|
6 "Görmedin mi, Rabbin nice yaptı Âd (kavmin) e" Bildin mi, sana haber verilmedi mi ey şanlı Peygamberim? Ki bu azan-azdıran İrem, Âd kavminin batırılmasını sana Biz Azîmüşşan bildirdik. Onlar "zâtül İmâd- direkler sahibi" dirler. İrem Âd'ın adıdır. Kimisi de cennet bahçeleri ve bağlarıdır, derler. Kaabül-Ahbâr der ki: "Evvelki Âd Hûd kavmi değildir. Hûd kavmi de Âd'ın oğularından biridir. Âd'ın iki oğlu vardı. Birisinin ismi (Şeddâd), diğerinin ismi ise (Şedîd) idi. İkisi de padişah oldular. Zorbalıkla bir yeri zaptettiler. Şedîd ölünce Şeddâd zorbalığı südürdü. Bütün diyarlara sahip oldu. Yeryüzünün bütün kralları ona ister-istemez boyun eğdiler. Şeddâd; zorba, kaba ve çok hırslı bir herifti. Kitaplardan hep yükselmeyi, uçmayı araştırır, kafasını bu türlü konulara yorardı. Bağ-bahçeye de düşkündü. Yüksek bina yaparak yüce Allah'a kafa tutar bir rûh bozukluğuna giriftar olmuştu. Dedi ki: "Öyle bir şehir yaptırmalıyım ki dünyâda eşi benzeri olmasın." Bunun için "yüz kişi" seçti. Onların herbirine de "biner kişi yardımcı" verdi. Oldu "yüzbin"kişi. Bir de fermanla şu emri yaydı: Dünyâda onun hükmü altında, onun adına icraat gösteren ne kadar padişahlar varsa hepsinin bulundukları yerlerde olan kıymetli cevherler, taşlar varsa hepsini kendi meskûn olduğu bölgeye getirsinler. Onun hükmünü yürüten "ikiyüzaltmış yardımcı-padişah" vardı. O yüz kişinin hepsi mîmar-mühendisti. Bu işin tam üst isimleriydiler. Bu yüz bin kişi bu muazzam şehre uygun mekânı bulmak için "araştırma gezisine" çıktılar. Yemende yüce bir kayasız, deresiz-tepesiz düz bir "sahrâ-çöl" buldular. Dediler ki: "Bu İrem sıfatıdır." Padişah, oranın şehre münâsipliğinden, şehri oraya kurmalarını emretti. Şehrin enini-boyuna ölçtüler-biçtiler. Yemen akîk taşlarıyla-temelini kazdıktan sonra ördüler. Düzlüğe çıktıktan sonra da "bir kerpiç altundan, bir kerpiç gümüşten olmak üzere" duvarları ördüler. Çeşit çeşit incilerle de süslediler. Harç yerine misk ü anber kullandılar. Evlerin aralarına da bağlar-bahçeler diktiler. Her çeşit meyva ağaçlarını o bahçelerde bulmak mümkündü. Bahçelerde ağaçlar altına ve evlere incilerden, mercanlardan, yakutlardan oluşmuş yâni süslenmiş yüksek yüksek tahtlar yaptılar. Tabiî bunun için bütün beldelerden halkın elinde bulunan altın-gümüş, inci, yakut, mercan ne varsa aldılar... Kadınların boyunlarında, bileklerinde bir adet bile takıdan birşey bırakmadılar. Hepsini aldılar... Halkın canı sıkıldı. Açlıktan çok kişi öldü... Fakat hazînesi bir türlü dolmuyordu. Padişah buna hayret ediyordu. Kendisi sebebini bulamadı. Vezirine akıl danıştı. O da dedi ki: "Ey padişahım! Beni mazur gör ki Senin devletinde rahat olayım. Bana ilişme, fikrimi açık söylediğimden. Halkın nesi var-nesi yok hepsini senin