

ulu saraylar vardır.

46

Mekke'li inkarcılar, helak edilenlerin yurtlarını görmek için

hiç yeryüzünde dolaşmadılar mı? Dolaşmayıp gaflet içinde mi bulundular?

Eğer dolaşsalardı ders alınacak kalıntıları görecekleri için

elbette düşünecek ve tevhid inancından anlaşılması gerekeni anlayacak

kalpleri ve helak edilerek ateş çemberi içine alınan ümmetlerin duyulması gereken haberlerini

duyacak kulakları olurdu. İnkarcılar, söz konusu yerlere gitmiş olsalar bile, ders almak için gitmediklerinden dolayı, gerçek anlamda gitmiş sayılmazlar. Hatta bu anlamdaki bir seyahate teşvik bile edilmişlerdir. Buradaki ”dolaşmadılar mı?" sorusu, ”dolaşmadılar" anlamında olup olumsuzluğu ifade etmektedir.

Ama gerçek şu ki, gözler kör olmaz; lâkin sineledeki kalbler körelir. Yani bozukluk, duyu organlarında değil; isteklere boyun eğmek ve sürekli gaflet içinde bulunmaktan dolayı idraklerindedir.

Sehl şöyle demiştir: ”Kalp gözünün az nuru, arzu ve şehvete galip gelir. Kalb köreldiği zaman şehvet galebe çalar ve gafletin ardı kesilmez. O takdirde vücut, hiçbir şekilde Hakka boyun eğmeksizin günahlara dalar. Bu sebepledir ki akıllı insan, Allahu teâlâ'yı çok zikretmek süreliyle içini temizlemek ve perdeyi kaldırmak için çaba sarfetmelidir."

Malik b. Enes (radıyallahü anh), ”Meryem oğlu İsa'nın şöyle dediği bana ulaştı" demiştir: ”Allah'ı zikretmenin dışında fazla söz söylemeyin. Aksi halde kalbleriniz katılaşır. Katı kalb de Allah'tan uzaktır fakat siz bunu bilemezsiniz."

Malik b. Dinar da: ”Kim insanların sözünden dolayı Allah'ın sözüne alışamazsa, anlayışı azalır, kalbi körelir ve ömrü zayi olur" demiştir.

Öle yandan, Ebû Abdullah el-Antakî şunu dile getirmiştir: ”Kalbin beş ilâcı vardır:

1. İyi kişilerle oturup kalkmak,

2. Kur'an okumak,

3. Mideyi boş tutmak,

4. Geceyi ibadetle geçirmek,

5. Seher vakti yalvarıp yakarmaktır."

47

Ey Rasûlüm!

Onlar senden azabın çabuk gelmesini istiyorlar.

Nitekim müşrikler Hazret-i Peygamber'e, ”Eğer doğru söyleyenlerden isen bizi korkuttuğun azabı getir bakalım" diyorlardı.

Allah, vaadinden asla dönmez. Bu sebeple söz konusu azap mutlaka gelecektir. Gerçekten Yüce Allah, bu azabı Bedir Savaşında uygulamaya koymuştur.

Mü'minlere verilen mutlu vaadden dönmek caiz değilse de, onlara yapılan ceza vaadinden dönmek caizdir. Çünkü Allah'ın merhameti, gazabını geçmiştir. Yahya b. Muaz, bu konuda şunları dile getirmiş ve ne güzel söylemiştir: ”Mükâfat ve iyiliğin karşılığı güzelliği vaad haktır. Mükâfatı vaad, kulların Allah'ta olan haklarıdır. Çünkü Allah, iyi işler yaptıkları zaman kendilerine şunu ve bunu vermeyi garanti etmiştir. O halde, sözünde durma konusunda Allah'tan daha üstün kim olabilir? Cezayı vaad ise, Allah'ın kullarında olan hakkıdır. Nitekim Allahu teâlâ şöyle buyurmuştur: ”Şunu ve bunu yapmayın; aksi halde sizi cezalandırırım." Buna rağmen onlar, yapacaklarını yapmışlardır. Bu durum karşısında Allah, dilerse hakkını bağışlar; dilerse onlara azap eder. Çünkü azap etmek, O'nun hakkıdır. Fakat, en iyisi bağışlamak ve cömert davranmaktır." Siri el-Mavsilî de şöyle demiştir:

Allah, bolluk vaadettiği zaman, sözünü yerine getirir; Darlıkla tehdit ettiği zaman ise bağışlayıcı lığı O'na engel olur.

Daha sonra da, onlar için dünya azabının yanı sıra, âhirette de uzun süre devanı edecek bir azabın olduğuna işaretle şöyle buyurulmuştur:

Şüphesiz Rabbinin nezdinde azap gördükleri günlerden

bir gün, saymakta olduklarınızdan bin yıl gibidir. Burada ki hitap, hem Allah Rasûlüne, hem de onunla birlikte olan mü'mimleredir. Buna göre anlam, tıpkı şöyledir: ”Azabı nasıl olur da acele istersiniz? Oysa azap günlerinden bir gün, sizin ölçülerinize oranla bin yıl kadardır." Bu, ya gerçek anlamda azap günlerinin uzunluğu açısındandır, ya da sıkıntılı günler uzun görüldüğünden dolayıdır. Tıpkı, ”Ayrılık gecesi uzun; buluşma günü ise kısadır" dendiği gibi. Bir şâir de şöyle der:

Seni görmediğim bir gün bana, hin ay gibi, Bir ay ise bin yıl gibi geliyor.

