TABERİ TEFSİRİ:

Câmiul-Beyân fî Tefsîril-Kur’ân

Ebû Cafer Muhammed ibn Cerîr

et-Taberî (ö.310/922)

Bismillahirrahmanirrahîm

Bu kitap Hicrî 306 yılında Ebû Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi tarafından hazırlanmıştır.

"Hikmetlerinin emsalsizliği akılları mağlup eden, delillerinin inceliği düşünceleri yenen, sanatındaki dehşet ve harikası İnkârcılara mazeret bırakmayan ve delillerinin dilleri kâinatın kulaklarına "Allah’tan başka hiç bir ilâh yoktur." diye haykıran Allah’a hamdolsun.

O Allah ki onun, kendisine denk olabilecek ne bir dengi ne kendisine benzeyecek bir benzeri ne de yardımcı olacak bir ortağı vardır. Onun ne çocuğu ne de babası vardır, Onun ne eşi ne de emsali vardır.

O, kahredici gücü karşısında zorbaların boyun eğdiği bir Cebbardır. O, izzet ve şerefi karşısında haşmetli Kralların zelil düştüğü, heybeti karşısında bütün heybet sahiplerinin korkup boyun eğdiği ve yaratıkların hepsinin, ister istemez kendisine itaatta teslim olduğu bir azizdir. İşte Aziz ve Celil olan Allah, bu hususta şöyle buyurmuştur: "Göklerde ve yerde olanlar, ister istemez Allah’a boyun eğerler. Gölgeleri de sabah akşam Allah'a boyun eğerler." Ra'd sûresi, 13/15

O Allah öyle bir Allah’tır ki, her varlık onun birliğine davet eder. Her hisseden şey, onun varlığını gösterir. Çünkü o, mevcudata ve hissedilen şeylere sanatının damgasını vurmuştur. O damga da eşyada görülen eksilme, artma, acizlik, ihtiyaçlı olma, âfetlerin meydana gelmesi ve kesin delil olmaları için gereken hadiselerin birbirlerini takibetmesi gibi nişanelerdir.

O Allah ki. kâinattaki varlığını ve birliğini gösteren delillerine bir ilave olarak ve kalbleri aydınlatan hüccetlerine bir destek oimak üzere Peygamberler göndermiştir Peygamberlerini, kullan nezdinde doğruluğu açık olan, akıllarda delili bulunan hükümlerle davetçiler olarak gönderdi ki "Peygamberler geldikten sonra insanların Allah’a karşı ileri sürecekleri herhangi bir mazeretleri kalmasın. Nisa sûresi, 4/165 Ayrıca akıl ve ilim sahibi insanlar düşünüp öğüt alsınlar.

Allahü teâlâ Peygamberlerini yardımlarıyla destekledi. Onları, doğruluklarını ortaya koyan delillerle, diğer yaratıklarından ayırdı. Evet onları kesin delillerle ve kulları âciz bırakan âyet ve mucizelerle destekledi ki, onlar hakkında herhangi bir kimse "Bu Peygamber de sizin gibi beşerden başka bir şey değildir. Yediklerinizden yer, içtiklerinizden içer. Yemin olsun ki eğer sizin gibi bir beşere itaat ederseniz, o takdirde siz, muhakkak ki hüsrana uğrayanlardan olursunuz. Mü’minun sûresi. 23/32, 34 demesin, Allahü teâlâ, bu Peygamberlerini, kendisiyle yaratıkları arasında elçiler ve vahyini emanet ettiği kimseler kıldı. Onları lütfuna mazhar kıldı ve elçiliğine seçti.

Yine Allahü teâlâ, Peygamberherden her birine özel meziyetler vererek ve bir kısım ikramlarda bulunarak onları çeşitli rütbelerde ve farklı derecelerde yarattı. Nitekim, bunlar hakkında şöyle buyurmuştur: "İşte bu Peygamberlerden bir kısmını diğerlerinden üstün kıldık. Bakara sûresi, 2/253 Evet, Peygamberlere verilen dereceler, birbirinden üstün ve farklı derecelerdir. Mesela, Allahü teâlâ. Peygamberlerinden bazılarına, bizzat kenisiyle konuşma ikramında bulunmuş, bazılarını Cebrâil ile desteklemiş ona ölüleri diriltme, sakatlan, körleri iyileştirme özelliğini vermiştir.

Bizim Peygamberimiz Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)i de en yüce derecelerle ve en üstün mertebelerle şereflendirmiş ona ikramlarından en bol kısmını bahşetmiş. Peygamberlik derecelerinden en büyüğünü tahsis etmiş, onu, sahabileri ve kendisine iman edenleri en çok sayıda olan bir Peygamber kılmıştır. Evet, Allahü teâlâ, Hazret-i Muhammed'i mükemmel bir davetle ve umumi bir Peygamberlikle göndermiş, onu bizzat himayesine almış ve onu, her inatçı zorbadan ve isyankâr Şeytandan, bizzat kendisi korumuştur. Böylece bu Peygamberiyle dini ortaya çıkarmış, karanlık yollan aydınlatmış, hakkın nişane ve işaretlerini gereken yerlere dikmiş, şirkin meş'ale ve fenerlerini söndürmüş ve onunla bâtılın başını ezmiş sapıklığı. Şeytanın tuzaklarını, putlara ve heykellere tapmayı ortadan kaldırmıştır.

Allahü teâlâ, Peygamberini öyle bir delille (Kur’an’la) desteklemiştir ki bu delil, kıyamete kadar baki, zamanın değişmesiyle değişmeyen, her süre geçtikçe aydınığı daha da artan bir delildir. Evet, Allahü teâlâ. diğer Peygamberler arasında, Hazret-i Muhammed'e bu gibi özellikleri vermiştir. Çünkü, diğer Peygamberlerden bazılan zorbalar tarafından mağlup edilmiş, bazılan isyankâr ümmetleri tarafından zelil düşürülmüş, böylece kendileri gittikten sonra izleri silinmiş ve adlan anılmaz olmuştur.

Diğer bir kısım Peygamberler de, sadece bir kavme veya bir topluluğa yahut zamanında yaşayan insanlara Peygamber olarak gönderilmiştir. Halbuki bizim Peygamberimizi bütün varlıklara Peygamber olarak göndermiştir ve kendisinden sonra bir daha Peygamber gelmeyecektir. Bize böyle bir Peygamberi tasdik etme ikramında bulunan, bizi ona uyma şerefine eriştiren ve bu Peygambere ve getirdiklerine iman etmeyi bize nasibeden Allah'a hamdolsun. Ey Allah'ım, sen o Peygambere en güzel salâtınla salât ve en üstün selamınla selam ve en mükemmel tahiyyatınla tahiyyat eyle!

En Büyük Lütuflardan Biri Kur'ân'ın Muhafazasıdır?

Şimdi gelelim meselemize: Allahü teâlânın, Peygamberimiz Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ümmetine tahsis ettiği en önemli faziletlerden, bu ümmeti şereflendirdiği en üstün mertebelerden ve bu ümmete lütfettiği en büyük ikramlardan biri de Peygamberimize gönderdiği vahyi ve indirdiği Kur’an’ı koruması ve himayesi altına almasıdır. O indirilen Kur'an ki Allah onu, Müslümanların Peygamberlerinin hak Peygamber olduğuna bir delil göstermiş ve Peygambere tahsis ettiği üstünlüğü gösteren açık bir alamet ve kesin bir delil kılmıştır. Allah, bu Kur'an ile Peygamberini, her yalancı ve iftiracıdan ayırmış ve bunun sayesinde mü’minleri de İnkârcılar, kâfirler ve müşriklerden ayırdetmiştir. O Kur'an ki yeryüzünün her yerinde bulunan küçük büyük bütün cinler ve insanlar, onun tek bir benzerini yapmak için bir araya gelecek olsalar, asla yapamazlar. Onlar bunu yapmak için birbirlerine yardımcı olsalar da bunu başaramazlar.

Allah, o Kur’an’ı, mü’minler için, karanlıkları aydınlatan bir nur, şüpheleri bertaraf eden bir aydınlık, sapıklığa götürecek yollarda doğruyu gösteren bir rehber, kurtuluşa ve hak yola ileten bir kılavuz kılmıştır. Nitekim bir âyetinde "Allah o kitapla, rızasına tabi olanları selamet yollarına eriştirir. Onları izni ile karanlıklardan aydınlığa çıkarır ve onları doğru yola iletir. Maide sûresi, 5/16 buyurmaktadır.

Allah, Kur’an’ı, uyumayan gözüyle korumuş, onu, yıkılmayan sur'u ile kuşatmıştır. Zaman geçmekle onun sütunları zayıflamaz, nişan ve alâmetleri yok olmaz. Ona uyan kimse hiçbir zaman doğru yoldan ayrılmaz, ona sahiplik eden, hidâyet yolundan sapmaz. Kim ona uyarsa kurtuluşa erer. Hidâyete kavuşur. Kim de ondan ayrılırsa sapar ve azar.

Kur'an mü’minlerin, ihtilaf anında kendisine sığındıkları sığınaklan, başlarına felaketler geldiğinde, içine çekildikleri müstahkem mevkileri, şeytanın vesveselerine karşı kendilerini savundukları kaleleridir. Kur'an, mü’minlerin, boyun eğdikleri hikmetli hakemleri ve rablerinin eninde sonunda kendisine baş vurdukları kesin hükmüdür. Mü’minler, kendi rızalanyla ona baş vururlar, rablerinin sağlam ipi olan o Kur'ana sımsıkı sarılarak kendilerini tehlikeden korumuş olurlar.

Ey Allah'ım, sen bizleri, Kur'an'ın muhkem ve müteşabihi, helal ve haramı, umum ve hususu, mücmel ve müfesseri, nâsih ve mensuhu, zahir ve batını, âyetlerinin te'vili ve zor olanlarının tefsiri hakkında doğru söz söylemeye muvaffak kıl. Sen bizlere, ona sımsıkı sarılmayı, muhkem âyetlerine sığınmayı, müteşabih âyetlerine teslim olmakta sebat eylemeyi nasibet ve bizlere, onu koruman nimetine ve onun sınırlarını öğretmen lütfuna karşı sana şükretmeyi nasibet. Şüphesiz ki sen, duaları çok yi işiten ve kabul etmesi yakın olansın.

Ey Allah'ım, sen, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ve onun ailesine çokça salât ve selam eyle. Ey Allah'ın kullan, Allah size merhamet eylesin. Bilin ki öğrenilmesi için çaba. harcanmaya en layık olan ve bilinmesiyle hedefe ulaşılan şey, elde edilmesiyle Allah'ın rızasına erişilen bilgidir. Bilenini doğru yola ve hidâyete götüren bilimdir. Böyle bir bilgiyi talep edene bu meziyetleri bünyesinde toplayan kaynak, Allah'ın, içinde şüphe bulunmayan kitabı ve şek olmayan vahyidir. Onu okuyan, çokça hazineler elde eder ve büyük mükâfaatlar kazanır.

O kitap ki: "Ona bâtıl ne önünden ne de arkasından sokulabilir. O, hikmat sahibi ve hamde layık olan Allah tarafından indirilmiştir. Fussilet sûresi, 41/42 Şimdi biz, bu Kur’an’ın âyetlerini açıklamakta, ondaki mânâları izah etmeye çalışmaktayız. İnşallah bizler bu hususta insanların, Kur’an’ı öğrenmede muhtaç olduktan bütün şeyleri kapsayan, kendisinin dışındaki kitaplara ihtiyaç bırakmayan bir kitap hazırlamaktayız.

Biz bu hususta bize ulaşan bilgilere göre ümmetin, üzerinde ittifak etmesiyle ittifak edilen delilleri ve ümmetin, üzerinde ihtilaf etmesiyle ihtilaf edilen delilleri bildireceğiz. Ümmetin mezheplerinden her birinin gerekçesini açıklayacağız. Bu mezheplerden, bize göre hangisinin isabetli olduğunu belirteceğiz. Bunları, mümkün olan en veciz yolla ve mümkün olan en kısa şekilde izah edeceğiz. Allah'tan, bize yardım etmesini, bizi, sevgisine yaklaştıracak ve gazabından uzaklaştıracak şeylere muvaffak kılmasını niyaz ederiz.

Ey Allah'ım, senin salât ve selamın, yaratıklarının seçkini olan Hazret-i Muhammedin ve onun ailesinin üzerine olsun. Biz, söze kendisiyle başlanılması daha evla olan hususları açıklamakla başlayacağız. Bunlar da Kur'an-ı Kerimin âyetlerinin mânâlarından karışıklığa vesile olacak kısımlarını açıklamadır. Zira Arapçayi iyi bilmeyen ve dil kurallarına hakim olamayan kişiler, âyetlerin mânâlarını anlamakta zorluk çekerler ve onları birbirine karıştırırlar.

Kur’an’ın Âyetlerinin Mânâları Arap Diliyle İfade Edilmiştir.

Şurası bir gerçektir ki, ifade yönünden Kur’an’ın âyetlerini mânâlarıyla, Kur'an kendi diliyle inen zatın, yani Peygamberin konuşmasının mânâları aynıdır, aralarında fark yoktur.

Allahü teâlânın, Kur’an’ı bu şekilde indirmesi büyük bir hikmete mebnidir. Bununla beraber Kur’an’ın âyetlerinin mânâları konuşulan diğer sözlerden daha üstündür.

Allahü teâlânın, kullarına olan en büyük nimetlerinden ve yaratıklarına verdiği en büyük lütuflarından biri de, ifade etme ve açıklama kabiliyetidir. İnsanlar, kalblerinde olan şeyleri bu kabiliyetle açığa vururlar. Yapmaya karar verdikleri işleri onunla ortaya koyarlar.

Allahü teâlâ, ifade etmek kabiliyetiyle, dilleri kolaylaştırmış ve zor şeyleri insanlara boyun eğdirmiştir. İnsanlar, ifade etme kabiliyetleriyle Allah’ı bilirler. Onu tesbih ve takdis ederler? İhtiyaçlarını onunla karşılarlar. Aralarımla onunla tartışırlar. Birbirleriyle o kabiliyet sayesinde tanışır ve işlerini onunla yürütürler.

Allahü teâlâ, ifade etme kabiliyeti bakımında, kullarını birbirinden farklı yaratmıştır. Bu hususta şöyle buyurulmaktadır: "... Ve sizi derecelerle birbirinizden üstün yapan Allah'tır.. En'am sûresi, 6/165 Bir kısım insanlar, uzun uzadıya konuşan hatipler, dilleri keskin ve beliğ kimselerdir. Diğer bir kısım insanlar ise konuşmak istediklerini açıklamaktan âciz, kalblerinde bulunanları ifade etmekten dolayı zorluk çeken kimselerdir.

Allahü teâlânın, meramını ifade etmekte en üstün kıldığı kimse ise tebliğ ettiğini en müessir bir şekilde tebliğ eden, içindekilerini en güzel şekilde açıklayan kimsedir.

Allahü teâlâ, indirdiği Kur'an-ı Keriminde ve onun muhkem âyetlerinde, kendilerine, güçlü ifade kabiliyeti bahşettiği kimselerin, dilsiz ve âcizlerden üstün olduklarını beyan ederek şöyle buyurmuştur: "Süs ve zinet içinde büyütülmüş mücadele gücünden yoksun olanı mı Allah'a isnad ediyorsunuz? Zahruf sûresi, 43/18 Böylece akıl ve idrak sahipleri için açıkça belli olmaktadır ki, ifade kabiliyeti güçlü olan beyan ehlinin dilsiz, kekeme ve meramını ifadeden âciz olanlardan üstünlüğü, açıklamak istediği şeyleri net bir şekilde açıklamasıyladır. Kekemenin üstün olmayışı ise bundan âciz almasıyladır.

Madem ki bir insanın, diğerinden üstün oluşu, açıklamak istediği şeyleri, net bir şekilde açıklamasıyladir ve insanlar da bu hususta farklı kabiliyetlerdedirler o halde, beyan ve ifade etmenin en üstün olanı da ifade eden kimsenin ifadesini en açık bir şekilde ortaya koyan, maksadını açıklayan ve dinleyicisine en iyi şekilde anlatan açıklamadır. Şâyet, açıklama ve ifade etme bu ölçüyü de aşar, yaratıkların kudretinin üstüne çıkar ve bütün kulların ifade etmekten âciz kaldıkları bir derecede olursa işte böyle bir beyan, bir ve kahredici olan Allah'ın, Peygamberleri için bir delil ve hak olduklarının bir hüccetidir. Tıpkı ölüleri diriltmek, alaca hastalığını ve körlüğü iyileştirmek ve iki aylık mesafeyi bir gecede gitmek gibi.

