FATIR SURESİMekke devrinde nazil olmuştur, 45 âyettir. 1Gökleri ve yeri yaratan, daha önce benzeri olmadan yoktan var eden ki, İbn Abbas şöyle demiştir: ”Fâtır" kelimesinin anlamını, iki bedevî Arabın bir kuyu için yanımda tartışıncaya kadar bilmiyordum. Bu iki şahıstan biri diğerine, ilk olarak kuyuyu ben açtım anlamında, ”Ene feterhuhâ" diyor du. Müberred de, ”Fâtır, yaratan ve yoktan var eden demektir," demiştir. Melekleri sahip oldukları farklı derecelere göre ikişer, üçer, dörder ka natlı elçiler yapan ki,. Allah onları kendisi ile peygamberleri arasında vası talar kılmıştır. Böylece onlar, ilâhî mesajları peygamberlere vahiy yoluyla, ilham ve gerçek rüya ile tebliğ ederler. Yine onlar, bu kanatlan sayesinde gök ten yere inerler ve göğe çıkarlar. Kanatların fazla olması, bazı meleklerin di ğerlerine oranla kabiliyetlerinin daha mükemmel olduğuna işaret etmektedir. Buna göre anlam şöyledir: ”Bazı melekler iki kanatlı, bazılan üç kanatlı ve diğer bazıları da dört kanatlı olarak yaratılmıştır." Rivayet edildiğine göre Hazret-i Peygamber Mîrac gecesinde Cebrail (aleyhisselâm)’i altı yüz kanatlı olarak gömüştür. Bu kanatlardan ikisi doğudan batıya ulaşıyordu. Bu rivayet ve dörtten ziyade kanatla ilgili rivâvetler delâlet eder ki, Allahü teâlâ bu âyette sayısal olarak meleklerin kanatlarının özelliklerini kastetmemiş ve dörtten fazla kanatlarının olmayacağını da belirtmemiştir. Öte yandan bazı büyükler şöyle demişlerdir: ”Kal bele meydana gelen şey, ya haktır ya da bâtıldır. Hak olan, ilim ve mağrifete bağlı olarak Allah'tan veya rûhânî bir melek tarafındandır. İnsanı itaate ve iyi olana sevkeden bu şeye ”ilham" adı verilir. Bâtıl olan ise ya nefsanîdir, ki, burada nefis rol oynadığından buna, hatıra gelen anlamında ”hâcis" adı verilir, ya da şeytanîdir, insanı günaha davet eden bu dürtüye de ”vesvese" denmiştir." Allah'a hamdolsun. Yani bütün övgüler, başkasına değil, Allah'a mahsustur. Gerçek anlamda Allah'a harnd, zâtı ile kendini övmesi ise de bura da kullara nasıl hamd edecekleri öğretilmektedir. O, yaratışta -ki, yarattığı, hangi varlık olursa olsun, ister melek ve isterse başka bir şey olsun- iradesi ve hikmetinin gereği olarak tarifi mümkün olmayan şeylerden dilediğini çoğaltır. Bu sebeple kanatların sayısı konusunda meleklerin durumlarının farklı oluşu ile diğer varlıkların bazı özelliklerinin değişik olması, onların varlığının bir gereği değil, aksine Allah'ın dilemesinin ve O'nun hikmetinin bir gereğidir. Âyet-i kerime, artırılarak verilen somut ve soyut özellikleri içine almak tadır. Vücut ve özellikle yüz güzelliği, gözlerin güzelliği, organların yerli ye rinde olması, dilin rahat ve kolay hareket edebilirliği, güzel saç ve güzel ses bunlardan birkaçıdır. Nitekim Hazret-i Peygamber, sesi hoş olan biriydi. Hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur: ”Allahü teâlâ, sesi güzel birinin Kur'an okuyuşunu efendisinin şarkıcı bir cariyesini dinlemesinden çok daha fazla dinler." Başka bir hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur: ”Kur'an'ı seslerinizle süsleyin." (2) Yani Kur'an'ın süsünü güzel seslerinizle ortaya koyun. Yoksa yaratanın sözü, yaratılanın sesi ile süslemesinden yücedir. Bir harf ilâve etmek, ya da bir harf eksiltmek suretiyle mana değişmedikçe sesi güzelleştirerek ve nağme yaparak okumaya müsaade edilmiştir. Ayrıca güzel yazı, keskin zekâ, yüksek akıl, cesaret ve güzel huyluluk ve buna benzer övülen pek çok haslet sözkonusu özelliklerdendir. 2- Hadisi Ebû Dâvud ve Nesâî tahrîc etmişlerdir. Hadiste kastedilen, Kur'an okurken düzgün ve tecvidli bir okuyuş ile sesi güzelleştirmektir. Bkz. Câmiu'l-Usûl, 2/454. Şüphesiz Allah, her şeye gücü yetendir. Bu ifade, dile getirilen hükmün ve Allah'ın dilediği kadar fazla vermeye olan gücünün dayanağıdır. Allahü teâlâ, gücünün her şeyi içine aldığım belirtmiştir. Yersiz istek ve arzu lardan kurtarmak, gaflet bataklığından çıkarmak, birçok nimetten biri sayılan bilme ve görme dairesine sokmak da bu güce dayanır. Bu sebeple ilâhî gücü hiçe sayan, bilerek inkâr etmiştir. İbrahim b. Edhem’in durumunu görmüyor musun? Nitekim Allah ona ilk olarak maddî lütuf güzelliği ile tecellî etmiş, makam ve saltanat vermiş, ardından da ona ikinci olarak manevî lütfü ile ih san ve ikramda bulunmuştur. Zira Allahü teâlâ onu gereksiz bağların hapsin den, kederlerden kurtarmış ve vuslatla şereflendirmiştir. Hikâye edildiğine göre hükümdarın evlâtlarından biri olan İbrahim b. Edhem’in, ailesini, malını, makamını ve görevini terketmesinin sebebi şuydu: Bir gün avlanmak için çıkmış önce tilki aramış, ardından da tavşan aramaya koyulmuştur. Bu arama ve tarama esnasında kendisine aniden gelen bir ses: ”Bunun için mi yaratıldın? Yoksa sana bu mu emredildi?" demiş, İbrahim b. Edhem bu ses üzerine bineğinden inmiş ve bu arada bir çobana rastlamıştır. Çobanın yün kabanını alarak giymiş, karşılığında ona atı ile birlikte yanında bulunan eşyaları vermiş ve sonra çöle yönelmiştir. Daha sonra farklı bir kim liğe bürünmüştür. Ve yine hikâye edildiğine göre Kirman hükümdarı Şeyh Kirmânî ava çıkmış ve uzun süre av arayıp durmuş, nihayet tek başına bir çölün içine düşmüştür. Bir de ne görsün, yırtıcı bir hayvana binmiş vaziyette bir delikanlı! Etrafında da yırtıcı hayvanlar var. Bunlar onu görünce kendisine yönelmişler, fakat delikanlı onlara engel olmuştur. Şeyh Kirmânî'ye yaklaşınca selâm vermiş ve ona şöyle demiştir: ”Ey Şah! Allah'tan uzak bu gaflet nedir? Âhiretini kenara bırakıp dünyan ile, Mevlâna hizmet yerine zevkin ve boş arzunla meşgulsün. Gerçek şu ki, Allahü teâlâ, kendisine hizmet etmede yararlanmak üzere sana dünyayı vernıiş; oysa sen onu O'ndan uzak bir meşguliyet için vasıta kılmışsın. Allahü teâlâ'nın dünyaya; ”Kim Bana hizmet ederse sen de ona hizmet et; kim de sana hizmet ederse onu hizmetinde kullan" diye ilham ettiği hususu sana ulaşmadı mı? Şeyh Kirmânî bu durumu görünce tevbe etmiş, bunun sonucunda büyük bir değişikliğe uğramıştır. 2Allah'ın insanlara rahmet hazinelerinden -hangi rahmet olursa olsun- nimet, sağlık, hikmet vs. olsun açacağı herhangi bir rahmeti tutup, hapseden kimse olamaz. Çünkü O'nun verdiğine engel olmak mümkün değildir. O'nun tuttuğunu, alıkoyduğunu ve hapsettiğini O'ndan yani O'nun tutmasından ve hapsetmesinden sonra yine varlıklardan salıverecek kimse de yoktur. Çünkü O'nun tuttuğu ve alıkoyduğu bir şeyi vermek mümkün değildir. O, üstündür, söz konusu açma ve tutma fiillerinin de yer aldığı bütün işlerden dilediğini yapacak kadar güçlüdür ve hiç kimse O'nunla yanşamaz; hikmetin ve maslahatın gerektirdiği kadar dilediğini yapan hikmet sahibidir. Muğîre b. Şu'be (radıyallahü anh) şöyle demiştir: Allah Rasûlü (sallallahü aleyhi ve sellem) namazın ardından şöyle eliyordu: ”Tek Allah'tan başka hiçbir tanrı yok, ortağı da yoktur. Mülk O'nundur, hamd O'nundur. O'nun her şeye gücü yeter. Allah'ım! Verdiğine kimse engel olamadığı gibi alıkoyduğunu da kimse veremez. Kıs met sahibine senden olan kısmeti fayda vermez. ” Ona ancak ameli ve itaati fayda verir. Bu sebeple akıllı insan, zorluk, sıkıntı ve yorgunluk olmadan rızkı kendisine gelinceye dek gayret sarfetmelidir. Şeyh Ebû Ya'kub el-Basrinin şöyle dediği rivayet edilmiştir: ”Harem-i Şerifte on gün kadar aç kaldım. Kendimi güçsüz hissettim ve güçsüzlüğümü telâfi edecek bir şey bulabilirim diye vadiye çıkmayı içimden geçirdim. Bu nun üzerine çıktım, atılmış bir çanta buldum ve onu aklım. Bir de ne göreyim, bir adam geldi ve önüme oturdu. Yere bir çanta koydu ve bana: ”Bu sana ait tir" dedi. Ben de ona: ”Bunu ne diye bana verdin" deyince o: ”Bil ki, biz, on günden beri denizde idik. Gemi nerede ise batıyordu. Bunun üzerine her birimiz, Allah bizi kurtardığı taktirde bir şey bağışlamayı adadı. Ben de Allah'ın beni kurtarmasına karşılık karşıma ilk çıkan kişiye bunu bağışlamayı adadım. Sen karşıma ilk çıkan kişisin." Ona: ”Aç bakalım onu" dedim. O da onu açtı ve bir de ne göreyim, içinde pasta, badem ve şeker var! Bunun üzerine biraz ondan, biraz bundan aldım. Ardından bana: ”Gerisini benden çocuklarına bir hediye olarak götür," deyince onları aldım ve kendi kendime şöyle dedim: Rızkın sana on günden beri geliyor, sen ise onları vâdide arıyorsun. Allah'ım! Bize hayırlı kapı aç ve bizi, akıllı insanları rızıklandırdığın gibi rızıklandır. Şüphesiz sen bütün kapıları açansın." 3Ey insanlar! Ya da ey Mekke halkı! Allah'ın size olan nimetini hatırlayın. Yani Allah'ın size verdiği nimetin hakkını bilerek, ibadet ve itaa ti onu verene ait kılarak nimete karşı görevinizi yapın. Bu nimet ister mal ve mevki gibi harici bir nimet olsun, ister sağlık ve kuvvet gibi bedensel bir nimet olsun; ya da akıl ve idrak gibi insanın iç âlemine yönelik bir nimet olsun, değişmez. Nimeti hatırlamak, o nimeti vereni hatırlamaya sevkettiği için Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur: Allah'tan başka size gökten yağmur indirmek ve yerden bitki bitirmek suretiyle rızık verecek bir yaratıcı var mı? Yani O'ndan başka hiçbir yaratıcı yoktur. "el-Es’iletü’l-Müfhime" isimli kitapta şöyle geçmektedir: ”Bu âyette Mûtezileye karşı hangi delil vardır?" Bunun cevabı şudur: ”Allahü teâlâ kendisinden başka hiçbir yaratıcının olmadığını bildirmiştir. Oysa onlar: 'İşlerimizi biz yaratıyoruz' diyorlar." O'ndan başka ilah yoktur. Allahü teâlâ uluhiyette, yaratmada ve rızık vermede tek olduğuna göre nasıl oluyor da tevhidden şirke ve O'na itaatten putlara itaate çevriliyorsunuz? 