48

Nice ülke halkı vardır ki, zulmedip dururlarken yani peşinen azabı hak edecek haksız davranışlar içindeyken, azabı geciktirmek suretiyle bunlara mühlet verdiğim gibi.

onlara da

mühlet verdim. Bu uzun sürenin

Sonunda onları azapla

yakaladım. Dönüş, yalnız Banadır. Yani her şey Benim hükmüme tabidir. Benden başkasına değil. Burada mühlet verme işinin bizal Allah'tan olduğuna işaret vardır. Nitekim Allah, mühlet verir, fakat ihmal etmez. Bu sebeple haksızlık edeni haksızlığıyla başbaşa bırakır.

O, kaderin pençesinden kurtulacağını zanneder. Fakat Allah, onu hiç hesap etmediği şekilde yakalar. Bu durum karşısında pişmanlık duyarsa da, artık pişman olma zamanı çoktan geçmiş olur.

49

De ki: 'Ey insanlar! Ben ancak sizi apaçık uyaran bir kimseyi m' Sizi, daha önce yaşamış ve helak olmuş ümmetlere ait bana vahy edilen haberlerle açık bir biçimde uyarıyorum. Bunun dışında, size vadedilen azabı getirmekte herhangi bir rolüm yok ki, onu benden acele istiyorsunuz.

50

İman edip iyi amel yapan kimseler için bir mağfiret ve cömertçe verilen rızık yani cennet nimetleri

vardır.

51

Ayetlerimiz hakkında, onları kınamak suretiyle geçersiz kılmak ve reddetmek için, kendilerine gücümüzün yetmeyeceğini zannederek veya inat ederek,

Bizi âciz bırakacaklarını sanarak gayret sarfedenler var ya, işte onlar, cehennemliklerdir.

52

Ey Rasülüm Muhammed!

Biz senden önce hiçbir rasûl ve Nebi göndermedik ki... Bu ifade, rasûl ile nebî'nin farklı şeyler olduğunu göstermektedir. ”Rasûl"; insanlara ilâhî mesajları tebliğ etmek üzere Allahu teâlâ tarafından görevlendirilen ve kendisine kitap inen peygamberdir. ”Nebi" ise, daha geneldir. Kendisine tebliğ görevi verilene de verilmeyene de şâmildir. Rasûle destek olan ve onun dinini yaymaya çalışan ve bu amaç için görevlendirilen kimsedir. Rasûlüllah'ın şu hadisi bunu teyid eder: Hazret-i Peygambere Nebilerin sayısı sorulunca, ”yüz yirmi dört bindir" buyurmuş; ”Onlardan kaçı rasûl dür?" diye sorulunca da, ”üç yüz on üç, pek çok"m diye cevap vermiştir.

Kuhistanî de şöyle demiştir: ”Nebiden farklı olarak rasûl, ilâhî hükümleri tebliğ etmek üzere görevlendirilen melek ya da insandır. Nebi ise sadece insandır."

O okuduğu zaman,

şeytan onun okumasına ille de (küfür sözleri) katmaya kalkışmasın. ”Kamus" isimli lügat kitabında ”okumak" diye tercüme ettiğimiz temenna kelimesiyle ilgili olarak şöyle denilmektedir: ” Temerme'l kitabe: kitabı okudu, demektir."

Ragıb İsfahanı ise, ”Temenni; kalbte bir şeyi oluşturmak ve şekillendirmek, ümmiyye de, temenni edilen şeyin kalbte oluşan şeklidir" demiştir.

Ne var ki Allah, şeytanın katacağı şeyi, küfür sözlerini

iptal eder, yok eder.

Sonra Allah, peygamberlerine vahyettiği

âyetlerini sağlam olarak yerleştirir. Allah, vahyettiğini ve şeytanın katmaya çalıştığını

çok iyi bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir. O, imanla sebat edeni iman etmeyenden ayırmak için dilediğini yapar.

53

Ki Allah, kalblerinde hastalık şüphe ve iki yüzlülük - ki bu hastalık, ruhî helake iticidir-

bulunanlar ve kalbleri katılaşanlar müşrikler

için, şeytanın katmak istediği şeyi bir deneme (vesilesi) yapsın. Zalimler, iki yüzlüler ve müşrikler

gerçekten haktan

uzak bir ayrılık, aşırı bir düşmanlık ve tam bir muhalefet

içindedirler.

54

Bir de, kendilerine ilim verilenler, onun yani Kur'an'ın

hakikaten Rabbin tarafından gelmiş şeytanın tasarrufuna kapalı

bir gerçek olduğunu bilsinler de ona, Kur'an'a

inansınlar, yani ona imanda sebat etsinler, ya da şeytanın katmak istediği şeyi reddederek imanlarını artırsınlar.