Evet, nasıl ki ölüleri diriltme, cüzzamlıyı ve körü iyileştirme, tıbbın zirvesine ulaşanların ve tedavide en önde olanların yapamayacakları şeyler olmaları hasebiyle Peygamberler için birer delil ve nişaneyse, yine nasıl ki bir gecede iki aylık bir mesafeye gitmek, yaratıkların gücü üstünde bir olay olması hasebiyle Peygamberler için birer delil ve nişaneyse keza bütün yaratıkların ifadesinin üstünde ve onların âciz kalacakları ifade şekli de yani Kur'an-ı Kerimde Peygamberler için bir delil ve nişanedir.

Madem ki bu durum beyan ettiğimiz gibidir, o halele şu husus açıklığa kavuşmuştur ki zamanlarında belagat ve hitabetin, şiir söylemenin, fesahatin, seçili yazının ve kehanetin önderleri olan bir kavme tek bir kişinin meydan okuyarak yaptığı beyan, naklettiği kelam ve takibettiği mantıktan daha yüce bir mantık, daha şerefli bir kelam ve daha etkili bir hikmet yoktur. Öyle ki o ilahi beyanı tebliğ eden kişi kendisine meydan okuduğu insanların her hatibine, her beliğine, her şairine, her fesahathsına, her seçili konuşanına ve her kâhinlik yapanına meydan okumuştur.

Onların fikirlerinin basit ve akıllarının kıt olduğunu bildirmiştir. Onların, dininden uzak olduğunu beyan etmiş, hepsini kendisine tabi olmaya, hak Peygamber olduğunu kabul etmeye, onu tasdik etmeye ve kendisinin, Allah tarafından gönderilen bir Peygamber olduğunu ikrar etmeye davet etmiştir. Onlara bildirmiştir ki, söylediklerinin doğru olduğunu gösteren ve Peygamberliğinin gerçek olduğunu ortaya koyan delil ve hüccetler, onlara getirdiği beyan, hikmet ve îurkandır. Peygamber bunu onların diliyle getirmiş, onların mantıklarına uygun bir mantıkla beyan etmiştir. Sonra da onlara bildirmiştir ki, onlar, onun bir kısmını getirmekten dahi âcizdirler.

Ona güç yetiremezler. Onların hepsi de acizliklerini ikrar etmiş, ona inanmaya boyun eğmişler ve bizzat kendilerinin acizliklerine şahitlik etmişlerdir. Ancak içlerinden, gerçekleri görmezlikten gelen, hakikatlar karşısında kör kesilen, böbürlenip gerçeklerden kaçan kişiler müstesnadır. Bu gibi insanlar, âciz olduklarını bildikleri şeyi gerçekleştirmeye çabaladılar. Güçlerinin yetmediğini kesin olarak bildikleri şeyi yapmaya giriştiler. Böylece daha önce bilinmeyen geri zekalılıklarını ve lisanlarının acizliğini ve kekemeliğini ortaya çıkardılar. Tecrübesiz ve âciz bir insanın, cahil ve ahmak bir kişinin yapacağı bir şeyi yaptılar ve bunlardan bazıları, Kur'an-ı Kerime nazire olarak şunları söylediler.

"Un öğüttükçe öğütenlere, hamur yoğurdukça yoğuranlara, ekmek pişirdikçe pişirenlere, tirit yaptıkça yapanlara, lokmaladıkça lokmalayanlara yemin olsun ki...

Evet, işte bunlar gibi, yalan olan iddialarına benzeyen bir kısım ahmak lıklarda buunmuşlardır. Madem ki varlıkların açıklama derecelerinin üstünlükleri ve konuşma seviyelerinin farklılıkları, daha önce beyan ettiğimiz şeylerle gerçekleşmektedir ve zikri yüce ve isimleri kudsi olan Allahü teâlâ da hikmet sahibi olanların en hikmetlisi ve akıllıların en akıîlısıdır. O halde, Allah'ın açıklamasının en güzel açıklama ve onun kelamının en üstün kelam olduğu malumdur.

Allahü teâlânın açıklamasının, bütün yaratıklarının açıklamasından üstünlük derecesi, bizzat kendisinin bütün yaratıklarından üstün olma derecesi gibidir. Madem ki durum böyledir ve madem ki, muhatabına, anlaşılmayacak şekilde hitabedenin sözü tarafımızdan anlaşılmamaktadır o halde, bilinmelidir ki Allahü teâlâ, yaratıklarından herhangi birine anlayamayacakları şekilde hitabetmez. Ancak onların anlayacağı bir şekilde hitabeder. Ve kullarına ancak dilinden anlayacaktan Peygamberler gönderir. Zira kendilerine Peygamber gönderilen ve ilahi vahye muhatap olan insanlar, kendilerine konuşulanları anlamazlarsa bunlar için Peygamberin gelmesiyle gelmemesi arasında fark yoktur. Çünkü bunlar konuşulanlardan ve Peygamberlerden istifade edemezler.

Allahü teâlâ herhangi bir fayda sağlamayan bir hitap yaptırmaktan ve söyledikleri anlaşılamayan bir Peygamber göndermekten münezzehtir. Çünkü insanlar olarak bizim içimizden birinin böyle yapması bile bir eksikliktir ve abesle iştigaldir.

Allahü teâlâ ise bunlardan beri ve münezzehtir. Bu sebeple Allahü teâlâ Kur'an-ı Kerimde: "Biz, her Peygamberi, emrolunduklarını, gönderildikleri insanlara kolayca anlatabilmeleri için kavimlerinin diliyle gönderdik.. İbrahim sûresi, 14/4 buyurmuştur.

Yine Allahü teâlâ, Peygamberi Hazret-i Muhammed'e: "Diz Kur’an’ı sana ancak insanlara, ihtilaf etlikleri hususların gerçeğini açıklaman için ve iman eden bir kavme hidâyet rehbere rahmet kaynağı olsun diye indirdik. Nahl sûresi, 16/64 buyurmaktadır. Elbette ki Kuranın ne olduğunu bilmeyen kimseyi. Kur’an’la hidâyete kavuşturmak mümkün değildir. Zira kişi, doğru olduğunu bilmediği bir yolun doğruluğunu kabul etmez. Bütün bunlardan anlaşılmaktadır ki, Allah, her kavme gönderdiği Peygamberi, o kavmin diliyle göndermiş ve her Peygamberine gönderdiği kitabı da, kendisine kitap verdiği Peygamberin diliyle göndermiştir. Buradan da anlaşılmaktadır ki, Allahü teâlânın Hazret-i Muhammed'e indirdiği Kur'an, Hazret-i Muhammed'in diliyle indirilmiştir. Hazret-i Muhammed'in lisanı Arapça olduğuna göre Kur'an-ı Kerimin de Arapça olduğu açıktır. Nitekim rabbimizin muhkem kitabı da bunu söylemiştir. "Şüphesiz ki biz bu kitabi, okuyup anlamanız için Arapça bir Kur'an olarak indirdik." Yusuf sûresi, 12/2

"Ey Rasûlüm, uyarıcılardan olasın diye bu Kur’an’ı açık bir Arapça lisanı ile senin kalbine, Ruhul Emin olun Cebrâil indirmiştir. Şuara sûresi, 26/193-195

Delillerle söylediklerimiz açık ve seçik olduğuna göre Allahü teâlânın. Peygamberimiz Hazret-i. Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e indirdiği kitabın ihtiva ettiği manâların, Arap dilinde ifade edilen mânâlara uygun düşmesi sebebiyle Allahü teâlânın kitabı beşerin ifade ve beyanlarından üstün ise de Kur’an’ın zahirinin, Arapçanın zahirine muvafık olması gerekmektedir. Madem ki Kur'an-ı Kerim, Arapça'nın ifade şekillerini ve üslubunu ihtiva etmektedir o halde Kur'an-ı Kerimde Arap dilinin bütün özellikleri mevcuttur. Mesela, Arapçadaki icaz, ihtisar, bazı hallerde açık ifade yerine gizli ifade, çok kelime yerine az kelime zikretme, diğer bazı durumlarda da sözü uzatma, çok kelime zikretme, tekrar etme, mânâları kinaye yoluyla değil açık seçik lafızlarla beyan etme, Âmm yerine Hâss bir ifade kullanma veya Hâss yerine Âmm ifade kullanma, açık ifade yerine kinaye, mevsuf yerine sıfat, sıfat yerine mevsuf kullanma, devrik cümîe kullanma, cümlenin bir bölümünü zikredip tümü için yetinme, hazfedilmesi gerekeni açıkça kullanma, açıkça kullanılması gerekeni hazfetme gibi bütün sanatlar, Hazret-i Muhammed'e Allahü teâlâ tarafından indirilmiş olan Kur'an-ı Kerim de de aynen mevcuttur. İnşallah, biz, yeri geldikçe, Allah'tan yardım ve kuvvet alarak bütün bunları açıklayacağız.

Arapça Ve Diğer Dillerde Müşterek Olarak Kullanılan Kelimeler

Eğer bir kimse diyecek olursa ki, "Sen dedin ki, Allahü teâlânın, yaratıklarından herhangi birine, anlamadığı bir sözle hitabetmesi ve insanlara, anlamadıkları bir dille konuşan Peygamber göndermesi caiz değildir. Allah insanlara, ancak anlayacakları şeylerle hitabeder ve insanlara, ancak anlayacakları bir dille Peygamber gönderir. "O halde sen şu sahabilerden Rivâyet edilen ve Arapçanm dışındaki dillerden alındığı söylenen şu kelimeler hakkında ne dersin?

a- Ebû Mûsa el-Eş'ari: "Ey iman edenler, Allah'tan korkun ve Peygamberine iman edin ki, Allah da size rahmetinden iki misli versin.. Hadid sûresi, 57/28 âyetinde geçen ve "iki misli" diye tercüme edilen kelimesinin, Habeş lisanından alındığını ve Arapça karşılığının "İki kat" mânâsına gelen(......) olduğunu söylemiştir.

b- Abdullah b. Abbas, "Şüphesiz ki gece ibadete kalkmak daha tesirli ve okumak daha elverişlidir. Müzemmil sûresi, 73/6 âyetinde geçen ve "ibadete kalkmak" diye tercüme edilen kelimesinin Habeş dilinden alındığını, Arapça karşılığının "Ayağa kalkma" mânâsına gelen(......) olduğunu söylemiştir.

c- Ebû Meysere: "Şüphesiz ki biz, Davuda, nezdimizden bir üstünlük ver dik. "Ey dağlar ve kuşlar, Davud'la birlikte tesbih edin." dedik. Sebe sûresi, 34/10 âyetinde geçen ve "Tesbih edin" diye tercüme edilen kelimesinin Habeş dilinden alındığım ve Arapça'da karşılığının "Tesbih et" mânâsına gelen kelimesi olduğunu söylemiştir.

d- Yine Abdullah b. Abbastan "O suçlular, arsiandan ürkmüş yaban eşekleri gibi kaçışıyorlar. Müddessis sûresi, 74/50, 51 âyetlerinde zikredilen ve "Arslan" diye tercüme edilen kelimesi sorulmuş o da bu kelimenin Arapça karşılığının "Arslan" mânâsına gelen Farsçada yine Arslan mânasına gelen Nabticede ve Habeşçede olduğunu söylemiştir.

e- Said b. Cü'beyr demiştir ki: "Kureyşliler: "Bu Kur'an Arapça olmayan dillerle ve Arapçayla inse ya." demişler Allahü teâlâ da bunların sözlerini âyette zikrederek "Eğer biz Kur’an’ı yabancı bir dille indirseydik, iman etmeyenler mutlaka "Âyetleri uzun uzadıya açıklamalıydı, Kur'an yabancı bir dilde, indirilen topluluk ise Arap, nedir bu?" derlerdi.

Ey Rasûlüm, de ki: " O Kur'an, iman edenlere bir hidâyet rehberi ve şifadır... Fussilet sûresi, 41/44 buyurmuş, bu âyetten sonra da Kur'anda her dilden kelimeler indirmiştir. Mesela ifadesindeki kelimesi Farsçadan alınıp Arapçalaştırılmıştır. Farsça aslı ve kelimeleridir.

f- Yine Ebû Meysere "Kur'anda her dilden kelimeler vardır." demiştir Bu ve benzeri çeşitli Rivâyetler varılır. Bunlar Kur'anda, Arapça olmayan kelimelerin bulunduğunu ifade etmişlerdir. Bunlar hakkında ne dersin? diye sorulacak olursa bunlara cevaben denilir ki "Bütün bu Rivâyet edilen görüşler, bizim söylediğimizin dışında bir şey değildir. Çünkü bunu söyleyenler bu kelimeleri Kur'an'ın inmesinden önce Arapların bilmediklerini söylememişlerdir ki bizim söylediğimize muhalif bir şey olsun. Onlar, "Bu kelimenin Habeş dilinde mânâsı şudur." "Şu kelimenin Farsçada mânâsı budur." şeklinde konuşmuşlardır. Çeşitli milletlerin aynı kelimeyi aynı mânâda kullanmaları yadırganmazken sadece iki milletin bir kelimeyi aynı mânâda kullanması nasıl yadırganabilir? Mesela, bizim bildiğimiz çeşitli dillerde bir kelimenin muhtelif milletler tarafından aynı mânâda kullanıldıkları vakidir. Mesela dirhem, dinar, divit, kalem, kırtas ve daha nice kelimeler mevcuttur. Bu kelimeler Arapçada ve Farsçada aynıdır. Belki de bilinmeyen diğer dillerde de bunlar böyledir.

Şâyet bir kimse bu gibi kelimelerin aslının Farsça olup Arapça olmadığını veya Arapça olup Farsça olmadığını yahut bir kısmının Arapça diğerlerinin Farsça olduğunu yada bunların asıllarının Arap menşeli olup yabancı dillere oradan geçtiğini yahut da bunların asıllarının Fars menşeli olup sonradan Arapçaya intikal ettiğini söyleyecek olursa cahillik etmiş olur. Çünkü bu kelimeler, aynı lafızla ve aynı mânâ ile iki dilde de kullanılmaktadır. Ne Araplar bu kelimenin aslen kendilerinden çıkmasına Farslardan daha layıktırlar ne de Farslar Araplardan daha layıktırlar. Aksini iddia eden, iddiasının doğruluğunu ispatlayacak ve şüpheyi ortadan kaidıracak kesin bir delile dayanmak zorundadır Binaenaleyh bize göre bu gibi kelimeler hakkında doğru olan görüş "Bu kelimeler Arapça Farsça veya Habeşçe kelimelerdir." diyen görüştür. İşte biraz önce kendilerinden bahsettiğimiz ve bir kısım kelimelerin, Habeşçede veya Farsçada kullanıldığını söyleyenlerin maksadı da budur. Çünkü bunlar, bu kelimelerin, Arapçanın dışındaki dillerde kullanıldığını söylerken, bunların Arapçada kullanılmadıklarını iddia etmemişlerdir.

Şâyet, gafil biri, bir kimsenin iki babasının olamayacağı gibi, bir kelimenin de iki dilde bulunmuş olamayacağını zannedecek olursa o kimse bu kanaatinde cahilce davranmıştır. Zira, insanoğlunun soyu, Allahü teâlânın "Evlatlıkları kendi babalarının ismiyle çağırın. Bu Allah nezdinde daha adaletlidir... Ahzab sûresi, 33/5 âyetinde beyan ettiği gibi tek bir kişiden gelir. Halbuki bir kelime, kullanıldığı dile nisbet edilir. Eğer bir kelimenin, muhtelif milletlerin dilinde aynı mânâda kullanıldığı tesbit edilecek olursa bu kelimeyi o dillerden her birine nisbet etmekte bir mahzur yoktur. Zira o milletten hiç biri o kelimenin kendi diline nisbet edilmesine diğerlerinden daha layık değillerdir.

Nitekim bir arazi bir dağ ile bir ovanın arasında bulunacak olsa da hem dağ hem de ovanın havasını içinde taşıyacak olsa o araziye bir bütün olarak, ovalık ve dağlık arazi demek mümkündür. Sadece bunlardan birine nisbet edildiğinde de yalan söylenilmemiş olur. Bir kaç dilde kullanılan müşterek kelimeler de bu türdendir. Kullanıldığı bütün dillere nisbet edilmesi doğru olduğu gibi bu dillerden sadece birine nisbet edilmesi de doğrudur. "Kur'an-ı Kerimde her dilden kelime vardır." diyenlerin maksadı da -Allah daha iyi bilir ya- bize göre budur. Yani Kur'an-ı Kerimde bazı kelimeler bulunmaktadır ki bu kelimeler aynı mânâda diğer birçok milletlerin dillerinde kullanılmaktadır. Bu sözü söyleyenlerin maksatlarını başka şekilde izah etmek mümkün değildir. Çünkü Allah'ın kitabını kabul eden ve onu okuyan hiçbir akl-ı Selim sahibi Kur’an’ın bir bölümünün Farsça diğer bir bölümünün Arapça başka bir bölümünün Nabtice veya Habeşçe olduğunu söylemesi beklenemez.