4(Ey Peygamberim!) Eğer seni yalancı sayıyorlarsa bil ki, senden önce de nice peygamberler yalancı sayılmıştır. Bütün işlerin sonuçları yalnız Allah'a döndürülür. O, sabrede ne sabrına göre, tekzib edene de tekzibine göre muamele eder. Böylece Allah, bu âyetle Hazret-i Peygamber’i teselli etmeye ve sıkıntıya karşı direncini artırmaya işaret buyurmuştur. Hazret-i Peygamber, kendisinin kar şılaştığı zorlukların aynısını diğer peygamberlerin de karşılaştıklarını ve Allah için sabretmeleri sonucu Allah'ın onlara yettiğini bilince kendisine de ye teceğini bu vesile ile bilmiş olur. 5Ey insanlar! Allah'ın yeniden diriltmesi, mükâfat ve ceza ile ilgili vaadi gerçektir. Ondan dönüş yoktur. Sakın dünya hayatı sizi âhirete yönelik hazırlıktan ve âhiret hayatı için gayret sarf etmekten alıkoyup süsü ve cazibeli yönleriyle itaat ve ibadetten, hicret etmekten uzaklaştırmak suretiyle aldatmasın Bu ifade ile insanların, dünyaya aklanmamaları için dikkatleri çekilmiştir. Bir hadis-i şerifte, ya da ashabın sözünde şöyle geçmektedir: ”Ey insan! Sürenin fazlalığı seni aldatmasın. Şüphesiz kaybetmekten endişe eden, almada acele eder." Öte yandan el-Alâ' b. Ziyad'ın şöyle dediği nakledilmiştir: ”Rüyamda dünyayı çirkin, görmesi zayıf, cılız ve üzerinde her çeşit zinet bulunan bir ka dın gibi gördüm ve ona: 'Kimsin sen? Senden Allah'a sığınının' deyince o da bana şöyle dedi: 'Ben dünyayım. Şüphesiz senin sırrın. Allah'ın benden seni kendisine sığındırmasıdır. Altın ve gümüş paralan hak yolda infak etmekten uzak durma'". Dünya âhiretin tarlasıdır. Akıllı kişiler dünya tarlasında tiirlü itaatleri ekerek hasat günii onları ganimet bilirler. Dünyanın âhiretin tarlası olduğunu bilmeyenler ise böyle değildir. Hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur: ”Diinya, yurdu bulunmayanlar için bir yurt niteliğindedir. Aklı olmayan, dünya için mal biriktirir durur. ” (4) 4- Hadisi Ahmed b. Hanbel, Beyhakî'de Şua'bu'l-İmân bölümünde: ”Dünya, yurdu bulunmayanlar için bir yurt ve miilkü olmayanlar için bir mülktür, Aklı olmayan, dünya için mal top lar durur" ifadesiyle tahrîc etmişlerdir. Bkz. el-Fethu'l-Kebîr, 2/116. Ve aldatıcı (şeytan) da Allah'ın affına cömertliğine ve engin rahme tine güvendirerek sizi aldatmasın. Ayette geçen ”ğarur" (aldatıcı), mübalağa kipi olup şeytanın bir adı olmuştur. Çünkü şeytanın aldatmasının bir sınırı yoktur, o çok aldatıcıdır. "Ğarûr: insanı aldatan mal, makam, şehvettir." Bu kelime ”şeytan" diye tefsir edilmiştir, acıdır. Aynı zamanda bu kelime ”dünya" olarak da deniyor ki, dünya aldatır, zarar verir ve ardından gelip mana şöyledir: ”Pek aldatıcı olan şeytan: 'Dilediğiniz gibi yaşayın, Allah çok bağışlayıcıdır, dolayısıyla bütün günahları bağışlar. Allah'ın sizin ibadetinize ve azap edilmenize ihtiyacı yoktur.' demek suretiyle günahlara bağımlı hale getirerek ve Allah adına mağfiret ümid ettirerek sizi aldatmasın.'' Evet, Allah'ın ne ibadetlere ne de azaba ihtiyacı vardır. Fakat bu beklenti ile günah işlemek, vücudun direncine güvenerek zehir yemeğe benzer. Gerçekten Allahü teâlâ müminler için pek cömert ise de, günahkârlara karşı azabı çetindir. 6Şüphesiz şeytan, sizin babanız Âdem'e zihinlerden silinmeyen bir iş yapması sebebiyle düşmanlığı eskiye dayanan bir düşmanınızdır, siz de onu inancınız, işleriniz konusunda kendisine muhalefet ederek düşman sayın. Her halükârda ondan sakının. Bu düşmanlık, sadece dille yeterli de ğildir. Aksine kalp ve bütün organlarla olmalıdır. Kişi, şeytanın düşmanlığına karşı ancak zikre sarılması ve sürekli Rabbinden yardım dilemesiyle güç ka zanır. Nitekim çoban köpeklerinin saldırdığı kişinin, çobana seslenmeden ba şından onları defetmesi güçtür. Oysa çoban, bir kelime ile o köpekleri kovar. O, şeytan kendi taraftarlarını Allah'tan yüz çeviren ve O'na itaat yeri ne başka şeylerle meşgul olan grubunu ancak alevli ateş ehlinden olmaya çağırır. Bu ifade ile hedeflenen, şeytanın, onların boş arzulara uymada ve dünyanın zevklerine yöneltmedeki maksadının, onların birtakım dünyevî menfaatlerini ve isteklerini karşılamak olmadığını, aksine onları çıkmaza sokmak ve hesaba katmadıkları sonsuz azabın içine atmak olduğu uyarısında bulunarak şeytanın düşmanlığını ortaya koymak ve ona itaat etmekten sakındırmaktır. 7İnkâr edenler iman edilmesi gerekirken küfürde sebat edip bunda ısrarlı olanlar için kâfir olmalarına ve şeytanın davetine uymalarına karşı lık, peşin ve tehir edilen olmak üzere çok çetin bir azap vardır. Peşin olan azabı dünyada görürler. Bu da, kalben ayrı düşmeleri, basiretlerinin ka palı olması ve düşünceleririn basit oluşudur. O kadar ki, tanrılarının putlar, arzular, dünya ve şeytanın olmasına razı olurlar. Tehir edilen azap ise, şiddetli ve çetin oluşunun gizli kalmadığı âhiret azabıdır. İman edip iyi ameller sırf Allah rızası için imanlarının nurunu artıra cak ibadet yapanlara da imanları ve şeytana düşman olmanın da yer aldığı iyi amellerine karşılık büyük bir mağfiret - ki, bunun sonucunda dünya da günahları örtbas edilir. Eğer örtbas edilmese rezil olurlar. Âhirette ise sözkonusu günahları amel defterlerinden silinir. Bu da olmasa helak olurlar - ve âhirette son derece büyük bir mükâfat vardır. Bu mükafat, istenile nin yerine getirilmesi ve umulandan fazlasına erişilmesidir. Denmiştir ki, Allah'ın, diğer kullardan farklı olarak tezyin ettiği sâlih kullar, tıpkı hükümdarın talimat verdiği şu askerler gibidir: ”Yarın benim huzuruma çıkmak üzere süslenin. Kim daha güzel süslenirse onun katımdaki değeri, diğerlerine göre daha yüksek olur." Ardından hükümdar, ülkesinin seçkin kişilerine ve sevdiklerine, askerlerde eşi bulunmayan bir zîneti, süsü gönderir. Bu kimseler hükümdarın verdiği zînetle süslendiklerinden, hükümdarın huzuruna çıkma anında askerlerden üstün gelirler. Allahü teâlâ da, tercihe yönelik özel bir başarı lütfetmesi sayesinde söz konusu mü'minleri iyi ameller de başarılı kılar, samimî itaatlerle süsler, güzel teveccühlerle bezer ve dünya da büyük mükâfatlarla, âhirette de övünülecek şeylerle diğerlerinden üstün tutar. O halde Allah'ın kendine itaat ve ibadet yolunda istihdam edip çalıştırdığı kimse, Allah'a çok hamdetsin. Çünkü hizmet yoluna, hele özellikle bu zamanda girenler azdır; din kardeşlerinden aşk yoluna yönelenler de nadirdir. Allahü teâlâ'nın öyle kulları vardır ki, bu kulların kalplerinin yapıları üzüntüler, vatanları da aşk, sevgi ve itaattir. Şu iki sevgiyle seviyorum, birisi hevâ İkincisi ise sen buna lâyıksın zirâ Hevâya bağlı sevgiye gelince O, bir anış ki, senden başkasıyla beni meşgul eder. Senin lâyık olduğun sevgi ise Aramızdaki perdeyi kaldırmalıdır. O ve bu sevgide bana medih yoktur. Ragıb İsfahânî şöyle demiştir: ”Ğarûr: İnsanı aldatan mal, makam, şehvet ve şeytandan her biri demektir." Bu kelime ”şeytan" diye tefsir edilmiştir. Çünkü şeytan en kötü aldatıcıdır. Aynı zamanda bu kelime ”dünya" olarak da tefsir edilmiştir. Çünkü deniyor ki, dünya aldatır, zarar verir ve ardından gelip geçer. Buna göre mana şöyledir: ”Pek aldatıcı olan şeytan: 'Dilediğiniz gibi hareket edin, şüphesiz Allah çok bağışlayıcıdır, dolayısıyla bütün günahları bağışlar. Yine Allah'ın sizin ibadetinize ve azap edilmenize ihtiyacı yoktur." demek suretiyle günahlara bağımlı hale getirerek ve Allah adına mağfiret ümidi vererek sizi aldatmasın." Evet, Allah'ın ne ibadetlere ne de azaba ihtiyacı vardır. Fakat bu beklenti ile günah işlemek, vücudun direncine güvenerek zehir yemeğe benzer. Gerçekten Allahu teâlâ mü'minler için pek cömert ise de, günahkârlara karşı azabı çetindir. 8Kötü işi kendisine süslü gösterilip de onu güzel gören kimse, imanı ve iyi ameli tercih eclen kimseye benzer mi? Yani iki ayrı zümrenin akibetlerinin farklı olduğu anlaşıldıktan sonra, şeytanın kendisine süslü gösterdiği inkâra dalan kimse, küfrü çirkin görüp ondan kaçman ve imanla iyi ameli tercih eden kimse gibi olabilir mi? Elbette olamaz. Allah, dilediğini sapıklığa yöneltir, dilediğini de doğru yola iletir. Yani Allah, ancak sapık lığı hoş gören ve tercihini bu yönde kullanan kişiyi saptırır ve düşük seviyeye indirir. Tercihini hidayet yolunda kullanan kişiyi de doğru yola iletir ve onu en üst seviyeye yükseltir. Artık onlara üzülerek kendini harap etme. Şüphesiz yukarıda zikredilenler, üzüntünün nehyedilmesine sebeptir. ”Zehâbü'n-nefs", ölümden kinayedir. ”Hasret" de, kaybedilenlerden dolayı aşırı üzüntü ve pişmanlık duymaktır. Âyet-i kerimede bu kelimenin ”heserât" Fakat her iki sevgide de övgüler sanadır. Allahü teâlâ'dan, kalplerimizi çeşitli ibadetlerle süslemesini ve bizi ecir leri büyük, mükâfatları fazla olan has kulları ile mahşerde bir araya getirmesini dileriz. Kötü işi kendisine süslü gösterilip de onu güzel gören kimse, imanı ve iyi ameli tercih eden kimseye benzer mi? Yani iki ayrı zümrenin akibetlerinin farklı olduğu anlaşıldıktan sonra, şeytanın kendisine süslü gös terdiği inkâra dalan kimse, küfrü çirkin görüp ondan kaçman ve imanla iyi ameli tercih eden kimse gibi olabilir mi? Elbette olamaz. Allah, dilediğini sapıklığa yöneltir, dilediğini de doğru yola iletir. Yani Allah, ancak sapık lığı hoş gören ve tercihini bu yönde kullanan kişiyi saptırır ve düşük seviyeye indirir. Tercihini hidayet yolunda kullanan kişiyi de doğru yola iletir ve onu en üst seviyeye yükseltir. Artık onlara üzülerek kendini harap etme. Şüphesiz yukarıda zikredilenler, üzüntünün nehyedilmesine sebeptir. ”Zehâbü'n-nefs" ölümden kinayedir. ”Hasret" de, kaybedilenlerden dolayı aşırı üzüntü ve pişmanlık duymaktır. Âyet-i kerimede bu kelimenin ”heserât" şeklinde çoğul getirilmesi ise, Hazret-i Peygamberin onların durumlarına aşırı üzüntü duyduğunu, ya da üzüntü duymayı gerektiren kötü amellerinin çoklu ğunu göstermektedir. Buna göre anlam şöyledir: ”Her şeyin Allah'ın dilemesiyle olduğunu bildiğine göre o inkârcıların sapıklıklarından ve ısrarlı davranışlarından dolayı üzüntüye kapılma, yalanlamaları ve inkâr etmelerinden de kederlere kapılarak kendini harap etme. Şüphesiz sen onlara öğüt için elinden geleni yaptın ve böylece tebliğ sorumluluğundan kurtuldun. Artık bundan sonra senin için bir sıkıntı yoktur. Dünya ve âhirette sıkıntı, ancak onlar için vardır. Allah, onların kötülüklerden ne yaptıklarını bilir. Bu sebeple onlara, kötülüklerine karşılık kötü ceza verir. Onlar iyi göremedikleri için kö tü şeyleri güzel görseler de kötü şey asla güzel olmaz. 