Hazînene verdiler. Gönülleri de daraldı. Hepsinin gözü senin hazînendedir. Rızâlarına hiç bakılmadı." Padişah dedi ki; "Bu halkın gerçekten elinde hiçbir şeyin kalmadığını bir denemeyle anlayabiliriz. Hemen inanmamak gerektir. Bakalım gerçekten mi fakir düştüler, yoksa ellerinde daha kıymetli servet var mı? Bunu anlayacak bir düzen kuralım: Pâdişâh dedi ki: Ey Vezirim! Cariyelerimden en güzelinden birini seç. Onu güzelce giyindir. Makyaj yaptır. Bir deveye bindir. Bir de tellâl o deveyi hem çeksin, yedsin, hem de (bu cariyeye, kim bir altın verirse, o sahip olacak) dersin." Bu talimat üzerine hareket edildi. Şehrin bir ucundan girildi, öbür ucundan çıkıldı. Hiç müşterisi çıkmadı. Ancak şehre dışardan gelmiş genç bir delikanlı cariyeye tâlib oluverdi. Hemen anasına durumu açtı ve: Eğer onu almazsam kendimi öldürürüm veya ölürüm," dedi. Annesi: "—Oğlum! Sen bana o cariyeden daha yakınsın. Seni severim. Ancak onu alacak altınımız yok. Hem bu halkdan da hiç kimse almadı. Sen de isteme, dedi. Çocuk bu "ana nasihatini" duyunca ümitsizleşti. Canı çok sıkıldı. Canına kıymayı düşledi. Anası bu durumu görünce hayret etti ve dedi ki: "—Ey Oğlum! Senin bu işinde çaresiz kaldım. Ne yapacağımı bilemiyorum. Ama aklıma bir çâre geldi: Senin baban evde tapucuydu. Bu evde tapucuların âdeti şöyleydi: Tapucu ölünce ağzına bir altın bırakılırdı. Eğer başkası almadıysa sen mezarını aç o altını al. Senin meramına yeterlidir" Çocuk hemen babasının kabrini açtı. Kafası çürümüştü. Ama "altını" buldu. Derhâl aldı, eve döndü. Bu bir düzen olduğu için, o altın karşılığı cariyeyi ona vermediler. Pâdişâhın katına, huzuruna çıkardılar. Genç çaresiz kaldı, o altını nereden aldığını söyledi. Padişah vezîrini huzûruna çağırdı. Onu ihtiyatsız buldu. "Bu işi ya bilmiyorsun. Yahut hainlik yapıyorsun. Bu ikisi de taşıdığın sıfata yakışmaz. Padişaha bu kadar yakın birinin ehliyetsizliği cezasız bırakılmaz. Fakat eski hizmetlerinin çokluğu sebebiyle seni bağışladım," dedi. Bunun üzerine kabirler kazıldı. Mevcut altınlar toplandı. Üçyüz yıl çalışıldı. Görkemli bir şehir kuruldu. Şeddâd yedi yüz yıl yaşadı. Mimarlar iş bitince huzuruna geldiler. Padişah dedi ki; "Şehrin etrafını kalelerle çevreleyin. Onların içinde "bin köşk" yapın. Her birine bin vezirim otursun. Onların işleri oradan yürütsünler. Buna O direk sahibi irem"derler. Bir yirmi yıl daha yaşadı padişah. Onların niyeti ilahî yapıya, kainata kafa tutmakdı. Zâten çok cürümler işlediler. Allah'ın gazabına müstehâk oldular. Cebrail (aleyhisselâm) bir yüksek sesle bağırdı. Hepsinin "ödü koptu", yok oldular. Bir kişi bile canlı kalmadı. Sebebi: Dünyâya çok ağırlık verdiler. Taparcasına ona bağlandılar. Bundan herkesin öğüt alması gerekir. Dehşetli bir hâdisedir bu! |
﴾ 6 ﴿