GÂŞİYE SÛRESİ

Mekke devrinde nazil olmuştur. 26 âyettir.

1

Gâşiyenin haberi sana geldi mi? Yani, ey Muhammed! Gâşiyenin haberi sana geldi.

Ebu'ssuûd rahimeullah der ki: ”Âyet-i kerimede yer alan soru edatı ile bu ifadenin içerisinde yer alan haberler dolayısıyla hayret uyandırmak ve bunlara kulak verilmesi için teşvik amacı güdülmüştür. Yine aynı som ile bu âyetlerde yer alan ifadelerin gerek o anda mevcut olanlar ve gerekse daha sonra dünyaya gelecek kişiler olsunlar insanların dilden dile birbirlerine nakletmelerine ve aklı başında olan kimselerin bunları almak için birbirleriyle yarışmalarına değer sözlerden olduğuna işaret kastedilmiştir."

Âyet metninde yer alan ”el-ğâşiye" kelimesi, olanca şiddetiyle insanları kuşatacak olan büyük bir musibet demektir ki, bu da kıyamettir. Nitekim Yüce Allah Ankebût sûresinde buna şu şekilde işaret buyurur: ”O günde azap onları hem üstlerinden, hem ayaklarının altından saracak..." (Ankebût: 55) el-Gâşiye kelimesiyle aynı kökten olan ğaşiye fiili; örtmek, kaplamak anlamınadır. Arapçada herhangi bir şeyi her tarafından kuşatan ve kaplayan şeye, aynı kökten türeme ” ğâşı' denir.

2

O gün birtakım yüzler zelildir. Yani, bu büyük musibet insanları her taraflarından kuşattığı o gün, birtakım yüzler zelildir. Âyet-i kerimede yer alan ”hâşia" kelimesinin mastarı olan ”huşu", boyun eğmek, mütevazı bir durumda kalmak demektir. Bütün bu kelimelerle insanın başına gelen zillet, rüsvaylık ve değersizlik anlamlan kinaye yoluyla ifade olunmaktadır.

3

Çalışmış (boşuna) yorulmuştur. Âyet-i kerimedeki ”nâsıba" kelimesinin mastarı olan ”nasab", yorgunluk anlamına gelir. ”Nâsıba" ise, yorgun anlamınadır. Buna göre âyet-i kerimenin manası şöyle olur: O gün birtakım yüzler zelildir, yorulup bitkin düşeceği çetin işler yapacaktır. Çünkü bu kimseler dünyada iken Allah rızası için amel yapmayıp böbürlenmişlerdir. Buna ceza olarak Yüce Allah onları çok ağır ve çetin işlerde çalıştıracaktır. Bu işler: ”Sonra da boyu yetmiş arşın olan bir zincirle oraya sokun." (Hakka: 32) âyet-i kerimesinde ifade buyurulduğu üzere zincir çekmek, ağır halkaları taşımak, cehennem ateşine girmek, cehennem ateşinin tepelerine çıkmak ve çukurlarına inmektir.

Âlimlerden birisi der ki: ”Zahiren huşûda bulunmak ve insanın bedenini yorması kişiyi Allah'a yaklaştırmaz. İnsanı ancak Allah korkusuyla içinden duyacak olduğu huşu O'na yaklaştırır. Böyle bir huşu, kişiyi Allah'ın emirlerine karşı her türlü muhalefetten alıkoyar. Ruhbanlar, filozoflar ve kâfir, bidatçı ve sapık olan benzerleri sadece ve sadece soğuk demire çekiç sallamaktadırlar ve nefislerini hevâ ve heveslerinin peşinde koşarak yormaktadırlar."

4

(Bu kimseler) son derece kızgın bir ateşe girerler ve o ateşin elemini tadarlar. Burada yer alan ”hamiye", son derece kızgın anlamınadır. Bu ateş, üç bin sene önce tutuşturulmuş olduğundan kapkara kararmıştır. Sahih hadislerde yer aldığı üzere söz konusu ateş siyah ve kapkara bir ateştir, es-Secâvendî'ye göre ”hamiye" demek, kızgınlığı devam eden demektir. Ona göre bu kelimeyi bu şekilde tefsir etmelidir. Yoksa ateş zaten yakıcı ve kızgın olan nesneden başka bir şey değildir.