9Rüzgârları gönderip de -ki, bu ılizgârlardan kasıt güney, kuzey rüzgârları ile saba rüzgârıdır. Şüphesiz bunlar rahmet rüzgârlarıdır. Batı rüzgârları ise azap rüzgârlarıdır.- Bulutları yağmur indirmek üzere gök ile yer arasında harekete geçiren Allah'tır. Denmiştir ki, burada ifade edilen bulutlardan maksat, denizlerden ve arzdan yükselen buhardır. Biz onları ölü bir bölgeye sürer, onunla yani buluttan yağan yağmurla toprağa ölü münden, kurumasından sonra hayat veririz, bitkilerle yeşil hale getiri riz. Ölü bölge de, kuraklıktan etkilenen ve üzerinde bitki bulunmayan yerdir. Allahü teâlâ söz konusu bulutları bu yere sevkederek ihtiyaç duyulan yağmuru yağdırır. Allah, ”Bulutları ölü bir bölgeye süreriz" buyurmuş ve böylece bu işin kendisine ait olduğunu, her şeyin O'ndan kaynaklandığını ve vasıtaların sebep olmaktan öteye geçmediklerini göstermek üzere üçüncü şahıstan birinci şahsa geçiş yapmıştır. Yine Allah, ”Ölü bir bölge" ifadesiyle de su kaynaklarından mahrum olan bölgeleri kastetmiştir. Ölülerin yeniden dirilmesi de böyle olacaktır. Yani mahşer günü ölülerin yeniden diriltilip kabirlerden çıkarılmaları, tıpkı müşahade ettiğiniz bu toprağa hayat verilmesi gibidir. Allah'ın gücünün yetmesi ve bu işin yerine getirilmesinin kolaylığı konusunda bu iki yaratma arasında hiçbir fark yoktur. Âyet-i kerimede kâfirlerin yeniden dirilmeyi inkâr etmelerinden dolayı onlara delil getirilmiş, gözleriyle gördükleri toprağa hayat verilmesi örnek gösterilmiştir. Ebû Rezîn el-Ukaylî'den şöyle dediği rivâyet edilmiştir: ”Dedim ki,: Ey Allah'ın Elçisi! Allah ölüleri nasıl diriltir? O şöyle buyurdu: 'Kuru bir vâdiden geçip ardından yeşerirken oradan hiç geçmedin mi?' Ben de,.,Evet, geçtim deyince: ‘lşte Allah ölüleri bu şekilde diriltir, yeniden dirilme de böyledir.' buyurdu." 10İzzet ve şeref isteyen kimse ki, Rağıp Isfahanı şöyle demiştir: ”İzzet, insanın yenilgiye uğramasına engel olan bir durumdur. 'Aziz'de, mağlup olmayıp galip gelen elemektir. Allah, peygamberi ve mü'minler için olan izzet, sürekli ve devamlı olan izzettir. Gerçek izzet ve üstünlük de budur. Kâfirlerin izzeti ise büyüklük taslamaktan ibarettir ki, aslında bu, zillettir." Âyet-i kerimedeki bu ifadeden maksat, müşriklerin putlara tapmaları yü zünden üstünlük taslamalarıdır. Bilsin ki, izzet, dünya ve âhiret izzeti bü tünüyle ve sadece Allah'ındır. O'ndan başka kimse buna sahip değildir. Yani bu üstünlük ve şerefi talep eden kimse, bu izzet ve şerefi Allah'tan. O'na itaat ederek ve O'ndan korkarak istesin, başkasından değil. Allahü teâlâ, ardın dan izzetin iman ve iyi amelle talep edileceğini açıklayarak şöyle buyurmuş tur: O'na ancak güzel sözler yükselir. Buradaki güzel sözlerden kasıt, iz zetin talep edilme vasıtası olan sözlerdir. Açıkça görüldüğü gibi âyette. ”O'na" derken, sadece kulların amelleri için görevlendirilen meleklere değil. Allahü teâlâ'ya işaret edilmektedir. Çünkü dostunu üstün kılan ve arzu ettiğini doğrudan veren O'dur. Bazı müfessirler şöyle demişlerdir: ”Âyette geçen ”kelim' (sözler), duâyı, istiğfarı, Kur'an okumayı, Hazret-i Peygamber’in ”Sübhânellâh ve'l-hamdü lillâh velâ ilahe illallâhu vallâhu ekber" şeklindeki ifadesini ve buna benzer güzel sözleri içine almaktadır." Onları da iyi amel yükseltir. Âyet-i kerimedeki ”yerfe'uh" daki zamirin hangi ismin yerini tuttuğu konusunda bazı farklı görüşler vardır: Birincisi: bu zamirle güzel sözlere işaret edilmektedir. Çünkü amel, an cak tevhid inancı sayesinde kabul edilir. Yani tevhid kendi başına yükselir ve kabulüne vesile olması hasebiyle de iyi ameli yükseltir. Kâfirlere ait amelle rin şirk yüzünden reddedildiği ve boşa çıkarıldığını görmüyor musun? İkincisi: sözkonusu zamir, iyi amelin yerini tutar. Nitekim amel, imanı sağlamlaştırır ve kuvvetleştirir. Yüksek dereceler de ancak onunla elde edilir. Tevhid, ancak itaat sebebiyle kabul edilir: isyanla fayda vermez. Yani cezaya engel olamaz. Ebussuûd Efendinin Tefsirinde bu husus pek güzel şekilde ifade edile rek şöyle denmiştir: ”Ameller tıpkı yükselme vasıtaları olan basamaklar gibi dir. Amelden yoksun söz, yağsız çorba, yağmursuz bulut ve kirişi olmayan yay gibidir. ”Yerfe'uh", onu kabul eder demektir." İbn Atıyye de şöyle demiştir: ”En çok tercih edilen söz budur. Bu şeref bu şekilde amele tahsis edilmiş olmaktadır. Çünkü amelde zorluk ve külfet vardır." Kötülükleri tuzak yapanlara gelince hileleri yüzünden onlar için dünya ve âhirette çetin bir azap vardır. Bu azabın sınırı belli olma dığı gibi azap esnasında onların daha önce nasıl tuzak kurduklarına da bakıl maz. Burada, güzel sözün ve iyi amelin durumu açıklandıktan sonra kötü sö zün, kötü amelin ve bunların sahiplerinin durumu ortaya konmaktadır. Söz konusu tuzaklar da Kureyş halkının Dâru'n-Nedve'de Hazret-i Peygamber ile ilgili kurdukları tuzaklar olup bunlar da hapsetmek, öldürmek ve sürgün etmekten ibaret üç şeyden birini ona reva görmeleridir. Nitekim Allahü teâlâ Enfal Sûresi'nde onların bu kararına işaretle şöyle buyurmuştur: ”Hatırla ki, kâfirler seni tutup bağlamaları, veya öldürmeleri yahut seni (yurdundan) çı karmaları için sana tuzak kuruyorlardı." (Enfal: 30) Ve onların yani Allah Rasûlüne tuzak kurmak isteyen bozguncuların tuzağı Allah'ın onlara tuzak hazırlamasının karşısında bozulur, yok olur. Allahü teâlâ bu kimseleri, tuzaklarını yok ettikten sonra mahvetmiştir. Nitekim onları Mekke'den çıkararak hayatlarına son vermiş ve Bedir savaşın da öldürülmüşler, böylece Hazret-i Peygamber hakkında kurdukları üç tuzaktan birini aleyhlerine çevirmiştir. ”De ki,; Herkes kendi mizaç ve meşrebine göre iş yapar..." (İsrâ: 84) 11Allah sizi Hazret-i Âdem’in yaratılmasına bağlı olarak ilkin toprak tan, ki, bu ifade yeniden dirilmenin ve mahşerde toplanmanın doğruluğuna işaret eden başka bir delildir. Sonra meniden yarattı. ”Meni"; omurga kemikleri ile göğüs arasından çıkan -az olsun, çok olsun- arı bir sudur. Yani daha sonra sizi meniden yarattı. İnsanlığın atası olan Hazret-i Âdem’i topraktan, sonra onun bir nesli olarak üreme ve doğum yoluyla sizi de meniden varetti. Sonra sizi çiftler erkek, dişi ya da sınıflar; kırmızı, beyaz ve siyah tenli kıldı. Katâde şöyle demiştir: ”Birbirinize eş kıldı." Bir dişinin gebe kalması ve doğum yapması hep O'nun bilgisiyledir, dilemesine bağlıdır. Yani O, gebe kalanın gebe kalması ve doğum yapa nın doğumu yapması ile ilgili her şeyi bilir. Bununla birlikte gebe kalınan ve doğum yapılan yeri, günlerini, saatlerini, bebeğin düşük mü, sağlıklı mı, erkek mi, kız mı olduğunu vb. durumları bilir. Birinin ömrünün uzatılması da, ömründen azaltılması da mutlaka bir kitapta Levh-i Mahfuz'da veya Allah'ın bilgisinde ya da her insanın amel defterinde yazılı bulunmaktadır. Ömür; bedenin hayatla mamur olma müddetine verilen addır. Uzun ömürlü birinin ömrünün kısalması mümkün değildir. Bu, dinleyenin anlayışına güvenerek ifadede gösterilen bir müsamahadan ibarettir. Âyetin manası, hiçbir kimsenin ömrü kısaltılmaz ki, kitapta olmasın, demektir. Ancak bunun manası hiçbirinin ömrü uzun iken kısaltılmaz anlamında değil, aksine ömrü baştan kısa kılınmaz ki, kitapta olmasın, anlamındadır. Şüphesiz bunlar sözkonusu yaratma ve ardından ifade edilenler, akıllara durgunluk vermekle birlikte Allah'a kolaydır. Çünkü Allah vasıtalara muhtaç değildir. Öldükten sonra yeniden diriltmek de böyle kolaydır. Bil ki, âyet-i kerimede iki ömüre göre artma ve azalma, öğrendiğin anlamdadır. Çoğu kelâmcıların ve hatta âlimlerin çoğunun (cumhurun) görüşüne göre ömür, yani bir şahsın ömrü ne artar, ne de azalır. Denmiştir ki, bu alandaki artma ve azalma, Levh-i Mahfuz'da tespit edilen çeşitli sebepleredir. Faraza falan şahıs hacca giderse ömrü 60 yıl, değilse 40 yıl şeklinde yazılma sı gibi. Aynı şekilde sadaka verir ya da akrabayı ziyaret eder, sila-i rahim yaparsa ömrü 80 yıl, değilse 50 yıl gibi. Nitekim hadis-i şerif buna işaret etmiştir: ”Sadaka ve akrabayı görüp gözetme, ülkeleri imar eder ve ömrü artırır." Öte yandan dendiğine göre ömrün azaltılmasından maksat, kişinin öm rünün geçmesi ve dolayısıyla kısalmasıdır. Nitekim amel defterine, ömrü şu kadar ve bu kadar yıldır diye kaydedilir. Ardından bunun altına, bir gün geçti, iki gün geçti diye yazılır. Nihayet kişi ömrünün sonuna gelir. İbn Abbas da şöyle demiştir: ”Allahü teâlâ her insana bir ömür biçmiştir. Nihayet o, bu ömrün sonuna ulaşır. Üzerinden gece ve gündüz geçtikçe buna paralel olarak ömrü de azalır." Ve yine denmiştir ki,; ömrün azalması, Allahü teâlâ'nın rızasının dışında tüketilmesidir. 