Bu sayede kalbleri ona saygı dolsun. Şüphesiz Allah, dinî işlerde, özellikle kararsızlarda ve belirtilen sıkıntılarda

mü'minleri kesinlikle açık hakka ulaştıran sahih bir bakışa

doğru bir yola yöneltir.

55

Kâfirler, kendilerine o saat, yani kıyamet vakti

ansızın beklenmedik bir anda

gelinceye, yahut da kısır bir günün azabı gelinceye kadar onun, yani Kur'an'ın

hakkında hep şüphe ve tartışma

içindedirler. Burada ”kısır" olarak tercüme ettiğini iz ”akım", aslında doğum yapmayan kısır kadın için kullanılır. Yani kendisinden sonra başka bir gün olmayan bir günün azabı, demektir. Sanki her gün, bir sonraki günü doğurmakta, dolayısıyla ardı kesilen gün, kısır gün olmaktadır. Buradaki kısır gün, hiçbir hayır meydana getirmeyen gündür. O günde, asla bir genişlik ve rahatlık yoktur.

Ölüm, dünya hayatının sonu ve âhiret hayatının başlangıcı olunca, Allahü teâlâ tasarrufu ve mü'minlerle inkarcılar arasında hükmetmeyi bizzat kendisi üstlenerek şöyle buyurmuştur:

56

O gün, onlara kıyamet vakti, ya da azap geldiği gün,

mülk, yani tam hakimiyet ve mutlak tasarruf, hiçbir ortak olmadan tek

Allah'ındır. Onlar, yani mü'minler ve onlarla tartışan söz konusu kimseler

arasında hükmeder. Allahu teâlâ bu hükmünü açıklayarak şöyle buyurmuştur: Kur'ân'a

iman edip onun hakkında tartışmaya girmeksizin o Kur'ân'da emredilenlere uyarak

iyi amel işleyenlere gelince, onlar Naîm Cennetlerinde olurlar. Oraya yerleşmişlerdir.

57

İnkâr edip âyetlerimizi yalan sayanlar yâni bu tutumlarını İsrarla sürdürenler

var ya, işte onlar için alçaltıcı bir azap vardır. Bu azap, onları alçaklığı gibi, gurur ve kibirlerini de yok ederek tanımlanması mümkün olmayan bir zillet ve aşağılığa iter.

Nakledildiğine göre Lokman (aleyhisselâm), oğluna öğüt vererek şöyle demiştir: ”Oğulcağızım! Ölümden şüphe ediyorsan, uykuyu kendinden uzaklaştır. Fakat bunu asla yapamazsın. Öldükten sonra tekrar dirilmekten şüphe ediyorsan uyuduğun zaman tekrar uyanmana engel ol bakalım. Asla bunu da yapamazsın. O halde düşünürsen, nefsinin başkasının elinde olduğunu anlamış olursun."

Şüphesiz uyku, ölüm; uykudan uyanmak ise ölümden sonra tekrar dirilmek gibidir. Kul Mevlâ'sını, tanırsa emrini kabul eder ve kesintiye uğramayan bir üstünlük elde eder. Bu üstünlük, yanında dünya üstünlüğünün değersiz görüldüğü, âhiret üstünlüğüdür.

Rivayete göre zâhid bir kul, Süleyman (aleyhisselâm)'ın mülk üstünlüğüne sahip olduğunu görerek ona şöyle demiştir: ”Ey Davud'un oğlu! Allah sana çok mülk vermiştir." Süleyman (aleyhisselâm) da ona: ”Bir kere 'Sübhânallâh' demek, Süleyman'ın içinde bulunduğu varlıktan daha hayırlıdır. Çünkü bu ebedî, fakat Süleyman'ın mülkü fanidir" demiştir.

Şu halde, bir sefer ”Sübhanallah" demek, Süleyman (aleyhisselâm)'ın mülkünden daha hayırlı olursa, İlâhî kitapların en üstünü olan Kur'an'ı okumak nasıl olur, bir düşün.

58

Allah yolunda, O'nun cennetine ve rızasına ulaştıran cihad uğruna

hicret eden, yurtlarını terkeden

sonra öldürülen yahut hicretle birlikte

ölenleri, hiç şüphesiz Allah, güzel bir rızıkla rızıklandıracaktır. Bu rızık hiç tükenmeyen cennet nimetleridir.

Şüphesiz Allah, rızık verenlerin en hayırlısıdır. Çünkü o, hesapsız rızık verir. Bunun ardından Yüce

Allah, söz konusu kimselerin meskenlerini şu ifadesiyle dile getirmiştir:

59

Allah onları, mutlaka memnun kalacakları bir yere yerleştirecektir. Çünkü onlar orada, hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın duymadığı hiçbir beşer aklının tahayyül edemediği nimetler görürler.

Şüphesiz Allah, bütün varlıkların durumunu

çok iyi bilendir, halimdir. Yani sınırsız gücüne rağmen düşmanları cezalandırmak için acele etmeyendir.

