SECDE SURESİ

1

Elif. Lâm. Mîm. Bu sûre, Elif. Lâm. Mîm süresidir.

2

Kitab'ın, âlemlerin Rabbi tarafından indirilmesinde ibret alanlar nazarında

asla şüphe yoktur. Nitekim, o kitabın mucize olması, bizzat Allah'tan olduğunu göstermektedir.

3

'Onu Peygamber kendisi uydurdu'mu diyorlar? Yani, ”Kur'an'ı Rasûlüm Muhammed uydurdu" diyorlar. İnkarcıların bu sözünün, bâtıl olduğu son derece açık olması dolayısıyla Allah tarafından çirkin ve tuhaf addedilmiştir. Allahü teâlâ ardından, onların inkâra kalkıştıkları şeyin gerçeğini açıklamaya yönelerek şöyle buyurmuştur:

Aksine o, yani Kur’an,

senden önce kendilerine hiçbir uyarıcı (peygamber) gelmemiş Araplardan müteşekkil

bir kavmi uyarman için Rabbinden gelen bir gerçektir. Çünkü Kureyş, belli karakterleri olan, dinden pek uzak ve ümmî bir millet olmalarından dolayı yol göstermeye çok muhtaç kimselerdi. İsmail (aleyhisselâm)'e gelince O, İsa (aleyhisselâm)'dan önce sadece kendi kavmine gönderilen ve ölümü ile peygamberliği son bulan bir peygamberdi.

Onları uyarman sebebiyle

umulur ki doğru yolu bulurlar. Yani tek Allah inancına ve samimi olmaya yönelmelerini temenni ederek onları uyanısın.

Bu ifadeden anlaşılıyor ki, peygamberin gönderilmesinden maksat, hak yolu tanıtmaktır. Buna göre her insan, kabiliyeti ölçüsünde doğru yolu bulur.

4

Gökleri, yeri yani göklerde ve arzdaki cisimleri

ve bunların arasındakileri bulutları, rüzgârları v.s'yi

altı günde (devirde) yaratan ki, dileseydi onları bir saatte bile yaratabilirdi. Fakat işlerde yavaş hareket etmeyi göstermek üzere onları altı günde yaratmıştır.

Sonra Arş'a selefin görüşünde olduğu gibi yüceliğine yaraşır bir tarzda

istiva eden Arş'a hükmeden

Allah'tır. O'ndan başka bir dostunuz ve şefaatçiniz yoktur. Yani Allahü teâlâ'nın yolundan sapmanız durumunda size yardım edecek, şefaatte bulunacak ve Allah'ın azabından sizi kurtaracak hiç kimseniz yoktur.

Artık düşünüp öğüt almaz mısınız? Yani bu öğütleri işitip onlardan ders almaz mısınız?

5

Allah, gökten yere kadar her işi düzenleyip yönetir. ”Tedbîr:"

İşleri düşünüp sonuçlarına bakmak demektir. Buna göre anlam şöyledir: ”Allahü teâlâ dünyanın işini, yeryüzüne eserleri inip duran melekler vb. semavî sebeplerle düzenleyip yönetmektedir.

Sonra (bütün bu işler) sizin saydığınız hesap ile bin yıl tutan bir günde yani uzun bir zaman dilimi içerisinde

O'na yükselir

Âyetteki asıl hedef, hadiselerin düzenlenmesi ile meydana gelişleri arasında uzun bir zaman geçtiğini beyan etmektedir. Öte yandan Allahü teâlâ'nın Me'âric Süresindeki ”...Miktarı (dünya senesi ile) elli bin yıl olan bir günde yükselir." (Âyet: 4) âyetine gelince, O -bu ifade ile, Sidretu’l-Münteha ile arz arasındaki mesafeyi, bir de Sidre'ye tekrar dönüş süresini kastetmiştir. Melek bu mesafeyi, dünya günlerinden bir gün kadar bir müddet içinde katetmektedir. Bu durumda âyetteki ”ileyhi" (ona) zamiri, meleğin yerini tutar. Bu yer, Allahü teâlâ'nın meleğe, çıkmasını emrettiği yerdir.

Bazıları da şöyle demişlerdir: ”Allahü teâlâ, mahlûkatın işlerini dünya günlerinin süresi içerisinde düzenler; kaza ve kader de gökten yere iner. Daha sonra bu işler ve düzenleme tekrar O'na döner. Nihayet amirlerin emri ve hakimlerin hükmü son bulur ve Allah, kıyamet günü emir vermede tek kalır ki o gün, bin yıl gibi bir süreye bedeldir. Çünkü âhiret günlerinden bir gün, dünya günleri hesabına göre bin yıl kadardır. Nitekim, Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur: ”...Şüphesiz Rabbinin katında bir gün, sizin saymakta olduklarınızdan bin yıl gibidir." (Hac: 47) Buna göre ellibin yılın anlamı, kâfirler için zor geçmesi ve ellibin yıl kadar uzun gelmesi; mü'minlere az gelmesi ve dünyada farz bir namaz kılınıncaya kadar geçen süre kadar olmasıdır.

