ŞUARA SÛRESİ1Tâ. Sîn. Mîm. Sûre başlarında bulunan, ”Hurûf-ı Mukattaa" adıyla tanınan bu harfleri, ”sirri hu say nün kata'a kelâmehû" sözcükleri kapsamaktadır. Hurûf-ı Mukattaa hakkında Müfessirlerin söylediği en uygun söz ”Allah, maksadını en iyi bilendir." sözüdür. Çünkü bu harfler, gizli sırlardan sayılmıştır. Nitekim Hazret-i Ebû Bekir Sıddîk şöyle demiştir: ”Her kitabın bir sırrı vardır ve Kur'an'ın sırrı da Huruf-ı Mukattaa'da bulunmaktadır." 2Bunlar, apaçık Kitab'ın âyetleridir. Yani bu sûre, i'câzı açık olan ve Allah'ın kelâmı olduğu kesin olan Kur'an âyetleridir. Böyle olmasaydı inkarcıların onun bir benzerini meydana getirmeye güçleri olurdu. "Mubîn" kelimesi, ya ”bâne" ve ”zahara" açık oldu, belli anlamındaki ”ebâne" kelimesinden türemiş veya ”beyyene-açıkladı" anlamındaki ”ebâne"dcn türemiştir. Birinci duruma göre âyetin manası yukarıda verilmiştir; ikinci duruma göre ise: ”Bunlar, şer'î hükümleri ve buna bağlı meseleleri açıklayan kitabın âyetleridir." demektir. 3(Rasûlüm!) Onlar iman etmiyorlar diye, Kureyş bu apaçık Kur'an'a iman etmiyorlar diye üzülerek âdeta kendine kıyacaksın. ”Bella'a nefseh" üzüntüden canına kıydı demektir. Yani kendine acı ve üzüntüden dolayı anlamsız yere canına kıymaktan kork! Âyet, Peygamber Efendimizi üzüntüyü terketmeye teşvik etmekte ve teselli etmektedir. Çünkü korku ve üzüntü, iman etmeyeceğine dair Allah'ın daha önce hüküm verdiği kişinin iman etmesine fayda vermez. Bu sebeple aldırma, şüphesiz sen gereken tebliği yaptın. 4Biz dilersek onların üzerine gökten melekleri indirmek gibi imana yönlendiren bir mucize indiririz de, ona, o mucizeye boyun eğmek zorunda kalırlar. Fakat Biz bunu yapmayız. Çünkü zora ve baskıya dayalı imanın bir anlamı yoktur. Huruf-ı Mukattaanın Kur'an'ın icazına dikkati çekmek ve bu gibi hecâ harflerinden meydana geldiğini belirtmek için olduğunu daha önce belirtmiştik. 5Rahman'dan peygamberlerine vahyetmek suretiyle onlara hiçbir tekrar hatırlatmak ve değişik usulde ifade etmek üzere indirilen yeni uyarı, Kur'an öğütlerinden bir öğüt veya Kur'an'dan inen bir bölüm gelmez ki, mutlaka ondan yüzçevirmiş olmasınlar. Bu öğütten uzak durmayı tekrarlamasınlar ve inkârlarında ısrar edip durmasınlar. Âyet-i Kerime’de geçen ”Rahman" ismi, öğüdün Allahü teâlâ'nın kullarına olan merhametin eseri olduğnu göstermektedir. 6Üstelik öğüdü, bazen sihir, bazen şiir ve bazen de efsane addederek yalan saydılar; fakat alay edip durdukları şeylerin haberleri kendilerini yalanlamaya ve alay etmeye sevkeden aldırmazlıkları sebebiyle ceza yakında onlara gelecektir. Âyet-i Kerime’de tehdit sözkonusudur. Çünkü ”nebe"' kelimesi, arkasından büyük bir olayın olduğu ciddi bir haber için kullanılır. 7Yeryüzüne kendilerini yaptıklarından alıkoyacak ve yüz çevirdikleri şeylere yönelmeye sevkedecek fevkalade şeylere bir bakmadılar mı ki, yani âyetleri yalanlayanlar, onlardan yüzçevirenler ve o âyetlerle alay edenler yeryüzüne bakmadılar mı? Orada her güzel çiftten insanların ve hayvanların yediği diğer faydalı nice bitkiler yetiştirmişiz? Şa'bî şöyle demiştir: ”İnsan, yeryüzünün nebatından sayılır. Cennete giren kerîm/değerli, cehenneme giren de lehn- değersizdir." 8Şüphesiz bunda bitkileri yetiştirmede, o bitkileri yetiştiren Allah'ın sonsuz kudretini, sınırsız ilmini ve engin rahmetini gösteren büyük bir işaret vardır; ama Rasülüllahın kavminin çoğu buna rağmen, küfür ve sapıklıklarındaki aşırı ısrarlarından dolayı iman etmezler. 9Şüphesiz Rabbin kâfirlerden intikam almaya gücü yeten mutlak galip ve engin merhamet sahibidir. Onun için onlara mühlet vermekte ve hemen yakalarına yapışmamaktadır. 10Hani Rabbin Mûsa'ya seslendi: Ey Mûsa! Küfür ve isyanla İsrail oğullarını köleleştirmek ve çocuklarını boğazlayarak öldürmek suretiyle 'Zalim olan o kavme, git. Yani Ey Rasûlüm Muhammed! Kavmine, Mûsa'nın Medyen'den döndüğü zaman ağaç ve ateşi gördüğü gece Allahü teâlâ'nın kendisine seslendiğini ve onunla konuştuğunu anlat; onlara Mûsa'yı yalancı saymalarından dolayı kavminin başına gelenleri hatırlat ve başlarına gelenin benzeri, kendi başlarına gelmemesi için onları uyar. 11Firavun'un kavmine. Hâlâ (küfürden) sakınmayacaklar mı onlar?' Yani onlar, Allah'tan korkup iman ve itaatle O'nun cezasını kendilerinden savmaya çalışmazlar mı? 12Mûsa şöyle dedi: 'Rabbim! Onların beni yalancılıkla itham etmelerinden, Peygamberliğimi ve söyleyeceklerimi inkâr etmelerinden korkuyorum. "Recâ", zannedilen veya bilinen bir işarete dayanarak sevimli bir şeyin tahakkuk etmesini beklemektir. ”Havf" da, zannedilen veya bilinen bir işarete dayanarak hoş olmayan bir şeyi beklemektir. 13Benim göğsüm daralır, nitekim Mûsa'da hiddet yani sinirlilik ve öfke vardı. Dilim dönmez; ”Lisân", ağızdaki dil ve konuşma kabiliyeti demektir. Allahü teâlâ yine Hazret-i Mûsa ile ilgili olarak şöyle buyurmuştur: ”Dilimin bağını çöz -komışmamdaki engeli kaldır.-" (Tâhâ: 27) Çünkü bağ, dil organında değil, bizzat konuşma kabiliyetindeki engeldir. Onun için Cebrail'i Harun'a da göndererek elçilik ver. Ki, tebliğde bana yardımcı olsun. Çünkü Harun, hem Mûsa'dan daha düzgün konuşuyordu ve hem de onun büyük kardeşiydi. Bil ki yalanla itham, edilmek, kalbin daralmasına sebep olmakta, kalbin daralması da dili tutuk olana konuşma sıkıntısı vermektedir. Bu sebeple Hazret-i Mûsa söze, yalancılıkla itham edilme endişesiyle başlamıştır. Hazret-i Mûsa, ikinci olarak göğsünün daralmasını dile getirmiş ve üçüncü olarak da rahat konuşamamaktan yakınarak kardeşi Harun'un kendisine yardımcı kılınmasını istemiştir. Çünkü Harun, ona destek olmasaydı Mûsa'nın gönderilmesiyle plânlanan faydanın gerçekleşmesinde bir gecikme olurdu. Hazret-i Mûsa'nın dilindeki düğüm ise, Firavun'un kendisini denemeye tabi tutması anında, ağzına aldığı bir korun, yakmasından kaynaklanmıştır. 14Hem onların, Firavun'un kavminin bana isnat ettikleri bir suç Mısırlının öldürülmesinden kaynaklanan suçun cezası vardır. Bundan dolayı onlara yalnız gidersem. Peygamberlik görevini gereği gibi yerine getiremeden önce, öldürülen şahsa karşılık beni öldürmelerinden korkuyorum.' Bil ki bu, Mûsa (aleyhisselâm)'nın, duraklaması ve Allah'ın emrine uymayı geciktirmesi, demek değildir. Aksine beklenen bir sıkıntının, meydana gelmeden önce önlem alınmasını istemektir. Açıkçası Hazret-i Mûsa Rabbinden güç kazanmak için gönlündeki karışıklığı ortaya koymuş, Allah da ona güven sağlamış ve kendisinden her türlü zorluğu gidermiştir. 15Allah buyurdu: 'Hayır, hayır! Onlar asla seni öldüremczler. Çünkü Ben, onları sana musallat etmem, tam tersine seni onlara hakim kılarım, ikiniz, sen ve talep ettiğin Harun âyetlerimizle güç simgesi ve Peygamberlik belgesi sayılan dokuz mucizemizle gidin. Şüphesiz Biz, sizinle beraberiz. Âyet-i Kerime’de Hazret-i Mûsa ve Harun, koruma ve yardım garantisiyle teselli edilmişlerdir. ”Sizinle" ifadesinden de Mûsa, Harun ve Firavun kastedilmiştir. Allah, Mûsa ve Harun'a yardım ve destek sağlamak, Firavuna da güç ve baskı uygulamak suretiyle onlarla birlikte olmaktadır. Sizinle onun arasında cereyan edenleri işitiyoruz. Böylece Allah, yardım vaadini pekiştirerek dostlarına destek sağlamakta ve onları düşmanlarına karşı galip getirmektedir. 16Haydi Firavun'a gidip deyin ki: 'Gerçekten biz âlemlerin Rabbinin elçisiyiz. Firavun'un adı Ve lid b. Mus'ab, künyesi ise Ebu'l-Abbas'tır ve dört yüz altmış yıl yaşamıştır. Âyet-i Kerime’de ”iki elçi" değil, sadece ”bir elçi" diye ifade edilmiştir. Çünkü Mûsa, kendi başına müstakil bir Peygamberdi. Harun ise Peygamberliğine tabi olmuş ve onu tasdik eden bir yardımcısı idi. 17İsrail oğullarını bizimle beraber gönder.' ' Yani Şam'a gitmeleri için onları kendi hallerine bırak. Çünkü orası, ecdatlarının yurtları idi. Firavun ise İsrail oğullarını dört yüz yıl köleleştirmişti. O zaman bunların sayısı altı yüz bin kişi kadardı. Mûsa Harun'la birlikte Mısır'a hareket etmiş ve oraya varınca gece vakti Firavun'un kapısına gitmiş ve asâsıyla kapıya vurmuştur. Bunun üzerine kapı bekçileri korkuya kapılarak: ”Kim var kapıda?" demişlerdir. Mûsa: ”Âlemlerin Rabbinin elçisiyim." Bekçilerden biri hemen Firavun'a giderek ona: ”Kapıda âlemlerin Rabbinin elçisi olduğunu iddia eden biri vardır." demişti. es-Süddî'nin söylediği gibi Firavun, ya Mûsa ve Harun'un hemen girmelerine mü sade etmiş, ya da sabaha kadar bekletmiş, sonra onları huzuruna çağırmış ve onlar da Allah'ın elçiliğini yerine getirmişlerdir. Tabiatiyle Firavun, Mûsa'yı, evinde büyüdüğünden onu tanımada güçlük çekmemiştir. 18Firavun Mûsa'ya iyiliklerini başına kakarak dedi ki: 'Biz seni çocukken himayemize alıp kucağımızda ve evimizde büyütmedik mi? Ömrünün birçok yıllarını aramızda geçir med in mi? ”Ömür", az olsun, çok olsun bedenin hayatla imar edilmesi süresine verilen addır. Rivayete göre Hazret-i Mûsa, aralarında otuz yıl kalmış, sonra Medyen'e gitmiş ve orada on yıl kadar kalmıştır. Daha sonra tekrar onlara dönmüş ve kendilerini otuz yıl Allah'a davetle uğraşmış; Firavun ve ordusunun boğulmasından sonra da orada elli yıl daha kalmıştır. Buna göre Hazret-i Mûsa yüz yirmi sene yaşamıştır. 