5

Susuzluktan ve yanıp tutuştuklarından dolayı uzun bir süreden beri yardım dilemelerinin ardından,

(onlara) son derece sıcak bir kaynaktan içirilir. Bu suyu onlara Yüce Allah ya da O'nun emretmesi üzerine melekler içirirler. Buradaki kaynak son derece kaynar bir su ihtiva eder. Çünkü bu kaynak, cehennem ateşi yaratıldı yaratı lalı bununla kaynatılmaktadır ve o derece kaynar hale gelmiştir ki, bu kaynaktan bir damlası dünyadaki dağlardan herhangi birinin üzerine damlasa o dağı eritirdi. Cehennemliklerin yüzlerine yaklaştırıldığında yüzlerindeki etler dökülecektir ve bunu içtiklerinde bağırsaklarını parçalayacaktır. Nitekim Yüce Allah Rahman sûresinde buna şöyle işaret buyurur: ”Onlar cehennemle kaynar su arasında dolaşır, dururlar." (Rahman: 44) Rahman suresinin bu 44. âyetin metninde yer alan ”ân" kelimesi, kızgınlığı ve harareti son dereceye varan demektir.

6

Onlar için 'dan" dikeninden başka bir yiyecek yoktur. Bu ifade, kâfirlerin cehennemde ne içeceklerinin beyanından sonra yiyeceklerini açıklamaktadır. ”Darî" develerin yemiş olduğu diken anlamınadır. Develer bu dikeni yaş iken yerler. Kuruduğunda ise ondan kaçarlar. Artık diken öldürücü bir zehir haline gelmiştir. Arapların böyle bir dikene ”dan"' diye isim vermeleri, insanın bedenini zayıflatmasından ve cılızlaştırmasından dolayıdır. Arapçada ”daraa'r-racülü" denir ki, mânâsı filanca zayıfladı ve zelil düştü, demektir.

İbn Abbas (radıyallahü anhüma) ise, darî'i şöyle açıklıyor: ”Darî', dikene benzer acı ağaçların öz suyundan daha acı, leşten daha pis kokulu ve ateşten daha yakıcı bir nesnedir."

7

O ise ne semirtir, ne de açlığı giderir. Bu dikenin dünya yiyecekleri gibi insanı şişmanlatmak ve doyurmak özelliği yoktur. Darî' öyle bir nesnedir ki, kâfirler zaruret içinde oldukları için onu yemek mecburiyetinde kalırlar.

Rivayete göre Allahü teâlâ  kâfirlere açlık verecektir. Öyle bir derecede açlık verecektir ki, kâfirler darî'i yeme zorunda kalacaklardır ve bunu yediklerinde de hararetleneceklerdir. Hararetlendikleri için de kızgın kaynaktan içmek zorunda kalacaklardır. İçtikleri bu kızgın su yüzlerini haşlayacak, bağırsaklarını paramparça edecektir.

8

Yüzler vardır o gün güzeldir. Ayın on dördü gibi parlaktır, güzeldir ve gülümsemektedir. Âyette yer alan ”nâime" kelimesini ”güzel" şeklinde tefsir ettiğimiz gibi, ”yüzler vardır o gün nimetlenmektedir," şeklinde anlamak da mümkündür. Yani yüzler vardır o gün cismânî ve ruhanî nimetlerle nimetlenecektir. Bu yüzler mü'minlerin yüzleridir ve bu nimetle kastolunan hakîkî nimettir.

9

Çalıştığından dünyada iken yapmış olduğu amelinden

dolayı amelinin semeresini müşahade ettiği ve güzel akıbetini gördüğü için

hoşnuttur. Bu âyetin başındaki lam harfi çerini, ”ta'lîl" (sebep bildirme lâmı) şeklinde anlamak da mümkündür. Bu taktirde âyetin mânâsı; Allah'a itaat uğrunda çaba sarfettiği için hoşnuttur, amelinin sevabına ve karşılığına razıdır, demek olur. Buradaki çaba ve çalışma mefhumuna nefsi kemale erdirmek için yapılan riyâzâtlar ve her türlü mücadeleler dahildir.

10

Yüksek bir cennettedirler. Onlar yüksek bir mahalde bulunan cennettedirler. Çünkü cennetler yedi semanın üstündedirler. Nitekim cehennemler de yedi yerin altındadırlar. Öte yandan cennetler de kendi içinde derece derecedirler. Bazıları diğerlerinden daha üstündür. Cennetteki bir dereceyle diğerinin arasındaki mesafe, gökyüzü ile yeryüzü arasındaki mesafe kadardır. Dolayısıyla bu yükseklik mekan açısından olmuş olur. Âyetteki bu ”yükseklik" mefhûmu, mekan açısından olabileceği gibi, değer ve şeref açısından yükseklik ve üstünlük de olabilir. Bu taktirde yükseklik cennetteki sunulacak olan nimetlerin mükemmel nimetler olduklarını vurgulamak için getirilmiş olur.