Rivayet ediligine göre Hazret-i İbrahim, isyankâr birini günah işlerken görmüş ve ona şöyle beddua etmiştir: ”Allah'ım! Onu helak et." Sonra ikinci, üçüncü ve dördüncüsünü görmüş ve her birine aynı şekilde beddua etmiştir. Bunun üzerine Yüce Allah ona: ”Ey İbrahim! Günah işleyen her kulu helak etseydik, kullar içinde çok az kimse kalırdı. Ama Biz, günah işlediği zaman ona süre tanırız. Bu arada tevbe ederse, tevbesini kabul eder; bağışlanmasını dilerse, azabını geciktiririz. Biliyoruz ki o, hükmümüz altından çıkamaz."

Âyet-i kerime de Yüce Allah, mutluluğu vaadde öldürülenle, kendi başına öleni eşit tutmuştur. Çünkü her ikisi, Allah'a yakın olmak ve İslâm'a yardım etmekten ibaret olan ahde vefa konusunda eşittirler. Nitekim konuyla ilgili olarak hadis-i şerifte Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: ”Kim, hac için yola çıkar ve hac etmeden ölürse, ona kıyamet gününe kadar hac sevabı; kim de umre için yola çıkar ve yolda ölürse, ona da kıyamet gününe kadar umre sevabı yazılır. Kim, cihada çıkar ve ölürse, ona kıyamet gününe kadar, cihad edenin ecri kadar ecir yazılır. ”(n)

Rivayete göre Ebû Talha (radıyallahü anh), denizde savaşırken ölmüş, defnedilmesi için bir ada aramışlarsa da ancak yedi gün sonra bulabilmişlerdir. Ancak bu süre içinde cesedi bozulmamıştır. Bu, şehitlerde bulunan özelliklerden biridir.

60

İşte size anlattığımız ve açıkladığımız durum

böyle. Her kim, kendisine verilen cezanın dengiyle karşılık verir de, yani kendisine yapılandan daha fazlasını yapmadan kendisine zulmedeni, zulmettiği oranda cezlandırır da

bundan sonra kendisine yine bir tecavüz olursa, düşmanlık ve yeniden eziyete maruz kalarak zulme uğrarsa

(emin olmalıdır ki), Allah ona kendisine zulmedene karşı

mutlaka yardım edecektir. Hakikaten Allah, çok bağışlayıcı ve mağfiret edicidir. O, intikam alanı bağışlar ve intikam almayı, bağışlamaya ve sabretmeye tercih etmesiyle ortaya çıkan kusurları da bağışlar. Şu âyet-i kerimede kişi bağışlamaya ve sabır göstermeye teşvik edilmiştir: ”Kim, sabreder ve bağışlarsa şüphesiz bu davranış, yapılmaya değer işlerdendir. ” (Şûra: 43)

Fakir şöyle der: ”Şeyhim hazretlerinin şöyle dediğini işittim: 'Kamil insan, tıpkı derya gibidir. Kim ona eziyet eder, aleyhinde konuşur ve kötülük yapmak isterse, o, bu hareketlerden dolayı etkilenmez ve üzülmez. İdrar, denize döküldüğü zaman denizin onu nasıl temizlediğini görmüyor musun? Aynı şekilde, cünüp olan kişi denize girdiği zaman yıkanır ve temizlenir. Deniz ne idrarla ne de cünüple değişmez. Onun için hakkımızda kötü söz söyleyen veya bize yönelik kötü bir iş yapan kimseye hakkımızı helâl ediyoruz. Biz asla ona değil, Allah'ın bizim için takdir ettiği şeylere bakarız. Çünkü O'nun icraatı güzeldir ve Cemal sıfatı, Celâl sıfatının içinde saklıdır.'"

Hulâsa adındaki eserde şöyle denilmektedir: ”Bir adam, başkasına

Habîs derse, onun da ona, 'sensin habîs' demesi caiz midir? En güzeli ona aldırmayıp cevap vermemesidir. Ancak haddini bildirmek için durumu hakime intikal ettirirse caizdir. Bununla birlikte o kişiye cevap da verebilir."

"Mecmeu'l-Fetâvâ" isimli eserde şöyle bir fetva vardır: ”Biri, başkasına 'Ey habîs' demiş olsa, onun da misli ile mukabele etmesi caizdir." Çünkü bu, haksızlığa uğradıktan sonra hakkını almaktır ki, buna izin verilmiştir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur: ”Haksızlık gördükten sonra hakkını alan kimseler var ya, iste onların aleyhinde bir yol yoktur. ” (Şura: 41) Fakat bağışlamak daha faziletlidir. Çünkü Allah, şöyle buyurmaktadır: ”...Kim, bağışlar ve barışırsa, onun ecri Allah'a aitir." (Şura: 40)

61

Bu yardım etme işi

böyle. Çünkü Allah, geceyi gündüze ve gündüzü de geceye katar. Yani O'nun, her şeye gücü yeter. Bu sebeple gece karanlığını gündüz ışığının bulunduğu yere yerleştirir; geceyi gündüze ve gündüzü geceye ekler. Gece ve gündüzün uzaması ve kısalması ise, güneşin doğuş ve batış yerlerine göredir.