19Sonunda o yaptığını yaptın. Mûsa, Firavun'un fırıncısı olan Mısırlıyı öldürmüştü. Firavun Mûsa'ya, kendisini yetiştirmek ve büyütmek konusundaki iyiliklerini sayıp durduktan sonra fırıncısının öldürülmesi meselesini gündeme getirmiş ve hadiseyi, büyütmüştür. Âyet-i Kerime’de öldürme olayının açıkça zikredilmeyip kapalı geçilmesi, bu hadisenin önemini pekiştirmektedir. Sen nimetimi görmeyen ve seni yetiştirmiş olmamın hakkını inkâr eden nankörün birisin!' Çünkü sen, bana yakın olan adamlarımdan birine kastederek onu öldürdün. 20Mûsa: 'Ben o işi, o anda, şahsı öldürdüğüm zaman sonunun ne olacağını bilmeyerek yaptım' dedi. Yani tıpkı kuşa ok atıp da insana isabet ettiren birisi gibi şaşırdım ve kasıt olmadan hataya düştüm. Mûsa'nın maksadı o adamı öldürmek değil, terbiye etmekti. 21'Sizden bana zarar vermenizden ve cinayetimden dolayı haketmediğim cezayı vermek suretiyle beni hesaba çekmenizden korkunca da aranızdan hemen kaçtım, kendimi korumak için aranızdan Medyen'e gittim. Sonra Rabbim bana Medyen'den dönünce hikmet, ilim ve hüküm bahşetti ve beni size göndermek suretiyle Peygamberlerden kıldı. Büyüklerden biri şöyle demiştir: ”Allahü teâlâ insanlardan birini ulu makamlara erdirmek istediği zaman ona korku salar ve nihayet o kişi insanlardan kaçarak O'na sığınır. Bunun üzerine Allah ona özel bir takım sırlar açar. İşte Hazret-i Mûsa'ya da böyle yapmıştır. Sonra seçkin kulların günahları, diğer kulların günahları gibi değildir. Çünkü seçkin kullar, günahlara tabii şehvet ve istekle dalmazlar, aksine bu günahlar hata ve yanılgıdan kaynaklanır. Şüphesiz onlar, bilerek günah işlemezler." 22O, nimet diye başıma kaktığın ”Seni büyütmedik mi?" sözü ile üzerinde durduğun o büyütme işi ise her ne kadar görünürde bana lütufta bulunmuş idiysen de aslında o bir belâ ve İsrail oğullarını kendine kul köle etmendir.' Benim, yanınızda bulunuşumun ve himayenizde yetişmemin sebebi de buydu. Yani Firavun, İsrail oğullarına baskı yapıp oğullarını boğazlayarak öldürmeseydi Mûsa'nın annesi onu büyütür, yetiştirir, denize atmaz, böylece Firavun'un himayesinde yetişmezdi. Buna göre Firavun'un ortaya çıkardığı sıkıntı Mûsa'ya nasıl lütuf olabilir? Hazret-i Mûsa Peygamberliğine dil uzatarak kendisini azarlayan Firavun'a aldırış etmedi. Daha sonra o, Firavun'un nimet diye sayıp durduğu şeylere temas etti. Fakat bunları üstü kapalı dile getirdi. Çünkü Mûsa, davasında dil uzatmayan doğru sözlü biriydi. Bazı müfessirler de şöyle demiştir: ”Firavun, düşük kimseler gibi söze başlamış ve Allah'ın Peygamberine yedirdiği şeyleri başına kakmıştır." 23Firavun şöyle dedi: 'Âlemlerin Rabbi dediğin nedir ki?' Yani elçisi olduğunu iddia ettiğin âlemlerin Rabbi nasıl bir şeydir? Özelliği nedir? Hangi türdendir O? Firavun bu soruları, kendisinden başka âlemlerin Rabbi olduğunu inkâr ederek sormaktadır. 24Mûsa Allah'ın sıfatlarını belirterek şöyle dedi: 'O, göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan her şeyin Rabbidir. Eğer görünen şeyleri düşünüp anlayan doğru bir bakışla tahkik eden kişiler olsanız.' Âlemin o âlemleri yaratanla bilindiğini, o âlemlerin Rabbinin bizzat o âlemleri yaratan, orada bulunanlara rızık veren ve işleri plânlayan olduğunu anlardınız. Bu, Rabbin tarifi ve sorunuzun cevabıdır. Hazret-i Mûsa burada bir taraftan âlemlerden neyi kastettiğini ortaya koyarken diğer taraftan da Firavun'un bu yerleri kendi mülkünden saymasına imkân vermemektedir. Âyet-i Kerime’de ”küntüm" (olsanız) ifadesiyle. Firavun ve kavminin ileri gelenlerinden yanında bulunanlara hitap edilmiştir. 25Firavun Mûsa'nın cevabını dinleyince halkının kalplerine etki eder, dolayısıyla Mûsa'ya bağlanırlar korkusuyla etrafındakilere: Kavminin ileri gelenlerine. Mısırlılara hitaben onun söylediklerini 'işitmiyor musunuz?' Onu dinleyin ve ona hayret edin dedi. 26Mûsa, açıklamaya devamla ve Firavunu ilâhlık mertebesinden indirerek şöyle dedi: 'O, sizin de Rabbiniz, daha önceki atalarınızın da Rabbidir.' Dendi ki Firavun, kendi döneminde halka ilâhlığını iddia etmiş, Hazret-i Mûsa da bu âyetle ilâhlığı hakedenin her asrın ve her dönemin Rabbi olduğunu ortaya koymuştur. 27Firavun basitliğinden ve kavminin hakkı kabul etmesinden korktuğundan: 'Size gönderilen bu elçiniz mutlaka delidir' söylediğini akıllı kişiler söylemez dedi. Firavun, ”elçi" ifadesini alay için kullanmıştır. Aynı zamanda ”elçiniz" sözünü muhataplarına atfederek kendini hariçte tutmuş, böylece elçiye ihtiyacı olmadığını ima etmiştir. 28(Mûsa onun seviyesizliğine cevap vermekle meşgul olmayarak hakkı daha fazla tanıtmaya devamla) şöyle dedi: 'O, doğunun, batının ve ikisi arasında bulunanların Rabbidir. Eğer aklınızı kullansaydınız' eserden hareketle o eseri meydana getiren müessiri anlardınız. Burada Firavun ve kavminin akıl dairesi dışında hareket ettikleri ve Mûsa'yı itham ettikleri deliliğin, aslında kendi vasıfları olduğu ortaya konmuştur. Âyette doğu ve batının zikredilmesi, âlemde aydınlık ve karanlık gibi meydana gelen değişikliklerin bunları meydana getiren ilim ve hikmet sahibi bir yaratıcıya muhtaç olduğunu ortaya koymaktadır. 29Firavun münakaşada acze düşünce aşırı taşkınlığından dolayı ki, kendisiyle tartışılıp da mağlup olanın hali böyledir. 'Benden başkasını tanrı edinirsen Yemin olun ki seni zindana kapatılmışlardan ederim!' dedi. Yani seni zindanımda durumlarını bildiğin kişilerden ederim. Nitekim Firavun, insanları derin bir çukura atar ve onları orada ölüme terkederdi. İşte bu cezaya işaretle Mûsa'ya ”Seni mutlaka hapsedeceğim" dememiş ve onu ölünceye kadar zindanda bırakmayı hedeflemiştir. 30Mûsa: 'Sana apaçık bir şey getirmiş olsam da mı?' dedi. Yani sana davamın doğruluğunu ortaya koyan bir şey, bir mucize getirsem de mi bunu bana yaparsın? 31Firavun davanın doğruluğunu ortaya koyan bir delilin varlığı konusunda şöyle dedi: 'Doğru söylüyorsan, haydi getir onu!' Mûsa'nın elinde asası vardı. Firavun'a hitaben: ”Elimdeki bu şey nedir?" dedi. Firavun: ”Asâ," diye cevap verdi. 32Bunun üzerine Mûsa asasını atıverdi; bir de ne görsünler, asâ apaçık koca bir yılan görünüşte kocaman bir yılana benzer bir şey oldu. ”Su'bân", yılanın büyüğüne verilen addır. Firavun, aşırı korkusundan dolayı Mûsa'ya: ”Ey Mûsa! Seni gönderenin hakkı için onu almanı istiyorum," der. Hazret-i Mûsa da o koca yılanı alır almaz tekrar asaya dönüşmüştür. 33Elini de koynundan çıkardı; o da Mûsa'yı seyredenlere bembeyaz oluvermiş! Nitekim Mûsa elini çıkardı ve Firavun'a hitaben: ”Bu nedir?" diye sorunca Firavun: ”Elin" dedi. Bunun üzerine Mûsa elini koltuğunun altına soktu ve çıkardı ki eli, nerede ise gözleri alacak ve ufku kaplayacak derecede ışınlar saçıyordu. 34Firavun çevresinde toplu halde bulunan kavminden ileri gelenlere: 'Bu Mûsa, doğrusu çok bilgili bir sihirbazdır,' dedi. Sihir ilminde çok üstündür. Sihir. Gerçekle ilgisi olmayan hayalî şeyler göstermektir. Bu âyetle, ”Firavun'un kavminden ileri gelenler dediler ki..." (A'râf: 109) âyeti şöyle birleştirilir: Bu âyete göre sözü söyleyen Firavundur. Firavun sözü yanında bulunanlara söylemiş; diğer âyetin ifadesine göre de orada bulunanlar sözü, bulunmayanlara aktarmışlardır. 35'Sizi sihriyle yurdunuzdan Mısır diyarından çıkarmak ve size hakim olmak istiyor. Şimdi ne buyurursunuz?' Keşfu'l-Esrâr isimli eserde şöyle denmiştir: ”Âyette geçen ”te'mürûn" kelimesi, emir kökünden değil. Yani onu savmak ve ona engel olmak konusunda bana ne önerirsiniz, demektir." Böylece mucizenin sultanı Hazret-i Mûsa, onu altetmiş ve şaşkına çevirmiş, nihayet görüş ve plân yapmada bağımsız iken, ilâhlık davasında kul-köleleriyle istişare eder duruma düşürmüştür. 36Dediler ki: 'Onu ve kardeşini eğle yani Mûsa ve kardeşi Harun'un işini geciktir ki durumlarımnı görelim bakalım ve yalanları ortaya çıkmadan da onları öldürmeye acele etme ve şehirlere bölgelere ve ülkenin her tarafına toplayıcılar bir grup güvenlik güçlerini gönder ki, insanları toplayıp bir araya getirsinler. 37Ne kadar bilgisi derin sihirbaz varsa sana getirsinler.' Aynı sihirle Mûsa'ya karşı koysunlar ve yalanını herkes anlayınca da onu öldürürsün. 38Böylece sihirbazlar, belli bir günün bildirilen vaktinde özel günleri olan bayram günlerinin belli saatleri tayin edilince ki, onlar her yıl o gün süslenip toplanıyorlardı, biraraya getirildi. Yani Firavun, emniyet güçlerini sihirbazları toplamak üzere görevlendirmiş, koşuyor gibi görünen iplerinin ve değneklerinin çokluğundan anlaşılacağı üzere yetmiş bin kişi toplamış ve Taberî'nin naklettiğine göre de İskenderiye'de biraraya gelmişlerdir. Rivayete göre İbn Abbas, söz konusu günün, ”Nevruz Günü" denilen senenin ilk günü. Cumartesi günü olduğunu ileri sürmüştür. Hazret-i Mûsa, şahitler huzurunda hakkın ortaya çıkması, bâtılın ortadan kalkması ve bu durumun ülkenin her tarafına yayılması maksadıyla onlara bu iş için kuşluk vaktini tayin etmiştir. Nitekim bu konuda şöyle buyrulmuştur: ”Mûsa, buluşma zamanımız bayram günü kuşluk vaktinde, insanların toplanması (zamanı) olsun, dedi." (Tâhâ: 59) Firavun da, Mûsa'nın yalanı, büyük bir kalabalığın huzurunda ortaya çıksın diye aynı vakti tercih etmiştir. 