Mahşerde, ameller ve durumlar açısından şahıslara göre duraklar ve mevkiler vardır.

6

İşte O, şanı yüce olan, yaratma ve istiva ile nitelenen, gerçek anlamda dostluk, yardım ve kâinattaki işlerin planlanması ve idaresi kendisine ait olan Allah, insanlar için

görünmeyeni de kendilerine

görüneni de bilen, mutlak galip işlerini yerine getirmeye gücü yeten

ve kullarına karşı

merhamet sahibidir. Burada, Allahü teâlâ'nın faydalı şeyleri, mecburiyetten değil de lütuf ve ihsan olsun diye gözettiğine işaret edilmektedir.

7

Her şeyin yaratılışını güzel yapan O'dur. ”İhsan" kelimesi iki anlamda kullanılır: Birincisi, başkasına lütufta bulunmak; ikincisi de, işini güzel yapmaktır. Yani Allahü teâlâ her şeyin yaratılışını, varlığın kabiliyetinin gerektirdiği şekilde, hikmet ve maslahatın yönlendirdiği ölçüde, şekil ve mana bakımından güzel bir biçimde yapmıştır. Bütün varlıklar, şekilleri farklı, güzel ve daha güzel diye ayırıma tutulsa bile güzeldir. Nitekim Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur: ”Biz insanı en güzel biçimde yarattık." (Tin: 4)

İbn Abbas (radıyallahü anh): ”İnsan, yaratılışında güzeldir" demiştir.

Bazıları da şöyle demişlerdir: ”Allahü teâlâ güzeli ve çirkini yaratmış; güzel görülen şeyler, ancak çirkin addedilen şeylerin karşısında güzel olur. Bu itibarla güzel, güzelliğinin ortaya çıkması için çirkine ihtiyaç duyunca kötünün çirkin olduğunu söylemek de bir nevî güzelliktir."

Ben, fakir derim ki: ”Şüphesiz Allahü teâlâ'nın her sanatı ve işi güzel olmasına rağmen O, güzelliğin yanında ve çirkinliği de yaratmış ve bu yaratma vasfı ile kendini överek şöyle buyurmuştur: ”Yaratan (Allah), yaratmayan (putlar) gibi olur mu?" (Nahl: 17) Fakat övgü yerinde Allahü teâlâ maymunların, domuzların, yılanların, akreplerin vb. çirkin ve zararlı varlıkların yaratıcısıdır ifadesi söylenmez. Doğrusu şöyle denir: O, her şeyin yaratıcısıdır. Çirkin olan, onun yaratılması ve var edilmesi değil, aksine güzel olanla karşılaştırılmasına oranla çirkindir, bizatihi çirkin değildir.

Ve ilk başta bütün mahlûkat arasından

insanı yani insanların babası Âdem (aleyhisselâm)'i

çamurdan yaratmıştır.

8

Sonra onun zürriyetini insanın sulbünden çıkarılan

nutfeden, hakir ve zayıf

bir sudan, meniden

üretmiştir. Zürriyet, insandan ayrılması ve üremesi dolayısıyla ”nesil" diye adlandırılmıştır.

9

Sonra onu şekillendirmiş, yani zürriyetini, rahimde organlarını tamamlayıp gerektiği şekilde o organlara şekil vererek düzenlemiş,

ona kendi ruhundan üflemiştir. Allahü teâlâ onu şereflendirmek, üstün bir varlık, şerefli bir mahluk olduğunu ve Rabbi ile münasebeti olan bir durumu bulunduğunu ortaya koymak için kendisine nisbet etmiştir. Bu sebeple şöyle denmiştir: ”Kendini

Ve Ey insanlar!

sizin menfaatiniz

için inen ve öldükten sonra yeniden dirilme ile tek Allah inancını dile getiren Kur'an âyetlerini duyasınız diye

kulaklar, yaratılışla ilgili görünen âyetleri görebilmeniz için

gözler ve anlayabilmeniz için

kalpler yaratmıştır. ”Efide", fuad kelimesinin çoğuludur. Fuâd, kalp demektir. Ancak yanıp tutuşma manası kasdedilirse kalbe fuâd denilir.

Hal böyle iken bu nimetlerin Rabbine

ne kadar az şükrediyorsunuz! Buradaki azlık ifadesi, olumsuzluk ve yokluk anlamındadır.

Âyet-i Kerime’de, söz konusu kişilerin belirtilen nimetlere ve o nimetleri veren Allah'a nankörlük etmeleri açıklanmaktadır.

Öyleyse akıllı kişi, nimetleri ve nimetleri vereni tanımalı ve şükretmek için gayret sarfetmelidir ki, başı boş olan kişilerden olmasın. O, içte ve dışta olan nimetlere, Allah'ın verdiği güç, kuvvet ve organlar gibi nimetlere şükreden kişilerden olduğu zaman Allahü teâlâ, ona şükrün karşılığını verir. Yani itaatini kabul eder; pek yüce bir toplum katında onu över, en güzel şekilde mükâfatlandırır. Bu mükâfat, cennetler ve cennetlerin dereceleri ile ebedî nimetlerden ibarettir.