Çünkü Allahü teâlâ, Kur'an-ı Kerimi Arapça olarak gönderdiğini beyan etmiştir. Hasılı, Seleften "Kur'an-ı Kerimde her dilden kelime vardır." şeklinde nakledilen sözler, Kur'an-ı Kerimde geçen bir kısım kelimeler Arapçanm dışında başka dillerde de kullanılmaktadır." demektir. Bu kelimelerin aslen belli bir dile mensup olup diğer bir dilde sonradan kullanıldığına dair herhangi bir delii bulunmadığından bu gibi iddialarda bulunmak ta tutarsızdır.

Kur'an Çeşitli Arap Lehçeleri Üzerine İnmiştir

Taberi, Kur'an-ı kerimin bütün kelimeleriyle Arap dilinde indiğini ispatladıktan sonra Arap dilinin, bir çok lehçeleri kapsadığını, Kur'an-ı Kerim inerken bu lehçelerden sadece yedi lehçe üzerine indiğini Resûlüllah’ın, bir hadis-i şerifinde bunu beyan ettiğini, ancak Kur'an-ı Kerim tek bir mushaf haline getirilirken bu lehçelerden sadece Kureyş lehçesinin esas alınarak Kur’an’ın toplanıp yazıldığını, bu itibarla elimizde bulunan Kur’an’ın tek lehçe üzere tesbit edildiğini zikretmiştir.

Taberi bu hususta da özetle şunları zikretmiştir: "Söylediklerimizi anlamaya muvaffak kılınan insanlara daha önce açıkladık ki Aziz ve Celil ulan Allah, Kur’an’ın tamamını Arapça indirmiştir. "Kuranda Arapça olmayan bölümler vardır." şeklinde iddiada bulunanların iddiaları fasittir. Şimdi ise diyoruz ki "Kur'an tümüyle Arapça indirilmişse o, çeşitli kabilelerden bir araya gelen Arapların bütününün lehçesiyle mi inmiştir yoksa sadece bir kısmının lehçesiyle mi inmiştir? Vakıa şudur ki: "Şüphesiz ki biz bu kitabı, okuyup anlamanız için Arapça bir Kur'an olarak indirdik." âyet-i kerimesi ve benzeri âyetler, Kur'an-ı Kerimin Arapça indirildiğini beyan etmişlerdir. Bu ifadelerden, Kur’an’ın Arap şivelerinden özel belli şivelerle indiğini anlamak ta. bütün şivelerle indiğini anlamak ta mümkündür. Bizim bu hususta kesin bir bilgiye ulaşmamız için Kur'an-ı Kerimi açıklama yetkisi kendisine verilen Resûlüllah'ın açıklamasına müracaat etmekten başka çaremiz yoktur. Bu hususta Resûlüllah'tan, birbirini destekleyen bir çok hadis Rivâyet edilmiştir. Bunları şöylece zikretmek mümkündür.

a- Ebû Hureyreden. Resûlüllah'ın şöyle buyurduğu Rivâyet edilmiştir:

"Kur'an yedi Yusuf sûresi, 12/2 (lehçe) üzere indirilmiştir. Kur'an hakkında tartışmaya girmek kâfirliktir." Resûlüllah bunu üç kere tekrar ettikten sonra şöyle buyurdu: "Siz Kur'andan bildiğinizle amel edin. Ondan bilmediğinizi ise bilenine sorun. Ahmed b. Hanbel, Müsncıl c. 2, s. 300, 440 Diğer bir Rivâyette de yine Ebû Hureyreden Resûlüllah'ın şöyle buyurduğu Rivâyet edilmiştir:

"Kur'an yedi harf (lehçe) üzere indirilmiştir. kelimeleri bunlardandır.' Ahmed b. Hanbel, Müsned, c.2, s. 332, 440

b- Abdullah b. Mes'udun da Resûlüllah'ın şöyle buyurduğunu Rivâyet ettiği nakledilmiştir. "Kur'an yedi harf üzere indirilmiştir. Her harfin zahiri ve bâtını vardır. Yine her harfin bir sınırı vardır. Ve her sınırın da bir denetleme yeri vardır. Taberi, c. 1, s. 9 Hadis-i Şerifte geçen "Her harfin bir sınırı vardır." ifadesinden maksat şudur: Kur'an'ın indirildiği yedi yönden her yönünün bir sınırı vardır ki bu sınırı Allahü teâlâ koymuştur ve hiçbir kimsenin bu sınırı aşması caiz değildir? Mesela haramların bir sınırı vardır, kimse bu sınırı geçemez. Hadiste geçen "Her harfin zahiri ve bâtını vardır." ifadesinden maksat da şudur: "Kur'anda zikredilen yönlerden her bir yönün, okunan bir zahiri vardır. Bir de ihtiva ettiği te'vili vardır."

Yine hadis-i şerifte zikredilen "Her sınırın da bir denetleme yeri vardır." ifadesinden maksat ise şudur. "Allahü teâlânın, Kur'anda sınırlarını çizdiği helallerinin, haramlarının ve diğer hükümlerinin belli miktarlarda sevap ve cezaları vardır. Allahü teâlâ âhirette bunlara bakacak ve kıyamette onları kontrol edecektir. Nitekim Hazret-i Ömer bu mânâyı ifade eden bir sözünde şöyle demiştir: "Yeryüzünde bulunan bütün san (altın) ve beyazlar (gümüşler) benim olsaydı elbette ki ben onları âhirette denetleme ve hesaba çekilme yerinin dehşetinden dolayı feda ederdim."

Hadis-i şerifte geçen "Kur'an yedi harf üzere indirilmiştir" ifadesi, müfessirler tarafından çeşitli şekillerde izah edilmiştir: Taberi, daha sonra da temas edileceği "gibi, bu görüşlerden sadece biri olan "Yed harften maksat, yedi lehçedir." görüşünü almış ve Kur’an’ın yedi lehçe üzere indiğini ve günümüzde bu lehçelerden sadece birinin geçerli olduğunu söylemiştir ki o da Zeyd b. Sabitin kıraati olan lehçedir. Ancak Übey b. Kâ'b, Enes b. Malik, Huzeyfetül Yeman, Zeyd b. Erkam, Semüre b. Cündeb, Süleyman b. Suret, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mes'ud, Abdurrahman b. Avf, Osman b. Affan, Ömer b. el-Hattab, Amr b. Ebû Seleme, Amr b. el-Ass, Muaz b. Cebel, Hişam b. Hâkim, Ebû Bekre, Ebû Celim, Ebû Said el-Hudri, Ebû Talha, Ebû Hureyre ve Ebû Eyyub el-Ensari gibi sahabilerden Rivâyet edilen ve mütevatir olduğu söylenen bu hadis-i şerifin izahında Suyutinin de zikrettiği gibi, kırk kadar görüş zikredilmiştir. Bkz. el-Itkan fi Ulumil Kuran c, 15,61-67 Bu görüşlerden bir kısmını şu şekilde özetlemek mümkündür.

Bir kısım âlimler, bu hadis-i şerifin, mânâsı anlaşılamayan müşkil hadislerden olduğunu söylemişlerdir. Çünkü bu hadiste zikredilen "Harf" kelimesi Arapçada alfabe harfi, bir şeyin kenan, yön, kelime, dil ve şive anlamlarına gelmektedir. İbn-i Sem'an en-Nehavi bu görüştedir.

Diğer bir kısım âlimler "Buradaki yedi harften maksat, yedi yön demektir. Yani, Kur’an’ın yedi yönü vardır. Bunlarda da emirler, yasaklar, helaller, haramlar, muhkemler, müteşabihler ve kıssalardır." demişlerdir.

Başka bir kısım âlimlere göre buradaki yedi harften maksat, kelimenin sonundaki irabdır.

Diğer

bazılarına göre, âyetlerin sonundaki hatimelerdir. Başka bir kısmına göre bir mânânın yedi şekilde ifade edilebilmesi demektir.

Bazılarına göre, kıraatlarda imale, fetih, terkik, tefhim, tehmiz, teshü, idgam ve izhar demektir. Daha birçok izahlar vardır. Taberi ise konuyla ilgli olarak şu hadis-i şerifleri Rivâyet etmiş ve yer yer izahlarda bulunmuştur.

1-Abdullah b. Mes'ud diyor ki:

Resûlüllah bana Ahkaf suresini okuttu. Onu başka birine de okutmuştu. O kimse Ahkaf suresinin bir âyetinde bana muhalefet etti. Dedim ki: "Bunu sana kim okuttu?" Dedi ki: Resûlüllah okuttu." Ben de ona dedim ki: "Resûlüllah onu bana da şöyle şöyle okuttu." Bunun üzerine Resûlüllah’a vardım. Onun yanında bir adam bulunuyordu. Dedim ki: "Ey Allah'ın Resulü, sen bana, şöyle ve şöyle okutmamış miydin? "Resûlüllah: "Evet." dedi Diğer adam da: "Sen bana da şöyle ve şöyle okutmamış miydin?" dedi Resûlüllah ona da evet dedi ve yüzünün rengi değişti. Bunun üzerine Resûlüllah'ın yanında bulunan kişi (Hazret-i Ali) "Herbiriniz işittiği gibi okusun. Sizden önceki ümmetler, (Peygamberlerine karşı) ihtilafa düşmeleri yüzünden helak olmuşlardır." dedi. Bilemiyorum ki o kişi (Hazret-i Ali) bu sözü Resûlüllah ona emretti de mi bize söyledi? Yoksa kendi tarafından mı söyledi? Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 1, s. 452

2- Yine Abdullah b. Mes'ud diyor ki:

"Kur'an-ı Kerimin surelerinden birinin hakkında tartıştık. Âyetlerin otuz beş veya otuz altı oldğunu söyledik. Sonra Resûlüllah'a gittik. Ali'nin ona gizli bir şeyler söylediğini gördük. Dedik ki: "Biz kıraatta ihtilaf ettik." Bunun üzerine Resûlüllah'ın yüzü kızardı ve Ali dedi ki: "Resûlüllah. bildiğiniz gibi okumanızı emrediyor. a.g.e. s. 106

3- Zeyd b. Erkam diyor ki: "Bir adam Resûlüllah'a geldi ve ona: "Abdullah b. Mes'ud bana, Zeydin ve Übey b. Kâ'bın daha önce okutmuş oldukları bir sureyi okuttu. Onların kıraatları birbirinden farklı. Ben hangisinin kıraatini alayım?" dedi. Resûlüllah cevap vermeyip sustu. Yanında da Ali bulunuyordu. Ali: "Herkes öğrendiği gibi okusun. Hepsi de güzeldir, hoştur." detli. Taberi.c. 1.s. 10

4- Ömer b. el-Hattab diyor ki:

"Resûlüllah hayattayken Hişam b. Hâkimin, Furkan suresini okuduğunu işittim. Onun okumasına iyice kulak verdim. Bir de baktım ki o, Resûlüllah'ın bana okutmadığı bir çok lehçe üzere okuyor. Ben nerdeyse namazda olduğu halde üzerine atılacaktım. Fakat selam verinceye kadar sabrettim. Selam verince yakasından tutup çektim ve dedim ki: "Okuduğunu işittim. Bu sureyi sana kim okuttu?" Dedi ki: "Onu bana Resûlüllah okuttu." Dedim ki: "Yalan söylüyorsun. Resûlüllah onu bana, senin okuduğundan farklı bir şekilde okuttu. Ben onu tutup Resûlüllah'a götürdüm ve dedim ki: "Ben bunun, Furkan suresini senin bana okutmadığın bir çok harfler üzere (lehçeler) üzere okuduğunu işittim." Resûlüllah: "Onu bırak," dedi ve devamla buyurdu ki: "Oku ey Hişam." O da kendisinden işittiğim kıraat şekliyle okudu. Resûlüllah buyurdu ki: "Bu Sûre bu şekilde indirildi." Sonra bana: "Ey Ömer sen de oku." dedi. Ben de Resûlüllah'ın bana okutmuş olduğu şekliyle okudum.

Resûlüllah buyurdu ki: "Bu Sûre bu şekilde indirildi. Şüphesiz ki bu Kuran yedi harf üzere indirildi. Siz, ondan kolayınıza geleni okuyun Buhari, K. et-Tevhid bab: 53, K. el-İstiabe bab: 9, K. el-Fadail el-Kur'an bab: 5. K. el-Husumat, bab: 4/Müslim, K. el-Müsafirin, bab: 70, Hadis No: 818/Ebû Davud. K. es-Salat, bab: 357, Hadis No: 1475/Nesâî. K. el-İftitah bab: 37/Tirmizi, K. el-Kıraat, bab: 11, Hadis No.2943

Diğer bir Rivâyette şunlar zikredilmektedir: Bir kişi, Ömer b. el-Hattab'ın yanında Kur'an okumuş. Hazret-i Ömer'de onun okuyuşunu düzeltmek istemiştir. Bunun üzerine Kur'an okuyan kişi, "Ben bunu Resûlüllah'a okudum. O, bir değişiklik yapmadı." demiştir. Resûlüllah'ın yanına varıp, ihtilaflarını ona bildirmişler ve Kur'an okuyan kişi "Ey Allah'ın Resulü, şu ve şu âyetleri sen bana okumadın mı?" diye sormuş Resûlüllah'da "Evet." demiştir. Bunun üzerine Hazret-i Ömer'in kalbine bir şeyler gelmiş Resûlüllah da Ömer'in yüzünden bunu anlamış ve onun göğsüne vurarak şöyle buyurmuştur: "Şeytanı kendinden uzaklaştır. Şeytanı kendinden uzaklaştır. Şeytanı kendinden uzaklaştır. Ey Ömer, Kur’an’ın hepsi doğrudur? Yeter ki rahmet âyetini azap âyeti yerine azap âyetini de rahmet âyeti yerine koyma. Taberi, c. 1,s. 10 Başka bir Rivâyette de Resûlüllah Ömere şöyle demiştir: "Kur'an yedi harf üzere indirilmiştir. Hepsi de Şâfi (Şifa verici) ve kâfi (yeterli)dir Taberi.c.1,s. 1

5- Alkame en Nehai diyor ki: "Abdullah b. Mes'ud, Küfeden ayrılırken onu uğurlamak için arkadaşları yanına toplanmışlardı. Abdullah b. Mes'ud onlarla vedalaşırken şunları söyledi: "Sakın Kur'an hakkında tartışmayın. Çünkü Kur'an, birbiriyle çelişmeyen, yok olmayan ve çokça tekrar edilmekten dolayı değişikliğe uğramayan bir kitaptır. Şüphesiz ki İslamın şer'î hükümleri, cezaları ve farzları onda aynıdır, değişmez. Şâyet Kur’an’ın kıraat şekillerinden biri, diğerinin emrettiğini yasaklar mahiyette olsaydı işte o zaman Kur'anda ihtilaf olurdu. Fakat durum böyle değildir. Kur'an bütün kıraati an içermektedir. Bununla birlikte cezalarda, frazlarda ve İslam'ın diğer hükümlerinde herhangi bir farklılık yoktur.

Öyle zamanlar olmuştur ki, biz Kur’an’ın okunması hususunda Resûlüllah'ın yanında tartışıyorduk. O da bize okumamızı emrediyor biz de okuyorduk. Dinledikten sonra hepimizin güzel okuduğunu söylüyordu. Eğer ben, Allah'ın, Peygamberine indirdiği bu Kur’an’ı benden daha iyi bilen birini bilmiş olsam mutlaka onu arar bulur ve onun bilgileriyle kendi bilgilerimi artırırım. Ben, Resûlüllah'ın lisanından yetmiş Sûre okudum. Ben, her yıl Ramazan ayında Kur’an’ın, Resûlüllah'a okutulup dinlendiğini, nihÂyet vefat ettiği yılda bunun iki kere yapıldığını biliyordum. Resûlüllah, Kur'an'ın, kendisine okutulup dinlenmesinden sonra ben onu okuyordum. O da bana, güzel okuduğumu söylüyordu. Kim benim kıraatim üzere okuyacak olursa sakın ondan yüzçevirerek bırakmasın. Yine kim de Kur’an’ı, bu kıraatlardan biri üzere okuyorsa ondan yüzçevirerek bırakmış olmasın. Zira Kur'andan bir âyet inkâr eden kimse onun tümünü inkâr etmiş olur. Taberi.c.1,s. 11

6- Abdullah b. Abbas diyor ki:

"Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Cebrâil bana Kur’an’ı bir harf üzere okuttu. Ben Cebrâile bir talepte bulundum. Ben ondan, kıraati artırmasını işitiyordum. O da artırıyordu. Nihâyet yedi harf üzere okunmasına kadar ulaştı. Buhari, K. el-Fadail el-Kur'an bab: 5, K. Bed'ul halk bab: 6/Müslim, K. el-Müsafirin, bab: 272, Hadis No: 819, Ahmed b. Hanhel. Müsned, c. 1, s. 264, 299, 313

İbn-i Şihab ez-Zühri bu hadisin izahında şöyle demiştir: "Bana ulaştığına göre buradaki yedi harften maksat, tek bir mesele hususunda yedi lehçedir. Bu kıraatlar helal ve haramı değiştirmeyen kıraatlardır.