39Halka, Mısır halkına ve onlardan başka gelebilenlere Firavun hitaben: 'Siz de toplanıyor musunuz? (Haydi çabuk olun)' denildi. Bu ifade ile halkın yavaş hareket etmelerine karşılık acele etmeleri talep edilmiştir. 40"Üstün gelirlerse herhalde sihirbazlara uyarız,' dediler. Onların maksatları, gerçekten dinlerine uymak değil, mesele Hazret-i Mûsa'ya uymamaktır. Fakat onlar, mücadeleye önem kazandırmak ve ciddiyetle yönlendirmek için sözlerini bile kinaye yoluyla söylemişlerdir. 41Sihirbazlar geldiklerinde Firavun'a: 'Şayet Mûsa değil de biz üstün gelirsek, muhakkak bize büyük bir ücret vardır, değil mi?' dediler. 42Firavun cevap verdi: 'Evet, o taktirde Mûsa'yı altettiğiniz zaman hiç şüphe etmeyin; o ücretle birlikte katımda gözde kimselerden huzuruma ilk giren ve yanımdan son ayrılanlar siz olacaksınız.' Bu onlara göre en üst rütbelerden biriydi. 43Mûsa onlara: 'Ne atacaksanız atın!' dedi. Görünürde bu bir emir niteliği taşırsa da aslında işi önemsememek, onlara ve işlerine aldırış etmemektir. 44Bunun üzerine iplerini ve değneklerini attılar ve: atış anında yeminle 'Firavun'un hakkı için elbette biz Mûsa ve Harun'a karşı galip geleceğiz,' dediler. Sihirbazlar, kendilerine aşırı güvenlerine ve getirilmesi mümkün olabilen en üstün bir sihir getirmelerine dayanarak galibiyetin kendilerine ait olacağına dair Firavun'un kudretine yemin etmişlerdir. 45Ardından Mûsa ilâhî emirle asasını attı, bir de ne görsünler, onların ip ve değneklerinden uydurduklarını hızla yutuyor! 46Sihirbazlar bu durumu görür görmez Allahü teâlâ'ya derhal yüzleri üstüne secdeye kapandılar. Çünkü onlar bunun, sihrin sınırları dışında Hazret-i Mûsa'nın Peygamberliğini tasdik etmek üzere onun elinde ortaya çıkan ilâhî bir emir olduğunu anlamışlardır. 47'Âlemlerin Rabbine, iman etik,' dediler. Bakınız onlar sihirbazlar olarak nasıl sabahlayıp iyi müminler ve Müslümanlar olarak akşamladılar? 48Mûsa ve Harun'un Rabbine... Âyet-i Kerime’de, Firavun'un arzusu istikametinde bir anlayışı ortadan kaldırmak için ”Âlemlerin Rabbi" ifadesinden, ”Mûsa ve Harun'un Rabbinin kastedildiği vurgulanmıştır. Çünkü cahil kimseler Firavun'u, ”Âlemlerin Rabbi" diye adlandırmıştır. Şayet sihirbazlar -âyette belirtildiği gibi-" Âlemlerin Rabbi" deyip geçselerdi o takdirde Firavun: ”Âlemlerin Rabbi benim; onlar beni kastetmişlerdir," derdi. Bu sebeple onlar, sözlerine, ”Mûsa ve Harun'un Rabbi" ifadesini de ekleyerek yanlış anlamaya fırsat vermemişlerdir. 49Firavun sihirbazlara dedi ki: 'Ben size izin vermeden tarafımdan izniniz olmadan ona Mûsa'ya iman ettiniz ha! Doğrusu size siniri öğreten büyüğünüzmüş o! O, yaptığınızı tasvip etmiş, siz de onu tasvip ettiniz. Bu ifadesiyle Firavun, sihirbazların akıllarını kullanarak hakkın ortaya çıkmasıyla iman ettikleri kanaatinin halkta uyanmaması için meseleyi, kavmine karşı bulandırmak istemiştir. Ama şimdi yaptığınızın vebalini bileceksiniz. Firavun daha sonra onları tehdit ederek şöyle dedi: Yemin olun, ellerinizi ayaklarınızı çaprazlama sağ elinizle sol ayağınızı kestireceğim ve hepinizi astıracağım!' Böylece Firavun onları hem kestirmeye ve hem de astırmaya karar vermiştir. Rivayete göre sihirbazları hurma dallarına astırmış, böylece ölüp gitmişlerdir. 50Mü'min sihirbazlar: Bizce 'zararı yok,' dediler. '(Nasıl olsa) biz Rabbinıize döneceğiz. Dolayısıyla senin bize yaptığına sabretmemizden dolayı O, bizi mükâfatlandırır ve dinde sebat etmemizden de bize iyi muamele eder. Âyet-i kerime gösteriyor ki, insan ölümden korksa bile hakkı ortaya koyması gerekir. 51Biz Firavunun avanesi içinde ilk iman edenler olduğumuz için Rabbimizin şirk ve diğer geçmiş günahlarımızı bağışlayacağını umarız.' 52Mûsa'ya: 'Kullarımı geceleyin yola çıkar; çünkü takip edileceksiniz.' Firavun ve ordusu sizi izleyecak diye valıyettik. "İllâ", gizlice bildirmek; ”isrâ" ise geceleyin yürümek demektir. Yani Biz vahiy yoluyla Hazret-i Mûsa'ya: ”Ey Mûsa! İsrail oğullarını geceleyin götür ve onları Kızıldeniz'e ulaşıncaya kadar yürüt ve emrim sana orada gelecektir." buyurduk. 53Firavun da onların geceleyin gideceklerini haber alınca şehirlere toplayıcılar, kendilerini takip etmek üzere asker toplayan bir grubu gönderdi. 54'Esasen bunlar, küçük bir azınlık, bölük pörçük bir cemaattir. Onların sayısı altıyüzbin kişi idi. Fakat Firavun, kendi ordusuna oranla onları azınlık görmüştür. Çünkü kendi ordusu sayılmayacak kadar çoktu. 55(Böyle iken) artık onlar bizi çok öfkelendiriliyorlar. ”Gayz, aşırı derecede öfkelenmektir. Yani onlar, dinimize muhalefet etmek suretiyle bizi kızdıracak ve öfkelendirecek işler yapıyorlar. 56Biz ise, elbette uyanık, koca bir toplumuz.' Firavun İsrail oğullarını, azınlık ve güçsüz addederek, onlara aldırmadığını ortaya koymakta ve şöyle demektedir: ”Biz uyanık, dikkatli ve temkinli koca bir kitleyiz." 57Ama (sonunda) Biz onları Firavun ve kavmini Nil'in her iki tarafında uzanan bahçelerden, pınarlardan, akarsulardan 58hazinelerden altın, gümüş vb. gibi belli mallardan ve şerefli makamlardan çıkardık. 59Böy'ece yani bu fevkalâde usul ve tarzda onları çıkardık. Ebu'l-Leys şöyle demiştir: ”Böylece, yani Bana isyan edeni işte böyle yaparım." Onları, İsrailoğullarma miras bıraktık. Yani o bahçeleri, pınarları, hazineleri ve makamları miras kalan mallar gibi onlara verdik. Onlar, sahipleri yerlerini terkedip ayrılınca o yerlere sahip olmuşlardır. 60Derken (Firavun ve adamları) gün doğumunda güneş doğunca onların ardına düştüler. ”Etbe'a", bir şalısın, ikinci bir şahsın ardından yetişmek istemesidir. Yani Firavun ve ordusu yola çıkmış, Hazret-i Mûsa ve ona tabi okmlara yetişmişlerdir. 61İki topluluk Hazret-i Mûsa ve Firavun tarafından oluşturulan iki ayrı grup birbirini görünce Mûsa'nın adamları: 'Eyvah, yakalandık!' arkadan bize kavuştular, Firavunun kavmine gücümüz yetmez ve geçit vermeyen bu deniz önümüzde dediler. 62Mûsa: 'Asla!' dedi. Böyle söylemeyin, onlar size kavuşamaz. Çünkü Allahü teâlâ size, onlardan kurtulmayı vaadetmiştir. 'Rabbim şüphesiz koruması, yardım etmesi ve gözetınesiyle benimledir, bana yol elbette onlardan bütünüyle kurtuluş yolunu gösterecektir.' 63Bunun üzerine Mûsa'ya: 'Asan ile denize vur!' diye vahyettik. Âyet-i Kerime’de sözü edilen deniz Kızıldeniz'dir. Bugün orada Süveyş kanalı vardır. Bu deniz, karanlık, vahşî ve pek hayrı bulunmayan bir denizdir. Sahilinde ise harap halde olan Medyen şehri bulunmaktadır. Aynı zamanda orada Hazret-i Mûsa'nın, Hazret-i Şuayb'ın koyunlarını suladığı kuyu vardır. Bugün bu kuyu kullanılmaz haldedir. (Vurunca deniz) suyu derhal ayrıldı. İsrail oğullarının kollan sayısınca on iki yol açıldı. Her parça yerinde durup göğe doğru yükselen koca bir dağ gibi oldu. 64Ötekilerini Firavun ve kavmini de buraya denizin ayrıklığı yere, İsrail oğullarına yaklaştırdık. Nihayet Hazret-i Mûsa ve adamlarının ardından onlar da denizde açılan yollara girdiler. 65Mûsa ve beraberinde bulunanların hepsini kurtardık. 66Sonra ötekilerini suda boğduk. Yani inkarcı olmaları, Allah'ın mucizelerini yalan saymaları ve mü'min kullara eziyet etmelerinin cezası olarak onları denizde boğduk. 67Bunda, bütün açıklamalarda şüphesiz ders alanlar için büyük bir ibret vardır, ama Firavunun taraftarlarının çokları iman etmiş değillerdir. 68Şüphesiz Rabbin, işte O, Firavun ve kavmi gibi düşmanlarından intikam alan mutlak galip ve Hazret-i Mûsa ve İsrail oğulları gibi dostlarına da çok merhametlidir. Fakir (müellif), yukarıdaki tefsir konusunda şöyle demektedir: ”Böyle bir anlamı sözün gelişi gerektirmektedir. Nitekim Allahü teâlâ'nın ”Bunda şüphesiz bir ibret vardır, ama çokları iman etmiş değillerdir" âyeti, bu sûrede sekiz yerele geçmektedir. - Biricisi; Hazret-i Peygamber ve kavmi ile, ikincisi; Hazret-i Mûsa'nın kıssasıyla ve sonra İbrahim, Nuh, Hud, Salih, Lût ve Şuayb peygamberlerle ilgilidir. Bu kıssalardan herbirinin ardından sözkonusu ifadenin getirilmesi gösteriyor ki âyet-i kerime’de geçen ”çokları"nazn maksat, adları zikredilen herbirinin kavminden iman etmeyenlerdir. Bazı Müfessirler de sözkonusu âyetteki ”çokları" kelimesiyle Hazret-i Peygamber'in kavminin kastedildiği görüşünü tercih etmişlerdir. Buna göre âyetin anlamı şöyle olmaktadır: ”Zikredilen kıssada, ders alanlar için bir ibret vardır, ama Mekke halkından Hazret-i Mûsa ve Firavun'un kıssasını dinleyenlerin çoğu gereği gibi düşünmedikleri ve ders almadıkları için iman etmiş değillerdir. Bu sebeple Firavun'a tabi olanların başına gelen felâketin bir benzerinin başlarına gelmesinden sakınsınlar. 69(Rasûlüm!) Onlara Arap müşriklerine, Mekke halkına İbrahim'in önemli haberini de naklet. 70Hani o, babasına Âzer'e ve kavmine Babil halkına 'Neye tapıyorsunuz?' demişti. Nitekim Hazret-i İbrahim onların putlara taptıklarını bildiğinden sapıklıkları sebebiyle kendilerini uyarmak ve tapmakta oldukları şeylerin ibadete lâyık olmadıklarını göstermek için onlara bu soruyu yöneltmiştir. Bâbil, Irak topraklarında bulunan bir yerdir ve büyünün kaynağı burasıdır. 