12İki deniz birbirine eşit olmaz. ”Bahr" (deniz); çok su ihtiva eden geniş bir yerdir. Geniş bir bilgiye sahip olan, ilimde otoriter olan kişi için de ”bahr" (derya) adı verilir. Kamus isimli sözlükte ise bu kelime şöyle tarif edilmektedir: Bahr, tatlı olsun, tuzlu olsun çok su demektir. Bazıları ise şöyle demişlerdir: ”Deniz, aslında tatlı su için değil, tuzlu su için kullanılır. Allahü teâlâ'nın ”İki deniz birbirine eşit olmaz" buyruğunda tatlı su, tuzu da ihtiva ettiği için deniz diye adlandırılmıştır. Nitekim güneş ve ay için ”iki ay" dendiği gibi. Şu deniz çok tatlı ve hoş, susuzluğu giderici, içimi kolaydır. Şu da çok acı ve tuzludur boğazı yakar. Haridetu'l-Acâib isimli eserde şöyle geçmektedir: ”Deniz suyunun çok tuzlu olmasının, tatlılmaya ve kolay içilmeye müsait olmamasının hikmeti: Zamanla denizin bozulmaması ve bu bozulma yüzünden arzın zarar görmemesidir. Şayet deniz tatlı olsaydı aynı sonuç ortaya çıkardı. İnsanın, yere, gö ğe, âleme ve renklere baktığı gözünü düşünmez misin? Nitekim göz yuvarlağı göz yaşlarına batırılmış haldedir. Gözyaşı da tuzlu sudan ibarettir. Demek ki, göz yuvarlağı ancak tuzlu su ile korunmaktadır. Bu sebeple gözyaşı tuzlu ol muştur." Tatlı ve büyük nehirlere gelince, onlar sürekli aktıklarından tadları ve kokuları değişmez. Bu değişme, ancak bir yerde durmasından kaynaklanır. Ey insanlar! Tadları farklı bu iki denizin herbirinden taze et balık yersiniz ve özellikle tuzlu olanından takmakta olduğunuz hanımlarını zın takındığı süs eşyası inci ve mercan çıkarırsınız. Burada balık, ko lay bozulduğu için taze diye nitelenmiştir. Bu yüzden balık, vakit geçirilme den taze olarak yenir. Yine burada, hanımlar erkekler için süslendiklerinden söz konusu süs eşyası erkeklerin imiş gibi takma işi onlara isnad edilmiştir. (Allah'ın) lütfundan (nasibinizi) arayıp bu lütuftan dolayı şükretmeniz ve Allah'ın nimetlerini bilmeniz, dolayısıyla hakkını yerine getirmeniz. için gemilerin denizi yarıp gittiğini görürsün. Bu ifadede ”görürsün" hitabı tekil ve fakat bundan önceki hitaplar ise çoğuldur. Çünkü burada ki, hitap, sadece denizlerden istifade edenlere değil, aynı zamanda bu durumu görenlere de aittir. Öte yandan Bahru'l-Ulûm'da şöyle geçmektedir: ”Allah'ın lütfunu ara maktan kasıt ticarettir. Çünkü ticaret, rızkın artmasının ve fazlalaşmasının en büyük vasıtasıdır." Bil ki, Allahü teâlâ bu âyeti; gücünü göstermek, nimetlerini ortaya koy mak üzere dile gerilmiş, mü'min ve kâfir için tatlı deniz ile tuzlu denizi örnek göstermiştir. Bu iki deniz birbirine eşit değildir. 13Allah, gecenin bir bölümünü gündüze ilâve ederek geceyi gün düze katar, böylece ilkbahar ve yaz mevsimlerinde olduğu gibi, gece kısalırken gündüz uzar. Sonbahar ve kış mevsimlerinde görüldüğü gibi, gündüzün bir bölümünü geceye ilâve ederek gündüzü de geceye katar; güneşle ayı ise buyruğu altına alınıştır. Güneş ve ayın buyruk altına alınmasının anla mı, onları insanlar için faydalı hale getirmek demektir. Çünkü insanlar güneş le ayın hareketleri sayesinde yılların sayısını ve hesabı bilmektedirler. Gece nin gündüze, gündüzün de geceye katılmasının hikmeti de yine bu sayede öğ renilmektedir. Nitekim güneş ve ayın hareketleriyle vakitler değişmekte, pek çok faydanın ve önemli durumların bağlı olduğu dört mevsim ortaya çıkmak tadır. Güneş ve ayın herbiri yılın gün sayısına göre kendine mahsus gün lük belirli ve zorunlu hareketine uygun olarak devamlı bir şekilde belirtil miş muayyen bir süreye kadar akıp gider. Bu süre Allahü teâlâ'nın gü neş ve ayın hareketi için takdir ettiği süredir ve kıyamet günü ile son bulur. O zaman bunların dönüşü durur. İşte bu eşsiz yapıyı ortaya çıkaran ve şanı yüce olan Rabbiniz Allah'tır. Mülk O'nundur. Yani ilâhlık, Rab olma, göklerde ve yerde bulunan şeylere sahip olma gibi vasıfları kendinde toplayandır. Öyleyse O'nu tanıyın, birleyin ve buyruğuna boyun eğin. O'nu ve kentlisine ibadet etmeyi bırakıp da taptıklarınız ise bir çekirdek zarına bile sahip değillerdir. Yani size çekirdek zarı kadar fayda vermeye güçleri yoktur. ”Kıîmîr"; tıpkı öıtü gibi çekirdeği kaplayan ince be yaz bir zardır. Bu azlığa, küçüklüğe ve basitliğe gösterilen bir örnektir. ”Nakîr" çekirdeğin üzerinde bulunan oyuk, ”fetîl" bükülmüş ip şeklindeki çe kirdek filizi de aynen böyle bir örnektir. 14Eğer onları yani putları yardım etmek ve zararı gidermek için çağırsanız, çağrınızı işitmezler. Çünkü onlar cansızdır. Cansız olan bir şeyin, işitme kabiliyeti yoktur. Faraza işitmiş olsalar bile size cevap vermez ler. Çünkü onların dili yoktur. Ya da faydadan bütünüyle âciz kaldıkları için arzunuza cevap veremezler. Şüphesiz kendine faydası dokunamayanın başkasına faydası nasıl dokunur? Kıyamet günü de sizin onları Allah'a ortak koşmanızı ve kendilerine ibadet ettiğinizi ”Siz bize tapmıyordunuz..." (Yûnus: 28) sözleriyle bile bile inkâr ederler. Onlar, cahillikten ve aptallıktan dolayı putlara idrak kabiliyeti atfettiklerinden burada o putlara, insanlara isnad edilen işitme ve cevap verme isnad edilmiştir. Ayrıca âyette. Allah'tan başka tapılan cinler, insanlar ve putlar da kastedilmiş, böylece putlar, diğerlerine dahil edilmiş olabilir. Ey Rasûlüm Muhammed! Bu gerçeği sana, (hiç kimse) her şeyden haberdar olan Allah gibi haber veremez. İşlerin gizli taraflarından haberdar olan O'dur; başkaları değildir. Bu âyetle hedeflenen, söz konusu putların durumunu bütün açıklığıyla ortaya koymak ve inkârcıların tanrı kabul ettikleri şeylerin ilâhlıkla ilgileri olmadığını belirtmektir. ez-Zevrakî şöyle demiştir: ”Habîr: işin inceliklerini çok iyi bilen kimse demektir. Ki bu incelikleri, bildirme ve haber verme olmadan başkasının bilmesi mümkün değildir." Gazâlî de şöyle demiştir: ”Habîr: gizli haberler kendisinden uzak olma yan, dünyada ve ruhlar âleminde cereyan eden her şeyi, hareket halinde veya duran her bir zerreyi bilen ve bütün bunlardan haberdar olan kimse demektir." 15Ey insanlar! Siz kendiniz için ve size teklif edilen şeyler için Allah'a çok muhtaçsınız. Gerçekten her varlık, kendisini ilk olarak or taya koymak, yetiştirmek, ikinci olarak da hayatta bırakmak için yaratanına muhtaçtır. Sonra insan, O'nun zâtı, sıfatları ve fiilleri konusunda Allah'ın ke rem ve lütfuna muhtaçtır. Mutlak manada zengin ve övülmeye lâyık olan bütün varlıklara ni met veren ve nihayet bu nimet ve lütfuna karşılık o varlıklardan hamdi hakeden ancak O'dur. Herkes O'na muhtaçtır. Çünkü hiç kimse kendi başına işini göremez, ancak yardımcılarla görebilir. Allah ise yardımcılara, diğer şeylere muhtaç değildir. Allah, ihtiyaç hissetmeyen zengindir. 16Allah dilerse sizi yeryüzünden yok eder tıpkı varetmeye ve hayatta bırakmaya gücü yettiği gibi ve yerinize yeniden başkalarını ya ratır. Onlar sizin gibi olmazlar, bilakis itaati sürdürürler. Yeniden varedilen, kendileri gibi insan olur, ya da bilmediğiniz başka bir âlem yaratır. O takdirde varedilen kendi cinslerinden olmaz. Burada her iki durumda amaçlanan, unutkanlığa kapılmış insanlara olan öfkeyi ortaya koymak, aşırılıklarından ve günahlarından dolayı onları azarlamaktır. - 17Bu, yani onları yok edip başkalarını yaratma Allah'a zor değil dir. Aksine O'na kolay ve basittir. Çünkü O'nun gücü her şeye yeterlidir. Bu sebeple herhangi bir şeye, ”ol" deyince, o şey duraksamadan ve direnmeden hemen oluverir. Şüphesiz Allah, geçmiş milletleri helak etmiş ve yerlerine başkalarını getirmiştir. Buna göre akıllı ve mükellef olan kişinin Allah'a kulluk etmesi, O'na karşı gelmekten sakınması, rızasına muhalif bir şeye cüret etmekten uzak dur ması ve cansız varlıklardan daha fena bir duruma gelmemesi gerekir. Çünkü en şerefli varlık insandır. 18Kıyamet günü hiçbir günahkâr başkasının günahını çekmez. Aksine herkes kazanmış olduğu günahını çeker. Dünyada ise böyle değildir. Burada zorbalar dosta karşı dostu, komşuya karşılık komşuyu hesaba çeker ler. Allahü teâlâ'nın: ”Elbette onlar kendi yüklerini, kendi yükleriyle birlikte başkalarının yüklerini de yükleneceklerdir." (Ankebût: 13) buyruğuna gelin ce, bunun anlamı şudur: Onlar kendi sapıklıklarının günahları yanında saptır dıktan kişilerin de günahlarını yüklenirler. Bunların her ikisi onların günahla rıdır. Burada başkalarına ait günahlardan hiçbiri yoktur. Nitekim onların: ”Bizim yolumuza uyun, sizin günahlarınızı biz yüklenelim..." (Ankebût: 12) şeklindeki sözlerine karşılık Allahü teâlâ'nın: ”...Halbuki onların hiçbir günahını yüklenecek değillerdir." (Ankebût: 12) buyruğu ile kendilerini nasıl yalanladığını görmez misin? Buradan, kıyamet günü mazlumların günahlarının zalimlere nasıl yükletildiği öğrenilmektedir. Her ne kadar görünürde zulme uğrayanın yükünün hafifletilmesi hasıl oluyorsa da aslında yüklenilen şey, zulmün cezasıdır. Söz konusu işi, ancak başkasıyla bağlantılı olan günahta cereyan eder. Yükü günahları kendine ağır gelen kimse -ki, yük, burada günah anlamındadır. Nitekim günah, kıyamet günü sahibine ağır geleceği ve dünya da sevaptan geri bıraktığı için ”yük" olarak adlandırılmıştır.