11

Orada, bu yüksek cennette

boş bir söz itibar edilmeyecek değersiz bir söz

işitmezler. Buradaki hitap buna lâyık olan herkesedir. Cennetliklerden itibar edilmeyecek boş bir sözün duyulmamasının sebebi, onların zikir ile ve Hakkın hitabını dinlemekle meşgul olmalarından dolayıdır. İşte bu sebeple sen onların meclislerinde ancak ilâhî marifetleri ve rahmânî hikmetleri duyabilirsin. Aklı başında akıllı kişilerin durumu da zaten budur.

Bir hadis-i şerifte şu ifadeler yer almaktadır: ”Cennetlikler cennette yiyip içerler. Fakat tükürmezler, idrara çıkmazlar, büyük abdest ihtiyacı duymazlar ve burunlarını sümkürmezler. (Bu ifadeleri duyan bazı sahabeler) sorarlar: Pekâlâ yedikleri yiyecekler ne olacaktır? Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: Misk gibi kokan ter olup çıkacaktır. Onlara tıpkı sizlere nefes alıp vermeniz ilham olunduğu gibi Allah'ı tesbih etmeleri ve O'na hamd etmeleri ilham olunacaktır."(1)

Âhiretin bu durumuna karşılık dünyanın ve dünyadaki insanların meclislerine gelince bunlar boş sözlerden hâlî olmazlar. Bu sebeple Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: ”Herhangi bir kimse bir yerde insanlarla birlikte oturur da orada lakırdı çok olursa oradan kalkmadan önce, 'Ya Rabbî! Seni tesbih ederim, Sana hamdederim, Senden başka ilâh olmadığına şahitlik ederim, Senden mağfiret dilerim ve sana tevbe ederim, 'derse o meclisinde söylemiş olduğu sözlerden dolayı bağışlanır." (2) Buradaki bağışlanmak, kişinin o mecliste gıybet gibi insan hakkına taalluk eden herhangi bir günah işlememesi şartıyladır.

12

Orada devamlı akan bir pınar vardır. Kişi akıtmayı istediği zaman akan, suyu kesilmeyen birçok pınarlar vardır. Bunlar sütten daha beyaz, baldan daha tatlıdır. Bu sudan içen kimse, artık sonsuza dek bir daha susamaz ve içenin kalbinden kin, aldatma, haset, düşmanlık ve buğuz gider.

13

Orada üzerine oturacakları

yüksek tahtlar vardır. Uzun bacakları üzerine havada yükseltilmiş tahtlar vardır. Bu tahtların tavanlarının yüksek olmalarından maksat, havada çok yüksek bir yer işgal ettiklerini ifade etmektir. Bir mü'min bu tahtın üzerine oturduğu zaman Rabbinin cennette kendisine vermiş olduğu büyük nimeti ve muazzam mülkü görebilecektir. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: ”Bu tahtların yüksekliği gökyüzü ile yeryüzü arasındaki mesafe gibi olup beş yüz yıllık bir yürüyüş uzaklığındadır." (3) Rivayete göre Allah'ın dostu olan kul, bu tahta oturmaya geldiğinde taht oturması için eğilir, üzerine oturduğunda da yükselir.

14

(Önlerine) konmuş kadehler vardır. Bu kadehlerden içerler. Âyet metninde yer alan ”ekvâb", ibrik gibi kulpu, memesi olmayan kap demektir. Bunu eline alan kimse, istediği tarafını ağzına getirerek içebilir. Bu kadehler onların önlerine konulmuş, hazır edilmiştir. Artık kendileri kadeh getirilmesi için çağrıda bulunmaya muhtaç olmazlar.

15

Sıra sıra dizilmiş yastıklar vardır. Onlar istirahat etmek için bu yastıklara yaslanırlar. Böylesi yastıklar tıpkı ileri gelen insanların evlerinde görüldüğü gibi ardarda dizilmişlerdir. Mü'min cennette oturmayı istediğinde bunlardan birisinin üzerine oturur, ötekine yaslanır ve başuçlarmda yakut ve mercan gibi buluğ çağına yaklaşmış kızlar durur.