7- Ümmi Eyyub, Resûlüllah'ın şöyle buyurduğunu Rivâyet etmiştir:

"Kuran yedi harf üzere inmiştir hangisini okursan senin için yeterlidir; Ahmed b. Hanbel, Müsned c. 6, s. 433, 463

8-Übey b. Kâ'b diyor ki:

"Ben, bir adamın Kur'an okuduğunu işittim. Dedim ki "Bunu sana kim okuttu?" Dedi ki: "Resûlüllah okuttu." Dedim ki: "Haydi Resûlüllah'a gidelim." Resûlüllah'a gittim ve dedim ki: "Sen şunun okumasını iste," Bunun üzerine Resûlüllah "Oku" dedi. Adam okudu. Resûlüllah: "Güzel okudun." dedi. Ben de dedim ki: "Sen bana şöyle şöyle okutmamış mıydın?" Resûlüllah: "Evet, sen de güzel okuyorsun." dedi. Ben de elimle işaret ederek: "İkimize de "İyi okudun." diyorsun." dedim. Bunun üzerine Rusulullah, eliyle göğsüme vurdu sonra buyurdu ki: "Ey Allah'ım, sen, Übey'den şüpheyi gider." Bunun üzerine benden bir ter boşandı içim korkuyla doldu ve Resûlüllah buyurdu ki:

"Ey Übeyy, bana iki melek gelmişti. Biri bana "Sen Kur’an’ı bir harf (lehçe) üzere oku." dedi. Diğeri ise "Artırmasını iste." dedi. Dedim ki: "Artır." bunun üzerine o melek dedi ki: "İki harf (lehçe) üzere oku." diğer melek dedi ki: "Artırmasını iste." Dedim ki: "Artır" yine o melek dedi ki: "Üç harf (lehçe) üzere oku." Diğer melek te dedi ki: "Yine artırmasını iste." dedim ki: Artır." O melek: "Dört harf (lehçe) üzere oku." dedi. Diğer melek: "Artırmasını iste." dedi. Dedim ki: "Artır." O melek dedi ki: "Beş harf (lehçe) üzere oku. "Diğer melek dedi ki: "Artırmasını iste. "Ben de "Artır." dedim. O melek te "Altı harf (lehçe) üzere oku." dedi. Diğer melek "Artırmasını iste." dedi. O melek te "Yedi harf (lehçe) üzere oku. Kitfan yedi harf (lehçe) üzere inmiştir." dedi. Ahmed b. Hanhel, Müsned, c 5. s. 124

9- Übey b. Kâ'b yine diyor ki:

Benim Müslüman olmamdan itibaren şu hadise dışında, göğsümü hiçbir şey tırmalamamış!!. Hadise şöyle olmuştu: "Ben bir âyet okudum, başka biri de o âyeti benim okuduğum kıraatin dışında bir kıraatla okudu. Ben ona dedim ki: "Bu âyeti bana Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) okuttu." O adam da: "Bu âyeti bana da Resûlüllah okuttu." dedi. Bunun üzerine Resûlüllah’a vardım ve ona: "Ey Allah'ın Peygamberi, şu ve şu âyeti sen bana şöyle ve şöyle okutmadın mı?" dedim. "Resûlüllah "Evet." dedi. O adam da Resûlüllah'a: "Sen bana da şöyle ve şöyle okutmadın mı?" dedi. Resûlüllah: "Evet." dedi ve devamla şöyle buyurdu: "Cebrâil ve Mikâil (aleyhisselam) bana geldiler. Cebrâil sağ tarafıma Mikâil de sol ta afıma oturdular. Cebrâil (aleyhisselam) dedi ki: "Sen, Kur’an’ı bir harf üzere oku. "Mikâil de bana dedi ki: "Cebrâilin artırmasını iste. Cebrâilin artırmasını iste... Nihâyet Cebrâil yedi harfe (kıraata) kadar ulaştı. Her kıraat safi (şifa veren) ve Kâfidir (yeterlidir) Nasei K. el-iftitah bab 37/Ahmed b. Hanbel Müsned, c. 5, s. 114,112 Bu hadis-i şerifin son bölümü, diğer bir Rivâyette şöyledir:

"Bu kıraatlardan hiçbiri yoktur ki, onlar, şâfı ve kâfi olmasın. Senin demen bu kıraatlardandır. Yeter ki azap âyetini rahmet âyetiyle rahmet âyetini de azap Âyetiyle bitirme. Ebû Davud, K. es-Salat, bab 357, Hadis No: 1477

10- Übey b. Kâ'b başka bir Rivâyette diyor ki:

"Resûlüllah, Merv taşları yanında Cebrâil ile karşılaştı ve ona: Ey Cebrâil, ben, okur yazarlığı olmayan bir ümmete Peygamber olarak gönderildim. Onların içinde yaşlı kadın, yaşlı erkek, genç erkek, çocuk, kız çocuğu ve hiçbir şey okumamış erkekler bulunmaktadır." Cebrâil de dedi ki: "Ey Rasûlüm, şüphesiz ki Kur'an, yedi harf (kıraat) üzere indirilmiştir. Tirmizi, K. el-Kıraat, bab: 11, Hadis No: 2944/ Ahmed b. Hanbel, c.5 s. 400

11- Übey b. Kâ'b diyor ki:

"Bir gün ben Mescide gitmiştim. Bir adam gelip namaz kılmaya başladı. Namazda, okuduğu kıraatini yadırgadım. Sonra başka bir adam geldi. O da başka bir kıraatla okudu. Biz, namazı bitirince hep birlikte Resûlüllah'ın yanına vardık. Resûlüllah'a dedim ki: "Bu adam, benim, yadırgadığım bir kıraatla Kur'an okudu. Diğeri sonra gelip o da daha başka br kıraatla okudu. "Bunun üzerine Resûlüllah; onlara okumalarını emretti. İkisi de okudu. Resûlüllah ikisinin de okuma şeklini güzel buldu. Bunun üzerine, içime öyle bir yalanlama duygusu düştü ki ben, cahiliye döneminde bile böyle bir duyguya kapılmamıştım. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) beni kaplayan bu hali görünce göğsüme vardu. Benden öyle bir ter boşandı ki, sanki ben, korkumdan Allah'ı gözümün önünde görüyormuşum gibi oldum. Resûlüllah bana, "Ey Übey, Kuranı bir harf (kıraat) üzere okumam için emir gönderildi. Ben bu emir üzerine rabbime baş vurarak "Ümmetime Kuranı okumayı kolaylaştır." dedim. Bana, iki harf (kıraat) üzere okumam emri geri gönderildi. Tekrar ben, rabbime baş vurdum ve "Ümmetime Kur'an okumayı kolaylaştır." dedim. Daha sonra bana yedi harf (kıraat) üzere okumam için emir geri gönderildi ve bana denildi ki: "Bana her müracaat etmene karşılık sana, isteyeceğin bir dileğin verilecektir." Ben de dedim ki: "Ey Allah'ım, sen ümmetimi affet, ey Allah'ım sen ümmetimi affet." Üçüncü isteğimi ise, bütün yaratıkların ve hatta İbrahim (aleyhisselam)'ın Bana başvuracakları (benim şefaat etmemi isteyecekleri) güne bıraktım." Müslim, K. el-Müsafirîn, bab: 273, Hadis No: 820/Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 5, s. 129

12- Übey diyor ki:

"Resûlüllah Gifar oğullarına ait bir gölün kenarında bulunuyordu. Ona, Cebrâil (aleyhisselam) geldi ve ona dedi ki: "Allah sana emrediyor ki "Ümmetin Kur’an’ı bir harf (lehçe) üzere okusun." Resûlüllah dedi ki: "Ben, Allah'tan afiyet ve mağfiret dilerim. Şüphesiz ki ümmetimin buna gücü yetmez..." Cebrâil Resûlüllah'a ikinci defa geldi ve dedi ki: "Allah sana emrediyor ki, ümmetin Kur’an’ı iki harf (lehçe) üzere okusun." Resûlüllah dedi ki: "Ben, Allah'tan afiyet ve mağfiret dilerim. Şüphesiz ki ümmetimin buna gücü yetmez." Sonra Cebrâil üçüncü defa ona geldi ve dedi ki: "Allah sana emrediyor ki" Ümmetin Kur’an’ı üç harf (lehçe) üzere okusun." Resûlüllah dedi ki: "Ben Allah'tan afiyet ve mağfiret diterim. Şüphesiz ki ümmetim buna güç yetiremez." Sonra Cebrâil Resûlüllah'a dördüncü defa geldi ve ona dedi ki: "Allah sana emrediyor ki, ümmetin Kur’an’ı yedi harf (lehçe) üzere okusun. Onlar hangi harf (îehçe) üzere okuyacak olurlarsa isabet etmiş olurlar." 38 Müslim, K. el-Müsafîrin, bnh: 274, Hadis No: 821/Ebû Davud, K. es-Sat.1t. bab: 357, HN. 1478 Nesei, K. el-İfıitah, bab: 37/Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 5, s. 127-128

13- Ebû Bekre, diyor ki:

Cebrâil Resûlüllah'a geldi ve ona: dedi ki: "Ey Rasûlüm, sen Kur’an’ı bir harf üzere oku." Mikâil dedi ki: "Artırılmasını iste." Resûlüllah da artırılmasını istedi. Cebrâil dedi ki: "Sen onu iki harf üzere oku." Mikâil dedi ki: "Artırılmasını iste. Resûlüllah'da artırılmasını istedi. Cebrâil de onu yedi harfe (lehçeye) ulaşıncaya kadar artırdı ve dedi ki: "Hepsi de şâfi ve kâfidir. Yeter ki azap âyetini rahmet âyetiyle, rahmet âyetini de azap âyetiyle bitirmiş olma. Bu kıraatlar senin = Gel,=Yönel, Haydi, demen veya Git, = Koş, = Acele et demen gibi ifadelerdir. Ahmed b. Hanbl, Müsned, c. 5, s. 51

14- Ebû Cüheym diyor ki:

"İki adam, Kur'an-ı Kerimin bir âyeti hakkında ihtilaf etti. Birincisi dedi ki: "Ben bunu Resûlüllah'tan öğrenip aldım." Diğeri de "Ben de bunu Resûlüllah'tan öğrenip aldım." dedi. İkisi de Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)den sordular. O da buyurdu ki: "Kur'an yedi harf üzere okunur. Kur'anda tartışmaya girmeyin. Çünkü Kur'an'da tartışmaya girmek inkâra düşmektir. Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 4, s. 170

15- Abdullah b. Mes'ud diyor ki: "Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Bana Kur'an'ı yedi harf (lehçe) üzere okumam emredildi. Hepsi de kâfi ve Safidir." Taberi, c. 1, s. 15

16- Ebû Hureyre diyor ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Şüphesiz ki bu Kur'an yedi harf (lehçe) üzere indirilmiştir. Siz onu okuyun. Bunda size bir zorluk yoktur. Fakat, rahmetin arkasından azabı anarak ve azabın arkasından da rahmeti anarak âyeti tamamlayın. Taberi, c. 1, s. 15 43 Taberi, c. 1,s. 16

Kur’an Arap Şivelerin Tümüyle İnmemiştir.

Bu hususta Taberi özetle şunları zikretmektedir. "Arap şivelerinin yediden fazla oldüğ muhakkaktır. Hatta sayılamayacak kadar çoktur. Resûlüllah, Kur'an'ın bu şivelerden sadece yedisiyle indiğini beyan etmiştir. Hadis-i şeriflerde geçen "Kur'an yedi harf üzere indirilmiştir." ifadesinden maksat da, Kur'an'ın yedi lehçe üzere indiğini bildirmektir. Şâyet denilecek olursa ki "Bu ifadenin, Kur'an'ın yedi lehçe üzere indiğini beyan ettiğine dair delilin nedir? Çünkü senin bu izahına karşı çıkanlar, bu ifadeyi şöyle izah etmişlerdir: Kur'an yedi yönde indirilmiştir. Onlar da emirler, yasaklar, teşvikler, korkutmalar, kıssalar, örnekler vb. şeylerdir. Ayrıca bu gibi izahlar da ümmetin geçmişlerinden ve âlimlerin seçkinlerinden nakledilmiştir?" Cevaben denilir ki: Kur'an'ın yedi yönle indiğini söyleyenler, bizim Kur’an’ın yedi şive üzere indiğini söylememize, zannettiğin gibi ters bir şey söylememişler ve bizim zikrettiğimiz haberi senin söylediğin gibi te'vil etmemişler, sadece Kur'an'ın yedi vecih üzere indiğini söylemişlerdir ki, bu da doğrudur. Biz, onların söylediklerini ifade eden haberleri Resûlüllahtan ve sahabelerinden kısmen naklettik. Yeri geldiğinde de geri kalanın tamamını nakledeceğiz. Daha önce zikrettiğimiz ve onların bu yorumunu doğruluyan haberlerin biri de Übey b. Kâ'bdan gelen şu haberdir. Übey, Resûlüllah'ın şöyle buyurduğunu söylemiştir: "Ben Kur’an’ı, cennetin yedi kapısından, yedi harf üzere okumakla emrolundum." Nisa sûresi, 4/82 Buradaki yedi harften maksat, daha önce de izah ettiğimiz gibi, yedi lehçedir. "Cennetin yedi kapısı'ndan maksat ise Kur'an'ın ihtiva ettiği emirler, yasaklar, teşvikler, korkutmalar, kıssalar ve misallerdir. Bunlara "Cennetin kapılan" denmesinin sebebi, kişinin bunlarla amel ettiği takdirde cenneti kazanmasıdır. Görüldüğü gibi, Selef âlimlerinden bu gibi te'villerde bulunanlar, Allah'a hamdolsun ki bizim söylediğimize muhalif bir şey söylememişlerdir. Bizim, hadiste zikredilen "Yedi harften masadın "Yedi lehçe" ve "Yedi kıraat" olduğunu söylememiz bu hususta Ömer b. El-Hattab, Abdullah b. Mes'ud, Übey b. Kâ'b ve diğer sahabilerden Rivâyet edildiği sabit olan sahih haberlere dayanmasındandır. Daha önce de belirttiğimiz gibi, bu gibi sahabiler, Kur'an-ı Kerimin, mânâsında değil okunuşunda ihtilaf etmişler ve bu ihtilaflarını gidermek üzere Resûlüllah'a başvurmuşlar Resûlüllah da herbirine Kur'an okutmuş ve farklı kıraatlarını uygun bulmuştur. Öyle ki onlardan bazıları Resûlüllah'ın muhtelif kıraatları uygun görmesini yadırgamış, içine vesvese girmiş ve şüpheye düşmüştür. Resûlüllah da, onlardan şüpheye düşenlerin şüphesini gidermek için "Allah bana, Kur’an’ı yedi harf üzere okumamı emretti." buyurmuştur. Elbette ki birbirleriyle ihtilaf eden sahabileri, okudukları kıraatların ifade ettiği, helal, haram, vaad tehdit vb. hükümleri hakkında tartışmamışlardır. Şâyet bunu yapmış olsalardı Resûlüllah'ın, herkesin görüşünü tasvip etmesi imkânsız olurdu. Çünkü bu takdirde, Allahü teâlânın, bir kıraatin ifadesine göre bir şeyi farz kılmış olması diğer bir kıraatin ifadesine göre de onu yasaklamış olması başka bir kıraatın ifadesine göre de onu mubah kılmış olması gerekirdi ki bu da Allahü teâlânın, hikmet dolu kitabında beyan buyurduğu şu âyet-i kerimeye ters düşerdi. "Kur’an’ı düşünmüyorlar mı? Eğer Kur'an, Allah'tan başkası tarafından indirilmiş olsaydı, onda birbirine zıt olan bir çok şey bulurlardı." Allahü teâlânın, kitabında böyle bir şey olmadığını beyan etmesi, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in diliyle indirilmiş olan kitabının bütün hükümlerinin, tüm yaratıkları için aynı olduğunu, yaratıklarından bir kısmına başka, diğer bir kısmına başka olmadığını göstermektedir ve yine bu, bizim "Kur'an yedi harf üzere inmiştir." ifadesini "Yedi lehçe" şeklinde izah etmemizin doğrulunğu ortaya koymaktadır ve bizim görüşümüzün aksine "Bundan maksat, yedi ayrı mânâdır." diyenlerin iddialarını çürütmektedir. Zira, Kur’an’ın okunuşunda ihtilaf edenler. Resûlüllah'a vardıklarında, Resûlüllah onların okuyuşlarının hepsini tasvip etmiştir. Şâyet Resûlüllah'ın, onların kıraat şekillerini değil de kıraatlarından anlaşılacak farklı manâları tasvip ettiği söylenecek olursa, Resûlüllah'a, Allahü teâlânın, kitabında olmadığını biidirdiği bir şeyi isnad etmek olur ki bu da bâtıldır. Halbuki Resûlüllah'ın bir şey hakkında, birbirine zıt iki hüküm verdiğine dair veya ümmetine böyle birşeyi yapmalarına izin verdiğine dair herhangi bir delil yoktur. Tam aksine dair delil vardır. Evet, bütün bunlardan anlaşılıyor ki "Kuran yedi harf üzere inmiştir." ifadesinden maksat. Kur'an Arap lehçelerinden yedi lehçe üzere inmiştir. Bu lehçelerden hangisiyle okunursa Kur’an’ın ifade ettiği manâ değişmez. Bu sebeple Resûlüllah, Kuranı çeşitli lehçelerde okuyup ta, birbirleriyle tartışmaya giren sahabilerinden her birinin kıraat şeklini doğru bulmuş ve güzel olduğunu söylemiştir. Diğer yandan, Kur'an-ı Kerimin okunuşu hakkında birbirleriyle tartışan ve Resûlüllah'a başvuran sahabilerin hepsi Allahü teâlânın, kitabında dilediği emir ve yasaklan zikredebileceğine ve dilediği vaad ve tehditlerde bulunabileceğine inanmış ve boyun eğmişlerdir. Artık onların, bir kısım hükümlere karşı çıkarak birbirleriyle tartışmış olmaları düşünülemez. Onların sadece bir kısım kelimelerin okunuşlarında ve lehçelerin farklı oluşlarında tartışmalar mümkündür. Ayrıca, Kur'an okuyan sahabilerin tartışmalarının, sadece Kur’an’ın kıraati hakkında olduğunu, Resûlüllah'tan zikrettiğimiz şu haber, bir Nass olarak göstermektedir. Ebû Bekre diyor ki Resûlüllah'a "Cebrâil (aleyhisselam) geldi ve dediki: "Ey Rasûlüm, "Sen Kur’an’ı bir harf üzere oku." Mikâil dedi ki: Artırılmasını iste. "Resûlüllah da artırılmasını istedi. Cebrâil de dedi ki: "Sen onu iki harf üzere oku." Mikali dedi ki: "Artırılmasını iste." Resûlüllah da artırılmasını istedi. Cebrâil de onu yedi harfe (lehçeye) ulaşıncaya kadar artırdı ve dedi ki: "Hepsi de Safi ve Kâfidir. Yeter ki azap âyetini rahmet âyetiyle rahmet âyetini de azap âyetiyle bitirmiş olma. Bu kıraatlar senin = Gel, =Yörel, = Haydi, demen veya = Git, = Koş ve - Acele et. demen gibi ifadelerdir. Ahmed b. Hanbel, c. 5, s. 51 Evet, bu haber açıkça gösteriyor ki, üzerinde ihtilaf edilen yedi harften maksat, yedi kıraattir ve gibi mânâları aynı fakat lafızları farklı olan kelimelerin farklı şekilleridir. Yoksa muhtelif hükümleri gerektiren mânâların ihtüaf; değildir. Selef ve halef âlimleri de bu ihtilafı bu şekilde izah etmişlerdir.