71'Putlara tapıyoruz. Keşfu'l-Esrar’da kaydedildiğine göre bunlar altın, gümüş, demir, bakır ve odundan olmak üzere yetmiş iki puttan ibaretti. Ve onlara tapmaya devam edeceğiz.' diye cevap verdiler. Böylece onlar putlara tapıyoruz demekle yetinmemişler, hareketlerine sevinerek ve öğünerek cevaplarını uzatıp durmuşlardır. ”Sanem-put" taş ve diğer şeylerden yapılmış insan suretindeki şekillerdir. 72İbrahim: 'Peki,' dedi, 'Yalvardığınızda onlar sizi, yakarışınızı işitiyorlar ve size cevap veriyorlar mı? 73Yahut size onlara tapınmanıza karşılık fayda veya tapmayı terketnıenizden dolayı zararları olur mu?' Çünkü ibadette fayda temin etmek ve zararı gidermek sözkonusu olmalıdır. 74Şöyle cevap verdiler: 'Hayır, ama biz babalarımızı böyle yapar bulduk.' Yani ”Onlardan fayda ve zarar görmedik, ama babalarımızı, onlara taptığımız şekilde tapar bulduk ve biz de o yüzden kendilerine uyduk" demişlerdir. Böylece Hazret-i İbrahim'in kavmi, putların, işitme, fayda ve zarardan yoksun olduk kırını itiraf ederek taklitten başka bir dayanakları olmadığını ortaya koymak zorunda kalmışlardır. 75İbrahim putlardan uzak durarak dedi ki: Şimdi gördünüz mü, o sizin ve önceki atalarınızın taptıklarınızı? Çünkü bâtıl, mensupları çok ve eski bir âdet olmakla hakka dönüşmez. 76İbrahim putlardan uzak durarak dedi ki: Şimdi gördünüz mü, o sizin ve önceki atalarınızın taptıklarını? Çünkü bâtıl olan bir şey, mensupları çok ve eski bir âdet olmakla ”hak ”ka dönüşmez. 77İyi bilin ki, onlar benim düşmanımdır... Yani bilin ki putlar, kendilerine tapanlara düşmandır. Çünkü onlar, putlardan dolayı kişinin, düşmanından gördüğü zarardan daha çok zarara uğramaktadır. Âyet-i Kerime’de putlar, cansız oldukları halde istiare yoluyla ”düşman" diye adlandırılmıştır. Ferrâ da bu konuda şöyle demiştir: ”Aslından bunun anlamı, 'Şüphesiz ben onların düşmanıyım.' demektir. Çünkü kime düşman olursan, o da sana düşman olur." Ancak âlemlerin Rabbi böyle değildir. Aksine O, dünya ve âhirette (benim dostumdur.) Sehnûn şöyle demiştir: ”Varlıklar âlemine ve varlıklara düşman gözüyle bakmayanın muhabbeti geçerli değildir. Gerçek Allah sevgisi, ancak Allah'ın dışındaki bütün şeylerden ilgiyi kesmekle mümkündür. Nitekim Allahü teâlâ'nın dostu İbrahim'den bahisle nasıl buyurduğunu görmüyor musun? ”İyi bilin ki onlar benim düşmanımdır, ancak âlemlerin Rabbi (benim dostumdur.)" O halde yaratanı memnun etmek için mahlukattan bir anlamda yüzçevirmck gerekir. Şâir ne güzel söylemiş: Yaratıklardan uzak ol, Dost olarak Allah'a razı ol. Yaratıkları dilediğin gibi evir-çevir. Onları akrepler gibi bulursun. 78Beni yalnız başına yaratan ve beni doğru yola ileten devamlı olarak dünya ve âhiret saadetini gösteren O'dur. İnsana göre hidâyetin başlangıcı, ceninin ana rahminde âdet kanını emmesi içgüdüsünün verilmesi, sonu ise cennet yoluna ve cennet lezzetlerinden yararlanmaya yönlendirilmesidir. 79Beni hangi yemek olursa olsun, tek başına yediren, içirendir. Yani, o beni rızıklandırandır. Yememi, içmemi ve bütün ihtiyaçlarımı kim karşılar'? Onun dışında nimet veren ve rızık veren hiç kimse yoktur. Âyet-i kerime tevekküle, rıza göstermeye, teslimiyete, işi Allah'a havale etmeye, sebeplere bağlanmayarak bütünüyle Allah'a yönelip O'nun dışındaki şeylerden yüzçevirmeye işaret etmektedir. 80Hastalandığım zaman bana şifa verendir, beni hastalığımdan kurtaran O'dur, doktorlar değildir. Âyet-i kerimeye göre Hazret-i İbrahim, hastalık verenin aynı zamanda şifa veren olduğunu bildirmiştir ki o da Allahü teâlâ'dır. Fakat Hazret-i İbrahim, hastalığı kendine atfetmiş, kulluktaki edebe riâyet ederek ”Beni hasta ettiği zaman" dememiş, şifayı ise Allahü teâlâ'ya atfetmiştir. Halbuki her ikisi de Allah'tandır. Nitekim Hızır (aleyhisselâm) da şöyle demiştir: ”... O gemiyi kusurlu yapmak istedim..." (Kehf: 79) Öte yandan cinler de aynı edebi göstererek ”Bilmiyoruz, yer yüzündekilere kötülük mü murad edildi, yoksa Rableri onlara bir hayır mı diledi." (Cin: 10) Âyetteki ”hastalandığım zaman ifadesi, sağlık ve hastalığın genelde aşırı yemek ve içmekten kaynaklandığına işaret etmektedir. Nitekim tıka basa yemek, hastalık ve ağrıları meydana getirir; perhiz ise rahatlığın ve güvenli oluşun kaynağıdır. Hikmet sahibi kimseler şöyle demişlerdir: ”Ölülerin çoğuna, 'ölümünüzün sebebi ne idi?' diye sorulsaydı, 'çok yemekten meydana gelen rahatsızlık' derlerdi." Yine bu konuda: ”Mide rahatsızlığı için açlıktan daha yararlı bir şey yoktur," denmiştir. 81Dünyada ecelim gelince benim canımı alacak, sonra âhirette amelimin karşılığını vermek için diriltecek olandır. 82Hesap ve ceza günü, hatamı bağışlayacağını umduğumdur. Böylece Hazret-i İbrahim, edeben ”umma' lafzıyla duâ etmiş, yani ”hatamı bağışlayacağını umduğum" demiş, hatamı bağışlayandır diye kesin bir ifade kullanmamıştır. Yine o, Allahü teâlâ'nın, varoluşundan yeniden dirilme gününe kadar olan değişik lütuf ve ihsanlarını dile getirdikten sonra Allah'a yakarışa ve O'na duaya yönelerek şöyle demiştir: 83Rabbim! Bana hikmet ilim ve amelde olgunluk ver ve beni iyiler arasına, iyilikte karar kılınış olgun kişiler zümresine kat! Yahut beni cennetteki mükâfatta onlarla beraber et. 84Sonra gelecekler içinde beni doğrulukla anılanlardan eyle! Yani, etkisi dünyada hesap gününe kadar devam eden bir mertebe ve iyi bir nam sağla. Hazret-i İbrahim'in bu duası kabul edilmiş, dolayısıyla her ümmet ona sevgi besleyerek onu övmüştür. 85Beni, nimeti bol cennetinin varislerinden kıl. Âyet-i Kerime’de Allahü teâlâ cenneti, murisin ölümünden sonra varisin hakettiği mirasa benzetmiştir. Buna göre âyetin anlamı şöyledir: ”Varisin, murisin malını hakedip ondan yararlandığı gibi beni de nimeti bol cenneti hakeden ve o cennetten yararlananlardan kıl." 86Babamı da bağışla! Müşrik olanlar için bağış dilemek, iman etmeleri için Allah'tan muvaffakıyyet ve hidâyet talep etmektir. Çünkü o, sapıklardandı, doğru yolu şaşıranlardandı. Hazret-i İbrahim'in bu duası, babasının Allah'ın düşmanı olduğu ortaya çıkmasından önce idi. 87Bütün (insanların) diriltilecekleri gün, beni mahcup etme ve perdemi yırtma! Hazret-i İbrahim, Allah'ın kendisini rezil etmeyeceğini bildiği halde bu sözü, kulluğunu ortaya koymak ve başkalarım Allah'a yönelmeye teşvik etmek için söylemiştir. Ote yandan mahcup edilmeme ise, insanların diriltilecekleri güne atfedilmiştir. Çünkü dünya Allah'ın settâr isminin tecelligâhıdır. 88O gün, ne mal, ne evlât hiçbir kimseye fayda vermez. 89Ancak Allah'a temiz bir kalple samimi, küfür ve münafıklık illetinden emin bir gönül ile gelenler (kurtuluşa erer.)' Kâfirlerin, ”Biz mal ve evlât açısından çoğunluktayız." (Sebe': 35) demelerine karşılık Allahü teâlâ, kalplerinin dünyada selim olmaması sebebiyle o gün mal ve evlâtlarının fayda vermeyeceğini bildirmiştir. 90(O gün) cennet, takva sahiplerine durdukları yerden görebilecekleri şekilde yaklaştırılır. Gerçekten takva ehli kimseler cennetteki değişik güzellikleri görürler ve cennete götürülecekleri için mutlu olurlar. 91Cehennem de azgınlara iman ve takva yolundan sapanlara apaçık gösterilir. Oradaki çeşitli korkunç azap şekillerini görürler, gam ve kederleri artar. 92Onlara denilir: Azgınlara melekler tarafından azarlamak maksadıyla: {'Allah'ı bırakıp da} dünyada taptıklarınız hani nerede? Yani dünyada iken âhirette size şefaat edeceğini ve Allah'a yaklaştıracağını iddia etmiş olduğunuz tanrılarınız hani nerede? {Size} azabınızı kaldırmak suretiyle {yardım edebiliyorlar mı ya da} o azabı defetmekle {kendilerine yardımları dokunuyor mu?' denir.} Bu soru, cevapsız bırakma ve muhatabı susturma sorusudur. Bu sebeple böyle soruya cevap beklenmez. Nitekim devamındaki âyet-i kerime’de şöyle buyrulmuştur: 93{Onlara denilir:} Azgınlara melekler tarafından azarlamak üzere: 'Allah'ı bırakıp da dünyada {taptıklarınız hani nerede?} Yani dünyada iken âhirette size şefaat edeceğini ve Allah'a yaklaştıracağını iddia etmiş olduğunuz tanrılarınız hani nerede? Size azabınızı kaldırmak suretiyle yardım edebiliyorlar mı ya da o azabı defetmekle kendilerine yardımları dokunuyor mu?' denir. Bu soru, cevapsız bırakma ve muhatabı susturma sorusudur. Bu sebeple böyle soruya cevap beklenmez. Nitekim devamındaki âyet-i kerime’de şöyle buyrulmuştur: 94Artık onlar, putlar ve putlara tapan o azgınlar tepetakla oraya atılırlar. ”Kebkebe", bir şeyi tepetakla atmak ve bu işlemi tekrarlamaktır. Buna göre âyetin anlamı şöyledir: ”Onlar, başları üstüne ters çevrilerek cehenneme atılırlar ve nihayet o şekilde cehennemin dibini boylarlar." 95İblis'in orduları, şeytanları, yani azgın laşt irdik lan, kalplerine şüphe ve tereddüt soktukları ve putlara tapmayı kendilerine süslü gösterdikleri nesiller, hepsi de. 96Onlar orada birbirleriyle çekişerek şöyle derler: Yani putlara tapanlar hatalarını kabullenerek cehennemde taptıkları putlarıyla söz düellosuna girişerek şöyle derler: 97'Vallahi biz, gerçekten gizliliği bulunmayan apaçık bir sapıklık içindeymişiz. Allahü teâlâ'nın, putlara konuşma ve anlama gücü vermek suretiyle onları çekişebilecek uygun hale getirmesi uzak görülmez. 98Çünkü biz sizi, âlemlerin Rabbi ile bir seviyede tutuyorduk. Yani vallahi biz onları, ibadete lâyık olma noktasında âlemlerin Rabbi ile bir seviyede tutarken aşırı derecede sapıklık içindeymişiz. 