Gerçek şu ki Allah, hakkıyla işiten ve görendir. Kulların işlerini ve amellerini görür.

62

İşte, Allah'ın kâmil ilim ve kudret sıfatlarıyla vasıflanmış olması

böyledir.

Çünkü Allah, ilâhlıkta

hakkın ta kendisidir. O'nun dışında taptıkları ise bâtıldan başka bir şey değildir. Şüphesiz Allah uludur, her şeyin üstündedir,

büyüktür. Bu sebeple hiç bir ortağa ihtiyacı yoktur. O'ndan daha yüce bir şey ve daha büyük bir otorite yoktur.

İmam Gazâlî (Allah ona rahmet etsin) şöyle demiştir: ”Kulun, mutlak ulu olması tasavvur edilemez. Çünkü insan, bir üstünlük elde etse bile, ondan daha üst derecede olanlar vardır şüphesiz. Bu üst dereceler peygamberlerin ve meleklerin derecesidir. Sonra o kul, bazı kişilere oranla üstün olabilir, ama mutlak ulu olana oranla, karşılaştırma yapılamayacak kadar noksandır. Mutlak ulu olanın ise daima önceliği vardır ki, söz konusu yüce varlık, Allahu teâlâ'dır."

63

Allah'ın gökten yağmur indirdiğini ve o sayede yeryüzünün yeşerdiğini görmedin mi? Buradaki ”görmedin mi?" sorusu, ”gördün" anlamınadır. ”...Yeryüzünde hiç gezmediler mi ki, onlardan öncekilerin sonunun nasıl olduğunu görsünler..." (Yusuf: 109) âyetinde de böyledir.

Gerçekten Allah, çok lütufkârdır, ki lütfü, bilinmedik ve hesap edilmedik şekilde, her şeye ulaşır. O ister açık olsun ister gizli, güzel idareye lâyık şekilde

haberdardır.

64

Yaratma, mülk ve tasarruf açısından

göklerde ve yerde ne varsa O'nundur. Hakikaten Allah, zatında her şeyden

müstağnidir sıfatları ve fiilleri itibarîyle de

övgüye lâyıktır.

65

Görmedin mi, Allah yeryüzünde bulunan şeyleri ve emriyle denizde giden gemileri sizin hizmetinize verdi. Yani Allah, yeryüzünde bulunan şeyleri hizmetinize sunmuş, yararlarınız için kaynak kılmıştır. Bunlardan dilediğiniz şekilde tasarrufta bulunuyorsunuz. Taştan daha sert, demirden daha güçlü ve ateşten daha heybetli bir şey yoktur. Bütün bunlar size boyun eğmiştir.

Göğü de, kendi izni, yani dilemesi

olmadıkça... Bu kıyamet günüdür. Çekme ve itme gücünü varederek

yer üzerine düşmekten korur. Burada, göğün kendi başına ilâhî bir güç olmadan durduğu anlayışı reddedilmektedir. Çünkü cisim itibariyle gök, diğer cisimler gibi düşebilir ve yıkılabilir.

Şüphe yok ki Allah, insanlara çok şefkatli ve merhametlidir. Çünkü Allah, insanlara geçinme vasıtalarını hazırlamış, menfaat kapılarını açmış, onlara dokunan çeşitli zararları ortadan kaldırmış, gerek yaratılışla ilgili mucizelerle, gerekse indirilen âyetlerle delil gösterme metodlarını göstermiştir.

66

Birer cansız unsur ve nutfe iken

size hayat veren, sonra eceliniz geldiği anda

sizi öldürecek ve sonra yeniden dirilme anında

yine diriltecek olan O'dur. Gerçekten insan, çok nankördür. Ortada olan nimetleri bütünüyle inkâr etmekte ve gerçek nimet verene kulluk yapmamaktadır. Burada, bazı insanların özellikleri söylenerek insan cinsinin nitelikleri dile getirilmiştir.

Bil ki, Allahu teâlâ insanı değerli kılmış, durumunu yüceltmiş, cansız âlemden ana rahmine, daha sonra oradan canlılar alemine nakletmiş, sonra da ona konuşma özelliğini vermiş ve kendisine verdiği maddî-manevî nimetlerin yanı sıra, varlıkları da hizmetine sunmuştur. Allah'ın bu lütuflarına şükretmek gerekir. ”Şükür", nimeti izhar etmek ve açığa çıkarmaktır. Bunun zıddı ise nankörlüktür. ”Nankörlük"nimeti gizlemek ve onu saklamaktır. Her nimet, nimeti vereni tanımaya vesiledir. Çünkü nimet. O'nun eseridir. Eserden müessire ulaşmak gerekir ki, bu da yakın imanın ürünüdür. O halde akıllı insan, üstünlük ve zenginlikle gururlanmadan, her halükârda başarıyı hedeflemelidir.