- Onu üzerin de bulunan günahların bir kısmını taşımak üzere (birini) çağırsa, çağrıyı yaptığı kişi babası, annesi, çocuğu, kardeşi vb. yakını dahi olsa yükünden ona bir şey yüklenmez. Çünkü o gün, onların herbirinin, başından aşacak işi ve kendisini âciz bırakacak yükü vardır. Bu mesaj Allahü teâlâ'nın, ancak günahı bizzat işleyeni hesaba çekeceğini ve akrabadan imdat dilemenin takva sahibi kişilerin dışındaki kimselere fayda vermeyeceğini göstermektedir. İbn Abbas'ın şöyle dediği nakledilmiştir: ”Baba ve anne evlâtları ile karşılaşır ve ona şöyle derler: 'Yavrum! Bazı günahlarımı üstlen.' Evlât da: 'Buna gücüm yok; üzerimde bulunanlar bana yeter' der. Aynı şekilde adam hanımına yapışır ve ona: 'Dünyada ben senin beyindim' der ve onu iyice överek kendisine şunu söyler: 'Senin iyiliklerinin zerre miktarına muhtacım. Belki onun sayesinde gördüğün şu halden kurtulurum.' Bunun üzerine hanımı: 'İstediğin şey ne kadar basit! Fakat buna gücüm yok, çünkü senin korktuğun gibi ben de korkuyorum' der." Ey Rasûlüm Muhammed! Sen bu uyarınla ancak ilâhî azabı ve ahiretin durumlarını görmeden ya da insanlardan uzak başbaşa kalınca Rablerinden korkanları ve namazı dosdoğru kılanları yani namazı gerektiği gibi kılan ve onu dikilen bir minare, göndere çekilen bir bayrak gibi yapanları uyarırsın. Âyetin anlamı şöyle olmaktadır: ”Sen, her ne kadar bütün insanların uyarıcısı isen de senin uyarın ve dikkat çekişin ancak kavminden böyle kimselere fayda sağlar. Fakat bunların dışındaki azgınlara ve fesat ehline fayda vermez." Âyet-i kerimede öncelikle korku ve namaz üzerinde durulmuştur. Çünkü korku ve namaz, açık ve gizli güzel amellerin esasıdır. Namaz dinin direği, korku ise sağlam inancın sembolüdür. Hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur: "Gerçekten kişi ile şirk ve küfür arasında sadece namazı terketmek vardır." Kim bu uyarıların etkisinde kalarak günahların kirlerinden temizlenir ve itaat ederek halini düzeltir se o, kendi yararına temizlenmiş olur. Çünkü bunun faydası ona aittir. Tıpkı günahlarla kirlenenin kendi zararına kirlendiği gibi. Tek ve toplu olarak dönüş Allah'adır, başkasına değildir. Temizlenmelerinden dolayı onları en güzel şekilde mükâfatlandırır. 19Körle, gören bîr değildir. Bu ifade kâfir ve mü'min için bir benzetmedir. Şüphesiz mü'min, kurtuluş yolunu görüp o yola giren kimsedir. Kâfir ise böyle değildir. Körle, gören belli duyu açısından bir olmadıkları gibi aynı şekilde kâfirle mü'min iç idrak açısından da bir değildir. Kör, gözden; kâfir de basiretten mahrumdur. Aksine kâfir, hakkı idrak eden körden daha kötü bir durumdadır. Nitekim görme duyusu, bütün canlılar arasında müşterek bir duyu olduğu için pek dikkate alınmaz. 20Karanlıklarla aydınlık da. Bu, batıl ve hak için bir benzetmedir. Kâfir; küfür, şirk, cehalet, isyan ve batıl karanlığı içinde bulunmaktadır. Sağını, solunu görmez ve felâketlerden hiçbir şekilde kurtulması beklenmez. Mü'min ise tevhid, ihlâs, ilim ve itaat aydınlığı ve nuru içindedir. Nereye giderse elinde mumlar ve kandiller vardır. Batılın birden çok ve hakkın bir olmasından dolayı âyette karanlıklar çoğul, aydınlık ise tekil olarak getirilmiştir. Buna göre hak tektir ve o da tevhid inancıdır. Bu inanca sahip olan, sadece Allahü teâlâ'ya kulluk eder. Fakat batıl yollar çoktur. Bu yolda olanların kimi yıldızlara, kimi ateşe, kimi putlara, kimi de başka şeylere tapar. 21Gölge ve sıcaklık da böyledir. Bu ifade ise cennet - cehennem, mükâfat - ceza, rahatlık - zorluk için bir benzetmedir. ”Harûr": aslında geceleyin, bazen de gündüzün olan sıcak rüzgârdır. Yani gölgede gönlün rahat etmesi, sıcaklıkta zorluk ve gam bulunması açısından gölge ile sıcaklık bir olmadığı gibi mü'min için olan ve içinde gölge, rahatlık bulunan cennetle, kâfir için olan ve içinde aşırı sıcaklık bulunan cehennem aynı değildir. 22Dirilerle ölüler de bir değildir. Bu da, müminler ve kâfirler için daha belirgin bir benzetmedir. Bu sebeple ”bir değildir" ifadesi tekrarlanmış, iki grup arasındaki farkı ortaya koymak üzere ”dirilerle ölüler" şeklinde çoğul ifadeler tercih edilmiştir."Diri", hissetme gücü bulunan kişi, ”ölü" de bu gücü yok olan kişidir. Buradaki benzetme yönü şudur: Mü'min, hayatından yararlanan kimsedir. Çünkü onun dışı zikir, içi de fikirdir. Kâfir ise tam tersine dışı atıl, içi de batıldır. Cahil kimse elbisesine bakıp gururlanmasın Çünkü kendisi ölü, elbisesi de kefendir. Bu sebeple asıl hayat, ruhların ve kalplerin hayatıdır. Bu hayat, hikmet ve marifetle sağlanır. Bunlarsız bedenlerin hayatının bir kıymeti yoktur. Çünkü böyle bir hayatta hayvanlarla müştereklik vardır. Şüphesiz Allah, işittirmeyi ve uyarında yararlanmasını dilediğine sözünü anlayacak ve öğüt alacak şekilde işittirir. Elbette sen kabirlerdekilere işittiremezsin. Bu ifade ile, küfürde ısrarlı olan kişiler ölülere benzetilmiş ve Hazret-i Peygamberin bu kişilerin iman etmelerinden tamamıyla ümidi kestirilmiştir. Allahü teâlâ kalbini mühürlediği kişileri, cevap vermeye güçleri yetmemesi konusunda ölülere benzetmiştir. Kabirlerde bulunanlar işitip cevap vermedikleri gibi, aynı şekilde kâfirler de işitmezler ve hakkı kabul etmezler. 23Sen sadece cehennem ve ceza ile bir uyarıcısın. İşittirmek ise elbette senin görevlerinden değildir. Ölüler gibi olanların kalplerinin mühürlenmesinde senin elinde bir şey yoktur. Allahü teâlâ'nın: ”Şüphesiz Allah, dilediğine işittirir." (Fâtır: 22) sözü yanında, ”Sen sevdiğini hidayete erdiremezsin; bilakis Allah dilediğine hidayet verir." (Kasas: 56) sözü ile yine Onun; ”...Bu işte senin yapacağın bir şey yoktur..." (Âl-i İmran: 128) ifadesi ve diğer bazı ilahî mesajlar, ilâhlık makamını peygamberlik makamından ayırmaya yöneliktir. Böylece bu iki makam, ümmete karışık gelmesin ve dolayısıyla Allah yolundan, daha önceki bazı ümmetlerin sapmış oldukları gibi sapmasınlar. Nitekim önceki ümmetlere mensup bazı kimseler, ”Uzeyr Allah'ın oğludur" derken bazıları da, ”Mesih Allah'ın oğludur" demişlerdir. Söz konusu ilâhlık makamının peygamberlik makamından ayrılması, Allahü teâlâ'nın bu ümmete olan sonsuz rahmetinin ve üstün tevfikinin bir sonucudur. Şayet sen; ”Hazret-i Peygamber Bedir savaşında kâfirlere ait cesetlerin kuyuya atılmasını emretmiş, ardından onlara adlarıyla seslenerek şöyle buyurmuştur: 'Rabbinizin size vaadettiğini gerçekten buldunuz mu? Şüphesiz ben, Rabbimin bana vaadettiğini gerçekten buldum.' Bunun üzerine Hazret-i Ömer: 'Ey Allah’ın rasûlü! Ruhları olmayan bu cesetlerle nasıl konuşuyorsun?' deyince Allah Rasûlü: 'Siz, benim söylediğimi onlardan daha fazla işitemezsiniz. Fakat onlar sadece cevap veremezler' buyurmuştur. Bu olay, Hazret-i Peygamber’in kuyuda bulunan ve ölü vaziyette olanlara işittirdiğini gerektirmektedir. Aksi halde bu sözün bir anlamı kalmaz" dersen şöyle cevap veririm: ”Allahü teâlâ söz konusu kuyuda bulunanları azarlamak, tahkir etmek, ceza ve pişmanlık vermek için Allah Rasûlu nün sözlerini işitmek üzere onları o zaman diriltmiştir. Yoksa ölü ölüdür, dolayısıyla bir şeyi işitmesi bahis konusu değildir. 24Biz seni hak ile yani hak din olan İslâm ile ya da Kur'an'la müminleri cennetle müjdeleyici ve kâfirleri cehennemle uyarıcı olarak gönderdik. Her ümmet ve her asırda yaşayanlar içinde de onları uyaran mutlaka bir uyarıcı bulunagelmiştir. Âyet-i kerimede uyarı ifadesiyle yetinilmiştir. Çünkü peygamberin gönderilmesinde hedeflenen en önemli husus budur. Keşfu'l-Esrâr'da şöyle geçmektedir: ”Âyet, hiçbir zamanın ilâhî mesajdan yoksun kalmadığını göstermektedir. İlk insan Hazret-i Adem (aleyhisselâm)'dır ve evlâtlarına peygamber olarak gönderilmiştir. Daha sonra hiçbir dönem Allah'tan tebliğde bulunan bir peygamberden, ya da tebliğde onun yerine geçen bir nebiden uzak kalmamıştır. Nitekim Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur: ”insan, kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanıyor?" (Kıyamet: 36) Yani kendisine emredilmez ve yasaklanmaz halde mi? Şayet bu âyetle; Allahü teâlâ'nın: ”O kitap sana, ataları uyarılmamış, bu yüzden kendileri de gaflet içinde kalmış bir toplumu uyarman için indirilmiştir." (Yasin: 6) sözünün arası nasıl bulunuyor? denilirse şöyle derim: Bir önceki âyetin anlamı şudur: 'Geçmiş her ümmete, inkârlarından dolayı kendilerini uyaran ve imanlarından dolayı müjdeleyen bir peygamber gönderilmiştir. Seni peygamber olarak gönderdiğim ümmetin müstesna.' Nitekim Allahü teâlâ'nın: ”Senden önce onlara bir (peygamber) uyarıcı göndermemiştik." (Sebe': 44) ifadesiyle ”Ataları uyarılmamış bir toplumu uyarman için" (Yasin: 6) ifadesi bu durumu vurgulamaktadır. Denmiştir ki,: Köklerini kazıyan bir azapla helak olmuş her ümmetin helaki, ancak kendilerini uyarmak ve dikkatlerini çekmek üzere peygamber gönderilmesiyle aleyhlerine delilin sabit olmasından sonra olmuştur. Bu ikinci görüş, söz konusu âyetlerin arasının bulunmasına daha uygun düşmektedir. 25Eğer seni yalancı sayıyorlarsa bil ki, onlardan öncekiler, peygamberlerine karşı gelen ümmetler de yalanlamışlardı. Oysa peygamberleri onlara davalarının doğruluğunu ve peygamberliklerinin gerçek olduğunu vurgulayan apaçık âyetler, mucizeler; Hazret-i Şît, Hazret-i İdris ve Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)’in sahifeleri gibi sahifeler ve Tevrat, İncil ve Zebur gibi ihtiyaç duyulan hükümleri, delilleri, öğütleri, örnekleri, vaadleri, tehditleri vs. açıklayan ve hakkı ortaya koyan nurlu kitap getirmişlerdi. 