10

Öldükten sonra yeniden dirilmeyi inkâr eden Ubey b. Halef ve buna benzer Kureyş kâfirleri,

'Toprağın içinde kaybolduğumuz zaman... ”Dalle": Toprak ve kemik oldu, kayboldu ve görünmez oldu demektir. Su, sütün içinde kaybolduğu zaman ”dalle'l-ma ” denir. Buna göre mana şöyledir: ”Yok olup toprak olduktan ve yerin toprağı ile, ondan ayrılamayacak derecede karıştığımız ya da defnedilmek suretiyle o toprağın içinde kaybolduğumuz ve insanların gözlerinden uzak olduğunuz zaman,

gerçekten biz yeniden mi yaratılacağız?' Yani öldükten ve yok olduktan sonra yeniden varolacak ve ölmeden önce olduğumuz gibi hayatta mı olacağız?

derler.

Kâfirlerin bu inkârı tuhaftır. Nitekim onlar, ölümü kabulleniyor ve onu müşahede ediyorlar. Ancak öldükten sonra yeniden dirilmeyi inkâr ediyorlar. Bu sebeple âyetteki soru, ölüme değil, yeniden dirilmeye yöneliktir. Allahü teâlâ, onların yeniden dirilmeyi inkâr etmelerini açıkladıktan sonra kıyamet gününe ulaşmayı ve o gün karşılaşacakları korkuları inkâr etmeleri gibi daha belirgin ve daha kötü bir durumu açıklamaya geçerek şöyle buyurmuştur:

Doğrusu onlar Rablerine kavuşmayı inkâr etmektedirler. Allah'a kavuşmak, kıyamet gününden ve Allah'a dönmekten ibarettir. Bunu inkâr eden, Allah'a, ona öfkeli bir halde kavuşurken onu kabul eden de ondan hoşnut bir halde kavuşur.

11

Hakkı açıklayarak ve inkarcıların bâtıl iddialarını reddederek

Rasülüm,

de ki: 'Size yani ruhlarınızı almaya ve ölüm sürelerinizi tesbit etmeye

vekil kılman ki ”tevkil;" güvendiğin kimseyi kendin adına tayin etmendir.

Ölüm meleği canınızı alacak, ”Teveffi": Bir şeyi tam olarak almak demektir.

"Sıhâh" isimli lügat kitabında müellif şöyle demiştir: ”Allah, ruhunu teslim aldı anlamında 'teveffâhu'l-lâh' denir. Vefat ise ölüm demektir. Melek de: Çeşitli şekillere girebilen nurânî ve lâtif bir varlıktır. Ölüm, hayata karşılık olarak yaratılan varlıkla ilgili bir özelliktir."

Buna göre anlam şöyledir: ”Azrail ruhlarınızı, bir şey bırakmadan tam olarak, yüzlerinize ve arkalarınıza vurmaktan daha fena ve daha kötü bir şekilde alır. Ya da ruhlarınızı, sizden birini terketmeden ve ecelleri gelen kişilerden kimseyi geri bırakmadan alır. Ölüm meleğinin kendisine gelince, Allahü teâlâ onun da canını alır. Âyet-i Kerime’de, kâfirlerin düşüncesi reddedilmektedir. Nitekim onlar, ölümün, varoluş gereği canlıda arız olan tabii hallerden olduğunu iddia etmişlerdir.

Sonra hesap ve muamele görmek üzere yeniden dirilmek suretiyle

Rabbinize döndürüleceksiniz.' İşte Allah'a kavuşmanın anlamı budur.

Bil ki Allahü teâlâ burada, ölüm meleğinin canı alanın kendisi olduğunu, başka bir yerde elçiler, yani melekler ve diğer bir yerde de Allahü teâlâ olduğunu bildirmiştir. Âyetler arasında çelişkili gibi görülen bu durumun açıklaması şöyledir: Ölüm meleği ruhları alır. Diğer melekler de onun yardımcılarıdır ve onun emrine göre hareket ederler. Allahü teâlâ ise ruhu çıkarır. O halde gerçek anlamda her işi yapan ve bütün varlıkların ruhlarım çekip alan Allahü teâlâ'dır. Ölüm meleği ile yardımcıları birer vasıtadır.

12

O günahkârların, ”Toprağın içinde kaybolduğumuz zaman gerçekten biz yeniden mi yaratılacağız" (Secde: 10) diyenlerin

Rableri huzurunda Allah'a arzedildikleri yerde haya, üzüntü ve kederden dolayı

başları öne eğik halde: 'Rabbimiz! Gördük ve duyduk. Yani görenlerden, işitenlerden olduk ve bizim, görülen ve işitilen âyetleri idrak etme kabiliyetimiz hasıl oldu. Halbuki biz, daha önce bir şey idrak edemeyen kişiler idik.

Şimdi bizi dünyaya

geri döndür de söz konusu âyetlerin gerektirdiği şekilde

iyi amel yapalım. Artık kesin olarak inandık' diyecekleri zamanı bir görsen! Onlar sanki şöyle demek istemişlerdir: Artık biz tam olarak anladık. Halbuki daha önce hiçbir şey anlamıyorduk. Ayetteki ”Bir görsen" ifadesinin cevabı ise, ”fena bir iş görürdün" sözüdür.