Bir haberde şöyle denmiştir: ”Güçlü olana; 'Gücünü beğenip du ima! Eğer gücünü beğenip durursan, ölümü kendinden uzak tut' de. Âlime: İlmini beğenip durma! İlmini beğenip durursan, söyle bakalım. Ne zaman ölecek sin? ' de. Zengine de: 'Malını ve zenginliğini beğenip durma! Beğenip dururken canlıları bir öğün olsun doyur bakalım' de. İnsan güçsüzdür; Allah'ın ise her şeye gücü yeter."

67

Biz, geçmişteki ve şimdiki ümmetlerden

her muayyen

ümmete dışına çıkmamaları gereken özel

bir ibadet tarzı, yani şeriat

kıldık, onlar o muayyen ümmetin fertleri

ona göre kulluk ederler. O halde bu işte dini konuda

seninle asla çekişmesinler. Yani kitap ehlinden senin döneminde yaşayanlar, şeriatlerinin Tevrat ve İncil olduğunu iddia ederek seninle tartışmaya girmesinler. Çünkü bu iki kitap daha önceki ümmetlerin şeriatleri idi. Oysa bu ümmet, bağımsız bir ümmet olup nizamları sadece Kuran nizamıdır.

Sen, bütün insanları

Rabbine, O'nu birlemeye ve O'na kulluk etmeye

davet et. Şüphesiz sen, hakka ulaştıran

dosdoğru bir yoldasın.

68

Eğer onlar, hakkın ortaya çıkmasından ve delillerin bulunmasının ardından

seninle münâkaşa ve mücadeleye girişirlerse, tehdit yoluyla:

'Allah, yaptıklarınızı, saçmalıklarınızı

çok iyi bilmektedir' ve ondan dolayı sizi cezalandıracaktır

de.

69

Allah, kıyamet gününde, mükâfat ve ceza ile,

ihtilâfa düştüğünüz konularda, yani anlaşmazlığa düştüğünüz dini meselelerde

aranızda sizden mü'min olanlarla kâfirler arasında

hükmedecektir.

70

Bilmez misin ki, yani bilmemen mümkün değildir ki,

Allah, gökte ve yerde ne varsa bilir? O'na hiçbir şey gizli kalmaz.

Bunlar, gökte ve yerde olanlar

bir kitapta mevcuttur. Bu kitap, Levh-i Mahfuz'dur. Söz konusu edilen şeyler, meydana gelmeden önce ona yazılmıştır. Bunu bildiğimiz ve koruma altına aldığımız için o inkarcıların durumuna aldırma.

Bu, zikredilen bilme ve ihata etme işi

Allah'a kolaydır. Çünkü O'nun bilgisi ve gücü, zatının bir gereğidir. Bu sebeple O'na hiçbir şey gizli kalmadığı gibi yoktan varetmek de zor gelmez.

71

Onlar, yani müşrikler,

Allah'ı bırakıp, Allah'a kulluk etmeyi bir yana bırakarak

Allah'ın kendisine hiçbir delil indirmediği, yani kendilerine kulluk etme yetkisi vermediği ve

kendilerinin dahi hakkında aklın gereği veya aklın ileriye sürdüğü bir gerekçe ile hasıl olan

bir bilgiye sahip olmadıkları şeylere tapıyorlar. Onlar ancak cehaletlerinden ve sırf taklitten dolayı putlara tapıyorlar.

Zalimlerin, yani buna benzer büyük bir zulmü yapan müşriklerin, zulümleri sebebiyle başlarına gelecek felâkete engel olacak

hiçbir yardımcısı yoktur.

72

Kur'ân'dan, inanç ve ilâhî hükümlere işareti olan

âyetlerimiz açıkça kendilerine; yani müşriklere

okunduğunda, kâfirlerin suratlarında hoşnutsuzluk sezersin. Onlar, aşırı kin ve nefretten dolayı

kendilerine âyetlerimizi okuyanların nerdeyse üzerlerine saldırırlar. Onlara karşı çıkarak

de ki: 'Size bundan, okuyanlara karşı olan bu öfkenizden

daha kötüsünü bildireyim mil Ateş! Allah, onu kâfirlere vadetti. O, ne kötü bir varış ve dönüş

yeridir.'

73

Ey insanlar! (Size) bir misal verildi, yani size garip bir hal, ya da örnek diye tanımlanan eşsiz ve gerçek bir olay dile getirildi.

Şimdi onu o örneği iyiden iyiye düşünerek

dinleyin. Allah'ı bırakıp da yalvardıklarınız, Allahu teâlâ'ya kulluk etmeyi terkederek taptığınız putlar, -ki bu ifade, âyetteki misali açıklamakta ve tefsir etmektedir-

bir araya gelseler bile küçüklüğüne ve basitliğine rağmen

bir sineği dahi yaratamazlar. Onlar, bir araya gelip birbirine destek olsalar bile, buna güçleri yetmediğine göre, tek tek oldukları zaman buna nasıl güçleri yeter?

Sinek onlardan bir şey kapsa acizliklerinden dolayı son derece güçsüz olan o sinekten

onu geri alamazlar, isteyen de, yani puta tapan da

âciz, kendinden istenen de, yani put da âciz!