16

Bir zînet ve nimet olmak üzere tahtlar üzerine

yayılıp serilmiş son derece güzel ve lüks

halılar vardır. Bu ifade, ünsiyet ve kutsallık halısı üzerinde ruhlarının ne kadar rahat, gönüllerinin ne derece huzurlu ve kalplerinin ne kadar neş’eli olduğunu göstermektedir.

17

Devenin nasıl yaratıldığına, bakmazlar mı? Âyetin başındaki hemze, onların, devenin yaratılışına bakmadıklarını ifade etmek ve onları azarlamak içindir. Buna göre âyet-i kerimenin mânâsı şudur: Onlar, öldükten sonra dirilmeyi ve bunun ardından olacakları inkâr edip bütün bunların Yüce Allah'ın kudretinden meydana gelebileceğini uzak görüyorlar ve gözlerinin önüne dikilen ve her an kullanıp çalıştırdıkları deveye ibret gözüyle bakmazlar mı? Devenin nasıl da eşsiz bir biçimde yaratıldığına bakmıyorlar mı? Cüssesinin azametine, kuvvetinin şiddetine ve sırtına ağır yük vurulduktan sonra ayağa kalkmak, ağır yükleri diyardan diyara götürmek gibi vücudunun hayret uyandırıcı yapısına, açlığa ve susuzluğa dayanma gücüne, hatta en az on gün ve daha fazla susuzluğa dayanabilmesine, aza kanaat edebilmesine, diken, ağaç gibi diğer hayvanların hemen hemen yiyemeyecek oldukları şeylerden ne bulursa onları yiyebilmesine ve bütün bunlarla birlikte yürü deyince yürüyüp, dur deyince durarak, yere çök deyince çöküp, kalk deyince kalkarak insana itaat etmesine, insanın kendisini dilediği şekilde kullanabilmesine büyük küçük herkesin bu hayvanlardan oluşan kervanı çekip götürebilmesine ibret gözüyle bakmazlar mı?

Yüce Allah'ın bu âyet-i kerimede, deveden daha iri yapılı olmasına rağmen fili zikretmemesinin sebebi, filin Arap topraklarında yaşıyor olmaması ve dolayısıyla Arapların bu hayvanı tanımamaları ve normal olarak file yük vurulmaması, sütünün sağılmaması ve deve gibi zararsız olduğundan emin olunmaması sebebiyledir.

Alimlerden birisi der ki: ”Allahü teâlâ  Kur'an-ı Kerim'inde cenneti ve orada verilecek olan yüksek mertebeleri ve boyu şu kadar yükseklikte olacak tahtları zikredince bu âyetleri duyan kişiler: 'Boyumuz kısa olduğuna göre acaba bu tahtlara nasıl çıkıp oturabileceğiz? İnsan bir evin damına bile merdivensiz çıkamadığına göre bu yüksek tahtlara nasıl çıkabilir?' dediler. Müşrikler de bu ifadeler karşısında hayretlerini ifade ettiler. İşte bunun üzerine Yüce Allah, ibret almaları ve Allahü teâlâ 'nın her şeye kadir olduğunu bilmeleri için kendilerine devenin durumunu hatırlattı."

Gece ve gündüz, her an müşahade ettikleri

18

göğün direksiz ve herhangi bir şeye irtibatsız olarak uçsuz ve bucaksız bir şekilde

nasıl yükseltildiğine, yörelerine konakladığınız, suyundan ve ağaçlarından yararlandığınız

19

dağların kolay bir biçimde

nasıl dikildiğine, bakmazlar mı? dağlar o derece sağlam dikilmiş ki, ne sağa sola meylediyor ve ne de sarsılıyorlar.

Ebu'l-Leys bu âyete şöyle mânâ vermiştir: ”Yeryüzünün çakılmış kazıkları olarak dağların nasıl dikildiğine bakmazlar mı?"

20

Yeryüzünün nasıl yayıldığına bir bakmazlar mı? Üzerinde yürüdükleri, gezip dolaştıkları yeryüzünün nasıl yayıldığına ve üzerinde yaşayan mahlûkatın menfaatinin gerektirdiği biçimde suyun yüzünde nasıl yayıldığına bakmazlar mı?

Dünyanın küre biçiminde yuvarlak olmadığı ve düz olduğu yolundaki çıkarılacak kanaate şöyle cevap verilmiştir: Eğer küre son derece büyük olursa bu kürenin her parçası satıh gibi düz olur ve böyle bir satıha ”yayılmak" fiilini kullanmak yanlış olmaz. Küreden küreye fark vardır. Tıpkı güvercin yumurtasıyla deve kuşu yumurtası arasında fark olduğu gibi.