13

Biz dileseydik elbette herkese hidayetini verirdik. Yani Biz şöyle deriz: ”İyi olsun, kötü olsun herkese başarı lütfetmek suretiyle iman ve amele sevkeden hidayeti verseydik onu, kazanç yeri olan dünyada verir ve âhirete tehir etmezdik."

Fakat: 'Cehennemi hem cinlerden yani şeytanlar ve cinlerin kâfirlerinden

hem de küfür ve isyanda İblise uyan onun yolunda giden

insanlardan bir kısmıyla dolduracağım' diye Benden kesin söz çıkmış, hükmüm sabit olmuş ve vaadim daha önce geçmiş

tır.

İbn Ata ise, âyetin anlamı hususunda şöyle demiştir: ”Biz dileseydik her kula hoşnutluğumuzu kazanması için başarı sağlardık. Fakat tercih işinin işlemesi için vaad ve tehditle ilgili kesin söz çıkmıştır."

Bil ki Allahü teâlâ, Hazret-i Peygamber'in şu sözünde belirtildiği şekilde cenneti düşkün kimselerle doldurduğu gibi cehennemi de bedbaht kimselerle doldurur: ”Cennet ve cehennem birbiriyle tartışmışlar ve cehennem: 'Böbürlenenler ve azgınlar tarafından tercih edildim.' der. Cennet de: 'Ne oluyor ki bana sadece düşkün ve zayıf kimseler girmekledir?' dedi. Bunun üzerine Allah cehenneme: 'Sen Benim azabımsın ve seninle kullarımdan dilediğime azap ederim.' Cennete de: 'Sen Benim rahmetimsin. Bu yüzden sayende kullarımdan dilediğime rahmet ederim. Cennet ve cehennemden her birinin bende dolma hakkı vardır," buyurmuştur.

14

O gün onlara şöyle diyeceğiz:

'Bu güne kavuşmayı unutmanızın cezasını şimdi tadın bakalım! ”Nisyan": İnsanın, emanet edilen şeyi korumayı terketmesi ve hafızasından silinmesidir. Allahü teâlâ'nın kınadığı nisyan (unutma), aslında kasıttan kaynaklanan nisyandır. İşte inkarcıların dünyevî lezzet ve bazlarla meşgul olmalarının bu korkunç güne kavuşmayı unutmalarının, o konuda düşünmeyi ve bütünüyle o güne hazırlanmayı terketmelerinin sebebi budur. Nitekim dünyanın bu lezzet ve bazlarına dalmak, âhireti hatırlamayı ve âhiret kapsamı içinde Allah'a kavuşmayı ve O'nun cezasıyla karşı karşıya gelmeyi unutturur ve onlara unutmayı musallat eder.

Doğrusu Biz de sizi unuttuk. Yani, sizi azabın içinde, tıpkı bütünüyle unutulan kişinin terkedilmiş olduğu gibi önemsemeyerek ihmal ettiklerinizden dolayı cezalandırmak için terkettik.

Yaptıklarınızdan, inkârlarınızdan ve günahlarınızdan

ötürü cehennemde

ebedî azabı tadın!'

Âyet-i Kerime’deki ”tadın" ifadesinin tekrarlanması, pekiştirmek, inkarcılara karşı olan öfkeyi ortaya çıkarmak için ve bir de söz konusu azabın sebebinin sadece belirtilen unutma olmadığını; aksine dünyada devam etmiş oldukları inkâr ve günahlarından ibaret başka sebepleri olduğunu bildirmek içindir.

15

Bizim âyetlerimize ancak o kimseler inanırlar ki,

"Ey günahkârlar! Allahü teâlâ'nın eğer onlar, (dünyaya) geri gönderilirler se yine kendilerine yasaklanan şeylere döneceklerdir." (En'am: 28) ifadesinde dile getirildiği şekilde iddia ettiğiniz gibi sizi dünyaya döndürsek yine de âyetlerimize inanmaz ve bu âyetlerin gereği olarak iyi amel yapmazsınız.

Bu âyetlerle kendilerine öğüt verildiğinde, büyüklük taslamadan yani, âyetleri işitmemiş gibi böbürlenmeye devam edenlerin yaptığı gibi, iman ve itaate karşı kibirlenmeden Allah'ın azabından korkarak

secdeye kapanırlar ve Rablerini iman, amel vb. için başarılı kılmak gibi nimetlerinden dolayı

hamd ile tesbih ederler. O'na yakışmayan şirkten, yeniden varetme aczinden ve benzer şeylerden O'nu tenzih ederler.

Secde eden kişinin secde etmesi esnasında, secde âyetine uygun duâ etmelidir. Bu sebeple bu âyetle ilgili olarak şöyle duâ ederler:

"Allah'ım! Beni, senin için secde edenlerden, sana hamdederek tesbih edenlerden kıl. Emrine karşı büyüklük taslayan kişilerden biri olmaktan sana sığınırım."