Rivayete göre müşrikler, putlara güzel koku ve bal sürüp üzerlerine kapıları kapıtıyorladı. Bunu sezen sinekler de aralıklardan girerek balı yiyorlardı.

74

Onlar, sineğe engel olamayan ve ondan hakkını alamayan şeyleri Allah'a ortak koşmak suretiyle

Allah'ın kadrini hakkıyla bilemediler.

Yâni onu gereğince tanıyamadılar. Ya da O'na gereği gibi saygı duymadılar.

Hiç şüphesiz Allah, dilediği her şeyi yaratacak ve bütün varlıkları yok edecek derecede

çok güçlüdür. Her şeyi altedecek kadar da

galiptir. Bu sebeple O'na hiçbir şey üstünlük sağlayamaz. Onların ilâhları ise âcizdir, güçsüzdür ve zillet içinde alçalmıştır.

75

Allah, meleklerden de, insanlardan da elçiler seçer. Meleklerden olan elçiler, vahiy getirmek suretiyle Allah ve Peygamberler arasında elçilik vazifesini yürütürler, insanlardan olan elçiler ise, temiz gönüllere sahip ilâhî güçle desteklenen kimselerdir. Onları, halkla olan ilişkileri ve işleri kendilerini Hakka vermekten alıkoyamaz. Şüphesiz peygamberler, kendilerine indirilen âyetlerle insanları hakka davet ederler; onlara ilâhî emir ve hükümleri öğretirler.

Şüphesiz Allah, her şeyi

işitendir, her şeyi

görendir. Dolayısıyla O'na hiçbir söz ve iş gizli kalmaz.

76

O, geçmişlerini ve geleceklerini bilir. Yani Allah, eşyanın meydana gelişini bilen ve denetleyendir. Bu sebeple O'na, kullarının hiçbir işi gizli kalmaz.

Bütün işler Allah'a döndürülür, başkasına değil. Çünkü Allah, işlerin gerçek malikidir. O, yaptığı işlerden sorumlu değildir. Fakat insanlar, yaptıklarından sorumludur.

Rivayete göre bir adam, Hazret-i Peygamberin torunu Hazret-i Hüseyin’in oğlu Zeynel Abidin’in aleyhinde bulunmuş ve ona iftira etmişti. Bu durum karşısında Zeynel Abidin o kişiye: ”Ben, söylediğin gibi isem, Allah'tan mağfiret dilerim. Fakat dediğin gibi değilsem, Allah sana mağfiret etsin," demiştir. Bu ifadeden etkilenen adam, kalkarak Zeynel Abidin’i alnından öpmüş ve kendisine: ”Sana canım feda olsun, söylediğim gibi değilsin. Beni bağışla!" demişti. Zeynel Abidin: ”Allah seni bağışlasın!" diye cevap vermiş. Adam: ”Allah, peygamberliğini vereceği yeri iyi bilir," demiş.

Zeynel Abidin, bir gün de camiden çıktıktan sonra yolda birine, rastlamış, adam ona hakarette bulunmuştur. Bunun üzerine oradakiler adama hücum etmişlerdi. Zeynel Abidin onlara: ”Durun bakalım, adamı bana bırakın!" demiş ve adama hitaben: ”Sana, durumumuzdan çok şey gizli değil. Yardım etmemizi gerektiren bir ihtiyacanız mı var?" demiştir. Adam, bu sözlerden oldukça etkilenmiş ve utanmıştır. Zeynel Abidin, üzerindeki, nakışlı elbiseyi kendisine vermiş ve bin dirhem kadar da para verilmesini emretmiştir. Adam, bu ilgi karşısında: ”Senin gerçekten Rasûlüllah'ın neslinden olduğuna tanıklık ederim," demiştir.

Bu gibi kişilerin, mal tüketip duran dünya ehli oldukları zan edilmemeli. Aksine onlar, cömert ve saygın kişilerdi. Nitekim, dünya malı kendilerine gelince onu hemen dağıtmak suretiyle elden çıkarıyorlardı. Şâirin şu sözleri bu duruma ne kadar da uygun düşmektedir:

Avcunu açmaya alıştı. O kadar ki,

Yummak için onu bükmek istese, parmak uçları kendisine itaat etmez. Elinde nefsinden başka bir şey olmasa, onu da verir. Onun için, kendisinden isteyen Allah'tan korksun.

77

Ey iman edenler! Namazınızda

rükû edin; secde edin; Allah, onlara rükû ve secde etmelerini emretmiştir. Çünkü onlar, önceden secde etmeden rükû ediyor; rükû etmeden de secde ediyorlardı. Ya da manâ, ”Namaz kılın" şeklindedir. Buna göre rükû ve secde, namazın en önemli rükünleri olması sebebiyle namaz, bu iki rükünle ifade edilmiştir.

Rabbinize emrettiği diğer ibadetlerle

ibadet edin ve hayır işleyin yani nafile ibadetler, hısım-akrabayı görüp gözetmek ve üstün ahlâkî davranışlar gibi, hayırlı ve yararlı işler yapın

ki kurtuluşa eresiniz. Yani kurtuluşa ermeyi umarak söz konusu bütün bu şeyleri yapın.