99Bizi, ancak o günahkârlar, liderler ve büyükler saptırdı. Başka bir âyet-i kerime’de de şöyle buyrulmuştur: ”Ey Rabbimiz! Biz reislerimize ve büyüklerimize uyduk da onlar bizi yoldan saptırdılar, derler." (Ahzâb: 67) 100Şimdi artık bizim mu’minlerin, meleklerden ve peygamberlerden şefaatçileri olduğu gibi şefaatçilerimiz yok onların dostları olduğu gibi {yakın bir dostumuz da yok} 101{Şimdi artık bizim} mu’minlerin, meleklerden ve peygamberlerden şefaatçileri olduğu gibi {şefaatçilerimiz yok} onların dostları olduğu gibi yakın bir dostumuz da yok 102Ah keşke dünyaya bir kere daha dönebilsek de mü'minlerden olsak!' Bu söz, üzüntü ve hasret ifadesidir. ”...Eğer onlar, (dünyaya) geri gönderilseler yine menedildikleri şeylere döneceklerdir..." (Enam: 28) Dünyadaki ümmetleri görmüyor musun? Allahü teâlâ bu ümmetleri defalarca sıkıntı ve zararlarla dener, sonra bu durumu onlardan kaldırır ve fakat bu, onların sadece ısrarlarını artırmaktadır. 103Bundan, zikredilenlerden (alınacak) bir ibret vardır, Halbuki çokları İbrahim'in kavminin çoğu, tıpkı Kureyşlilerin çoğu gibi iman etmiş değillerdir. 104Şüphesiz Rabbin, işte O, mutlak galip ve engin merhamet sahibidir. Nitekim Allahü teâlâ, iman etmeleri için Kureyşlilere mühlet tanıdığı gibi mühlet tanır ve fakat ihmal etmez. Bu sebeple amel eden her insana amelinin karşılığını vermek gerekir. Onun ameli iyi ise mükâfatlandırılır, kötü ise cezalandırılır. 105Nuh kavmi de peygamberleri Nuh'u yalancılıkla itham etti. Kavim, erkek ve kadınlardan oluşan toplumdur. Âyet-i Kerime’de ”peygamber" yerine ”peygamberler" şeklinde çoğul getirilmesi, bir peygamberi yalancılıkla itham eden, aynı zamanda bütün peygamberlere aynı ithamı yapmış sayıldığından kaynaklanmaktadır. Çünkü bütün peygamberler, tevhid inancında birleşmişlerdir. 106Hani kardeşleri Nuh onlara şöyle demişti: 'Allah'tan korkmuyor musunuz da başkasına tapıyorsunuz? ”Kardeşi eri ”nâm maksat, nesep bakımından kardeşleri demektir. Doğruluğunu ve dini durumunu bilmeleri için Allah, Nuh'un kavmine kendi içlerinden birini peygamber olarak göndermiştir. 107Bilin ki ben, size Allah tarafından gönderilmiş güvenilir, aranızda güvenilirliğiyle tanınmış bir elçiyim. Dünya ile ilgili işlerde güvenilir olan kimse, vahiy ve peygamberlikte de güvenilir olur. 108Artık Allah'a karşı gelmekten sakının ve bana tevhidle ve Allah'a itaatle ilgili size emrettiklerimde itaat edin. Şüphesiz ben, size hainlik etmem ve kötülük yapmak istemem. 109Buna, peygamberlik görevini yerine getirmeye karşılık sizden hiçbir ücret istemiyorum. Peygamberler, ücret istemedikleri vakit daha çabuk tasdik edilir ve töhmetten uzak olurlar. Benim mükâfatımı sizi dine davet etmemin sevabını verecek olan ancak âlemlerin Rabbi Allah'tır. Allah için çalışan Allah'tan başka birinden ücret talep etmez. Aynı zamanda peygamberlerin vârisleri olan âlimler, peygamberlerin edebiyle edeplendiklerinden, ilim yaymalarından dolayı insanlardan bir şey talep etmezler. 110O halde Allah'tan korkun ve bana itaat edin.' 111Nuh kavmi şöyle cevap verdiler: 'Sana hep düşük seviyeli kimseler tabi olmakta iken, biz sana hiç iman eder miyiz?' Yani sana iman etmeyiz. "Erzelûn", düşük kimseler demek olan erzel kelimesinin çoğuludur. ”Rezâle" ise, hakir ve düşük olmak demektir. Yani onlar, düşük kimselerin sana tabi olmasının anlamı yok demişlerdir. Çünkü onlar, iyi düşünen ve görüşü isabetli kişiler değildir. 112İnkarcıların, kendilerine düşük kimselerin içtenlikle iman etmediklerini söylemelerine karşılık Nuh dedi ki: 'Onların yaptıkları hakkında bilgim yoktur. Yani yaptıklarım samimiyetle mi, yoksa samimiyetsizce mı yapmışlardır, bilemem. Çünkü iç âlemlerini teftiş etmek ve kalplerini yarıp bakmak benim görevini değildir, 113Onların iç âlemlerinin hesabı ancak Rabbime aittir. Çünkü gizliliklere O vakıftır. Anlasaydınız bunu bilecektiniz! Fakat siz, bilmiyorsunuz ve bilmediğinizi söylüyorsunuz. 114Ben, iman eden, Rabbime yönelen o kimseleri kovacak değilim. Ayette geçen ”tard" kovmak ve uzaklaştırmak demektir. 115Ben, ancak apaçık bir uyarıcıyım.' Yani ben ancak ister üstün ve isterse düşük kimseler olsun mükellef olanları uyarmak üzere gönderilen bir peygamberim. Böyle iken, zenginlerin hakka uymalarını talep etmek uğruna fakirleri kovmak bana nasıl yakışır? 116Kavminden büyüklük taslayan inatçı kimseler dediler ki: 'Ev Nuh! Davet ve uyarıdan vazgeçmezsen, iyi bil ki taşa tutulanlardan, en kötü şekilde öldürülenlerden olacaksın.' Onlar, -Allah onları mahvetsin.- bu sözü davetin sonunda söylemişlerdir. 117Nuh: 'Rabbim' dedi, 'Kavmini beni yalancılıkla itham etti. Bu ithamda ısrar edip durdular ve davetim ancak kaçışlarını artırdı. 118Artık benimle onların arasında içimizden herkesin hakettiği ölçüde Sen hükmünü ver. Beni ve beraberimdeki mü'minleri azaptan ve kâfirlerin eziyetinden kurtar.' Bu ifade ile Nuh, inkarcılara azabın indirilmesiyle ilgili hükmün verilmesini istemiştir. 119Bunun üzerine duasına uygun olarak Biz onu ve beraberindekileri yüklü, kendileri ve bütün hayvan türleri ile dolu geminin içinde kurtardık. 120Onları kurtardıktan sonra da geri kalanları, kavminden gemiye binmeyenleri suda boğduk. 121Doğrusu bunda Nuh'un kavmine yapılanda, daha sonrakiler için bir ders vardır, ama çokları Nuh'un kavminin çoğu iman etmiş değillerdir. Nitekim Nuh'un kavminden erkek ve kadınlardan sadece seksen kişi iman etmiştir. 122Şüphesiz Rabbin, işte O, kâfirlerden dilediğini cezalandırmada mutlak galip ve tevbe edene veya azabı geciktirmekle engin merhamet sahibidir. 123Ad (kavmi) de peygamberleri yalancılıkla itham etti. ”Ad" bir kabile olup en büyük babalarının ismiyle anılmaktadır. Âd kavmi, bütünüyle yok olmuş ve nesilleri tükenmiştir. 124Hani nesep itibariyle kardeşleri Hûd, İbn Şâleh b. Sâm b. Nuh onlara şöyle demişti: Allahü teâlâ'dan 'sakınmaz mısınız? 125Bilin ki ben size Allah tarafından gönderilmiş güvenilir aranızda güvenilir olmakla tanınan bir elçiyim. 126Artık Allah'a karşı gelmekten, azabından sakının ve bana, Haktan size emrettiklerime itaat edin. 127Buna peygamberlik görevini yerine getirmeye karşılık sizden bazı kıssacıların istediği gibi hiçbir ücret istemiyorum. Benim mükâfatımı verecek olan, ancak âlemlerin Rabbi Allah'tır. Çünkü beni gönderen O'dur, dolayısıyla benim mükâfatım da O'na aittir. Bu âyet gösteriyor ki, Hûd Peygamber, basit arzulara ve dünyevî isteklere tenezzül etmemiştir. 128Siz her yüksek yere bir alâmet diğer binalardan farklı yüksek bir bina edip yaptığınızla eğlenip duruyor musunuz? Çünkü gereksiz olan bir bina ile uğraşmak eğlence sayılır. Celâleyn tefsirinde şöyle denmiştir: ”Âyet, kuş sarayları ve burçları demektir. Hûd, onların boş yere kuş sarayları inşa edip çocuklar gibi onlarla oyalanmalarını hoş görmemiştir." Öte yandan bazı müfess irler de âyet-i kerimenin anlamı hakkında şöyle demişlerdir: ”Size uğrayan kişilerle eğlenip duruyorsunuz, demektir. Çünkü onlar, gelip geçenleri seyredip onlarla alay etmek ve eğlenmek üzere yüksek yerlerde binalar inşa ediyorlardı. ” .... ” yüksek yer demektir. 129Dünyada temelli kalacağınızı umarak sağlam yapılar muazzam yerler, köşkler, kaleler ve büyük su mahzenleri vb. mı ediniyorsunuz? Yani ebedîliği uman kimsenin yaptığı gibi mi yapıyorsunuz? Bu sebeple, sözkonusu binaların inşaatını sağlam yapıyorsunuz. Böylece Hazret-i Hûd, onları öncelikle mallarını, faydasız boş yere sarfettiklerinden; ikinci olarak da uzun emel ve gaflet imajını verecek tarzda sağlam yapılar inşa etmelerinden dolayı kınamıştır. 130Yakaladığınız zaman, zorbalar acımasız ve uslandırma niyeti olmadan, zalimler gibi mi yakalarsınız? ”Cebbar" öfke ile vurup öldüren kişi demektir. 131Artık Allah'tan korkun yüksek binalar inşa etme plânınızı ve haksız yere yakalamayı terkedin ve sizi davet ettiğim tevhicl, adalet, insaflı olma, boş emeli bırakma vb. ile ilgili şeylerde bana itaat edin. Çünkü bana itaat etmeniz sizin için daha yararlıdır. 132Size, bildiğiniz şeyleri veren, çeşitli nimetler ve sayılmayacak kadar türlü türlü ikramlarda bulunan Allah'tan korkun. 133O, size davarlar, etleri yenen hayvanlar, oğullar, çocuklar ve torunlar, ihsan etti. {bahçeler,} bağlar, {pınarlar}, akarsular {ihsan etti.} 134{O, size davarlar,} etleri yenen hayvanlar, {oğullar,} çocuklar ve torunlar, {ihsan etti.} bahçeler, bağlar, pınarlar, akarsular ihsan etti. 135Doğrusu bu nimetlerin şükrünü eda etmezseniz sizin hakkınızda dünya ve âhirette muazzam bir günün azabından endişe ediyorum.' Çünkü nimete karşı nankörlük etmek azabı gerektirir. 136Dediler ki: 'Sen öğüt versen de, öğüt verenlerden ol masan da, bizce birdir. Gittiğimiz yoldan asla dönmeyeceğiz. ”Va'z" korkutma ile karışık bir teşvik, mükâfat ve cezayı hatırlatarak kalbi yumuşatan sözlerdir. . Bu konuda Halil de şöyle demiştir: ”Va'z" kalbin yumuşamasına sebep olacak, bir iyiliği hatırlatmak demektir. 