16

Onlar, vücutlarını yataklardan uzak tutup Rablerine, O'nun gazabından, azabından ve ibadeti kabul etmemesinden

korkarak ve merhametini

umarak devamlı bir şekilde

yalvarırlar. Âyeti Kerime’de kastedilen, gece ibadetidir. Yani âyet, gece ibadetinde bulunanların durumu hakkında inmiştir. Şüphesiz farz namazın dışında en faziletli namaz gece namazıdır.

Hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur: ”Rabbiniz iki kimseye şaşmıştır: Bunlardan birisi, yatağım, yorganını terkederek sevdikleri kimselerle ev halkının arasından ayrılarak namaza yönelen kimsedir. Allahü teâlâ, meleklerine hitaben: 'Kuluma bakın! Nezdimde olanı isteyerek ve katımda bulunan (azaptan) korkarak yatağını, yorganını bırakmış ve sevdikleri ile ev halkının arasından ayrılarak namaza yönelmiştir.' Diğeri ise, Allah yolunda savaşıp arkadaşlarıyla birlikte yenilen, bu yenilgisini ve yeniden vuruşmaya dönmesinde başına gelecekleri bildiği halde tekrar vuruşmaya dönen, nihayet şehit edilen kimsedir. Allahü teâlâ, meleklerine şöyle buyurur: 'Bu kuluma bakın! Nezdimde bulunan (mükâfatı) arzu ederek ve katımda olan azaptan korkarak vuruşmaya dönmüş ve nihayet şehit olmuştur ."

Yine hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur: ”Cennette, içlerinden dışları ve dışlarından içleri görülebilen bir takım köşkler vardır. Allah bunları, tatlı konuşan, yemek yediren, oruca devanı eden ve geceleyin insanlar uyurken namaz kılan kimseler için hazırlamıştır. ”

İbn Ravâha (radıyallahü anh) Hazret-i Peygamberi övdüğü bir şiirinde şöyle demiştir:

Tanyeri ağarıp fecr-i sâdık yükseldiği sırada Resulullalı Kur'an okuyarak aramızda bulunuyor. O, bize sapıklıktan sonra hidâyet nurunu göstermiştir. Gönüllerimiz ona tereddütsüz inanmıştır, ne söyledi ise vâkidir. Müşriklere yatakları ağır gelirken

Hazret-i Peygamber yanını yatağından uzaklaştırarak gecelerdi.

Başka bir hadis-i şerifte ise şöyle buyrulmuştur: ”Allahü teâlâ önceki ve sonraki nesilleri topladığı zaman bir tellâl, herkesin duyabileceği bir sesle seslenir. Herkes o gün ikrama en lâyık olanları bileceklerdir. Sonra bu tellâl dönüp: 'Vücutlarını yataklardan uzak tutanlar kalksın' diye seslenir. Onlar da azınlık oldukları halde kalkarlar. Ardından: 'Bolluk ve darlıkta Allah'a hamdedenler kalksın' diye seslenir. Bunun üzerine onlar, azınlık olarak kalkarlar. Bunların hepsi cennete salıverilirler ve daha sonra diğer insanlar hesaba çekilir. ”

Bil ki gece ibadeti, yüce bir himmet eseri olup Allahü teâlâ'nın bir lütfudur. Bu lütuf kime yapılmış ise gece ibadetini yerine getirsin ve âdet haline getirilen gece zikrini hiçbir şekilde terketmesin.

Ebû Süleyman ed-Daranî şöyle demiştir: ”Gece ibadetimi yapmadan uyudum. Bir de ne göreyim bir cariye bana şöyle diyor: Ebû Süleyman! Sen uyuyorsun; Halbuki ben, beş yüz yıldan beri çadırda senin için yetiştiriliyorum."

"Âkâmü'l-Mercân" isimli eserde de şöyle denmektedir: ”İblis, Yahya (aleyhisselâm)'a görünmüş ve Yahya (aleyhisselâm) ona: 'Benden bir şey elde edebildin mi?' deyince İblis: 'Bir seferin dışında hayır. Sen, yemek üzere önüne yemek koymuştun. Ben o yemeği sana hoş gösterip durdum ve nihayet ondan arzu ettiğinden fazla yedin. Bu sebeple o gece, daha önce namaza kalktığın gibi kalkmadın. Bunun üzerine Yahya (aleyhisselâm) İblise: ”Ondan sonra artık yemekten hiç doymadım' deyince İblis de ona: 'Ben de artık senden sonra kimseye öğüt vermedim' demiştir."

Ve kendilerine verdiğimiz rızıktan, maldan, çeşitli hayır ve iyilikler için

harcarlar. Bazıları şöyle demişlerdir: ”Bu ifade, farz ve nafile için genel bir ifadedir ve üç kısımdır: Zekât, sadaka ve başkalarını kendine tercihtir."