a- Abdullah b. Mes'udun şunları söylediği rivâyet edilmiştir: Ben, Kurraları dinledim, onları birbirlerine yakın buldum. Sizler, Öğrendiğiniz gibi okuyun. Taassuptan kaçının. Zira bu kıratlar, sizden birinizin = Haydi, Gel demesi gibidir.

Abdullah b. Mes'ud diğer bir Rivâyette de şöyle demiştir: "Sizden kim Kur’an’ı bir harf üzere okuyacak olursa onu bırakıp başkasına dönmesin. Şâyet Allah'ın kitabım benden daha iyi bilen birisini tanımış olsaydım, mutlaka onun yanına vanrdırn."

Taberi diyor ki: "Elbette ki, Abdullah b. Mes'ud" Sizden kim, Kur’an’ı bir harf üzere okuyacak olursa, onu bırakıp başkasına dönmesin." sözüyle, "Sizden kim: Kur'andaki emir ve yasağı okuyacak olursa onu bırakıp ta vaad ve tehdidi okumasın. Kim de Kur'andaki vaad ve tehdidi okuyacak olursa onu bırakıp kıssalan ve misalleri okumasın." demek istememiştir. Fakat o bu sözüyle "Kim, Kur’an’ı bir kıraat üzere okursa o kıraati bırakıp ta diğer kıraat ile okumasın." demek istemiştir. Nitekim Araplar, bir kişinin kıraatına da "Harf" derler. Alfabe harflerinden birine de "Harf" derler. Yani demek istemiştir ki: "Kim, Übey b. Kâ'bın kıraatiyla veya Zeyd b. Sabitin kıraatıyla yahut Resûlüllah'ın sahabilerinden herhangi birinin okuduğu yedi kıraattan biriyle Kur’an’ı okuyacak olursa, bu kıraati hoş görmeyerek terkedip başka bir kıraata geçmesin. Zira bu kıraatlardan bir kısmını inkâr etmek, tümünü inkâr etmek gibidir.

b- A'meş diyor ki: "Enes b. Mâlik şu âyet-i kerime’yi "Şüphesiz ki gece ibadete kalkmak daha tesirli, okumak daha isabetli Müzzemmit sûresi, 73/6 şeklinde okumuş bir kısım insanlar da ona "Ey Ebû Hamza, âyetin sonu ( 'ya (yî ) şeklindedir." demişler o da kelimeleri hep aynı şeyi ifade ederler." diye cevap vermiştir.

c- Leys, Mücahid'in, Kur’an’ı beş harf üzere okudğunu Rivâyet etmiş. Salim, Said b. Cübeyrin, iki harf üzere okuduğunu Rivâyet etmiş, Muğire de, Yezid b. Veüciin, üç harf üzere okuduğunu Rivâyet etmiştir.

Taberi diyor ki: "Şimdi Resûlüllah'ın "Kur'an yedi harf üzere inmiştir." hadisini "Kur'an emir, nehiy, vaat, tehdit, mücadele, kıssa ve misal olmak üzere yedi vecih üzere inmiştir." şeklinde te'vil etmeye kalkan kimse ne diyecektir? Mücahidin, bunlardan sadece beşini, Said b. Cübeyrin ikisini ve Yezid b. Velidin de ifçünü okuduğunu mu söyleyecektir? Şâyet bunu iddia edecek olursa bu gibi zatların, Kur'an hakkındaki bilgileri ve ihtisasları hususunda, onlara isnadı doğru olmayan bir tahmine girişmiş olur. Zira bunlar, Kur’an’ı çok iyi bilen kişilerdir.

d- Muhammed b. Kâ'b diyor ki: "Bana anlatıldığına göre Cebrâil ve Mikâil Resûlüllah'a gelmişler ve Cebrâil Resûlüllah'a "sen Kur’an’ı iki harf üzere oku." demiş Mikâil de ona: "Artırılmasını iste." demiştir. Bunun üzerine Cebrâil: "Sen Kur’an’ı üç harf üzere oku." demiş Mikâil de yine Resûlüllah'a: "Sen onun. artırılmasını iste." demiş, nihÂyet yedi harfe kadar artırmıştır. Muhammed b. Kâ'b diyor ki: "Bu kıraatlar, helalin haramın, emirin ve yasağın değişmesine yol açmayan kıraatlardır. Bunlar, senin gibi ayrı kelimelerle aynı mânâyı ifade eden sözlerin gibidir. Mesela, bizim kıraatımızda şu âyet, şeklindedir. Abdullah b. Mes'udun kıraatında ise şeklindedir. (Burada geçen kelimesi de kelimesi de aynı mânâdadır ve "Çığlık atmak" demekti.

e- Şuayb diyor ki: "Ebul Âliyenin yanında bir kişi Kur'an okuduğunda Ebul Âliye ona "Bu senin okuduğun gibi değildir." demiyor, ona "Ben de bu âyeti şöyle ve şöyle okuyorum." diyordu. Ben, Ebul Âliyenin bu durumunu İbrahim en-Nahaiye anlattım. O da dedi ki: "Sanırım ki arkadaşın "Kim, Kur’an’ın okunduğu bir kıraati inkâr edecek olursa, onun tümünü inkâr etmiş olur." sözünü duymuştur.

f- Said b. el-Müseyyeb demiştir ki: "Allahü teâlânın" şüphesiz biz, kâfirlerin, "Bu Kur’an’ı Muhammed'e bir adam öğretiyor." dediklerini çok iyi biliriz" Nahl sûresi, 16/103 âyetinde zikrettiği "Bir adam'ın fitneye düşmesine sebep şuydu: O kişi, Resûlüllah'a gelen valiyi yazıyordu. Resûlüllah ona sonlarında veya gibi ifadeler bulunan âyetleri yazıdırdıkîan sonra vahyin indiği anda çok meşgul oluşundan dolayı âyeti yazdırdığı kimseye daha sonra da âyetin sonu miydi yoksa yahut miydi? diye soruyor, onun ne yazdığını böylece kontrol etmiş oluyordu. Ve onun yazdığına "Tamam senin yazdığın gibi" diyordu. İşte bu durum bu kişiyi fitneye düşürdü ve o, kendi kendine "Muhammed bu işi bana bıraktı. Ben dilediğimi yazayım." diyordu. Said b. el-Müseyyebin anlattığına göre işte âyet sonlarındaki bu gibi ifadeler yedi kıraattandır.

g- İbrahim en-Nehai Abdullah b. Mes'udun şöyle dediğni rivaeyt etmiştir: "Kim Kur'andan bir kıraat şeklini veya bir âyeti inkâr edecek olursa şüphesiz ki onun tümünü inkâr etmiş gibi olur. Kuranın yedi harf üzere inmesi demek, ondaki bir kelimenin mânâsının, eş anlamda yedi kelimeyle ifade edilebilmesi demektir. "Gel" emrinin "Bana", "Seni kastediyorum" "Bana doğru," Yakınıma, gibi kelimelerle ifade edilebilmesi buna misaldir. Yoksa "Kur'an yedi harf üzere indi." ifadesi, ondaki herhangi bir kelimenin yedi şekilde okunması demek değildir. Keza Arapların yedi lehçesi, Kur’an’ın çeşitli yerlerine dağıtılmış demek değildir.

Taberi diyor ki: "Eğer bir kimse diyecek olursa ki: "Madem ki Resûlüllah'ın, "Kur'an yedi harf üzere indirildi." sözünün te'vili senin izah ettiğin ve lehine deliller gösterdiğin gibidir, o halde sen bize Allah'ın kitabında, yedi lehçeye göre okunmuş olan bir yer bul da biz de bununla senin sözünün doğru olduğuna kanaat getirelim.

Şâyet böyle bir şey bulamayacak olursan Resûlüllah'ın bu sözünü "Kur'an yedi mânâ (ifade şekli) ile inmiştir. Bunlar da emir, nehiy, vaad, tehdit, mücadele, kıssa ve misallerdir." şeklinde yorumlayan görüşün doğru olduğu, senin görüşünün de fasit olduğ ortaya çıkar. Veya cevaben diyeceksin ki: "Yedi kıraat, Arap kabilelerinden yedi kabilenin şivesidir. Bu şiveler Kur’an’ın tümüne yayılmış durumdadır. "Sen bu sözünle meseleye dikkatla bakmayan kimselerin söylediği sözü söylemiş olacaksın ki bunun da fasit bir söz olduğu, akıl sahibi bir insana uzak değildir. Bu sözün yanlışlığı hemen anlaşılır. Zira sen, Hazret-i Ömer, Abdullah b. Mes'ud, Übey b. Kâ'b gibi sahabilerden hadisler Rivâyet ederek Kur'an-ı Kerimin yedi harf üzere indiği ifadesini, Kur’an’ın yedi lehçe üzere indiği şeklinde yorumlamış oldun." Eğer yedi kıraat Kur’an’ı kerimin çeşitli yerlerine yayılmış ve tesbit edilmişse artık bunlar hakkında sahabilerin ihtilaf etmemeleri gerekir. Dolayısiyle sahabilerden nakledilen haberlerin sıhhatsız olması icabeder. Zira öğretici aynı ve bilgi de aynı olduğu halde öğrencilerin ihtilaf etmeleri beklenmeyen bir şeydir. Yani Kur’an’ı okuyanlar onun hangi bölümü, Araplardan kimlerin lehçesiyle inmişse onu o lehçe ile okur. böylece ihtilaflara da mahal kalmazdı. Halbuki senin zikrettiğin haberlerde sahabilerin Kur’an’ı okurken birbirleriyle ihtilaf ettikleri ve neticede Resûlüllah'a başvurdukları, Resûlüllah'ın da herbirini dinledikten sonra hepsinin kıraatim da hoşgördüğü zikredilmektedir. Bu da gösteriyor ki yedi lehçe, Kur’an’ın çeşitli taraflarına dağıtılmış ve Kur’an’ın bir kısmı bir lehçeyle diğer bir kısmı başka bir lehçeyle inmiş ve öylece tesbit edilmiş değildir.

Taberi diyor ki: "Bu soruyu yöneltene cevaben denilir ki: "Kur’an’ın yedi harf Üzere inmesinin mânâsı, senin anlamış olduğun bu iki şekilde de değildir. Bunun mânâsı, Kur'andaki herhangi bir mânâyı eş anlamda yedi kelimeyle ifade etmektir. Böylece mânâ bir fakat kelimeler farklı olur kelimelerinde olduğu gibi. Eğer diyecek olursa ki: "Sen, Allahü teâlânın kitabının neresinde bir yer bulabilirsin ki farklı lafızlarla yedi şivede okunmuş fakat bu lafızların mânâsı da aynı olmuştur'? Böylece biz de senin, hadisi yorumlama şeklini kabul etmiş olalım." Cevaben denilir ki: "Biz bugün böyle bir şeyin mevcudiyetini iddia etmiyoruz. Biz sadece Resûlüllah’ın: "Kur'an yedi harf üzere indirilmiştir." ifadesini, yukarda zikredilen haberlere dayanarak bu şekilde yorumluyor, muhaliflerimizin yorumladığı gibi yorumlamıyoruz. Eğer diyecek olursa ki "Şâyet mesele senin anlattığın gibiyse yedi kıraattan diğer altı kıraat niçin mevcut değildir? Halbuki Resûlüllah bunları sahabilerine okutmuş, onların bu kıraatları okumalarını emretmiş ve Allahü teâlâ da bu kıraatları bizzat tavafından indirmiştir. Yedi kıraatin bu altı kıraati neshedilip ortadan kaldırılmış mıdır? Eğer böyleyse buna dair delil nedir? Yoksa bu altı kıraat, muhafaza edilmeleri emredildiği halde ümmet tarafından unutulmuş mudur? Yahut durum nedir? Cevaben denilir ki: Bunlar ne neshedilip kaldırıldı ne de korunmaları emredildiği halde ümmet tarafından zayi edildi. Çünkü Ümmet, Kur’an’ı korumakla emrolunmuş, onu çeşitli şekillerde okumakta ve bu kıraatlardan dilediğini korumakta serbest bırakılmıştır. Bu mesele tıpkı yeminini bozan kimsenin keffaretlerden herhangi birini seçmekte serbest olması gibidir. Maddi durumu iyi olan bir insan yemin edip te yeminini bozacak olursa o, yeminine keffaret olarak, dilerse bir köleyi azad eder, dilerse on kişiyi doyurur, dilerse on kişiyi giydirir. Nasıl ki yeminin keffaretini yerine getiren bu kimse, bunlardan herhangi birini yaptığında, Allah'ın üzerine farz kılmış olduğu hakkı ifa etmiş olur. İşte bunun gibi, ümmet de Kur'an-ı Kerimi muhafaza eder ve herhangi bir sebepten dolayı da, seçmekte serbest bırakıldığı yedi kıraattan birini alıp onunla Kur'an okuyacak olursa, Allah'ın, yükümlü kıldığı görevi yerine getirmiş olur. Diğer altı kıraati okumaması onun için bir sorumluluk getirmez. Fakat bunlardan herhangi birini okuması, okuyan kimse için yasaklanmış değildir.