26Sonra Ben, inkârda sebat edip buna devam eden kâfirleri türlü azaplarla yakaladım. Beni inkâr (edişin sonu), ceza land irişim ve alt üst edişim nasıl oldu? 27Ey Rasûlüm Muhammed! Ya da bu hitaba lâyık olan kişi! Allah'ın gücü ve hikmeti sayesinde gökten veya buluttan su yağmur indirdiğini görmedin, bilmedin mi? Şüphesiz bu durumu bildin. Biz onunla o su ile renkleri farklı meyveler çıkardık. yani nar, elma, incir, üzüm vs. cinsleri farklı veya türleri farklıdır ki, bunların her birinin çeşitli türleri vardır. Nitekim üzümün elliden fazla türü olduğu gibi hurmanın da yüzden fazla türü vardır. Ya da sanlık, kırmızılık, yeşillik, beyazlık, siyahlık vs. durumları farklıdır. Âyette ilâhî güç ve hikmetin kemalini bildiren eşsiz sanatın yer aldığı söz konusu meyveleri çıkarma fiiline önem verildiğini ortaya koymak için üçüncü şahıstan birinci şahsa geçiş yapılarak ”Diz çıkardık," buyrulmuştur. ”Ben" yerine ”biz" ifadesine dönüş de ibarede önemli bir vurgulamadır. Dağlarda beyaz, kırmızı değişik renklerde ve simsiyah yollar (yaptık.) ”Cuded": gerek dağda ve gerekse başka yerde olsun, farklı renge sahip olan yol anlamındaki cudde kelimesinin çoğuludur. Yani dağlarda, rengi dağ renginden farklı birtakım yollar ve patikalar vardır. Bundan, dağların değişik renklere sahip olduğu neticesi çıkmaktadır. Söz konusu beyaz ve kırmızı yolların değişik renklerde olması, koyuluk ve açıklıktadır. Hac yolunda ve benzer vesilelerle Arap diyarlarının dağlarını gören, bu değişiklikleri müşahede edebilir. Ayette ”simsiyah" sözcüğü ”değişik renkler" ifadesinden sonra getirilmiştir. Çünkü simsiyah ifadesinden, bu renkte koyuluk ve açıklık gibi bir farklılığın bulunmadığı anlaşılmaktadır. Âyet-i kerime ile hedeflenen, ya meyve renklerinin farklı oluşu gibi, dağ yollarının renklerinin farklı olduğunu ortaya koymak, -ki, uzaktan dağ yollarının bir kısmını beyaz, bir kısmını kırmızı, bir kısmını da siyah olarak görürsün.- Ya da bizzat dağların renklerinin değişik olduğunu belirtmektir. Bunların her biri eşsiz gücü gösteren bir simgedir. 28İnsanlardan, at, katır ve merkep gibi hayvanlardan ve deve, inek, koyun ve keçi gibi davarlardan da yine böyle meyve ve dağların farklı olduğu gibi türlü renklerde olanlar vardır. Tıpkı beyaz, kızıl ve siyah olduğu gibi. Kulları içinde ancak âlimler, Allah'tan (gereğince) korkarlar. Bu bölüm, Allahü teâlâ'nın: ”...Sen ancak görmeden Rablerinden korkanları ve namazı dosdoğru kılanları uyarırsın..." (Fâtır: 18) ayetini tamamlamaktadır. Allahü teâlâ, insanların mertebelerinin ve seviyelerinin farklı olduğunu beyan ettikten sonra onlardan kimin Ondan korktuğunu tayin etmiştir. Yani görmeden Allah'tan ancak Onun, üstün sıfatlarını ve güzel işlerini bilenler hakkıyla korkarlar. Çünkü korkunun dayanağı, korkulan şeyi tanımak ve durumunu bilmektir. Bu sebeple Allahü teâlâ'yı daha çok tanıyan Ondan daha çok korkar. Nitekim Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: ”Allah'a arıdolsun ki, ben, Allah'tan en çok korkanınız ve O'ndan en çok sakınamzım." (7) Bu sebeple Allah, sonsuz gücünü gösteren işlerini dile getirdikten sonra Hazret-i Peygamberin, Rablerinden korkanları uyarmasını istemiş, inkarcıları -ki, onlar söz konusu ilimden uzaktırlar- uyarmaktan geri durmuştur. 7- Bu, Buhari ve Müslim’in zühd ve yalnızlığa çekilmek isteyen üç şahısla ilgili kıssa hakkındaki uzun bir hadisten bir bölümdür. Bkz. el-Fethu'l-Kebîr, 1/250. Şüphesiz Allah güçlüdür, korkanları çok bağışlayıcıdır. Bu mesaj, Allahü teâlâ'nın sapıklığında ısrarlı olanı cezalandırdığını ve günahlarından tevbe edeni bağışlayacağını vurgulamakta ve böylece O'ndan korkmanın sebebini belirtmektedir. Böyle bir niteliğe sahip olandan korkmak, gerekir. Buna göre müminin, insanların Allah'tan en çok korkan biri oluncaya kadar ilim tahsil etmesi için çalışması gerekir. Çünkü insanın ilmi arttıkça Allah'tan korkusu da artar. 29Allah'ın kitabını okuyanlar, yani Kur'an okumaya devam edenler ve içindekilerle amel edenler ki, amelsiz okumanın faydası yoktur, namazı adabına ve şartlarına riayet ederek kılanlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan hayır sahalarında gizli ve açık nasıl rastlarsa o şekilde sarfedenler, ki, burada infakta bulunan kişinin her zaman ve her durumda Allah yolunda vermesine teşvik vardır, asla zarara uğramayacak bir ticaret, itaatle mükâfat elde etmeyi umabilirler. Yani bu ticaret asla kesada uğramayacak ve zararla son bulmayacaktır. Bu ticaretin bu şekilde dile getirilmesi, kazanç ve zarar üzerinde kurulu bulunan diğer ticaretler gibi olmadığını vurgulamak içindir. Çünkü bu, fâni olanın karşılığında bakî olanı satın almaktır. En cömert olan Allah'tan umduklarının haber verilmesi ise, amellerine ulaşacaklarına dair kesin bir vaadden ibarettir. 30Çünkü Allah onların amellerine ve samimiyetlerine göre Kur'an okumak, namaz kılmak ve Allah için vermek gibi amellerinin mükâfatlarını tam öder ve lütfundan kereminden ve rahmet hazinelerinden, amelleri esnasında hatırlarına gelmeyecek derecede dilediği kadar onlara fazlasını da verir. Oysa onlar bunu hak etmemişlerdir. Doğrusu bu, sadece bir lütuf ve ikramdır. Allahü teâlâ yine lütfü sayesinde kıyamet günü onlara şefaat yetkisi verir ve böylece onlar, yakınlarından ve diğerlerinden cehennemlik olanlara şefaat ederler. Çünkü O, kusurlarını bağışlayandır, şükrün karşılığını bol bol verendir. Yani onları itaatlerinden dolayı mükâfatlandıran ve amellerinin karşılıklarını lütfedendir. 31Kitaptan, Kuran'dan sana vahyettiğimiz, öncekileri doğrulayıcı inanç ve temel hükümler konusunda, daha önce peygamberlere indirilen semavî kitaplara uygun olarak gelen gerçektir. Onda yalan ve şüphe yoktur. Allah, kullarından haberdardır, görendir. Yani işlerinin gizli ve açık taraflarını ihata edendir. Bu ebeple senin durumlarında peygamberliğe ters düşen bir şey olsaydı diğer semavî kitaplara hükmeden ve sayesinde bunların doğru oldukları bilinen bu gerçek mucize sana vahyedilmezdi. 32Sonra yani sana vahyedilmesinin, ya da öncekilere ait kitapların ardından kitabı, kullarımız arasından seçtiklerimize miras verdik. Büyüklüğümüz sayesinde ona malik kıldık ve bu Kur'an'ı tam bir lütuf olarak verdik. Gerçekten Allahü teâlâ bu seçkin kullarını diğer ümmetlere tercih etmiştir. Nitekim O, bu ümmetin peygamberini diğer peygamberlere tercih ettiği gibi kitapları Kur'an'ı da diğer kitaplara tercih etmiştir. Söz konusu zümreye bırakılan bu miras, sadece Kur'an'ı bütünüyle ezberleyenleri kapsamaz, aksine ondan bir bölüm ezberleyeni de içine alır. Allahü teâlâ'nın buyurmuş olduğu gibi burada vârisler üç sınıftır: Onlardan yani seçtiğimiz kullardan kimi kitaba göre amel etmede kendine zulmeder, ki, onun durumu Allah'a kalmıştır. Allah, ona ya azap eder, ya da tevbesini kabul eder. Nitekim Kurana gerektiği gibi özen göstermek ona varis olmanın bir zarureti değildir. Bununla ilgili olarak âyet-i kerimede şöyle buyurulmuştur: ”Onların arasından da şu değersiz dünya malım alıp, 'Nasıl bağışlanacağız' diyerek kitaba vâris olan birtakım kötü kimseler geldi" (Araf: 169) Zulümle nitelenmekten uzak olmak, âyetteki söz konusu tercih için bir zaruret değildir. Bil ki, zulüm üç kısımdır: 1- İnsanla Allah arasında cereyan eden zulüm. Bu zulmün en büyüğü inkâr, şirk ve iki yüzlülüktür. 2- İnsanla diğer insanlar arasında cereyan eden zulüm. 3- Kendisiyle nefsi arasında olan zulüm. el-Müfredât'da yer aldığına göre âyet-i kerimede kastedilen sonuncu zulüm şeklidir. Bazıları da şöyle demişlerdir: ”Allahü teâlâ, fasıkların çokluğundan, bir de zulmün cehalet ve yaratılış icabı boş arzulara meyletme anlamına geldiğinden dolayı zalimi önce zikretmiştir." Ebu'l-Leys ise şu hususu dile getirmiştir: ”Ayette zalimin öne alınması ve hayır için yarışanın sonraya bırakılmasının sebebi, yarışan kendini beğenmesin, zalim de Allah'ın rahmetinden ümidini kesmesin diyedir." Kimi orta yolu izler, çoğu kez kitaba göre hareket eder. Bununla birlikte bazı şeyleri birbirine karıştırdığı da olur. Kimi de kendi başına değil Allah'ın izniyle O'nun kolaylaştırması, başarı lütfetmesi ve hayır yapmaya imkân vermesiyle hayırlar, iyi ameller sayesinde öne geçmek için yarışır. Allah'ın sevabını, cennetini ve rahmetini elde etmeye çalışır. Cafer es-Sadık (radıyallahü anh)'ın şöyle dediği nakledilmiştir: ”Allahü teâlâ, kendisine ancak kerem sıfatı sayesinde yaklaşıldığını ve bu yaklaşma ile ilgili tercihte zulmün etkili olmadığını bildirmek üzere, önce zalimleri zikretmiş ve ardından orta yolu izleyenleri dile getirmiştir. Çünkü onlar, korku ve ümit arasındadırlar. Sonunda da O'nun hilesinden hiç kimsenin emin olmaması için, öne geçmek üzere yarışanları zikretmiştir. Bunların hepsi kelime-i şehadetin hürmetine cennettedirler." Rivayet edildiğine göre Hazret-i Ömer minberden, ”Allah Rasûlü şöyle dedi, demiştir: One geçmek için yarışanımız öndedir; orta yolu izleyenimiz kurtulmuştur ve zalimimiz de bağışlanmıştır. ”(8) 8- Hadisi el-Ukaylî, İbn Merdeveyh ve Beyhakî tahrîc etmiştir. Bkz. ed-Dürru'l-Mensûr. 