137Bu, bize getirmiş olduğun şu din öncekilerin geleneğinden başka bir şey değildir. Yani ”Onlar senin için, bu tür yalanlan uydurup kaydettiriyor veya şu yaptıklarımız, bizden önce gelip geçenlerin âdetinden başka bir şey değildir, dolayısıyla bu âdeti senin sözünle terketmeyiz," diyorlar. 138Biz yapmakta olduğumuz ameller ve âdetlerden dolayı azaba uğratılacak da değiliz.' 139Böylece onu yalancı saydılar ve bunun üzerine ısrar edip durdular. Biz de kendilerini yalan saymaları sebebiyle uğultulu bir fırtına ile yok ettik. Doğrusu bunda Ad kavminin yok olmasında bir ibret vardır; ama çokları Âd kavminin çoğu iman etmiş peygamberlerini doğrulamış değillerdir. 140Şüphesiz Rabbin, işte O, zorbaların yaptığı gibi yapan ve öğüt kabul etmeyenlerden intikam alan mutlak galip ve dostlarına karşı engin merhamet sahibidir. Âyet-i kerime, bu ümmeti Âd kavminin yolunu izlememeleri için korkutmaktadır. Denmiştir ki: ”İnsana verilen en iyi şey, kendini frenleyecek akıldır. Bu akıl yoksa onu kötülüklerden alıkoyacak utanma hissidir, bu his yoksa onu frenleyecek korkudur, korku yoksa onu mutlu edecek maldır, malı da yoksa onu yakacak bir yıldırımdır. Böylece o insandan insanlar ve ülke rahata kavuşur." Buna göre akıllı insanın ibret alarak Allah teâlâ'nın azabından korkması, yersiz âdetlerle tutkularını terketınesi, emirlere ve yasaklanan şeylere muhalefette ısrar etmemesi gerekir. Allahü teâlâ Âd kavmini, çok güçlü ve kuvvetli olmalarına rağmen rüzgâr gibi en hafif bir şeyle helak etmiştir. 141Semud (kavini) de, peygamberleri Salih ve ondan önceki peygamberleri veya sadece Salih'in kendisini yalancılıkla itham etti. Buna göre âyetteki ”Peygamberler" ifadesi, peygamberlerden birinin yalancılıkla itham edilmesi, bütün peygamberlere yapılmış bir itham sayıldığından dolayı çoğul olarak getirilmiştir. Çünkü bütün peygamberler tevhid inancında birleşmişlerdir. Semud'un baba ve dedeleri şöyledir: Semud b. Ubeyd b. Avs b. Sâm b. Nuh'tur. 142Hani nesep itibariyle kardeşleri Salih, Salih b. Ubeyd onlara şöyle demişti: '(Allah'a karşı gelmekten) sakınmaz mısınız? 143Bilin ki ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. 144Artık Allah'a karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin. Çünkü benim, aranızda güvenilir olmakla tanınmam, Allah'tan korkmanızı ve sizi davet ettiğim esaslar konusunda bana itaat etmenizi gerektirmektedir. 145Buna, öğüt ve davete karşılık sizden hiçbir ücret istemiyorum. Çünkü ücrette, iffetli kimseler için bir töhmet sözkonusudur. Benim mükâfatımı verecek olan ancak âlemlerin Rabbi Allah'tır. Beni gönderen O olduğuna göre mükâfatım da Ona aittir. 146Siz burada dünyada nimetler içinde güven içinde bırakılacak mısınız? 147bahçelerin, bağların, pınarların, nehirlerin içinde, türlü türlü 148ekinlerin, salkımları sarkmış hoş hurmalıkların arasında güven içinde bırakılacak mısınız? Ve cezalandırılmak için hiçbir yerin olmadığını mı sanıyorsunuz? Bazı kimseler şöyle demişlerdir: ”Semud kavmi, kışın kuyuları ve yazın nehirleri bulunan bir kavim idi. Onlar yaz aylarında villalarına ve nehirlerin bulunduğu yerlere gidiyorlardı." Âyet-i Kerime’de ”nahl (hurma)" kelimesi, bahçe içinde bulunan ağaçlardan olmasına rağmen, diğer ağaçlardan üstün olması dolayısıyla ayrıca zikredilmiştir. ”Tal"' ise, hurma salkımı demektir. 149Dağlarda mahir ustalar olarak köşkler oyuyorsunuz. Ayette geçen ”fârihîn" kelimesi el-ferâhetü kökünden gelmektedir. Ferâhe, faal olmak, maharetli olmak anlamındadır. ”Ferinin" şeklinde de okunmuştur ki o zaman manası, şımarık, böbürlenen demek olur. Hud kavminde ağır basan, hissî lezzetlerdir. Bunlarda yükselme, temelli kalma, süper olma ve büyüklerime isteğidir. Salih kavminde ise ağır basarı, yemek, içmek ve güzel meskenlere sahip olma arzusundan ibaret hissî duygulardır. 150Artık Allah'tan korkun ve bana itaat edin. 151Yeryüzünde küfür ve zulümle bozgunculuk yapıp dirlik düzenlik vermeyen bozguncuların emrine uymayın.' 152Yeryüzünde küfür ve zulümle bozgunculuk yapıp dirlik düzenlik vermeyen bozguncuların emrine uymayın.' 153Dediler ki: 'Sen olsa olsa iyice büyülenmiş aklı bozulmuş ve görüşü isabetsizleşmiş birisin. 154Sen de ancak bizim gibi yiyip içen bir insansın, kral değilsin. Eğer peygamberlik davanda doğru söyleyenlerden isen haydi bize bir mucize getir.' 155Salih: 'İşte (mucize), bu dişi devedir; su içme hakkı onundur, o hergün su içecektir. Belli bir günün içme hakkı da sizin,' Dolayısıyla içme hakkınızla yetinin ve' o deveye içmesi anında sıkıntı vermeyin dedi. Âyet-i kerime sözleşme ile menfaatleri bölüşmenin caiz olduğunu göstermekledir. Bu da, kişilerin bir işte karşılıklı anlaşmaları ve mutabakata varmalarıyla mümkündür. Bu ruhsata göre iki ortak, biri üst katta ve diğeri de alt katta ikamet etmek üzere bir evin ortak menfaatini taksim etmeleri caizdir. 156'Ona bir kötülükle ilişmeyin, yoksa sizi muazzam bir günün azabı yakalayıverir.' Muazzam gün, o günde meydana gelen hadisenin büyüklüğüne oranla muazzamdır. Bu büyük olay, burada Cebrail'in çığlık atışıdır. 157Onlar ise deveyi kestiler, Rivayete göre Kudar b. Sal if adındaki şahıs, deveyi mahallenin dar bir yoluna sürerek bir ok darbesiyle yere düşürmüş, sonra yanına gelerek ona vurmuş ve deve ölmüştür. Fakat tevbeye yönelmek için değil de azabın inmesinden korkarak deveyi kesmekten dolayı pişman da oldular. Bu sebeple pişmanlık kendilerine fayda vermez. 158Bunun üzerine onları vadedilen azap yakaladı. Bu azap, Cebrail'in çığlığıdır ve hadise Cumartesi günü olmuş ve toptan yokolmuşlardır. Doğrusu bunda, Semud kavmine inen azapta, azabın inkârdan kaynaklandığına dair bir ders vardır; ama çokları. Semud kavminin çoğu iman etmiş değillerdir. Salih Peygamber, Hûd Peygamberden yüz yıl sonra gönderilmiş ve iki yüz yirmi yıl yaşamıştır. 159Şüphesiz Rabbin, işte O, Semud kavminden dilediği intikamı almada mutlak galip ve engin merhamet sahibidir. Dişi deve. Salih (aleyhisselâm)'in peygamberlik işareti idi. Bu yüzden ona saygı göstermeleri gerekirken onu kesmeleri yüzünden pişmanlığın fayda vermediği anda pişman olmuşlardır. 160Lût kavmi de Sedûnı halkı ve onlara tabi olanlar da peygamberleri Hazret-i Lût'u yalancılıkla itham etti. 161Hani kardeşleri Lût, Lût b. Haran onlara şöyle demişti: Şirk ve isyandan dolayı Allahü teâlâ'nın azabından 'sakınmaz mısınız? 162Bilin ki ben size Hak tarafından gönderilmiş güvenilirliği ile tanınan bir elçiyim. 163Artık Allah'a karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin. Çünkü güvenilen kişinin sözü, itimada şayandır. 164Buna, tebliğ etmeye ve öğretmeye karşılık sizden hiçbir ücret, dünyevî bir karşılık istemiyorum. Çünkü böyle bir ücret istemek, Allah adına tebliğde bulunan için bir töhmettir. Benim mükâfatım, sevabım ancak âlemlerin Rabbine aittir. Dolayısıyla sadece Allahü teâlâ'dan talepte bulunur, O'nun için çalışır ve Ondan mükâafat ve sevap beklerim. 165Bak. Âyet 166. 166Rabbinizin sizler yararlanmanız için yarattığı eşlerinizi bırakıp da, insanlar içinden erkeklere mi yaklaşıyorsunuz? ”Zukrân" dişinin zıddı yani erkek demek olan zeker kelimesinin çoğuludur. Yani siz, erkeklere yaklaşıyor, onlarla cinsî ilişki kuruyor ve sizden başka kimsenin yapmadığı işi mi yapıyorsunuz? Doğrusu siz bütün kötülüklerde sınırı aşmış bir kavimsiniz.' Homoseksüele verilecek ceza ile ilgili olarak mezhep imamları, farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Ebû Hanife, homoseksüel, zinada uygulanan hadd cezası ile değil, tazir cezası ile cezalandırılır, demiş; İmam Malik ise işi yapan ve yapılan kişilerin her ikisinin -bekâr olsun, evli olsun- recm edilmelerinin lâzım geldiğini belirtmiştir. İmam Rasûlüm Muhammed ve Ebû Yusuf ile İmam Şafii ve Ahmed b. Hanbel'e göre ise homoseksüelin hükmü zinanın hükmü gibidir. 167Onlar tehditle şöyle dediler: 'Ey Eût! İşimizi kötülemekten ve bizi kınamaktan vazgeçmezsen iyi bil ki, sürülenlerden, sürgünle ve kentten çıkarılmakla tehdit edilenlerden olacaksın!' 168Lût: 'Doğrusu' dedi, 'ben sizin bu işinize homoseksüelliğinize çok kızanlardanım, öfkelenenlerdenim. ”Kâlîn"', Kaly kökünden gelmektedir. Anlamı şiddetli buğz demektir. Lût Peygamber, belki onlarla birlikte olmayı hoş görmediğini ve kötü muhitlerinden kurtulmayı talep ettiğini ortaya koymak istemiş, bu sebeple kendileriyle tartışmaktan vazgeçmiş ve Allah'a yönelerek şöyle demiştir: 169Rabbim! Beni ve ailemi, onların yapmakta olduklarından kötü işlerinin uğursuzluğundan ve azabından kurtar.' 170Bak. Âyet 171. 171Bunun üzerine onu ve geride kalan yaşlı bir kadın Lût'un hanımı dışında bütün ailesini azabın inmesine yakın bir zamanda kurtardık. Lût'un ailesinden istisna edilen hanımı Valihe kâfir idi. Onun da azap içinde kalanlardan olması takdir edilmiştir. Çünkü o, homoseksüellerin yaptığı işe rıza gösteriyordu. Yolda kendisine bir taş isabet etmesi üzerine ölüp gitmiştir. 172Sonra diğerlerini feci şekilde helak ettik. Allah, ülkelerini altüst etmiştir. 173Üzerlerine, ülkelerinden çıkanların üzerine de yağmur alışılmamış bir şekilde şiddetli taş yağmuru yağdırdık. Uyarılanların buna rağmen iman etmeyenlerin yağmuru ne kötü idi! 174Elbet bunda Lût kavmine yapılan bu şeyde, daha sonrakiler için bir ibret vardır; O halde onların kötü işlerinden sakınsınlar ki, Lût kavminin başına gelen felâket kendilerinin başına gelmesin. Fakat onların çoğu iman etmiş değillerdir. 