Eğer denilecek olursa ki "Yedi kıraattan, belli bir kıraat üzerine karar kılınıp diğer altı kıraattan herhangi biri üzerine karar kilınmayışının sebebi nedir? Cevaben denilir ki: "Bu hususta şunlar Rivâyet edilmektedir.

a- Zeyd b. Sabit diyor ki: "Resulallah'ın çok sayıda sahabisi Yemame'de (Mürtedlerle yapılan savaşta) öldürülmüştü. Ömer b. el-Hattab Ebû Bekir'in yanına vararak ona "Resûlüllah'ın sahabileri Yemamede, kelebeklerin kendilerini ateşe attıkları gibi savaşın kucağına attılar? Korkuyorum ki bundan sonra katılacakları her savaşta da öldürülünceye kadar aynı şeyi yapacaklardır. Bunlar, Kur’an’ı kalblerinde taşıyan insanlardır. Bunlar ölürse Kur'an zayi olur, unutulur. Sen Kur’an’ı toplayıp yazdirsan nasıl olur?" dedi. Ebubekir bundan çekindi ve dedi ki: "Ben, Resûlüllah'ın yapmadığı bir şeyi mi yapacağım?" Bu hususta Ömerle Ebubekir karşılıklı olarak meseleyi incelediler. Sonra Ebubekir birini gönderip Zeyd b. Sabiti yanına çağırdı. Zeyd diyor ki: "Ben Ebubekir'in yanına girdim. Ömer bir tarafa çekilmiş duruyordu. Ebubekir dedi ki: "Bu beni bir iş yapmaya çağırdı. Ben onun davetini kabul etmedim. Sen vahiy kâtibisin, eğer onun görüşüne katıhrsan ikinize uyarım. Benim görüşüme katıhrsan onun dediğini yapmam." dedi. Zeyd diyor ki: "Ebubekir, Ömer'in istediğini anlatirken Ömer konuşmuyordu. Ben de bu tekliften kaçındım ve dedim ki: "Biz, Resûlüllah'ın yapmadığı bir şeyi mi yapacağız?" Nihâyet Ömer "Yaparsanız size hangi sorumluluk gelir?" dedi. Biz de birbirimizin yüzüne baktık ve dedik ki: "Hiçbir şey. Vallahi bunu yaparsak bizim aleyhimize hiçbir şey olmaz." Bunun üzerine Ebubekir bana emretti. Ben de Kur’an’ı deri parçalarına, kürek kemiklerine, hurma dallarına yazdım. Ebubekir ölünce, Ömer bunu bir sahifede (defterde) toplayıp ta yazmıştı, onun yanında bulunuyordu. Ömer ölünce de bu sahife, Ömer'in kızı ve Resûlüllah'ın zevcesi Hafsanın yanında bulunuyordu. Sonra Huzeyfe b. el-Yeman, Erminya sınırında yaptığı bir savaştan geri dönmüştü. Evine gitmeden Osman b. Affan'ın yanına vardı ve ona "Ey Mü’minlerin emiri, insanların yardımına yetiş" dedi. Osman: "Ne var?" dedi. Huzeyfe de dedi ki: "Ben, Erminya sınırında savaşıyordum. Orada Iraklı ve Şamlılar da bulunuyordu. Şamlılar, Kur’an’ı Übey b. Kâ'bın kıraatına göre okuyorlar böylece Iraklıların işitmediği bir şeyi yapmış oluyorlar. Iraklılar da onlara kâfir diyorlar. Iraklılar da Abdullah b. Mes'udun kıraatıyla okuyorlar. Onlar da Şamlıların işitmediği bir şeyi yapıyorlar, Şamlılar da onlara kâfir diyorlar." Zeyd diyor ki: "Buun üzerine Osman b. Affan bana, kendisi için bir mushaf yazmamı emretti ve dediki: "Ben senin yanına zeki ve fasih birini vereceğim. İkiniz ittifak ettiğiniz âyetleri olduğu gibi yazın. Üzerinde ihtilaf ettiğinizi ise bana sunun." İşte o zaman Osman, Eban b. Said b. el-As'ı Zeydin yanına vermişti. Zeydin anlattığına göre onlar, Talutun hükümdar olacağının alameti, Tabutun size gelmesidir..." âyetine varınca Zeyd: "Bu kelime dur." demiş Eban ise (Bu kelime dur." demiştir. Zeyd diyor ki: "Biz bu meseleyi Osmana arzettik o da diye yazdı. Ben, yazma işini bitirdikten sonra yazdığımı gözden geçirdem. Mushafta "Mü’minler içinde öyle erler vardır ki Allah'a vermiş oldukları ahde sadakat gösterdiler. Onlardan kimi bu uğurda canlarını feda etti. Kimi de bu şerefi beklemektedir. Onlar, Allah'a verdikleri sözü asla değiştirmediler. Ahzab sûresi, 33/23 âyetini bulamadım. Ben, muhacirlere arzettim. onlardan bu âyeti sordum. Fakat bunu, onlardan herhangi birinin yanında bulamadım. Sonra meseleyi Ensara arzettim. Bu âyeti onlardan sordum ve bunu onlardan herhangi bir kimsenin yanında da bulamadım. Nihâyet onu Huzeyme b. Sabitin yanında buldum ve onu yazdım. Yazdığımı bir daha gözden geçirdim. Bu defa da yazdıklarımın içinde şu iki âyeti bulamadım.

"Ey insanlar, şüphesiz ki size kendinizden bir Peygamber gelmiştir. Sıkıntıya düşmeniz ona ağır gelir. O size son derece düşkündür. Mü’minlere çok şefaatli ve çok merhametlidir. Ey Peygamber, eğer yüzçevirirlerse de ki: "Allah bana yeter. Ondan başka hiçbir ilâh yoktur. Ben ona güvendim. O yüce arşın rabbidir. Tevbe sûresi 9/128,129

Yine meseleyi muhacirlere arzettim. Bu âyetleri, onlardan herhangi bir kimsenin yanında bulamadım. Sonra meseleyi Ensara arzettim. Bu âyetleri onlardan sordum. Onlardan herhangi bir kimsenin yanında da bulamadım. Nihâyet bu âyetleri de başka birisinin yanında buldum. Bu kimseye de "Huzeyme" ismi veriliyordu. Ben bu iki âyeti Tevbe suresinin sonuna yerleştirdim. Onlar üç âyet olsaydı onları tek başına bir Sûre yapardım. Sonra yazdıklarımı tekrar gözden geçirdim. Onların içinde herhangi bir şey görmedim. Sonra Osman, Hafsaya bir adam göndererek ondan Hazret-i Ömerin yazdırdığı Kur’an’ı istedi ve Hafsaya onu tekrar geri vereceğine dair yemin etti. Bunun üzerine Hafsa o sahifeyi Osman'a verdi. Osman, yazılan mushafı o sahi leyle karşılaştırdı. Bunların herhangi bir noktada çakışmadıkları, tam bir ayniyet ifade ettikleri görüldü. Bundan sonra Osman, sahifeyi Hafsaya iade etti. Böylece içi rahatladı. Osman, insanlara mushaflar yazmalarını emretti. Hafsa ölünce Osman, Abdullah b. Ömer'e Hafsa'nin sahifesi için önemli bir heyet gönderdi. Onlar da gidip bu sahifeyi yıkadılar, (sikliler).

b- Ebû Kılabe diyor ki: "Osman'ın Hilafeti döneminde muallimlerden her biri belli bir adamın kıraatina göre Kur'an okutuyorlardı. Böylece çeşitli muallimlerden Kur'an öğrenen çocuklar birbirleriyle karşılaştıklarında ihtilaf ediyorlardı. Nihâyet bu iş muallimlere de sıçradı. Öyle ki onlar birbirlerinin kıraatlarını inkâra kalkıştılar. Mesele Osman'a intikal etti. Osman bu hususta bir hutbe irad ederek şöyle dedi: "Sizler benim yanımda bulunurken Kur'an hakkında ihtilafa düşüyor ve birbirinizin yanıklığını söylüyorsunuz. Benden uzak olan diğer şehirlerin insanlan ise Kur'an hakkında daha fazla ihtilaf ediyor ve birbirlerini daha fazla suçluyorlar. Ey Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in sahabileri, toplanın Kur’an’ı insanlara rehber olacak şekilde bir mushaf haline getirin." Ebû Kılabe diyor ki: "Enes b. Malik dedi ki; "Ben de Kur’an’ı söyleyerek yazdırtanlardanım. Bazen bir âyet hakkında ihtilaf ediyor ve onu, bizzat Resûlüllah'tan öğrenen kişi hatırlıyordu. Bazen o kişi bulunamıyor veya vadilere gitmiş oluyordu. Âyetin başım ve sonunu yazıyorlar, adam gelinceye veya getirilinceye kadar âyetin yerini boş bırakıyorlardı. Kur’an’ı toplayanlar onu mushaf haline getirince Osman, şehirlerin halkına mektup yazarak bildirdi ki "Ben şöyle şöyle yeptım ve bunun dışında olanları imha ettim. Sizler de ellerinizde bulunanları imha edin." Başka bir Rivâyette, Enes b. Malik şunları söylemiştir. "Huzeyfetül Yeman, Müslümanların, Kur’an’ı okurken ihtilaf etmelerini ve bu yüzden Yahudi ve Hristiyanların durumuna düşeceklerinden korktuğunu Hazret-i Osman'a haber verince Hazret-i Osman olaydan çok korktu Hafsaya bir adam göndererek Ebubekir'in, Zeyd'e toplattırdığı sahifeleri ortaya çıkarmasını istedi ve Osman bu sahiflereden Mushaflar kopya ettirdi. Bu mushaflan çeşitli yerlere gönderdi.

c- Zühri diyor ki: "Resûlüllah vefat ettiğinde Kur'an-ı Kerim bir araya toplanmamıştı. Âyetler hurma dallarına ve o dalların köklerine yazılı idi, Sa'saa diyor ki: "Mirasçı olarak asılı ve füruu bulunmayan kimseye, diğer akrabalarını mirasçı kılan ve Kur'an-ı Kerimi bir araya toplatan ilk insan Ebubekirdir.

Taberi diyor ki: "Zikredilen bu haberler ve buna benzeyen ve burada zikredilmeleri halinde bu kitabı bir hayli uzatacak olan diğer haberler göstermektedir ki, Müslümanların imamı ve mü’minlerin emiri olan Osman b. Affan (radıyallahü anh) Müslümanların iman ettikten sonra inkâra düşeceklerinden korkarak ve onların perişan olmalarına acıyarak Kur'an-ı Kerimi tek bir mushaf halinde toplamış ve bu mushafta da Kur’an’ın yedi kıraatından birini tesbit etmiştir. Zira, bizzat Hazret-i Osman'ın döneminde. Kur’an’ın inmiş olduğu yedi kıraattan bir kısmını yalanlayanlar ortaya çıkmıştır. Halbuki bu kıraatları sahabiler, bizzat Resûlüllah'tan işitmişler ve Resûlüllah onlara, bu kıraatlardan herhangi birini yalanlamayı yasaklamış ve bunlar hakkında tartışmaya girmelerinin kendilerini inkâra düşüreceğini bildirmiştir. İşte bu sebepler Hazret-i Osman'ı Kur’an’ı bir araya toplamaya ve kıraatlardan sadece birini tercih etmeye sevketmiş ve diğer kıraatları belirten nüshaları imha ettirmiştir. Ümmet de Hazret-i Osman'ın bu davranışına güvenmiş ve onun yaptıklarını doğru ve isabetli bulmuştur. Bu sebeple âdil imamları olan Hazret-i Osman'ın, terkedilmesini istediği altı kıraati bırakmış tek kıraata bağlı kalmışlardır. Neticede bu kıraat şüyu' bulmuş ve diğer kıraatlar silinip gitmiştir. Bugün artık onlardan herhangi birini okumaya imkân yoktur. Zira bunlar ortadan kalkmış, eserleri yok olmuş ve Müslümanlar bizzat ekndilerini ve kendilerinden sonra gelecek kuşakların selametini düşünerek altı kıraati terkedip bir kıraata uymaya devam etmişlerdir. Fakat onlar, diğer kıraatların varlığını da inkâr etmemişlerdir. Günümüz Müslümanlarının da âdil ve müşfik imamları Hazret-i Osman'ın tercih ettiği kıraata bağlı kalmaları ve diğer altı kıraati terketmeleri gerekmektedir.

Taberi diyor ki: "Eğer bilgisi zayıf olan birisi çıkıp diyecek olursa ki "Resûlüllah'ın okuttuğu ve okunmalarını emrettiği kıraatları ümmetin terketmesi nasıl caiz olabilir? Cevaben denilir ki: "Resûlüllah sahabilerine bu kıraatları okumalarını emrederken farz veya vacip olduklarını bildirmek için değil, mubah olduklarını emretmek için bildirmiştir. Şâyet Resûlüllah onlara farz veya vacip olduğunu bildirmek için emretmiş olsa, onlar da bunu bilmiş olsalardı herhangi bir kimsenin, doğruluğunu bildiği bir kıraati terketmesi caiz olmazdı. Bilakis onu teketmemek vacip olurdu. Ümmetin bu gibi kıraatları terketmesi, kendilerinin bu gibi kıraatları okumakta serbest bırakıldıklarının açık bir delilidir. O halde ümmetin yedi kıraattan altısını terketmesi, kendileri için vacip olan bir şeyi terketmeleri değildir. Bilakis ümmet bu kıraatları terkederek üzerlerine gerekli olanı yapmışlardır. Zira onlar, bu kıraatları terkederek ümmetin ihtilafa düşmesini önlemişler, Müslümanların, bir kısım kıraatları inkâr ederek, kâfirliğe düşme tehlikesini bertaraf etmişlerdir.

Aynî Kelimelerin Çeşitli Şekillerde Okunması Yedi Farklı Lehçe Sayılmaz.

Taberi diyor ki: "Bir kelimenin şeklinin aynı kalması şartıyla onu ötre, üstün veya esreli okumak yahut o kelimeyi harekeli veya sakin okumak ya da bir harfi diğer harfle değiştirerek okumak, Resûlüllah'ın "Kur'an yedi harf üzere indirilmiştir." hadis-i şerifinin şümulüne girmemektedir. Çünkü hadis-i şerifte yedi harften (lehçeden) herhangi birisi hakkında tartışmaya girişmenin, kişiyi inkâra düşüreceği zikredilmiştir. Halbuki, bir kelimenin çeşitli harekelerle okunması hakkında tartışmaya girişmek, kişiyi inkâra sürüklemez. Hiçbir âlim böyle bir iddiada bulunmamıştır.

Kur’an’ın İndiği Yedi Lehçe Hangileridir?

Taberi diyor ki: Eğer bir kimse diyecek olursa ki "Sen, Kur’an’ın indiği yedi lehçeyi biliyor musun? Bu lehçeler Arap lehçelerinden hangisidir? Cevaben deriz ki: "Kur’an’ın inmiş olduğu altı lehçeyi, bizim bilmemize gerek yoktur. Zira biz onları bilsek dahi. yukarıda zikrettiğimiz sebeplerden dolayı bugün Kur’an’ı o lehçelerle okumayız. Bununla birlikte, denilmiştir ki: "Bu lehçelerden beşi Hevazin kabilesinin kollarına aittir. İkisi ise Kureyş ile Huzaa kabilelerine aittir. Ancak bu Rivâyetlerin hepsi Abdullah b. Abbas'a dayandırılmaktadır. Fa kat, Abdullah b. Abbas'tan bunları Rivâyet edenler, nakilleri delil gösterilmeyecek kimselerdir. Zira, beş lehçenin Hevazin kabilesinin kollarına ait olduğunu, Abdullah b. Abbas'tan rivâyet eden zat, Kelbi'dir. O da Ebû Salih'ten Rivâyet etmiştir. Diğer iki lehçenin Kureyş ve Huzaa kabilelerine ait olduğunu, Abdullah b. Abbastan rivâyet eden kimse ise Katade'dir. Katade ise Abdullah b. Abbas'la ne görüşmüş ne de onu dinlemiştir.

Taberi diyor ki: "Hevazin kabilesinin kolları Sa'd b. Bekr, Haysem b. Bekr, Nasr b. Muaviye ve Sakiyf'tir.