5/252, Öte yandan Ebu Bekir b. Verrak şöyle demiştir: ”Allah onları insanların makamlarına göre bu şekilde sıralamaya tabi tutmuştur. Çünkü kulun halleri üçtür: Günah, ardından tevbe, ardından da yakınlıktır. Buna göre kul, günah işlediği zaman zalimler sınıfına girer. Tevbe ettiği zaman da orta yolu izleyenlerden olur. Tevbesi sahih, ibadet ve gayreti çok olduğu zaman ise yarışanlar zümresine girer. İşte bu, hayırlar sayesinde yarışma, Allahü teâlâ'dan olan büyük lütuftur. Buna ancak O'nun tevfîki ile ulaşılır. Ya da hu miras bırakma ve seçme işi bir fazilettir. Çünkü Kuran, ilâhî kitapların en üstünüdür. Merhamet edilen bu ümmet, de geçmiş bütün ümmetlerden daha faziletlidir. 33Bunlar, Adn Cennetlerine girerler. Orası bunlar için ikamet yeridir. Oradan ayrılmak da söz konusu değildir. Bu mesajda, yarışanlar dile getirilmiş, diğer iki gruptan söz edilmemiştir. Yine bu ifade, onların kesin olarak cennete girmekten mahrum olduklarını göstermiyor ise de burada, kusurlu davranışlarından dolayı bir uyarı ve yarışanların durumuna gelmek için gayret sarfetmeye teşvik vardır. Ebu'l-Leys şöyle demiştir: ”Bir önceki âyetle bu âyetin tefsirinde, sözkonusu üç sınıfın hepsinin de mü'min olduğuna dair bir işaret vardır. Bu âyetin evveli şöyledir: ”Sonra kitabı... miras verdik" Allahü teâlâ bu ifadesinde üç gruba kitabı verdiğini bildirmiştir. Ardından gelen âyet ise şöyledir: ”Bunlar Adn Cennetlerine girerler." Allahü teâlâ burada, o iki grubun Adn Cennetlerine gireceklerini belirtmemiştir." Orada o cennetlerde erkekleri olsun, kadınları olsun altın bilezikler ve incilerle süslenirler. Yani bazı altın bilezikler takınırlar. Denmiştir ki,: ”Onlar için altın ve gümüşün her ikisi de bir araya getirilir." Bu izah daha güzeldir. Ya da bazıları altın bilezikler -ki, bunlar Allah'a çok yakın kullardır- bazıları da gümüş bilezikler takınırlar. Bunlar da iyi kimselerdir. Ve yine onlar inci işlemeli altınla ve inci berraklığında altın takınırlar. Nitekim incinin ipe dizilme yolunun dışında aynı inciden bilezikler olduğu bilinen bir şey değildir. Bahru'l-ulûm'da şöyle geçmektedir: ”Onlar, altın bilezikler ve inci bilezikler olmak üzere iki cins bilezik takınırlar. Bunu sağlamak Allah için kolay bir şeydir. Nice ahiret işi dünya işlerine uymaz. Bu iş de onlardan biridir." Orada elbiseleri de ipektir. Fakat dünya ipeği gibi değildir. Dünyada isminin dışında aynısının bulunması mümkün değildir. 34Cennete girme anında Rablerinin kendilerine olan lütfundan dolayı O'na hamd ederek şöyle derler: Cennete girmemizle 'Bizden tasayı gideren Allah'a hamd olsun. Bütün kemal sıfatlar, gücü tam olan Mevlâ'ya aittir. ”Hazen" ve ”hüzn" aynı anlamda olup yerin sertliği ve gamdan dolayı insanın içindeki sertlik demektir, Zıddı ferah, sevinç demektir. Hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur: ”Lâ ilahe illallah diyenler için ne kalplerinde, ne yeniden dirilmelerinde, ne de mahşerde toplanmalarında bir ürkme yoktur. Sanki ben, kabirlerinden çıkıp yüzlerindeki toprağı silen ve: ”Bizden tasayı gideren Allah'a hamdolsun" diyen Lâ ilahe illallah (kelime-i tevhidin) ehli ile birlikteyim." (9) 9- Hadisi Taberânî, İbn Ömer'den merfû olarak tahrîc etmiş, İbn Ebî Hatim de onu: ”Kabirlerinde ve yeniden dirilmeleri anında onlar için bir ürkeklik yoktur" ifadesiyle rivayet etmiştir. Bkz. Muhtasarı Tefsiri İbn Kesir, 3/149. Doğrusu kötülük etmemizle birlikte bize iyilikte bulunan Rabbimiz günahkârları çok bağışlayan, geçmiş günahları bütünüyle örten, itaat edenlere de şükrün karşılığını verendir. Onların mükâfatım bol bol verir. Allah'tan olan şükür, mükâfatlandırmak ve uygun karşılık vermektir. 35Bizi lütfuyla gerçek ikamet evine (cennete) ki, oradan başka tarafa gitmek yoktur. Oraya yerleşen, oradan ayrılmak istemez ve ondan böyle bir şey de talep edilmez. Yerleştiren O'dur. Onu bu lütuf ve ikrama mecbur eden amellerimizden bir şey de yoktur. Şüphesiz iyilikler yine O'nun bir ihsanıdır, görevi değildir. Şu halde cennete girmek lütuf ve rahmet sayesinde olmakta, derecelerin dağıtımı ise ameller ve iyilikler dikkate alınarak yapılmaktadır. Artık orada yani ikamet evinde bize hiçbir zaman, dünyada olduğu gibi ne bir bedeni yorgunluk ve ağrı dokunacak ne de orada bize bir usanç, gevşeklik gelecektir.' Çünkü orada görev icra etmek ve çabalamak yoktur. Âyetteki ”nasab" ile ”lüğûb" arasındaki fark şudur: Nasab, meşakkat ve külfetin bizzat kendisidir. Lüg üb ise meşakkat ve külfetten dolayı organlarda meydana gelen yorgunluk ve gevşekliktir. Ebû Havyan, Lügûb, bedendeki yorgunluktan meydana gelir, demiştir. Şu beyit buna uygun düşmektedir: O öyle yücedir ki, onun sahasına hiçbir hüzün inemez. Ona bir taş dokunsiı bile o taş sevinç duyar. 36Allahü teâlâ'nın varlığını, ya da birliğini bile bile inkâr edenlere de günahların en büyüğü ve çirkinliklerin çirkini olan inkârlarına karşılık bilinen ateşe benzemeyen cehennem ateşi vardır. Ölümlerine hükmedilmez ki, ölsünler ve azaptan kurtulsunlar. Cehennem azabı da bir an bile onlara hafifletilmez. Aksine ateşi yavaşladıkça alevi artırılır. İşte Biz, küfürde ya da nankörlükte ileri giden her inkarcıyı böyle feci bir ceza ile cezalandırırız. Bundan daha hafif ve daha az bir ceza olmaz. 37Onlar yani inkarcılar orada: 'Rabbimiz! Bizi ateşten çıkar ve onun azabından kurtararak dünyaya geri gönder, yaptığımızdan başka iyi amel yapalım' inkâr yerine iman ve isyan yerine itaat edelim, diye feryad ederler. Gerçekten amellerin kabul edilmesi, imana bağlıdır. İnkarcılar ise daha önce yaptıklarını iyi amel sandıklarını hissettirerek iyi ameli, ”yaptığımızdan başka" diye kayda bağlamışlardır. Şu anda aksi ortaya çıkmıştır. Çünkü amelleri, boş arzular, istekler ve doğrulara muhalif olmaktan ibaretti. (Onlara:) 'Size düşünecek kimsenin düşünebileceği, öğüt alabileceği kadar bir ömür vermedik mi? Bu ifade, Allahü teâlâ'nın dileklerine karşılık bir cevabı ve onlara olan bir ihtarıdır. Yani size düşünecek kimsenin düşüneceği kadar bir mühlet ve bir ömür, ya da bir zaman vermedik mi? Düşünecek kimsenin düşüneceği kadar bir süre demek; düşünen kimsenin, o süre içerisinde durumunu düşünme ve eksik de olsa halini düzeltme imkânına sahip olması demektir. Hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur: ”Allahü teâlâ, ömrünü altmış yaşına kadar uzattığı bir kişinin özrünü kaldırmış, özür dilemeye gerek bırakmamıştır." (10) Altmış yaşının tayin edilmesinin sırrı herhalde Hazret-i Peygamber’in söylediği şu söze dayanmaktadır: ”Ümmetimin yaşı altmışla yetmiş arasıdır. Bu yaşı aşanlar ise azdır." Size uyarıcı da gelmişti. Buradaki uyarıcıdan maksat, Hazret-i Peygamberdir -ki, çoğu müfessirlerin görüşü de budur- ya da ona verilen Kur’an’dır. Öyleyse tadın (azabı), zalimlerin inkâr ve şirkten dolayı kendilerinden azabı kaldıracak bir yardımcısı yoktur' (denir.) Burada, onların dünyada uykuda olduklarına ve bu yüzden acı tatmadıklarına; öldükten ve yeniden dirildikten sonra tam olarak ayılarak azabı tadacaklarına işaret edilmektedir. 38Allah, göklerin ve yerin gaybını kulların bilmedikleri, farkında olamadıkları bütün şeyleri bilendir. Hal böyle iken insanların durumlarından nasıl olur da habersiz kalır? Doğrusu O, Allahü teâlâ kalplerde olanları çok, iyi bilir. 39Sizi yeryüzünde halifeler yapan size orada tasarruf yetkisini veren, hakimiyet lütfeden ve yeryüzündeki faydalı şeyleri mubah kılan, ya da kendisine tevhid ve itaatle şükretmeniz için sizi daha önceki ümmetlerin yerine geçiren ve onların ellerinde bulunan dünya mallarına varis kılan O'dur. Sizden kim kendisini halife tayin edenin emrine muhalefet etmek, hükümlerine boyun eğmemek ve kendi arzularına tabi olmak suretiyle halifelik nimetini inkâr ederse inkârı yani nankörlüğünün vebali ve günahı kendi aleyhinedir başkasına geçmez. Allah'ın rahmetinden kovulur, cezasını çeker. İnkarcıların inkârı Rableri katında yalnız (kendilerine olan) gazabı artırır. İnkarcıların inkârı ziyandan başka bîr şey artırmaz. Ayetteki tekrar, hem ifadeyi pekiştirmekte, hem de inkârın başlı başına korkunç ve çirkin bu iki zararın her birine sebep olduğuna dikkat çekmektedir. Yine âyetteki ”maki" (gazap) ve ”hasar" (ziyan) kelimeleri, tazim için nekre olarak gelmiştir. Yani insanı oldukça gözden düşüren ve küçülten büyük bir gazap ve bütünüyle kötülük ve helake sevkeden büyük bir ziyan demektir. 40Onları susturmak için de ki,: 'Allah'ı ve O'na kulluk etmeyi bırakıp da taptığınız tanrılarınıza ve putlarınıza hiç baktınız mı? Burada ”tanrılarınız" ifadesiyle tanrılar onlara nispet edilmiş ve ”benim ortaklarım" diye buyrulmamıştır. Çünkü onlar doğrudan putları Allah'a ortak koşmuşlar ve O'nun hiçbir ilgisi olmaksızın böyle bir ortaklık iddiasında bulunmuşlardır. Haydi gösterin haber verin bana! Nitekim görme, bakma ve bilgi, haberlerin kaynağıdır. Bu sebeple Allah haber vernie yerine gösterme sözcüğünü kullanmış ve tıpkı şöyle buyurulmuştur: ”Tanrılarınızdan bana haber verin ve gösterin bakalım!" Onlar yerden hangi şeyi yani Allah'ın müdahalesi olmadan tek başlarına, yeryüzünün bölümlerinden hangi bölümü yarattılar? Bu sorudan maksat böyle bir yaratmalım olmadığını ortaya, koymaktır. Yoksa onların, göklerin yaratılmasında Allah ile ortaklıkları mı var? Ki bu sayede, ilâhlıkta doğrudan bir ortaklık hak etsinler. Yahut Biz onlara yani o tanrılara kendilerini ortaklar edindiğimizi ifade eden bir kitap verdik de onların ortaklığına dair ondaki açık bir delile mi dayanıyorlar? Allahü teâlâ söz konusu ortaklık için dayanak sayılabilecek çeşitli, delilleri boşa çıkardıktan sonra onları bu anlayışa sevkeden durumu belirtmeye yönelerek şöyle buyurmuştur: Hayır, o zalimler birbirlerine aldatmaktan, aslı olmayan batıldan başka bîr şey vaadetmiyorlar. Bu vaad de onların, ”Bunlar Allah katında bizim şefaatçilerimizdir" sözlerinden ibarettir. Bu söz, sırf bir aldatmacadır ve bu sayede onların görüşlerinin basitliği ortaya çıkmaktadır. Ayrıca bu ifade onlara dumurlarının, işlerinin kötü olduğunu ve akılsızlıklarını bildirmektedir. Bu sonuç, onların Allah'tan yüz çevirmelerinden ve O'ndan başkasına yönelmelerinden kaynaklanmaktadır. Bu sebeple akıllı kişi, tevhid çınlayışını düzeltmeli, sağlamlaştırmak ve Allah'tan başka hiçbir yaratıcı tanımamalıdır. 