175Şüphesiz Rabbin, işte O, düşmanlarını perişan etmede mutlak galip ve dostlarına yardım etmede de engin merhamet sahibidir. 176Eyke halkı da peygamberleri Şuaybi yalancılıkla itham etti. ”Eyke", yumuşak ağaç bitiren ormanlık demektir. 177Hani Şuayb onlara şöyle demişti: Allah'ın azabından 'sakınmaz mısınız? Allahü teâlâ âyet-i kerime’de ”Kardeşleri Şuayb" diye buyurmamıştır. Çünkü o, Şuayb b. Tüveyb b. Medyen b. İbrahim'di. 178Bilin ki ben size gönderilmiş elçiliğine güvenilir bir elçiyim. Ben sadece durumunuzun iyi olmasını istiyorum. 179Artık Allah'a karşı gelmekten sakının ve size emrettiğim hususlarda bana itaat edin. Çünkü benim emrim, haddi zatında Allah'ın emri ve bana itaat ise gerçekte O'na itaattir. 180Buna peygamberliği yerine getirmeye ve tebliğe karşılık sizden bir ücret, mükâfat istemiyorum. Benim mükâfatımı amelimin sevabını ve hizmetimin karşılığını verecek olan, ancak âlemlerin Rabbi Allah'tır. Nitekim O, herkese ve özellikle kendisi tarafından görevlendirilen kişilere lütuf ve ihsanda bulunmaktadır. 181Ölçeği tam ölçün, eksik ölçmek suretiyle insanların hakkını eksiltenlerden olmayın. ”Eksilttim" anlamında ”hasertu" ve ”ahsertu" denir. 182Tartılacak şeyleri doğru düzgün terazi ile tartın. ”Vezn", bir şeyin miktarını bilmektir. 183İnsanların hakkı olan şeyleri kısmayın. Yeryüzünde öldürmek, yağmacılık yapmak, yol kesmek suretiyle bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın. 184Sizi ve sizden önceki nesilleri yaratandan, Allah'tan korkun. 185Onlar şöyle dediler: 'Sen olsa olsa iyice defalarca büyülenmiş birisin. 186Sen de bizim gibi bir insandan başkası değilsin. İki âyet arasında ”ve" anlamında ”vav" harfi getirilmiştir. Bununla büyülenmenin ve insan olmanın (zanlarınca) peygamberliğe uymadığına ve peygamberi yalancı saymada aşırı tavır takınıldığma işaret edilmiştir. Halbuki Semûd kıssasının geçtiği âyette bu ”vav" terkedilmiştir. Çünkü o âyette sadece ”büyülenme" anlamı kastedilmiştir. Bil ki biz seni ancak peygamberlik davasında yalancılardan sanıyoruz. 187Şayet peygamberlik davasında doğru sözlülerden isen, üstümüze gökten parçalar düşür.' 188Şuayb: 'Rabbim yapmakta olduğunuzu inkâr ve isyanınızı ve bu sebeple hakettiğiniz azabı en iyi bilendir,' dedi. 189Hülâsa, onu yalancı saydılar da, yani delilin ortada olması ve şüphenin yok olmasından sonra onu yalancı saymaya devam ettiler de, kendilerini teklif ettikleri ölçüde o gölge gününün azabı yakalayıverdi. Allah onları aşırı bir sıcaklığa maruz bıraktı. Gerçekten o gölge gününün azabı, muazzam bir günün azabı idi. O günün muazzam olması, o günde meydana gelen azabın büyüklüğünden kaynaklanmaktadır. Rivayete göre Şuayb (aleyhisselâm) önce Medyen, daha sonra da Eyke halkına olmak üzere iki ümmete gönderilmiştir. Medyen halkı, korkunç bir ses ve depremle; Eyke halkı ise, gölge gününün azabı ile helak edilmiştir. 190Doğrusu bunda anlatılan Şuayb'ın kavminin kıssasında akıllı kimseler için bir ibret vardır; ama çokları Eyke halkının çoğu iman etmiş değillerdir. 191Şüphesiz Rabbin, işte O, her şeye gücü yeten mutlak galip ve mühlet vermekle engin merhamet sahibidir. Bu kısım, Rasûlüllah (sallalahü aleyhi ve sellem)'ı teselli etmek ve Kureyşten kendisini yalancılıkla itham edeni tehdit etmek üzere dile getirilen yedi kıssanın sonuncusudur. Yani zikredilen yedi kıssanın yer aldığı Kur'an, Allahü teâlâ tarafından indirilmiştir. Nitekim bu tür kıssalardan haber vermek ancak vahiy yoluyla mümkündür. 192Gerçekten o ki buradaki zamir (bizzat zikredilmemiş olsada) bilindiğinden dolayı Kurana yöneliktir. Alemlerin Rabbinin indirmesidir. Mânâ şöyledir: Bahsi geçen dokuz kıssanın yer aldığı Kur'an Allahü teâlâ tarafından indirilmiştir. Çünkü bu gibi kıssaları bildirmek ancak vahiy yoluyla mümkün olabilir. 193Bak. Âyet 195. 194Bak. Âyet 195. 195Onu Rûhu'l-Emin, Cebrail uyarıcılardan azaba sebep olan fiil ve davranışlardan dolayı korkutanlardan olasın diye, apaçık Arap diliyle, senin kalbine indirmiştir. Şüphesiz Cebrail, vahiy konusunda güvenilirdir. Cebrail, marifet ve itaat nuru ile mükellef olanların kalplerine canlılık vermesinden ve cisminin lâtif ve ruhanî olmasından ”Ruh" diye de adlandırılmıştır. ”Lisân" dil anlamındadır. Çünkü dil, konuşma vasıtasıdır. Yani onların herhangi bir özrü kalmaması için Kur'an'ı, manası açık, Arap diliyle indirmiştir. 196O, Kur'an konusu daha öncekilerin kitaplarında da vardır. Yani Allahü teâlâ, öncekilere ait kitaplarda Kur’an’dan ve onu, ahir zamanda gönderilecek olan peygambere indireceğini haber vermiştir. 197İsrail oğullarının bilginlerinin onu bilmesi, onlar Kureyş müşrikleri için bir delil değil midir? Yani Abdullah b. Selâm gibi Benî İsrail âlimlerinin, kitaplarında geçen özellikleriyle Kuranı bilmeleri onun, âlemlerin Rabbi tarafından indirildiğine dair onlar için bir delil değil midir, onlar bundan habersiz midirler? Rivayete göre Mekke halkı bir heyeti Rasûlüm Muhammed (sallalahü aleyhi ve sellem)'e ve onun gönderilmesi hakkında bilgi almak üzere Medine Yahudilerine göndermişlerdir. Yahudiler bu heyete: ”Bu dönem, onun peygamberlik dönemidir, gerçekten biz Tevrat'ta onun nitelik ve özelliklerini görüyoruz," demişlerdir. 198Bak. Âyet 199. 199Biz onu Kur'an'ı eşsiz ifadesiyle Arapça bilmeyenlerin, konuşmayanların birine indirseydik de bunu onlara o çok düzgün bir şekilde okusaydı aşırı inatçı ve kibirli olmalarından dolayı bizzat Kur'an'ın kendisi mucize olması yanında okunuşu da mucize olmasına rağmen yine de ona iman etmezlerdi. 200Böylece onu Kur'an'ı günahkârların Kureyş müşriklerinin kalplerine soktuk. Onlar da onun anlamını ve mucize olduğunu anladılar. 201İmanın fayda vermediği bir zamanda imana yönlendirecek acıklı azabı görmeden yine de ona iman etmezler. 202İşte bu azap daha önce yapılan bir uyarı olmadan onlara, gelişinden kendileri farkında olmadan ansızın gelherecektir. Bu da insan için en zor ve en kötü bir şeydir. 203O zaman iman etme fırsatını kaçırmalarından dolayı pişmanlık duyarak ve kendilerine mühlet verileceğini umarak şöyle diyeceklerdir: 'Bize iman etmemiz ve tasdik etmemiz için mühlet verilir mi acaba?' Rasûlüllah, müşrikleri azapla tehdit ettiği zaman şöyle demişlerdir: ”Ne zamana kadar bizi azapla korkutacaksın? Bu azap ne zaman? Bunun üzerine şu âyet inmiştir: 204Hâlâ Bizim azabımızı mı acele istiyorlar? Nitekim onlar, bazen ”Gökten üzerimize taş yağdır.", bazen de ”Bizi korkuttuğun azabı getir." diyorlar. ”Böylece onlar azabımızı acele mi istiyorlar?" 205Gördün ya, artık onları senelerce zevklendirsek, 206Eğer Biz onları Küreyş müşriklerini helak etmeden iyi bir hayat ile dünyada yıllarca yaşatıp nimetlerden faydalandırsak, sonra kendilerine vadedilen azap gelse! Görmek, bir şeyi haber vermede en güçlü ve en yaygın kaynak olunca ”Eraeyle" lâfzı, ”bana bildir, haber ver" demek olan ”Ahbirnî" anlamında kullanılışı yaygınlaşmıştır. Buna göre âyetteki ”Eraeyte" aslında ”bana bildir" demektir. 207Edindikleri faydalar ve aldıkları zevkler onlara hiç fayda sağlamaz. Zevk içinde yaşamaları kendilerine hiç fayda'sağlar mı? Rivayete göre Meymûn b. Mehran, tavaf esnasında Hasan Basrî ile karşılaşmış. Zaten onunla görüşmeyi arzu ediyordu. Meymûn, Hasan Basrî'ye hitaben: ”Bana biraz öğüt ver," demesine karşılık Hasan Basri ona yukarıdaki âyet-i kerimeyi okudu. Bunun üzerine Meymûn ona: ”Bana tam bir öğüt verdin," dedi. Yine rivayete göre Ömer b. Abdülaziz'in, her sabah makamına geçince hatırlamak ve öğüt almak üzere bu âyeti okuduğu belirtilmiştir. Öte yandan, Yahya b. Muaz şöyle demiştir: ”En gafil insan, fani hayatına aklanan, geçici arzularına boyun eğen ve alışkanlıklarına meyleden insandır." Harun Reşid, bir adamı hapsetmiş, adam da gardiyana: ”Mü'minlerin emirine söyle! Senin nimetinle geçen her gün, sıkıntımı azaltmaktadır. Emir yakın, buluşma yeri sırat ve hakim ise Allah'tır" demiştir. Bu sözlerin Harun Reşide intikal etmesi üzerine bayılmış ve ayılınca adamı serbest bırakmıştır. 208Bak. Âyet 209. 209Biz helak edilen hiçbir memleketi, öğüt vermek ve hatırlatmak üzere halkı uyaran uyarıcıları peygamberleri ve ona tabi olan yardımcıları olmaksızın yok etmernişizdir. Biz zalim değiliz ki, zalim olmayanları helak edelim. Âyet-i kerime Allahü teâlâ'nın zulmetmekten uzak olduğunu ve O'ndan böyle bir şeyin meydana çıkmasının mümkün olmadığını ifade etmektedir. 210Onu Kur'an'ı şeytanlar indirmedi. Aksine onu Rûhu'l-Emin indirdi. 211Bu Kur'an'ı gökten indirmek onlara düşmez; zaten güçleri de buna asla yetmez. 212Şüphesiz onlar, peygamber gönderildikten sonra meleklerin sözünü işitmekten uzak tutulmuşlardır. Çünkü onların üzerine kor atılır. 213O halde sakın Allah ile beraber başka bir tanrıya kulluk edip yalvarma! Yani Ey Rasûlüm Muhammed! Kâfirlerin halini anlayınca Allah'ın yanında başka tanrıya kulluk etme. Yoksa azaba uğratılandardan olursun. Burada Allah'a eş koşmanın çirkinliği ve kötülüğü dile getirilmekle birlikte, Hazret-i Peygamber'in azmini harekete geçirmek, samimiyetini artırmasına teşvik etmek ve diğer mükelleflere lütufta bulunmak üzere Rasûlüllah'ne hitap edilmiştir. Allah'a eş koşması mümkün olmayan birine, eş koşma yasaklandığına göre, diğer insanlara nasıl yasaklanır, düşünün! 