Taberi yine diyor ki: "Resûlüllah'ın "Kur'an yedi harf üzere indirilmiştir. Hepsi de safi ve kâfidir." hadisindeki "Safi ve kâfi" kelimelerinin mânâsı, Allahü teâlânın, şu âyetinde de beyan ettiği gibi, Kur'an mü’minlerin kalblerine gelen çeşitli manevi hastalıkları Şeytanın vesveselerini tedavi eder ve kulu, diğer bütün öğütlerden müstağni kılar ve onlara muhtaç bırakmaz." demektir. Allahü teâlâ bu hususta şöyle buyurmaktadır: "Ey insanlar, size, rtıbbinizden bir gelmiştir. O, kalhlerdeki hastalıklar için bir şifa, iman edenler için bir hidâyet ve rahmettir. Yunus sûresi, 10/57

"Kur'an Cennetin Yedi Kapısından İnmiştir." Hadisi

Taberi diyor ki: "Resûlüllahtan nakledilen bu hadis-i şerifin lafızlarında raviler ihtilaf etmişler onu farklı lafızlarla Rivâyet etmişlerdir.

a- Bu hadisi, Abdullah b. Mes'udun Resûlüllahtan şu şekilde Rivâyet ettiği nakledilmektedir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurmuştur ki; "Önceki kitap tek bir kapıdan ve tek bir harf (lehçe) üzere inmişti. Kur'an ise yedi kapıdan ve yedi harf (lehçe) üzere inmiştir. Bunlar da, yasaklar, emirler, haramlar, helaller, muhkemler, müteşabihler ve misallerdir. Kur’an’ın helalini helal görün haramını da haram. Emrolunduğunuz şeyleri yapın. Size yasaklananlardan da vazgeçin. Kur’an’ın misallerinden ibret alın. Muhkemiyle amel edin. Müteşabihine de iman edin ve deyin ki: "Biz buna iman ettik. Hepsi de rabbimizin katındandır."

b- Yine bu hadisi Ebû Kılabenin, Mürsel bir şekilde Resûlüllahtan şu şekilde Rivâyet ettiği nakledilmiştir. Ebû Kılabe demiştir ki: "Bana ulaştığına göre Resûlüllah şöyle buyurmuştur: "Kur'an yedi harf üzere indirilmiştir. Bunlar, emirler, yasaklar, teşvikler, korkutmalar, cedeller, kıssalar ve misallerdir."

c- Bu hadisi Übey b. Kâ'bin da Resûlüllahtan şu şekilde Rivâyet ettiği nakledilmektedir: Übey dedi ki: "Resûlüllah bana şöyle buyurdu" "Allah bana emretti ki Kur’an’ı tek harf üzere okuyayım. Ben de dedim ki: "Rabbim, sen bunu, ümmetime hafiflet. "Allahü teâlâ buyurdu ki: "Sen onu iki harf üzere oku." Dedim ki: "Rabbim sen onu ümmetime hafiflet." Bunun üzerine Allah bana emretti ki: "Kur’an’ı cennetin yedi kapısından yedi harf üzerine okuyayım. Bunların hepsi de safi ve kâfidir."

d- Yine bu hususta Abdullah b. Mes'udun, bu Rivâyet edilenlere muhalif olarak şunları söylediği rivâyet edilmektedir. "Şüphesiz ki Allah Kur’an’ı beş harf üzere indirmiştir. Bunlar, helaller, haramlar, muhkemler, müteşabihler ve misallerdir. Sen, Kur’an’ın helalini helal, haramını da haram kabul et. Muhkem âyetlerle amel et. Müteşabih olanlarına da iman et ve misallerinden de öğüt al.

Taberi diyor ki: "Resûlüllahtan nakledilen bu haberlerin hepsinin mânâları birbirlerine yakındır. Çünkü bir kişinin "Falan kişi bu işin kapılarından bir kapısının üzerinde durmaktadır." demesi veya "Falan kişi, bu işin yönlerinden bir yönü üzerinde durmaktadır." demesi yahut, "Falan kişi bu işin taraflarından bir tarafında durmaktadır." demesi yahut, "Falım kişi bu işin taraflarından bir tarafında durmaktadır." demesi aynı mânâya gelir. Görmezmisin ki Allahü teâlâ kendisine yapılan ibadetlerden sadece bir yönüyle ibadet yapan bir kavmi vasıflandırırken, bunların, kendisine sadece bir harf üzere ibadet ettiklerini beyan etmiş ve şöyle buyurmuştur. "İnsanlardan öylesi vardır ki, Allah’a bir harf üzere (yarım yamalak) ibadet eder. Hac sûresi, 22/11 Buradaki bir harften maksat, bir yönüzere" demektir. Yani onlar Allah’a şüphe ile ibadet ederler, kesin olarak değib Resûlüllahtan çeşitli şekillerde Rivâyet edilen bu hadisi de bu kabildendir. Yani Resûlüllah'ın "Kur'an yedi kapıdan indirilmiştir." Veya "Kur'an yedi harf üzere indirilmiştir." ifadelerinin mânâları aynıdır. Bütün bunların mânâsı, Resûlüllah'ın, Allahü teâlânın ümmetine verdiği özellikleri ve faziletleri zikretmektedir. Zira bizim kitabımızdan önce inen her ilahi kitap, tek bir lehçe ile inmiştir. Diğer lehçelere çevirildiğinde onun tercümesi ve tefsiri sayılmıştır. Onun, Peygamberine indirdiği bir okuyuş şekli sayılmamıştır. Halbuki bizim kitabımız yedi lehçe üzere indirilmiştir. Okuyucu bu lehçelerin hangisiyle okuyacak olsa Kur’an’ı tilavet etmiş olur. Onu tercüme veya tefsir eden sayılmaz. Kişi, Kur’an’ı bu yedi lehçenin dışında herhangi bir lehçeye çevirecek olursa ve o zaman da mânâsım aktarmış olursa onu tercüme etmiş sayılır. İşte Resûlüllah'ın "Önceki kitaplar tek harf üzere indirilmişti. Kur'an yedi harf üzere indirilmiştir." adisinin mânâsı ise Allahü teâlânın, önceki peygamberlerine indirdiği kitaplardan bazılarında, cezalar, hükümler, helaller ve haramlar bulunmuyordu. Mesela, Hazret-i Davuda inen Zebur böyleydi. Çünkü o, bir kısım hatırlatmalar ve öğütlerden ibaretti. Hazret-i İsa'ya inen İncil de böyleydi. Çünkü o da sadece Allah'ı ululamak, ona hamdetmek, insanların kusurlarına bakmamak ve kötülüklerden yüzçevir mek gibi hususlan ihtiva ediyordu. Bunların dışındaki hükümleri ihtiva etmiyordu. Kur'an'dan önce inen diğer kitaplar da Kur’an’ın kapsadığı yedi çeşit hükümden bazılarını kapsıyorlardı. Bizim kitabımız olan Kur'an ise bu yedi hükmün tümünü de kapsamaktadır. Allah bu özelliği Hazret-i Muhammed'e ve ümmetine vermiştir. Halbuki daha önceki kitapların muhteviyatıyla yükümlü olan ve onları yerine getirerek ibadet edecek olan kullar. Allah'ın cennetini kazanmak ve onun rızasına erişmek için kitaplarının indiği tek yol ve yönden başka bir yol bulamıyorlardı. Sadece o yol kendilerini cennete ulaştırıyordu. Halbuki Allahü teâlâ Hazret-i Muhammed'e ve ümmetine insanları Allah'ın rızasına eriştirecek ve cenneti kazandıracak yedi yönü ve yedi yolu bulunan bir kitap vermişti. Eğer bu ümmet, bu kitabı hakkıyla uygulayacak olursa yedi yoldan cennetin yedi kapısına ulaşabilecektir. Bu yedi yolu şöyle izah etmek mümkündür.

a- Allah'ın kitabındaki emirlerini tutmak cennetin kapılarından bir kapıdır.

b- Allah'ın kitabında yasakladığı şeylerden kaçınmak cennetin kapılarından ikincisidir.

c- Allah'ın; kitabında helal kıldığı şeyleri helal saymak cennetin kapılarından üçüncü bir kapıdır.

d- Allah'ın, kitabında haram kıldığı şeyleri haram kılmak cennetin kapılarından dördüncü bir kapıdır.

e- Allah'ın kitabındaki ilmini ancak kendisinin bildiği müteşabih âyetlere boyun eğmek ve bunların Allah katından olduğunu ikrar etmek cennetin kapılarından altıncıdır.

g- Kur'anda zikredilen misaller ve öğütlerden ibret almak ta cennetin kapılarından yedincisidir.

Evet, Allahü teâlâ Kur'andaki yedi yönlü mânâ ve Kur'an'ın indiği yedi kapıyı kullan için rızasına erişme ve cennete ulaştırma yolları kılmıştır. İşte Resûlüllah’ın "Kuran cennetin yedi kapısından inmiştir." hadisinin mânâsı budur.

Kur'an Âyetlerinin Mânâsını Anlamak

Bu hususta Taberi özetle şunları zikretmiştir. "Kur'an-ı Kerim'in âyetleri, ihtiva ettikleri mânâları anlamak yönünden üç kısma ayrılmaktadır. Bir kısım âyetler vardır ki bunların mânâlarını ancak Allahü teâlâ bilir. Diğer bir kısım âyetler de vardır ki bunların mânâları ancak Resûlüllah’ın açıklamasıyla bilinir. Başka bir kısım âyetler de vardır ki bunların mânâlarının bir kısmını Kur’an’ın indiği Arap dilini bilen herkes bilir. Taberi bunların izahını özetle şöyle yapmıştır.

Taberi diyor ki: "Daha önce Kur'an-ı Kerimin tümünün Arapça olduğuna ve onun, Arapların tümünün lehçeleriyle değil sadece bir kısmının lehçeleriyle indiğine, bugün Müslümanların mushaflarında bulunan ve okudukları lehçenin de bu lehçelerden sadece bir kısmını teşkil ettiğine dair deliller zikretmiştik. Yine biz, Kur'an'ın ihtiva ettiği, nurları, delilleri, hikmetleri ve beyanları açıklarken Allahü teâlânın, Kur'ana yerleştirdiği hükümlerin, emirlerin, yasaklar, helaller, haramlar, vaadler, tehditler, muhkem âyetler, müteşabih âyetler olduklarını söylemiş ve bunların çeşitli hikmetler taşıdıklarını beyan etmiştik. Bu beyanlarımız, Kur’an’ı anlamaya muvaffak olanlar için yeterlidir. Şimdi de diyoruz ki "Kur’an’ın âyetlerinin mânâları da onları anlayacaklar açısından üç kısma ayrılmaktadır.

1- Âyetlerin bir kısım mânâları vardır ki, bunları ancak bir ve kahredici olan Allahü teâlâ bilir. Bunlar da, kıyametin kopma anı, sur'a üfleme zamanı ve İsa'nın inme vakti gibi bir kısım olayların zaman ve vadeleriyle ilgili bilgilerdir. Bu olayların ne zaman gerçekleşeceklerini ve bu zamanın ne kadar olacağını Allah'tan başka kimse bilmez. Çünkü Allahü teâlâ bunların bilgilerini kendisinde saklı tutmuştur. Nitekim bu hususta şöyle buyurmuştur: "Ey Rasûlüm, sana kıyametten soruyorlar ne zaman kopacak dîye. De ki "Onun ilmi ancak Rabbimin katındadır. Kıyametin vaktini ancak o açıklar. O kıyamet, göklerde ve yerde ağır basmıştır. Size ansızın gelecektir. Gerçekten onu biliyor muşsun gibi senden sorarlar. De ki: "Onun ilmi ancak Allah karındadır. Fakat insanlarımı çoğu bunu bilmezler. A'raf sûresi, 7/187 Resûlüllah bu gibi bir olayı zikrettiğinde, bunların gerçekleşmelerinden önce ortaya çıkacak olan alâmetlerinden söz ediyordu. Nitekim bir gün, Deccalin çıkacağı meselesi bahse konu olunca, sahabilerine şöyle buyurmuştu: "Nevvas b. Sem'an diyor ki:

"Bir gün sabahleyin Resûlüllah Deccalı anlattı. Onu anlatırken sesini bazan kıstı bazan yükseltti. Bizler de Deccal'ın, hurmalıklardan birinin içinde olduğunu zannettik. Resûlüllah'ın yanına vardık. Bizi görünce durumumuzu anladı ve buyurdu ki: "Ne oldu size?" Biz de dedik ki: "Ey Allah'ın Resulü, sen sabahleyin Deccal'ı anlattın. Onu anlatırken sesini bazan kıstın bazan yükselttin. Öyle ki bizler onu bazı hurmalıklar içinde zannettik." Resûlüllah da buyurdu ki: "Ben sizin için, Deccal'ın dışındaki şeylerden daha fazla korkuyorum. Şâyet, ben sizin içinizdeyken Deccal çıkacak olursa ona karşı sizin savunucunuz ve mücadele vereniniz ben'im. Eğer, ben sizin içinizde olmadığım bir zamanda çıkacak olursa, herkesin savunucusu kendisidir. Allah her müslüman için benim vekilimdir. O Deccal, saçı çok kıvırcık bir gençtir. Bir gözü patlaktır. Ben onu, Abdüluzza b. Katan'a benzetir gibi oluyorum. Sizden kim, ona yetişecek olursa, ona karşı Kehf suresinin baş tarafını okusun. Müslim, K. el-Fiten, bab: 110, Hadis No: 2137

2- Âyetlerin diğer bir kısım mânâları da vardır ki bunlar ancak Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in açıklamasıyla bilinirler. Bunlar da âyetlerde zikredilen ve farziyet, mendupluk ve irşad ifade eden emirlerin çeşitlerini bilmek, nehiylerin kısımlarını bilmek, çeşitli haklar ve cezalarla ilgili olan hükümlerin sebeplerini bilmek, farzların miktarlarını bilmek ve yaratıklarından bir kısmının diğerleri için ne kadar lazım olduğunu bilmek vb. şeylerdir. Bu hususları Resûlüllah açıklamadan her hangi bir kimsenin bu meseleler hakkında görüş beyan etmesi caiz değildir. Resûlüllah bunları ya bizzat kendisi açıklamış veya ümmetine, açıklamaları için bir kısım delil ve işaretler zikretmiştir. Kur’an’ın âyetlerinin mânâlarından bir kısmının ancak Resûlüllah'ın açıklamasıyla bilineceği şu âyet-i kerimelerden anlaşılmaktadır. "Onları mucizelerle ve kitaplarla gönderdik. Sana da Kur’an’ı indirdik ki, insanlara vahyedilenleri açıklayanın. Belki düşünürler. Nahl sûresi, 16/44 Sana kitabı indiren O'dur. Onun bir kısım âyetleri muhkemdir. Mânâsı açıktır. Bu âyetler kitabın esasıdır. Diğer bir kısım âyetleri de müteşabihtir. Anlaşılması güçtür. Kalblerinde eğrilik bulunanlar, fitne çıkarmak ve arzularına göre açıklamak niyetiyle müteşabih olanlarına uyarlar. Oysa bunların açıklamasını sa dece Allah bilir. İlimde ileri gitmiş olanlar ise: "Biz bunlara iman ettik. Hepsi rabbimizin katındadır. Bunları ancak akıl sahipleri düşünür." Kur'an-ı Kerimin, kulların kendi görüşleriyle tefsir edilemeyeceğini beyan eden şu haberler de göstermektedir ki, Kur'an âyetlerinin mânâlarından bazılarını Resûlüllah'ın açıklaması olmadan idrak etmek mümkün değildir. Bu bakımdan herhangi bir kimsenin kendi özel görüşüne dayanarak bunlar hakkında söz söylemesi caiz değildir. Velev ki söylediği sözde isabet olsun. O kişi bu sözü söylemekle hataya düşmüştür. Çünkü onun isabeti, yakine dayanan bir isabet değil tahmine ve zanna dayalı olan bir isabettir. Allah'ın dini hakkında bir takım zanlara dayanarak bir şeyler söylemek, Allah'a karşı bilmediği şeyleri söylemek olur ki Allahü teâlâ bunu Kur'an'da haram kılmıştır. Âl-i İmran, 3/7 "De ki: Rabbim açık ve gizli hayasızlıkları, günah işlemeyi, haksız yere yapılan zulmü, hakkında hiçbir delil indirmediği şeyi Allah'a ortak koşmanızı ve bilmediğiniz şeyi Allah'a karşı söylemenizi haram kıldı," A'raf sûresi, 7/33

Kur'ân-ı Kerimin bir kısım mânâlarını kulların kendi görüşleriyle açıklayamayacaklarını beyan eden haberlerden bazıları şunlardır: Abdullah b. Abbas, Resûlüllah'ın şöyle buyurduğunu Rivâyet etmiştir:

"Kim, Kur'an hakkında, kendi görüşüyle bir şey söyleyecek olursa, cehennem ateşinde yerini hazırlasın. Tirmizi, K. Tefsir el-Kur'an bab: 1, Hadis No: 2951 Diğer bir Rivâyette, Abdullah b. Abbas Resûlüllah'ın şöyle buyurduğunu Rivâyet etmiştir.

"Kim Kur'an hakkında bilgisi olmadığı halde bir şey söyleyecek olursa o kimse cehennem ateşinde yerini hazırlasın." Tirmizi, K. Tefsir el-Kur'an bab: 1, Hadis No: 2950

Hazret-i Ebubekir (radıyallahü anh)'ın şunu söylediği rivâyet edilmektedir. "Şâyet ben, Kur'an hakkında görüşüme göre bir şey söyleyecek olursam veya bilmediğim bir şeyi diyecek olursam, hangi yer beni üzerinde daşır? Hangi gök beni gölgelendirir?"