Bu açıklamalara göre âyetin mânâsı şöyle olmaktadır: Öldükten sonra dirilmenin ve mahşere gelmenin gerçek olduğuna delil olan bu yaratıkların nasıl yaratıldıklarına ibret gözüyle bakmaz mısınız? Bu hayvanların yaratılış biçimleri onları yaratanın kudret, kuvvet ve hikmet gibi kemal sıfatlarıyla muttasıl" ve acizlik, zayıflık ve cehalet gibi noksan sıfatlardan münezzeh olduğuna işaret etmektedir. İşte bu yaratıklara ibret gözüyle bakıp da içinde bulundukları inkâr ve kabul etmemetutumlarından dönmezler mi? Senin yapmış olduğun uyarıyı dinleyip imana gelerek ve itaat ederek Yüce Allah'a kavuşmaya hazırlık yapmazlar mı?

Âyet-i kerimede ”deve", ”gökyüzü" ile; ”dağlar"da, ”yeryüzü" ile biramda zikredilmiştir. Çünkü âyet-i kerime, hüküm çıkarma ve delil getirme sadedinde nazil olmuştur. Araplar burada sayılan nesnelerle diğerlerinden daha fazla içice ve yüzyüze bulunuyorlardı. İşte bu sebeple Allahü teâlâ  sözü edilen nesneleri birlikte ve bir arada zikretmiştir.

İmam Gazali rahimehullah der ki: ”Allahü teâlâ  bu âyet-i kerimede deveyi özellikle zikretmiştir. Çünkü deve mânâ itibariyle kendisi ile birlikte zikredilen nesnelerle uyumludur. Yukarıdan gölgeleyen gökyüzü, yüklerle yüklenmiş yeryüzü ve çeşitli ağırlıklar taşıyan dağlar tıpkı üzerlerine yük vurulmuş deve gibidirler. Bulutlar tatlı su yüklüdürler. Develer ise, ağır ağır yükleri taşırken yeryüzü de dağları yüklenmiştir. Bu nesnelerden her biri Onun emrine amadedir. Bu âyetteki kelimelerin sıralanışı ve tertibi ne kadar güzel, ne kadar uyumlu ve düzenlidir. Bu, tıpkı bir cümlede yazı yazan kâtip, kalem, kırtasiye ve mürekkep kelimesinin birarada bulunması gibidir."

21

Sen hatırlat, sadece hatırlatmakla yetin. Onların ibret nazarıyla bakmamaları ve öğüt almamaları ile ilgilenme.

Sen ancak bir hatırlatıcısın. Bu cümle, az önce geçen ”hatırlat" emrinin sebebini ifade etmektedir. Sen ancak bir hatırlatıcısm, yani tebliğ edicisin. Hidayet ve başarıya ulaştırmak sadece Yüce Allah'a aittir.

22

Sen onların üzerinde bir zorba değilsin. Sen onları istediğine icbar edecek bir zorba değilsin. Nitekim Yüce Allah aynı manayı ifade etmek üzere Kaf sûresinde şöyle buyurur: ”Sen onların üzerinde bir zorlayıcı değilsin." (Kaf: 45) Kıraat imamlarının ekserisi bu sûredeki yukarıdaki âyeti ”sâd" harfiyle ”musaytır" şeklinde okumuşlardır. Kelimenin asıl kökü dikkate alınarak ”sın" harfiyle ”musaytır" şeklinde de okunmuştur. Gerek ”sın" ile ve gerekse ”sâd" ile yazılsın ”musaytır" kelimesi, herhangi bir şeyi kontrol etmek, durumunu gözetlemek ve amelini yazmak üzere o şey üzerinde hakimiyet kurmak demektir.

23

Ancak haktan

yüzçevirip, inkâr edene ve inkâr üzere sabit olana ya da inkârını açıkça ortaya koyana veya imandan yüzçevirip Kur'an'ı inkâr edene

24

gelince işte öylesini Allah en büyük azap ile cehennem azabı ile ki, cehennemin azabı şiddetlidir, dibi çok derindir, kamçılan demirdendir. İşte böyle bir azap ile

cezalandırır.