17

Dünyada iyi niyetle

yaptıklarına ve güzel anı ellerdeki samimiyetlerine

karşılık olarak, onlar yani vücutlarını yataktan kaldırmak, Allah'a yalvarmak ve infakla nitelenenler

için nice göz aydınlatıcı ve gönülleri rahatlatıcı

nimetler saklandığını hiç kimse, ne Allah'a yakın bir melek, ne de bir peygamber

bilemez. Nitekim hadis-i kudsîde şöyle geçmektedir: ”Allahü teâlâ şöyle buyurur: 'iyi kullarım için, hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir insanın hayalinden geçmediği şeyler hazırladım! Size bildirilmeyen başka şeyler de vardır. Dilerseniz şu âyeti okuyunuz: 'Onlar için nice göz aydınlatıcı nimetler saklandığını hiç kimse bilmez." (Secde: 17) (5)

18

Öyle ya, dünyada

mü'min olan, fasık kimse gibi midir? Burada ”fasık" imandan çıkan anlamındadır. Çünkü Allah âyette, fasıkı mü'minin karşıtı olarak zikretmiş, cehennemde ebedî kalacağını da haber vermiştir. Cehennemde ebedî kalmayı sadece kâfir olan hak eder.

Bunlar âhirette şeref ve mükâfat konusunda

elbette bir olamazlar.

Rivayete göre bu âyet, Hazret-i Ali ve Velid hakkında inmiştir. Mü'min olan Hazret-i Ali'dir ve âyetin kapsamına onun gibi olanlar girmektedir. Kâfir ise Velid'dir ve ifadenin kapsamına, aynı özellikte olanlar da girmektedir. Bu sebeple Allah: ”Bunlar elbette bir olamazlar" ifadesini çoğul olara getirmiştir.

İbn Ata şöyle demiştir: ”İtaat ve iman nurları içinde bulunan, isyan ve sapıklık karanlıkları içinde olanla bir değildir."

"Keşfü'l-Esrâr" isimli eserde de şöyle geçmektedir: ”Kesin delille desteklenen ve üzerinde marifet güneşleri doğan kişi, yardımsız bırakılan ve mahrumiyetle damgalanan kimse gibi olur mu? Aynı seviyede olmazlar ve karşılaşmazlar."

Ey Süreyya yıldızı ile Süheyl yıldızını bir araya getirmeye çalışan Allah iyiliğini versin bu ikisi nasıl birleşir? Biri Şam tarafından yükselir, Diğeri ise Yemen tarafından.

19

İman edip de iyi amel yapanlara gelince, onlar için yaptıklarına yani dünyada yaptıkları iyi amellere

karşılık bir ikram olarak cennet konakları vardır. ”Me'vâ": Sığınılan yer demektir. Ayette cennet, ”me'vâ"ya izafe edilmiştir. Çünkü cennet, asıl konaklama yeridir. Dünya ise, şüphesiz göç edilen bir yerdir. Bu sebeple dünya, ”kantara" (köprü) diye adlandırılmıştır. Çünkü o, âhiret için bir köprüdür, yerleşilen bir yer değildir.

İbn Abbas'tan şöyle nakledilmiştir: ”Me'vâ Cennetinin tümü altındandır ve burası, sekiz cennetten biridir. Söz konusu cennetler:

Darü'l-Celâl, Darü'l-Karâr, Darü's-Selâm. Adn Cenneti, Me'va Cenneti, Huld Cenneti, Firdevs Cenneti ve Naîm Cenneti'dir."

20

İnkâr ve günahı tercih ederek

iman ve itaatten çıkanlara gelince, onların varacakları yer, mü'minler için cennet konakları iken onlar için

cehennemdir. Oradan çıkmak istedikleri her defasında geri çevrilirler bu ifadeden, cehennemde ebedî kalacakları anlaşılmaktadır. Gerçekten oradan çıkmak ve geri dönmek söz konusu değildir. Nitekim Allahü teâlâ şöyle buyurur: ”...(Cehennemin) ateşi yavaşladıkça onun alevini artırırız." (İsrâ: 97) Böylece cehennemin ateşi sönmez. Yani cehennemliklerden, ”Ateşi yavaşladı" diyen için alevi oldukça artırılır.

Rivayet edildiğine göre ateşin alevi cehennemlikleri dövdükçe onun üst tabakalarına doğru çıkarlar ve nihayet kapıya yaklaşıp oradan çıkmak istediklerinde alev kendilerine vurur, ya da cehennem zebanileri onları kamçılarla döverler. Bu yüzden, yetmiş yıllık bir mesafe kadar cehennemin dibine doğru yuvarlanıp dururlar. Bu muamele, kendilerine devamlı olarak yapılır.

Ve kendilerine: Onları korkutmak, işlerini zorlaştırmak ve öfkelerini artırmak üzere: Dünyada sürekli olarak:

'Yalan saydığınız cehennem azabını tadın!' denir. Çünkü siz, cennet ve cehennem yoktur, diyordunuz.

21

En büyük azaptan yani âhiret azabından

önce, onlara yani Mekke halkına

mutlaka en yakın azaptan, dünya azabından

taddıracağız; bu azap, onların mü'minlere eziyetlerini had safhaya ulaştırdıkları zaman Hazret-i Peygamber'in bedduası ile yedi yıl kıtlığa maruz kalmalarından ibarettir. Söz konusu kıtlık sonucunda et, deri ve yanmış kemik bile yemek zorunda kalmışlardır. Her biri, açlıktan bulanık görür hale gelmişti. Yine onlar, dünyanın çeşitli sıkıntı ve dertleriyle karşı karşıya gelmişlerdi.