41Şüphesiz Allah, gücü sayesinde gökleri ve yeri, nizamları bozulmasın yerlerinden yok olmasınlar dîye tutuyor, koruyor. Andolsıın ki, onların nizamı bir bozulursa yani kıyamet günü olacağı gibi göklerin ve yerin düzeni bir bozulur, yerlerinden ve merkezlerinden bir aynlırlarsa, kendisinden, Allahü teâlâ'nın tutmasından sonra hiç kimse onları tutama yerlerine getiremez. Şüphesiz O, halimdir. Kâfirlerin suçlarının gerektirdiği cezayı vermede aceleci değildir, çünkü şirk sözünün vahametinden dolayı göklerin ve yerin yıkılır seviyeye gelmelerine rağmen onları yerinde tutmuştur. İnkarcılıktan dönen kimseleri de çok bağışlayıcıdır. ”Halîm"; öfke karşısında kendini frenlemektir. Yani Allahü teâlâ kullarına hilim sahibinin kötü olan kimseye davrandığı gibi davranır. İmam Gazali (Allah ona rahmet etsin) şöyle demiştir: ”Halîm; isyankârların isyanını müşahade eden ve emre muhalefeti gören, buna rağmen öfkenin hoplatmadığı, gazabın hemen harekete geçirmediği ve sonsuz bir gücü olmasıyla birlikte bu halin, kendisini çarçabuk intikam almaya sevketmediği kimsedir." 42Mekkeli müşrikler bütün güçleriyle Allah'a and içerek ki, cahiliye halkı atalarına, putlarına vs. ye and içerlerdi. Fakat kesinkes, bütün güçleriyle yemin edince Allah'a yemin ederlerdi. Nitekim en-Nâbiğa bir beytinde bu hususu şöyle ifade etmiştir: Yemin ettim, sende bir şüphe bırakmadım, Kişinin Allah'tan başka bir isteği yoktur. Yani Allahü teâlâ hedeflerin en yücesi olduğu gibi O'na yemin etmek de yeminlerin en büyüğüdür. Rivayet edildiğine göre Hazret-i Peygamber’in gönderilmesinden önce ehl-i kitabın kendi peygamberini yalancı saydıkları, Kureyş halkına ulaşmış ve bunun üzerine şöyle demişlerdir: ”Allah, Yahudi ve Hristiyanlara lanet etsin. Onlara peygamberler gelmiş, fakat onlar o peygamberleri yalancı saymışlardır." Bunun üzerine Kureyş halkı yemin ederek kendilerine Kureyş halkına bir uyarıcı peygamber gelirse, herhangi bir ümmetten Yahudiler, Hristiyanlar ve diğerlerinin her birinden daha çok doğru yolda daha itaatli ve dinî açıdan daha istikametli olacaklarına dair yemin etmişlerdi. Fakat kendilerine uyarıcı herkesten daha üstün, nebilerin ve peygamberlerin en şereflisi gelince bu, uyarıcı ya da onun gelişi, nefretlerinden hak ve hidayetten uzaklaşmalarından başka bir şeyi artırmadı. 43Çünkü onlar yeryüzünde büyüklük taslamak yani Allah'a karşı gelmek, O'na iman etmeye tenezzül etmemek ve kötü tuzak kurmak (isliyorlar.) Bahru'l-Ulûm'da şöyle denmiştir: ”Istikbâr", lâfız ve mana yönü itibariyle tıpkı ”isti'zâm" ve ”tcazzum" gibi ”tekebbür" (büyüklük taslama) anlamındadır." Bazı büyükler şöyle demişlerdir: ”Allahü teâlâ seni topraktan yaratmıştır. Dolayısıyla anne gibi olan yere karşı taşkınlık etmek sana yakışmaz." Mehr (tuzak) ise, başkasını bir hile ile hedefinden saptırmaktır. İki kısımdır: Övülen tuzak: Sayesinde güzel bir işin hedeflendiği tuzaktır ki, Allahü teâlâ'nın: ”Allah, tuzak kuranların en iyisidir." (Enfal: 30) sözü buna örnektir. Yerilen tuzak: Sayesinde kötü bir işin hedeflendiği tuzaktır. Söz konusu âyet, bununla ilgilidir ve bu yüzden tuzak, kötü olarak tanımlanmıştır. Buna göre mana şöyledir: ”Bu durum, onların sadece Hazret-i Peygamber'e engel olma, hatta onu öldürme ve yok etme ile ilgili kötü tuzaklarını artırmıştır." Halbuki kötü tuzak ancak sahibini, tuzak kuram kıskaca alır. Nitekim Bedir savaşında onları kıskaca almıştır. Rivayete göre seleften bazıları şöyle demişlerdir: ”Tuzak kurmayın, tuzak kurana da yardım etmeyin. Şüphesiz Allah şöyle buyurur: ”Kötü tuzak, ancak sahibini kıskaca alır." (Fâtır: 43) Taşkınlık etmeyin ve taşkınlık edene yardımcı olmayın. Şüphesiz Allah şöyle buyurur: ” ...Taşkınlığınız ancak kendi aleyhinizedir..." (Yûnus: 23) Hazret-i Peygamber’in: ”Zalim olsun, mazlum olsun kardeşine yardım et." sözüne gelince, zalime yardım etme açısından bunun manası, kalbine vesvese veren İblis'e karşı ona yardım etmen ve zulüm konusunda şeytanın ona verdiği vesveseyi gidermek için destek sağlamalıdır. Tuzak kurmak ve aldatmak, iyi mü'minlerin ahlâkından değil, kâfirlerin ahlâkmdandır. Atasözlerinden birisi de şudur: ”Kim kardeşine kuyu kazarsa o kuyuya kendisi düşer." Kötülük, ancak kötülerin başına gelir. Onlar öncekilere uygulanan yasadan yani Allah'ın geçmiş ümmetlerin inkarcılarına ve tuzak kuranlarına azap etmek suretiyle uyguladığı yasasından başkasını mı bekliyorlar? Allah'ın yasasında azap yerine rahmet ve mağfireti koymak suretiyle ne bir değişme bulursun, ne de Allah'ın yasasında inkarcıların yerine, başkalarına azap etmek suretiyle bir sapma bulursun. 44Onlar, kendilerinden öncekilerin sonunun nasıl olduğunu görmek, geçmiş azgın ümmetlerin diyarlarının kalıntılarını müşahade etmek için yeryüzünde hiç gezip dolaşmadılar mı? Yani Mekkeli müşrikler evlerinde oturup yeryüzünde gezmediler ve ticaret için Şam ve Yemen tarafına hiç gitmediler mi? Nitekim onlar, peygamberlerini yalanlayınca yok olup gitmişlerdir. Halbuki onlar, yani Âd, Semûd ve Sebe' gibi kavimler, bunlardan daha güçlü idiler ve ömürleri daha uzundu. Ama kendilerine ne uzun ömürleri fayda verdi, ne de çok güçlü oluşları yarar sağladı. Ne göklerde ve ne de yerde bulunan insanlar ve diğer varlıklardan Allah'ı âciz bırakacak bir şey yoktur. Böyle bir şeyin olması hiçbir yönden mümkün değildir. Şüphesiz O, evrende bulunan ve var olacak olan her şeyi çok iyi bilir ve çok güçlüdür. Bu sebeple onların bütün kötü amellerini bilmiş ve o amellerine karşılık kendilerine gereken cezayı vermiştir. Öncekileri cezalandırmaya gücü yetenin, bunları da, amelleri öncekilerin amelleri gibi olunca cezalandırmaya gücü yeter. Bu âyet, inkarcıların ibret alması için Allahü teâlâ'dan onlara olan bir öğüttür. Bil ki, Allahü teâlâ kullarına mühlet vermiş ve onları ansızın yakalayıp halletmemiştir. Böyle yapmakla onların, Allah'a mağfiret ve ihsanın, yakalayıp intikam almaktan daha sevimli olduğunu görmeleri; şefkatini, iyiliğini, cömertliğini ve rahmetinin gazabından daha ön plânda olduğunu bilmeleri amaçlanmıştır. Yine kullar, ihsanla adaleti, lütufla kahrı, cemal sıfatı ile celâl sıfatını tanımadıkları zaman Allahü teâlâ onları dünya ve ahirette çeşitli sıkıntı ve azaplara maruz bırakır. Sıkıntı ve azap, mü'min hakkında bir arındırma, kâfir hakkında ise sırf bir cezadan ibarettir. Çünkü kâfir, arındırılacak kişilerden değildir. Zira temizleme ve arındırma, ancak inkârın dışındaki günahların kiri için etkili olur. Allahü teâlâ bizi ve sizi gazabına, azabına ve cezasına sebep olan şeylerden korusun! 45Eğer Allah, bütün insanları yaptıklarına, kazandıkları günahlara karşılık hemen sorguya çekseydi, yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı. Buradaki canlıdan maksat, insanlardır. Çünkü yaptıklarının karşılığını görecek olan mükellefler onlardır. Nitekim âyetin devamı bu durumu kuvvetlendirmektedir. Veya insanlarla birlikte diğer canlılar da kastedilmiştir. Şüphesiz mükelleflere ait günahların uğursuzluğu yerdeki hayvanlara ve havadaki kuşlara kıtlık vs. sayesinde etki eder. Nitekim Allahü teâlâ Nuh (aleyhisselâm) zamanında gemide bulunanların dışındaki bütün hayvanları yok etmiştir. Buna, müşriklerin uğursuzluğu neden olmuş, böyle bir felâket onların yüzünden meydana gelmiştir. Bazı âlimler şöyle demişlerdir: ”Bunun anlamı, hayvan insanın günahı yüzünden cezalandırılır demek değildir. Fakat hayvan insan için var edilmiştir. Böyle olunca o, kimin için yaratılmış ise onun yok edilmesinden sonra hayatta bırakılmasının bir anlamı yoktur." Ama onları Allah için belli bir süreye, kıyamet gününe kadar erteler. Süreleri gelince (gereğini yapar). Şüphesiz Allah kullarını görmektedir. İşte o zaman kullarına amellerine göre muamele eder. İyiliğe mükâfat, kötülüğe de ceza verir. Âyet-i kerimede Allahü teâlâ'nın hilim (cezalandırmada acele etmeme) sıfatı dile getirilmekte ve kullar hi lim sahibi olmaya yönlendirilmektedir. Şüphesiz hilim, âfetlerin örtüsü, ahlâkın da yemeklere tad veren tuzu hükmündedir. Bu sebeple irilim gerekli ve fakat yerinde olmalıdır. Nitekim bir beyitte şöyle denilmiş: Görüyorum ki, hilim bazı yerlerde zillettir. Bazı yerlerde de sahibini efendi yapan izzettir. Allahü teâlâ'dan, basiretimizi açıp manevî âleme yönlendirmesini, Halım adıyla bize iyi davranmasını, sonumuzu hayırlı yapmasını ve bizi, Allah'a selim bir kalp ile gelenlerden kılmasını dileriz. Allahü teâlâ'nın yardımıyla Fatır Sûresinin tefsiri son bulmuştur. |
﴾ 0 ﴿