Fethu'r-Rahmân'da şu ifadeler yer almaktadır: ”En büyük azap" cehennem azabıdır, ”en küçüğü" ise kâfirlerin dünyada görmüş oldukları açlık, esir düşme ve katlolunma şeklindeki azaplardır. Bu âyet-i kerime, kâfirlerin en büyük azaptan önce dünyada ve berzah âleminde görecek oldukları azabın, o günkü azabın yanında küçük olduğuna işaret etmektedir. Nitekim Secde süresindeki: ”En büyük azaptan önce, onlara mutlaka en yakın azaptan tattıracağız." (Secde: 21) âyet-i kerimesi de buna işaret etmektedir. Çünkü buradaki ”en yakın azap" tan murat, en küçük azap olan dünya azabıdır, yoksa berzah alemindeki azap değildir. Çünkü Yüce Allah aynı âyet-i kerimede şöyle buyuruyor: ”Olur ki (imana) dönerler." (Secde: 21) Çünkü dönme, berzah âleminde değil, dünya hayatında geçerlidir. Ölümden sonra ise, en büyük azapla kastedilen, ahiret azabıdır. Nitekim: ”O, en büyük ateşe girecektir" (A'lâ: 12) âyet-i kerimesi buna işaret etmektedir.

25

Şüphesiz onların dönüşü sadece Bizedir. Âyet-i kerimede yer alan ”iyâb", dönüş anlamınadır. Buna göre âyetin mânâsı, şüphesiz ölmek ve bundan sonra dirilmek suretiyle onların dönüşleri Bizedir, ne müstakil olarak ve ne de bize ortak olmak suretiyle başkasına değildir. Nitekim Yüce Allah: ”...Dikkat edin, bütün işler sonunda Allah'a döner." (Şûra: 53) buyurmaktadır. Süremizdeki bu âyet-i kerime şiddetli bir korkutma ihtiva etmektedir. Çünkü âsi ve bunda ısrarlı olan kulun son derece gazaplı olan mâlikine dönmesi, son derece zor ve bir o kadar da çetindir.

26

Sonra onların mahşerde

sorguya çekilmesi de sadece Bize aittir. Yoksa Bizden başkasına değildir ve Biz gerek niyetleri ve gerekse amellerine dair bir çekirdek filizi ve zarı kadar bile olsa her şeyden onları hesaba çekeriz.

el-Bakalî (rahimehullah) der ki: ”Yüce Allah tehditten sonra kendisini onların dönüp varacak oldukları yer kılmak ve onları sorguya çekmeyi kendi üstüne almak suretiyle insanlara nasıl da fazilet vermektedir. O halde insanların bu iki faziletle birlikte yaşamaları her iki dünyada da hoş bir hayat sürmeleri ve bu iki hitap ile ferahtan ve sevinçten uçmaları gerekir."

Hazret-i Ömer der ki: ”Hesaba çekilmeden önce kendi kendinizi hesaba çekiniz. Yüce Allah'a en büyük takdim için amellerinizin tartılmasından önce siz onları tartınız. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurur: '(Ey insanlar!) O gün (hesap için Allah'a) arzolunacaksınız. Size ait hiçbir sır gizli kalmaz.' (Hakka: 18) Dünyada iken kendilerini hesaba çeken kimselerin ahirette hesapları hafif olur ve dünyada iken nefislerini tartan kimselerin ahirette terazileri ağır basar."

Hazret-i Ali'nin şöyle söylediği rivayet olunuyor: ”Kaderinde elden kaçırmayacağı bir şeyi elde etmek kişiyi sevindirir, yine kaderinde asla elde edemeyeceği bir şeye ulaşamamak insanı üzer. Dünyada eline geçen şeye sakın çok sevinme. Yine dünyada kaybettiğin şeyin ardından da sakın üzülme. Sevincin yapmış olduğun iyi ameller dolayısıyla, üzüntün de kötü ameller yüzünden olsun. Bütün meşguliyetini ahiretine ve öldükten sonraya çevir."

Şöyle rivayet olmuştur: ”Üç özellik kimde bulunursa imanı kemale ermiştir: Allah uğrunda kimsenin kınamasından korkmamak, yaptığı hiçbir amele riya karıştırmamak ve birisi dünya diğeri ahiretle ilgili iki seçenekle karşılaştığında ahireti dünyaya tercih etmek." İşte akıllı kimseler için en güzel söz ve tebliğ budur.

Allah'ın yardımı ve tevfiki ile Ğâşiye Sûresinin tefsiri sona erdi.

0 ﴿