Râgıb İsfahanî ”el-Müfredât"inda şöyle demiştir: ”Hayır, akıl, doğruluk, fazilet ve faydalı şey gibi her yönüyle arzu edilen şey; şer de bunun zıddıdır." Elde etmek ve arzu edilene kavuşmak demek olan felah (kurtuluş) ise, dünya ve âhirete yönelik olmak üzere iki kısımdır: Dünyaya yönelik olanı; zenginlik, üstünlük ve ilimden ibaret olan mutluluğa ermek; âhirete yönelik olan felah ise, dört şeyden ibarettir: Faniliği olmayan ebedîlik, fakirliği olmayan zenginlik, zilleti olmayan üstünlük ve cehaleti olmayan bilgidir. Bu sebeple, ”Gerçek hayat, âhiret hayatıdır" denmiştir."

78

Allah uğrunda, O'nun yolunda

gereği gibi, sadece O'nun rızası için

cihad edin. Cihad; düşmanla mücadelede bütün imkânları seferber etmektir.

Ragıb İsfahanî şöyle demiştir: ”Cihad; düşmana karşı yapılan cihad, şeytana karşı yapılan cihad ve nefse karşı yapılan cihad olmak üzere üç çeşittir."

Hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur: ”Eliniz ve dilinizle düşmana karşı cihad edin." Yine Hazret-i Peygamberden nakledildiğine göre. Tebük savaşından dönerken: ”Küçük cihaddan, büyük cihada döndük." buyurmuştur. Gerçekten nefse karşı cihad, düşman ve şeytanla mücadele etmekten daha zordur. Nefse karşı cihad: Nefsi, ilâhî emirlere uymaya ve yasaklardan kaçınmaya sevketmektir.

Sizi O dini ve dinine yadım için

seçti. Burada, cihad gerektiren ve ona davet eden şeyler vurgulanmaktadır.

Din hususunda üzerinize, yerine getirilmesi size zor gelen işlerden sorumlu tutarak

hiçbir zorluk yüklemedi. Bu sebeple Allah, kör ve topal kimselerden cihad etme mecburiyetini kaldırmıştır.

Babanız İbrahim’in dininde olduğu gibi. Yani babanız İbrahim’in dinini kolaylaştırdığı gibi, size de dininizi kolaylaştırdı. Ya da babanız İbrahim’in dinine uyun.

Ragıb İsfahanî şöyle demiştir: ”Millet, tıpkı din gibi, Allahu teâlâ'nın peygamberler vasıtasıyla kullarına ilettiği nizamın adıdır. Milletle din arasındaki fark şudur: Millet, tıpkı ”İbrahim’in milletine uyun" dendiği gibi, sadece peygamber'e nisbet edilir. Bu sebeple, ”Allah'ın milleti,"“milletim" veya ”Zeyd’in milleti" denmez."

Hazret-i İbrahim, Rasûlullah'ın babası sayıldığından, Allah onu bu ümetin babası addetmiştir. Hazret-i İbrahim, onların ebedî saadetlerine vesile olduğundan tıpkı babaları gibidir. Bu sebeple Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): ”Ben sizin babanızın yerindeyim" buyurmuştur.

Peygamberin, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’in, tebliğ'de bulunduğuna dair kıyamet günü

size şahit olması, sizin de insanlara peygamberlerin, kendilerine tebliğde bulunduklarına

şahit olmanız için O, gerek daha önce ki kitaplarda,

gerekse bu (Kur'ân'da) size 'Müslümanlar' adını verdi. Öyleyse namazı kılın; zekâtı verin yani çeşitli itaatlerle Allah'a yaklaşmaya çalışın. Çünkü bu fazilet ve şerefi size ait kılmıştır.

Ve Allah'a sarılın. Bütün işlerinizde O'na güvenin, yardım ve desteği sadece O'ndan isteyin.

O, sizin mevlânızdır. Yardımcınız ve işlerinizi üstlenendir.

Ne güzel mevlâdır O ve ne güzel yardımcıdır! Çünkü yardım ve destekte eşi olmadığı gibi, gerçek anlamda O'ndan başka hiçbir dost ve yardımcı da yoktur.

Bir adam, ihtiyaç ve darlığından dolayı kardeşine yakınmış. Bunun üzerine kardeşi ona: ”Kardeşim! Rabbinin plânından başka bir şey mi arzu ediyorsun? İnsanlardan değil, kimin isen ondan iste," demiştir.

Süleyman b. Abdülmelik Kabe'ye girmiş ve Salim b. Abdullah'a: ”İhtiyaçlarını arzet bakalım" demiştir. Salim ise: ”Allah'a yemin olsun ki, Allah'ın evinde, Allah'tan başka birinden dilekte bulunmam" cevabını vermiştir.

Kısacası kulun, her işinde Allah'a sarılması, gizli-açık her yerde O'nun hoşnutluğu için çaba sarf etmesi gerekir. Bu iş zordur dememelidir. Şüphesiz her şey Allah'a kolaydır.

Allah'ın yardımıyla Hac Sûresinin tefsiri sona ermiştir.

0 ﴿