Olur ki dönerler. İnkâr ve günahlardan tevbe ederler.

22

Kendisine Rabbinin âyetleri hatırlatıldıktan Kitap'la öğüt verildikten

sonra onlardan yüz çeviren, son derece açık olmalarına, iki cihan saadetini göstermelerine rağmen o âyetleri düşünmeyen, kabul etmeyen ve gereğince amel etmeyen

kimseden daha zalim kim olabilir?

Bu ifade aynen arkadaşına, camide namaz kılmamasını kendisine yakıştıramayarak, ”Camiye girmene rağmen orada namaz kılmadın, öyle mi?" demen gibidir. Yani O, bütün zalimlerden daha zalimdir.

Şüphesiz suçlulardan yani suçu basit de olsa suçlulukla nitelenen herkesten

öç alacağız. Hal böyle olunca bütün zalimlerden daha zalim ve bütün suçlulardan daha suçlu olanlardan nasıl öç alacağını düşününüz.

23

Yemin olun ki Biz Mûsa'ya Kitap Tevrat'ı

verdik. Sen Mûsa'nın

ona Kitaba

kavuşacağından şüphe etme. Şüphesiz biz ona Tevrat'ı verdik.

"Hazret-i Peygamber'in bu konuda hiç şüphe ve tereddüdü yokken bu tarz bir nehyin anlamı nedir?" dersen şöyle derim: ”Kâfirler, Hazret-i Mûsa'nın Kitaba kavuşmasından şüphe ettiklerinden dolayı bu ifade ile dolaylı olarak onlar hedef alınmışlardır. Çünkü o konuda şüpheleri olmasaydı Kur'an'a inanırlardı. Nitekim gerek Tevrat ve gerekse diğer semavî kitaplarda, Kur'an'ı doğrulayan deliller ve âyetler vardır. Kitabın verilmesi, ilk olan bir hadise değil ki ondan şüphe ediyorlar. ”...Eğer bunlar onları inkâr etselerdi derhal Biz, onları inkâr etmeyecek bir toplumu onlara vekil kılardık." (En am: 89)

Ve Biz onu yani Mûsa'ya verdiğimiz Kitab'ı

İsrail oğullarına sapıklıktan

doğru yola ileten bir rehber kıldık. Çünkü Tevrat onlara inmiş ve ona göre kulluk edenler de onlardır. Ayrıca Allahü teâlâ'nın: ”...De ki: Oyle ise Mûsa'nın insanlara bir nur ve hidayet olarak getirdiği kitab'ı kim indirdi?" (En am: 91) ifadesindeki insanların bunlar olduğuna hükmedilmiştir.

24

İsrail oğulları, bütün iş ve durumlarda hakta

sabrettikleri ve Kitab'ın içindeki

âyetlerimize iyiden iyiye düşünerek

kesinlikle inandıkları zaman, onların içinden, buyruğumuz başarılı kılmamız

la Tevrat'taki prensipler ve hükümlerle halkı

doğru yola ileten ve her yönüyle kendilerine uyulan

rehberler tayin etmiştik. Yani onları, sabrettikleri zaman önderler kıldık. O halde sen, kavminden olan kâfirlerin, Kur'an hakkında şüphe etmekte oldukları gibi, o âyetlerin katımızdan olduğuna dair şüphe etme.

Âyet-i Kerime’de, Allahü teâlâ'nın Tevrat'ı İsrail oğullarına hidayet rehberi kılması sayesinde din ve dünya menfaatlerini elde ettikleri gibi Kur'an'ı da bu değerli ümmete hidayet rehberi kılmış ve o sayede ilâhî hükümlere ve hakikatlere vakıf olacaklarına işaret etmiştir. Gerçekten Allah, İsrail oğullarından yol gösteren önderler kıldığı gibi bu ümmetten de aynı şekilde kıymetli liderler kılmış, hatta her yönüyle onları hepsinden üstün tutmuştur. Bu sebeple daha üstün olan kimse, bütün değerleri korumaya en lâyık olan kimsedir.

Değerli zatlardan biri şöyle demiştir: ”Şeyh İbrahim eş-Şirazî'yi ölümünden sonra rüyamda gördüm. Üzerinde beyaz bir elbise ve başında bir taç vardı. Kendisine: 'Bu beyazlık nedir?' dediğimde bana: İtaatin şerefidir' dedi. 'Peki, bu taç neyin nesidir?' diye sorduğumda ise: 'İlmin yüceliğidir' diye cevap verdi."

25

Muhakkak ki Rabbin, din işlerinde

anlaşmazlık içinde bulundukları şeyler hakkında kıyamet günü aralarında yani peygamberlerle onları yalancı sayan ümmetleri arasında ya da müminlerle müşrikler arasında

hükmedecektir. O gün, hak yolda olanla bâtıl yolda olanı ortaya koyacaktır. Hüküm, yalnız O'na aittir; başkası ise hüküm veremez.

