2

O, insanı bir kan pıhtısından yarattı. Allahü teâlâ 'nın burada diğer mahlukları arasından seçerek özel olarak insanın yaratılmasını zikretmesinin sebebi, insanın yaratılmasının ve biçimlendirilmesinin taşımış olduğu eşsizlik ve mertebesini yüceltmek içindir. Çünkü insan, mahlükatın en şereflisidir.

Âyet metninde yer alan ”alak", ”alaka" nın çoğuludur. ”Alaka" donmuş kanclır,(2) kan akıyorsa o zaman adı ”demim mesfûhun" (akan kan) dır. Yani böyle bir kan, yaş donmuş kandır ve bu kan, üzerinden akmış olduğu zemine yapışır.

2- ”Alaka" ile ilgili geniş bilgi için Bkz. Mü'min: 67, dipnotu: 24.

Allahu Telâlâ'nın burada pıhtılaşmış kanı zikretmesinin sebebi, insanın ilk haliyle son durumu arasındaki açık farkı ortaya koyarak ne kadar kudretli ve kadir olduğunu belirtmek içindir. İnsanın yaratılması, Allah'tan insana gelen nimetlerin ilki ve Allah'ın varlığına, sonsuz kudretine, ilmine ve hikmetine delâlet eden delillerin en sağlamı olunca, Allahü teâlâ, öncelikle zâtını bununla nitelemiştir. Bundan Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Allah'ın kendisini okutabileceği sonucunu çıkarmasını dilemiştir.

İbnü'ş-Şeyh'in Haşiye'sinde denir ki: ”Hakîm olan Allahu teâlâ müşriklere bir peygamber göndermeyi dilediği zaman : 'Eşi ve ortağı olmayan Rabbinin adıyla oku' demiş olsaydı müşriklerin bu sözü kabul etmeleri mümkün olmazdı. Fakat Allahü teâlâ, bu konuda müşrikleri bunu itirafa zorlayacak bir ön giriş yapmıştır. Çünkü peygamberine, onlara kan pıhtısından yaratıldıklarını söylemesini, bunu inkâr edemeyeceklerini ifade etmesini emretmiştir. Sonra peygamberinden müşriklere şöyle söylemesini emretmiştir. Her fiilin mutlaka bir faili vardır. Onların bu yaratma fiilini putlara nispet etmeleri mümkün değildir. Çünkü onlar putları kendi elleriyle yontmuş olduklarını biliyorlar. İşte bu, kademe kademe akıl yürütmeyle onlar övgüye lâyık olanın putları değil, asıl Ben olduğumu kabul edeceklerdir. Çünkü ilâh olmak, yaratmaya bağlıdır. Hiçbir şey yaratamayan, nasıl olur da ibadete lâyık olabilir? Bu met odla ilgili olarak şöyle bir olay nakledilir:

İmam Züfcr'i hocası Ebû Hanife, mezhebini yayması için Basra'ya gönderır. İmam Zül er Basra'ya varır, Ebû Hanife'den söz edecek olur. Kendisine engel olurlar ve dönüp bakmazlar bile. İmam Züfer hocasına geri döner ve olup bitenleri haber verir. Ebû Hanife ona der ki: ”Sen tebliğ metodunu bilmiyorsun. Şimdi Basra'ya geri dön. Herhangi bir meselede onların imamlarının görüşlerini zikret. Sonra bu görüşlerin zayıf yönlerini beyan et. Bundan sonra ise de ki: Bu meselede bir başka görüş daha vardır. Ardından benim görüşümü ve delilimi onlara anlat. Eğer bu görüşüm ve delilim onların aklına yatacak olursa de ki: Bu görüş Ebû Hanife'nin görüşüdür. O zaman göreceksin ki, benim görüşümü hoş karşılayacaklar ve reddetmeyeceklerdir."

2 ﴿