10De ki: Ey kavmim! 'Bana haber veriniz; şayet bu bana vahyedilen Kur'an gerçekten Allah katındansa sizin iddia ettiğiniz gibi sihir veya uydurma değilse... Keşfu'l-Esrar'da denildiğine göre: ”Buradaki şayet anlamındaki 'in' şüphe ifadesi için değildir. Şuayb (aleyhisselâm)in kendisine; 'Seni ve seninle beraber inananları memleketimizden çıkaracağız,' demelerine karşılık; 'Şayet biz istemesek de mi?' (Araf: 88) demesi de böyledir. Buradaki, 'şayet' anlamındaki 'lev' de şüphe için değildir. Cümle içerisinde bir bağlama edatıdır." Ve siz onu inkâr ediyorsanız Allah'ın hâline ve kendilerine gelen Tevrat sebebiyle vahyin sırlarına vakıf olan İsrâiloğullarından şanı yüce bir şahit, onun Tevrat'taki mevcut mânâları içeren Kuranın bir benzerine... Bunlar, Tevrat'taki, Kur'an'a uygun olan; tek Allah inancı, cennet vaadi, cehennem tehdidi ve benzeri şeylerdir. Bu konular Tevrat'ta aynen Kurandaki gibidir. Nitekim Allah (celle celalühü): ”O şüphesiz daha öncekilerin kitaplarında da vardır. ” (Şuarâ: 196) buyurmuştur. Buradaki ”benzer" diye tercüme ettiğimiz, ”misi" kelimesinin, sıla olduğunu söyleyenler de vardır. O zaman anlam: ”Bir şahit onun Allah katından olduğuna şahitlik etti," şeklinde olur. Şahitlik edip iman etmiş olduğu halde ”iman etti" kelimesinin başındaki ”fâ" harfi, İsrâiloğullarından olan şahidin, Kur'an'a imâna koştuğuna işaret etmektedir. Âyetin anlamı şu şekilde birleştirilir: Kur'an'ın, Hakk'ı haber veren vahiy olduğu, beşer kelâmı olmadığı bilinince siz kibirinize yediremiyorsanız... Âyette, şartın cevabı düşmüştür. Âyetin anlamı şu şekildedir: ”Bana haber veriniz! Eğer o, Allah katındansa, buna İsrâiloğullarının en bilgini şahitlik etmiş ve tereddüt etmeden inanmışsa, buna rağmen siz iman etmeyip kibirlilik gösterirseniz, sizden daha sapık kim olabilir?" Şu âyet-i kerime, bu anlayışa işaret etmektedir: ”De ki: Haber veriniz. Eğer O (Kur'an) Allah tarafından ise ve siz de onu inkâr ederseniz, o zaman (haktan) uzak bir ayrığı lığa düşenden daha sapık kim olabilir?" (Fussilet: 52) Şüphesiz Allah gerçekleri kabul ve teslim edeceği yerde, inkâr eden zalimler topluluğunu hidayete erdirmez.' Onların zalimlikle nitelenmesi, hükmün gerekçesine işaret etmesi içindir. Allah'ın onları hidayete erdirmemesi, açık delillere rağmen onların inat etmeleri ve zulümleri sebebiyledir. Bu ifade, onlar için hiçbir mazeretin söz konusu olmadığına işaret etmektedir. Çünkü bir iddianın doğruluğuna şahit bulunduğu zaman, husûmet son bulur, dava sonuçlanır. Âyette adı geçen şahit, Abdullah b. Selâm'dır. Yahudilerden Tevrat'ı en iyi bilendi. Asıl adı, 'Husayn'dı. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) kendisine Abdullah ismini verdi. Bu zat, Hazret-i Peygamberin Medine'yi teşriflerini duyunca ona geldi, mübarek yüzüne baktı. Onun, bir yalancı yüzü olmadığını anladı. Düşündü ve onun beklenen peygamber olduğuna kanaat getirdi. Efendimize: ”Sana üç şey soracağım, onları ancak bir peygamber bilebilir," dedi ve şunları sordu: 1- Kıyamet alâmetlerinin ilki nedir? 2- Cennet ehli ilk önce hangi yemeği yiyecektir? 3- Çocuk, annesine mi yoksa babasına mı benzer? Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) soruları şöyle cevapladı: - ”Kıyamet alâmetlerinin ilki, insanları, doğudan batıya toplayacak olan bir ateştir. - Cennet ehlinin ilk yiyeceği yemek balık ciğerinin fazla kısmıdır. - Çocuk, eğer erkeğin menisi üstün olursa babaya, kadınınki üstün olursa anneye benzer. ” Abdullah bu cevaplan alınca: ”Şehâdet ederim ki, sen hak peygambersin," dedi. Ayağa kalktı ve ekledi: ”Ey Allah'ın Rasûlü! Şüphesiz Yahudiler iftiracı bir kavimdir. Eğer sen beni onlara sormadan önce benim Müslüman olduğumu duyarlarsa, senin yanında bana iftira edip, kötülerler." Rasûlüllah o zatı bir yere sakladı. Sonra Yahudiler Rasûlüllah'a geldiler. Efendimiz onlara: ”Size göre Abdullah nasıl bir adamdır?" dedi. ”O, en hayırlımızdır ve en hayırlımızın oğludur. Efendimizdir ve efendimizin oğludur. En bilginimizdir ve en bilginimizin oğludur," dediler. Rasûlüllah: ”Eğer Abdullah Müslüman olursa ne dersiniz?" buyurdu. ”Onu böyle bir şey yapmasından Allah'a sığındırırız," dediler. Bunun üzerine Abdullah çıkıp: ”Eşhedü en lâ ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abduhû ve rasûlüh" dedi. Bu sefer Yahudiler: ”En kötümüz ve en kötümüzün oğlu" deyip onu küçümsediler. Abdullah: ”İşte benim korktuğum bu, Yâ Rasûlüllah! Onlardan sakın," dedi. Sa'd b. Ebî Vakkas (radıyallahü anh) şöyle der: ”Ben, Rasûlüllah'ın yer yüzünde hiçbir kimse hakkında 'o cennetliktir' dediğini duymadım. Abdullah b. Selâm bundan istisnadır. ”Bir şahit şahitlik etti," âyeti onun hakkında indi." (1) 1- Hadisi Buhârî ve Müslim, ”Abdullah b. Selâmın faziletleri" babında tahrîc ettiler. Bu eserlerde hadisin başka rivayetleri de vardır. Bunlarda Abdullah b. Selâmla ilgili uzun bir kıssa vardır. Bkz. Camiu'l-Usûl, 9/81. Âyet-i kerime, hem genel hem de özel Allah'ın lütfü bir başarıya işaret etmektedir. Genel başarı Allah'a, Rasûlü'ne ve onun getirdiklerine imana muvaffak olmak, özel başarı da meşru olan bilgi ile amel etmeye muvaffak olmaktır. O ilim, Allah'ın seni öğrenmeye teşvik ettiği ilimdir. Amel, ister farz olsun ister nafile olsun eşittir. Amelin, mücâhedenin ve riyâzâtm hedefi kalbi temizlemek, ilâhî ahlâkla ahiâklanmak ve ilmin zevkine ulaşmaktır. İnkâr ve kibirlilik, rüsvaylık ve mahrumiyetin aslı olduğu gibi, Allah'a ve peygamberlere iman da asılların aslıdır. İnkarcıların en hafif cezası bereketten mahrumiyettir. Ebû Türâb en-Nahşebî şöyle der: ”Kalp, Allah'tan uzak kalmaya alıştığı zaman ona sertlik arkadaş olur."  | 
	
﴾ 10 ﴿