26

Kendilerinden önce yaşamış, halen yurtlarında gezip dolaştıkları ki Mekke halkı ticaretleri esnasında helak olan kimselerin diyarlarına ve yurtlarına uğruyorlar ve yok oluşlarının izlerini, evlerinin kalıntılarını müşahade ediyorlar. Bizim Âd, Semud ve Lût kavmi gibi

nice nesilleri helak edişimiz, onları doğru yola sevketmedi mi? Bu, Mekke kâfirlerini korkutmak için olan bir ifadedir. Yani onlar hâlâ gaflet içinde midirler, ilerde başlarına ne geleceğini bilmiyorlar mı?

Şüphesiz bunda yani helak etmede ve buna bağlı olan kalıntılarda, gören ve ibret alan herkes için

ibretler deliller ve öğütler

vardır. Hâlâ Allah'ın âyetlerini ve öğütlerini düşünerek öğüt alacak şekilde

kulak vermezler, inkâr ve yalanlamalarından, vazgeçmezler

mi?

27

Hiç görmediler mi? Biz suyu bütünüyle otu yok olmuş

kupkuru çorak yerlere ulaştırıyoruz da ki, suyu ulaştırmaktan maksat, suyu taşıyan bulutu sevketmektir. Çünkü Allahü teâlâ'ya nisbet edilen odur.

Bu ulaştırma ve ardından ifade edilen ekinleri çıkarma işi, hissedilmesinden dolayı bazıları, âyetteki görmeyi gözle gönne diye yorumlamışlardır. Nitekim âyetin sonundaki, ”görmüyorlar mı?" ifadesi de bunu gösteriyor. Ya da gömıekten maksat kesin olarak bilmektir. Buna göre anlam şöyledir: ”Şüphesiz suyu sevkettiğimizi bilmişlerdir."

Onunla yani sevkedilen bu su sayesinde o yerden

ekin çıkarıyoruz, ondan, o ekinden

hem hayvanları ekin saplan, yaprak ve onlara mahsus bazı hububat vb. yi,

hem de kendileri, insanların beslendiği ekin ve meyveleri

yiyor. Görmüyorlar düşünmüyorlar ve bunu O'nun birliğine, sonsuz kudretine ve lütfuna, ibadete lâyık olduğuna, zarar ve fayda vermeyen cansız varlıklar şöyle dursun; melek ve insan gibi yaratıklarından ortağı bulunmadığına delil getirmiyorlar

mı? Yine onlar, O'nun tekrar kendilerini yaratmaya ve diriltmeye gücü olduğunu bilmiyorlar mı?

28

'Eğer doğru söylüyorsanız, bu fetih ne zaman?' Yani hüküm, ya da yardım ve zafer ne zaman tahakkuk edecek

derler. Nitekim mü'minler, Mekke kâfirlerine, kıyamet gününü kastederek şöyle diyorlardı: ”Bizim, Allah'ın aramızda hükmedeceği bir günümüz var; ya da Allah bize müşriklere karşı fetih verecek ve aramızda hüküm verecektir." Mekke halkı, mü'minlerin bu sözünü duydukları vakit alelacele yalanlamak ve alay etmek için: ”Bu fetih ne zaman?" eliyorlardı.

29

Onları susturmak ve hakkı pekiştirmek için

de ki: Acele etmeyin ve alay etmeyin. Çünkü

'fetih gününde, kıyametin kopması ile şüphenin giderildiği gün, ya da düşmana karşı zafer kazanıldığı gün

inkarcılara imanları fayda vermez ve kendilerine mühlet tanınmaz', geciktirilmezler de.

Âyet-i Kerime’de kıyamet günü kasdediliyorsa, o takdirde o gün, vakit geçtiğinden dolayı iman, kâfire fayda vermez ve ona, ne azabın gelmesi, ne de özür beyan etme konusunda mühlet tanınmaz. Çünkü onun özür dilemesi söz konusu değildir. Yok eğer maksat, Bedir günü gibi zafer günü ise, ölüm halindeki imanı fayda sağlamaz. Çünkü onun imam, Firavun'un boğulma anındaki imanı gibi hayattan ümidini kesme durumundaki imanıdır. Böyle bir kimseyi savaşta öldürmekten asla geri durulmaz.

30

Artık onlardan yüz çevir yalanlamalarına aldırma

ve vaadimin doğruluğuna dayanarak onlara karşı zaferi ve helak olmalarını

bekle. Zaten onlar da sana karşı galibiyeti ve senden kurtulmaları için ölüm veya öldürme gibi felâketi, ya da kendilerinin helak edilmesini

beklemektedirler. Nitekim, söz konusu günü, acele istemeleri ve günahlar içinde yoğrulmaları, şüphesiz bu gidişattan kaynaklanan azabı bekliyorlar demektir. Gerçekten Allah vaadini tahakkuk ettirmiş, kuluna yardım etmiş, müminlere fetih lütfetmiş ve hepsinin beklentilerini vermiştir.

Allahü teâlâ'nın yardımıyla Secde Sûresi'nin tefsiri bitmiştir.

0 ﴿