214Önce en yakın hısımlarını azaptan dolayı uyar. En yakın hısımlarından maksat, Haşimoğulları ve Abdülmuttalipoğullarıdır. Hazret-i Peygamber'e en yakın hısım ve akrabalarını uyarmasının emredilmesi, onlarla ilgilenmenin daha önemli olmasından kaynaklanmaktadır. Rivayete göre bu âyet indiği zaman Hazret-i Peygamber Safa tepesine çıkmış, akrabasını kol kol çağırmış ve nihayet toplandıklarında kendilerine hitaben: ”Ben size, şu dağın arkasında düşman süvarisi var desem bana inanır mısınız?" demiş, onlar da: ”Evet" demişlerdir. Hazret-i Peygamber: ”O halde ben sizi uyarıyorum, ileride çetin bir azap vardır," buyurmuştur. 215Sana uyan mü'minlere kanadını indir. Onlara hoş muamele et, kötü durumlarına sabret ve onlarla iyi geçin. 216Şayet hısımların sana karşı gelirlerse itaatten ayrılır ve sana tabi olmazlarsa de ki: 'Ben sizin yaptıklarınızdan Allah'tan başkasına kulluk etmenizden muhakkak uzağım.' Yani onlara öğüt ve nasihatle güzel söz söyle. Bunun sonucunda belki onlar, sana itaat etmeye ve davetini kabul etmeye yönelirler. 217Sen kendisini dost edineni küçük düşürmeyen, karşı geleni üstün getirmeyen ve düşmanlarını altetmeye gücü yeten O mutlak galip ve kendisine güvenene merhamet eden o engin merhamet sahibine güvenip, dayan. Şüphesiz Allah, düşmanların kötülüğüne karşı yeterlidir. 218O ki, gece namaza kalktığın zaman seni görür. Yani seni gören Allah'a güvenip dayan. Hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur: ”Farz namazın dışında en faziletli namaz gece namazıdır."(2) Hazret-i Âişenin naklettiğine göre Rasûlüllah, gece namazını terketmiyordu. Hastalandığı veya halsiz olduğu zaman o namazı oturarak kılıyor, bir sancı veya bir ağrı dolayısıyla kılamadığı vakit de gündüz on iki rekât kılıyordu. 2- Hadisi Müslim ve Sünen sahipleri ”Farz namazın dışında en faziletli namaz gece namazı ve Ramazan ayı dışında en faziletli oruç Muharrem ayının orucudur." lâfızlanyla tahric etmişlerdir. bkz. el-Fethu'l-Kebîr, 1/211. 219Secde edenler arasında dolaşmanı da (görür.) Yani Allah işin gerçeğini anlamak üzere gece ibadetinde bulunanların durumlarını kontrol etmek için dolaşmanı da görmektedir. 220Çünkü, kulların dualarını ve yakarışlarını işiten, senin niyetini ve kulların yararını bilen O'dur. Bazı müfessirler ”Secde edenler arasında dolaşmanı da görür," âyetine ”Namaz kılanlara imamlık yaptığın zaman kıyamda durmak, rükû ve secde etmek, oturmak suretiyle onlar arasındaki tasarrufunu da görür," anlamı vermişlerdir. ”Secde edenler arasında" demek, ”cemaatle namaz kılanlarla birlikte" demektir. Sanki âyetin anlamı şöyledir: ”Allah, yalnız başına namaz kıldığın zaman seni gördüğü gibi cemaatle namaz kıldığın zaman da seni görür." İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan gelen rivayete göre Şuarâ sûresinin bu 219. âyeti hakkında şöyle demiştir: ”Allah Âdem. Nuh, İbrahim ve ondan sonraki peygamberlerin sulbünden olmak üzere senin, bir peygamberin sulbünden diğer peygamberin sulbüne intikal ede ede nihayet annen seni doğurmasıyla nasıl bir nebi olarak çıktığını görendir." Ataları arasında peygamber olmayanların bulunması buna ters düşmez. Çünkü sözkonusu ıftdede, soyunda peygamberlerin olması kasdedilmiştir. 221Şeytanların kime ineceğini size haber vereyim mi? Bu hitap Mekke kâfirlerinedir. Nitekim onlar: ”Şeytanlar Rasûlüm Muhammed'e inip durmaktadır," diyorlardı. Allahü teâlâ 210 uncu âyette şeytanların Kur'an'ı indirmelerinin mümkün olmadığını beyan ettikten sonra burada Hazret-i Peygambere de inmelerinin gerçekle ilgisinin bulunmadığını açıklayarak onlara şöyle cevap vermiştir: 222Onlar, günaha, iftiraya düşkün olan herkese inerler. Yani şeytanlar, Müseyleme ve Tu ley ha gibi kâhinlerden ve peygamberlik iddiasında bulunanlardan iftira ve büyük günaha düşkün olan kimselere inerler. Çünkü onlar da şeytanlardan sayılırlar ve aralarında yalan, iftira ve saptırma gibi ortak noktalar vardır. Halbuki Rasûlüllah (sallalahü aleyhi ve sellem), bu tür vasıflardan uzaktır, dolayısıyla şeytanların ona inmesi düşünülemez. 223Bunlar, iftiraya düşkün olanlar (şeytanlara) kulak verirler de onlardan asılsız şeyler öğrenirler ve buna bâtıl düşüncelerine göre birtakım hurafeler eklerler. Ve onların iftiraya düşkün olanların çoğu sözlerinde yalancıdır. Halbuki Rasülüm Rasûlüm Muhammed böyle değildir. Çünkü o, bildirdiği bütün gayb haberlerinde doğru söylemektedir. Çoğu anlamındaki ”ekser" kelimesi burada ”hepsi" anlamındadır. 224Şâirlere (gelince), onlara da azgınlar uyarlar. Yani ne Kur’an şiirdir, ne de Rasûlüm Muhammed (sallalahü aleyhi ve sellem) şairdir. Şairlere şaşkınlar ve düşük kimseler uyarlar. Halbuki, Rasülüm Rasûlüm Muhammed'e tabi olanlar böyle değildir. Aksine onlar, olgun ve tercihe şayan kimselerdir. Kâfir şairler Rasûlüllah (sallalahü aleyhi ve sellem)'ı hicvediyorlar, İslâmiyeti ayıplıyorlardı ve bazı ahmak kimseler de onlara uyuyordu. Bu ahmaklar, ezberledikleri hicivleri, toplantılarda söyleyip gülüyorlardı. İbnu'l-Hatip Ravza isimli eserinde şöyle demiştir: ”Şairlerden bir grup halifeye gitmiş, asalağın biri de onların peşine düşmüştü. Halifenin huzuruna girdiklerinde herkes tek tek şiirlerini okuyarak ödüllerini almışlar, fakat asalak adam şaşırıp kalmış, kendisine: ”Şiirini oku." denince şöyle demiştir: ”Şair değilim. Ben ancak Allahü teâlâ'nın: ”Şairler (e gelince) onlara da azgınlar uyarlar." (Şuarâ: 224) buyurduğu gibi şaşkın bir adamım. Halife buna çok gülmüş ve kendisine ikramda bulunulmasını emretmiştir. Bazı Müfessirlere göre göre de âyetin mânâsı: ”Şâirler onlara uyarlar ve şairlerden hak yoldan sapanlar onlar gibi olurlar. Şâirlerin doğru yolda olanları ise onlar gibi olmaz." 225Onların şairlerin övme, yerme, hicvetme, yalan ve müstehcen şeyler söyleme, kınama, kıskanma ve şiirle ilgili kötü ahlâk türlerinden ibaret her vadide şaşkın şaşkın dolaştıklarını görmedin mi? Yani onlar, kafalarına göre hareket ediyor, belli bir yol izlemiyor, dedikodu, vehm, hayal, azgınlık ve sapıklık vadilerinde şaşkın şaşkın dolaşıyorlar. "Vadi" söz sanatlarıyla ilgili bir ifadedir. Şairlerin bu vadide şaşkın şaşkın dolaşmaları, bilmeden gelişigüzel, boş ve anlamsız söz söylemeleri, övme ve yermede aşırı gitmeleri demektir. 226Ve gerçekte yapmadıkları şeyleri şiirlerinde söylediklerini görmedin mi? Nitekim şairler, cimrilikten nefret ettiriyorlar, kendileri cimrilikte devam ediyorlar ve insanları en küçük bir kusurdan dolayı kınıyorlar. 227Ancak iman edip iyi ameller yapanlar, gerçek mü'min şairler Allah'ı çok çok ananlar... Mü'min şairlerin şiirlerinin çoğu tevhid, Allah'a övgü, O'na itaate teşvik, hikmet, öğüt, dünyaya önem vermeme ve âhirete teşvik konusundadır ve hicivle haksızlığa uğratıldıklarında kendilerini savunanlar hariç. Yani kâfirler hicvetmeye başlayınca Hassan b. Sabit, Ka'b b. Malik ve Abdullah b. Revaha gibi Müslüman şairler de kendilerini savunmak gayesiyle hicivle karşılık vermişlerdir. Aynı zamanda onlar Hazret-i Peygamberi savunuyorlardı. Nitekim Hazret-i Peygamber, Hassan b. Sabit için mescid içinde bir minber koyuyor. Hassan bu minbere çıkarak Rasûlüllahi hicvedenleri hicvediyordu. Ka'b b. Malik'in rivayetine göre Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: ”Onları hicvet. Nefsim elinde bulunan Allah'a yemin olsun ki, hiciv onlara oktan daha etkilidir." Kevaşi’de müellif şöyle demiştir: ”Şüphesiz şiir, sözden ibarettir. Güzeli güzel, kötüsü ise kötüdür. Eğer şiir dinî konuda olur, ya da cihad, ibadet, sıla-ı rahim gibi güzel ahlâka teşvik eder, veya gerçeğe uygun olarak Hazret-i Peygamber ve iyi kimseleri övmeye yönelik olursa o şiirin bir sakıncası yoktur." Müctehidler, şiirin mubah olduğuna, yalan ve kötü ifadelerin yer aldığı şiirin ise hoş görülmediğine dair görüş beyan etmişlerdir. Şayet şiir, şairi Allah'ı anmaktan ve Kur'an okumaktan alı koyar ve o derece meşgul ederse tasvip edilmez. Şiir, peygamberlere uygun düşen bir şey olmadığından Hazret-i Peygamber şiir kasdıyle şiir söylememiş, ancak, herhangi bir kasıt olmadan şiir söylediği olmuştur. Haksızlık edenler, hangi dönüşe (akıbete) döndürüleceklerini yakında bileceklerdir. Yani kötü bir şekilde döndürülecekler ve fena bir halde dönmüş olacaklardır. Çünkü onların varacağı yer cehennemdir. Rivayete göre Hazret-i Ebû Bekir, yaşamaktan ümidini kesince Hazret-i Osman'dan vasiyetini yazmasını istemiştir. Vasiyette şu husus kaydedilmiştir: ”Bu, kâfirin bile iman etmek zorunda kaldığı bir halde iken İbn Ebî Kuhafe'nin mü'minlere vasiyetidir." Hazret-i Ebû Bekir bir ara kendinden geçmiş ve aydınca şöyle demiştir: ”Ben, Ömer İbnüi-Hattabin size halife olmasını öneriyorum. Eğer âdil olursa -ki, benim onun hakkındaki kanaatim budur- yok eğer âdil olmazsa, ”... Haksızlık edenler, hangi akıbete döndürüleceklerini yakında bileceklerdir. ” Allah'ın yardımıyla Şuarâ Sûresinin tefsiri sona ermiştir. |
﴾ 0 ﴿