Cündeb b. Abdullah el-Beceli diyor ki: "Resûlüllah buyurdu ki:

"Kim. Aziz ve Celil olan Allah'ın kitabı hakkında, görüşüne göre bir şey söyleyecek olursa, isabet ettirse dahi hata etmiş olur. Ebû Davud, K. el-İlm, bab: 5, Hadis No: 3652/Tirmizi, K. Tefsir el-Kur'an bab: 1, Hadis No: 3953

Görüldüğü gibi Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Kur'an hakkında kendi görüşüne dayanarak te'vile girişen insanın, isabet etmiş olsa dahi hata etmiş olacağını bildirmiştir. Çünkü böyle bir davranışta bulunması hatalıdır. Zira, açıklamaya çalıştığı mânâlar ancak Resûlüllah'ın açıklamasıyla bilinecek mânâlardandır. Kulların kendi görüşleriyle açıklayabilecekleri mânâlar söz konusu olursa elbette ki, kulların bunları kendi görüşleriyle açıklamaları caizdir.

3- Kur'ânın âyetlerinin mânâlarından bazıları da vardır ki onları Kur'ânın indiği Arap dilini bilen her kişi anlayabilir. Bunlar da, Kur'ânın irabı ve özel isimleri zikredilen şeyleri bilme ve özel sıfatları beyan edilen hususları idrak etmedir. Mesela bir kişi, "Onlara yeryüzünde bozgunculuk yapmayın." denildiği zaman onlar "Biz ancak ıslah edicileriz." derler. Bakara sûresi, 2/11 âyetini dinlediği zaman "Bozgunculuk yapma"nın, terkedilmesi gereken zararlı bir şey olduğunu "islah etme"nin ise yapılması gereken faydalı bir şey olduğunu anlar. Fakat o, Allahü teâlânın, neleri bozgunculuk çıkarma kabul ettiğini, neleri de ıslah etme saydığını bilemez. Bunları bilmek ancak Resûlüllah'ın bildirmesiyle olur. Yani kul, Kur'an'da özel isimleri zikredilen eşyayı ve özel sıfatları beyan edilen sıfatlanmış olanları da bilebilir. Fakat o, bu eşyaya ait hükümlerin ve sıfatların neler olduklarını bilemez. Bazılarım ancak Resûlüllah'ın beyanı ile bilebilir. Ayrıca, bazı mânâları da vardır ki onları Allah kendisinde saklı tutmuştur.

Taberi diyor ki: "Bizim, âyetlerin mânâlarını üç kısmı ayırmamız, Abdullah b. Abbas'tan nakledilen bir görüşe göre de zikredilmiştir. Ebuzzinad diyor ki: "Abdullah b. Abbas dedi ki: "Tefsir dört çeşittir. Bazı tefsirler vardır ki onu Araplar, dillerinden dolayı bilirler. Bazı tefsirler de vardır ki hiçbir kimse onu bilmemekte mazur görülemez. Bazı tefsirler de vardır ki onu, âlimler bilir. Yine bazı tefsirler vardır ki onu ancak Allah bilir.

Taberi diyor ki: "Abdullah b. Abbasın "Bazı tefsirler de vardır ki onu bilmemekte hiçbir kimse mazur görülmez." şeklinde zikrettiği ifadeden maksat, Kur’an’ın mânâlarım anlama yolların dan birini beyan etmek değil, bazı tefsirlerin mutlaka öğrenilmesi gerektiğini beyan etmektir.

Taberi diyorki: "Bizim, âyetlerin mânâlarını üç kısma ayırmamız, Resûlüllahtan nakledilen ve senedi tartışılabilir olan şu hadiste de zikredilmiştir. Abdullah b. Abbasın, Resûlüllah'ın şöyle söylediğini rivâyet ettiği nakledilmiştir: "Kur'an dört harf üzere indirilmiştir. Bunlar, helal ve haramlardır ki hiçbir kimse bunları bilmediğinden dolayı mazur görülemez. Bir de bir izah şeklidir ki onu Araplar tefsir ederler. Bir de bir tefsir şeklidir ki onu âlimler tefsir ederler. Bir de müteşabih âyetlerdir ki onları ancak Allah bilir. Allah'ın dışında kim bunları bildiğini iddia edecek olursa o yalancıdır.

Taberi diyor ki: "Kur'ân-ı Kerimin, tefsir edilmesini teşvik eden haberler ve bir kısım sahabilerin, Kur’an’ı tefsir etmeleri, işte Kur'ânın mânâlarından bazılarının kullar tarafından bilinebileceğini göstermekte ve bu üçüncü kısımda zikredilen mânâlara işaret edilmektedir.

Kur’an’ın Tefsirini Bilmeye Teşvik Eden Bazı Haberler

1- Abdullah b. Mes'ud diyor ki: "Bizden bir adam, on âyet öğrendiğinde, onların mânâlarını öğrenip onlarla amel eünedikçe o âyetleri bırakıp başkalarına geçmezdi.

2- Ebû Abdurrahman diyor ki: "Bize Kur'an okutanlar diyorlar ki: Onlar, Resûlüllah'tan kendilerine Kur'an okutmasını isterlermiş. Onlar, on âyet öğrendiklerinde o âyetlerde geçen hükümlerle amel etmeden onları bırakıp geçmezlermiş. Böylece bizler, hem Kur’an’ı hem de Kur’an’la amel etmeyi birlikte öğrenelik,

3- Abdullah b. Mes'ud diyor ki: "Kendisinden başka hiçbir ilâh olmayan Allah'a yemin olsun ki, Allah'ın kitabında hiçbir âyet inmedi ki ben onun ne hakkında indiğini ve nerede indiğini bilmeyeyim. Şâyet Allah'ın kitabını benden daha iyi bilen herhangi bir kimsenin, binekle gidilebilecek bir yerde olduğunu bilmiş olsam mutlaka ona giderim.

4- Mesruk diyor ki: "Abdullah b. Mes'ud, önce bize bir sureyi okur sonra gün boyu onu bize anlatır ve tefsir ederdi.

5- Şakiyk b. Seleme diyor ki: "Hazret-i Ali Abdullah b. Abbasi Hac emin tayin etti. İbn-i Abbas öyle bir hutbe okudu ki, onu Türkler ve Rumlar dahi duysalar Müslüman olurlardı. Sonra Nur suresini okudu ve onu tefsir etmeye girişti.

6- Yine Şakiyk b. Seleme diyor ki: "Abdullah b. Abbas Bakara sûresini okuyup tefsir etmeye başladı. Dinleyenlerden biri "Bunu, Deylemiler bile işitecek olsalar Müslüman olurlardı." dedi.

7- Said b. Cübeyr dedi ki: "Kim, Kur’an’ı okur da sonra onu tefsir etmeyecek olursa o, bir kör veya bir Bedevi gibidir.

Taberi diyor ki: "Allahü teâlânın da kullarını Kur'andaki âyetlerden öğüt almaya ve onları açıklamaya teşvik etmesi gösteriyor ki, kullan kendilerine kapalı tutulmayan âyetlerin tevillerini bilmekle yürkümlüdürler. Bu hususta, Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur: "Bu Kur'an, âyetlerini iyice düşünsünler, akü sahipleri ibret alsınlar diye sana indirdiğimiz bir kitaptır, Sâd sûresi, 38/19 62 Şüphesiz ki biz, bu Kur'anda, öğüt alsınlar diye insanlara her türlü misali verdik. Zümer sûresi, 39/27 Görüldüğü gibi âyet-i kerimeler Kur'an'ın okunup düşünülmesini ve ondan öğüt alınmasını emretmektedirler. Bu da Kur’an’ın tefsir ve te'vilini bilmeyi gerektirir. Zira, kendisine söyleneni anlamayana ve ne demek olduğunu bilmeyene "Sen, bu anlamadığın şeylerden ibret al." demek mümkün değildir. Eğer kullara Kur’an’ı düşünmeleri ve öğüt almaları emredilmişse elbette ki onların Kur’an’ı anlamaları da emredilmiş olur. Mesela Arapçayı bilmeyen bir kısım insanlara, içinde misaller, öğütler ve hikmetler bulunan Arapça bir kaside okusan da onlara "Siz bu kasidedeki misallerden ibret alın, öğütlerden yararlanın." desen bu sözünün bir mânâsı olur mu?" Şâyet onlar, Arapçayı biliyor ve söylediklerini anhyorlarsa onlara bu gibi tavsiyelerde bulunabilirsin. İşte Kur'an-ı Kerim için de durum böyledir. Allahü teâlâ kullarına, Kur’an’ın âyetlerini düşünmeyi ve onda zikredilen misallerden ibret almayı emrettiğine göre anlatılıyor ki, Allahü teâlâ, kullarının Kur’an’ı anlamalarını ve onu tefsir etmelerini istemektedir. Bu da gösteriyor ki, Allahü teâlâ kullarına, bilgisini kendi nezdinde saklı tuttuğu âyetlerin dışındaki âyetleri bilmeyi emretmiştir. Bu husus açık bir şekilde ortada olduğuna göre, müfessirlerin, Allahü teâlânın kitabını tefsir etmelerine karşı çıkanların görüşlerinin fasit olduğu meydandadır.

Kur'ân'ın Tefsir Edilmesine Karşı Çıkanların Yanlış Yorumladıkları Bazı Haberler

Taberi diyor ki: "Eğer denilecek olursa ki "Sen, Kur’an’ın tefsir edilmesini savunuyorsun, bu hususta zikredilen şu haberler hakkında ne dersin?

a- Hazret-i Âişe (radıyallahü anhâ)'in şöyle dediği rivâyet edilmektedir. "Resûlüllah, Kur’an’ın âyetlerinden hiçbir şeyi tefsir etmezdi. O sadece Cebrâilin kendisine öğrettiği sayılı bir kısım âyetleri tefsir etmişti.

b- Ubeydullah b. Ömer diyor ki: "Ben, Medinenin fıkıh âlimlerine yetiştim. Onlar, Kur’an’ın tefsiri hakkında bir söz söylemeyi çok büyük bir hadise görüyorlardı. Salim b. Abdullah, Kasım b. Muhammed, Said b. el-Müseyyeb ve Nâfı bunlardandı.

c- Yahya b. Said diyor ki: "Ben, bir adamın, Said b. el-Müseyyebden Kur’an’ın âyetlerinden birinin tefsirini sorduğunu işittim. O da dedi ki: "Ben, Kur'an hakkında bir şey söylemem." Diğer bir Rivâyette şöyledir: "Said b. el-Müseyyeb, Kur'antn, bilinen âyetleri dışında herhangi bir âyet hakkında konuşmazdı."

d- Yezid b. Ebi Yezid diyor ki: "Biz, Said b. el-Müseyyebden, helalleri ve haramları sorardık. O, insanların, bu hususları en iyi bileni idi. Fakat biz ona, Kur’an’ın âyetlerinden bir âyetin tefsirni sorduğumuzda o sanki hiç duymamış gibi susardı.

e- Amr b. Mürre diyor ki: "Bir adam, Said b. el-Müseyyebden "Kur'ânın bir âyetinin tefsirini sordu. O da dedi ki: "Sen, Kur’an’ın âyetlerini benden sorma. (İkrimeyi kastederek) Sen onu, Kur'andan herhangi bir şeyini, gizli kalmadığını zannedene sor."

f- Muhammed b. Sîrîn diyor ki: "Ben, Ubeyde es-Selmaniye bir âyetin mânâsını sordum. O da bana dedi ki: "Doğrudan ayrılma. Kur’an’ın neyin hakkında indiğini bilenler, artık ölüp gittiler.

g- İbn-i Ebi Müleyke diyor ki: "Abdullah b. Abbas'tan bir âyetin mânâsı soruldu. O, sorulan bu âyet hakkında herhangi bir şey söylemedi. Bu âyet öyle bir âyetti ki o sizden birinize sorulacak olsaydı elbette ki onun hakkında bir şey söylerdiniz.

h- Velid b. Müslim diyor ki: "Talk b. Habib, Cündeb b. Abdulfaha geldi ve ondan, Kur’an’ın âyetlerinden birinin mânâsını sordu. Cündeb ona dedi ki: "Çık dışarı. Eğer Müslüman isen dışarı çıkarsın veya benimle oturmazsın."

ı- Şa'bi demiştir ki "Üç şey hakkında ölünceye kadar söz söylemem. Bunlar, Kur'an, Ruh ve görüş'tür. (Kıyas ve ictihaddır).

Taberi diyor ki: "Zikredilen bu haberlere cevaben denilir ki:

a- Hazret-i Âişeden nakledilen hadis, bizim söylediklerimizi doğrulamaktadır. Çünkü biz, Kur'ânın âyetlerinin bir kısım mânâları vardır ki o mânâlar ancak Resûlüllah’ın açıklamasıyla bilinebilir? deniştik. Bu açıklamalar da Allahü teâlânın, emirlerinde, yasaklarında, helallerinde, haramlarında, cezalarında, farzlarında ve yüce dinindeki diğer şer'î hükümlerin mücmel (kapalı) olan kısımlarını izah etme şeklindedir. Zira, bu gibi hükümler Kur'ânın zahirinde veciz bir şekilde zikredilmişlerdir. Kulların, bunların açıklanmasına ihtiyaçları vardır. Bunların mânâlarını bilme yolu ise ancak Allahü teâlânın, Peygamberinin diliyle açıklamasıyla olur. Bu sebeple bu mânâları, Resûlüllah açıklamadan herhangi bir kimse bilemez. Resûlüllah da, Allahü teâlânın, kendisine, Cebrâil veya diğer melekler vasıtasıyla öğretmedikçe bilemez. İşte, Hazret-i Âişe'nin hadisinde zikrettiği ve ancak Cebrâil'in, Resûlüllah'a açıklamasından sonra, Resûlüllah'ın da sahabilerine açıkladığını bildirdiği ve bu âyetlerin de sayılı âyetler olduğunu anlattığı âyetler bunlardır. Evet, Resulüllah'ın, Cebrâil'in açıklamasıyla, sahabilerine öğrettiği âyetler sayılıdır. Bunda şüphe yoktur. Hatta daha önce de zikrettiğimiz gibi Kur'ânın bir kısım âyetleri de vardır ki, Allahü teâlâ, onların mânâlarını kendisinde saklı tutmuş ve onları hiçbir kimseye öğretmemiştir. Onların mânâlarım ne melek-i Mukarreb ne de Nebiyy-i Mürsel bilebilmiştir. Fakat kullar, bu âyetlerin Allah katından olduğuna ve bunların mânâlarını ondan başka kimsenin bilmediğine iman ederler. Bununla birlikte, kulların, mânâlarını mutlaka bilmek ihtiyacında oldukları âyetleri, Allahü teâlâ Cebrâil vasıtasıyla Hazret-i Muhammed'e öğretmiş o da ümmetine öğretmmiştir. Nitekim: "Onları mucizelerle ve kitaplarla gönderdik. Sana ûa Kur'ânı indirdik ki, insanlara vahyedilenleri açıklayasm. Belki düşünürlcı Nahl sûresi, 16/44 âyet-i kerimesi bu gerçeği ifade etmektedir. Hazret-i Âişeden nakledilen hadis-i şerifi genel mânâda alarak, Resûlüllah'ın, Kur'ânın âyetlerinden sadece belli âyetleri tefsir ettiğini söylemek, Kur’an’ın Resûlüllah'a. onu insanlara açıklamaması için indirildiğini söylemek demek olur ki, bunu da ancak anlayışsız kimseler söyler. Allahü teâlânın, Resûlüllah'a, kendisine indirileni, insanlara tebliğ etmesini emretmesi ve onu ancak insanlara açıklaması için indirdiğini bildirmesi kesin bir delildir ki Resûlüllah, bu vazifesini yerine getirmiştir. Diğer yandan, Abdullah b. Mes'udun "Bizden bir adam, on âyet öğrendiğinde, onları bırakıp başka âyetlere geçmezdi." sözü gösteriyor ki Kur'an-ı Kerimin sadece belli âyetlerinin değil, Allahü teâlânın, bilgilerini kendisinde saklı tuttuğu âyetlerin dışındaki bütün âyetlerin mânâlarının anlaşılmasına çalışılmıştır. Yine, Abdullah b. Abbas'tan nakledilen bu haber Hazret-i Âişe'den Rivâyet edilen hadisin yanlış yorumlandığını göstermektedir. Bir kısım aklı kıt insanların zannettiği gibi bu hadisin mânâsı "Resûlüllah, ümmetine Kur’an’ın âyetlerinden ancak pek azını açıklardı." demek değildir. Bunun mânâsı, "Resûlüllah ümmetine ancak Allahü teâlânın bildirmesiyle mânâlarını bilebileceği âyetleri Cebrâilden öğrendikten sonra ümmetine açıklardı. Bunların sayısı da az idi." demektir.

Diğer yandan Hazret-i Âişe'den Rivâyet edilen bu hadisin senedinde Cafer b. Muhammed ez-Zübeyri bulunmaktadır. Bu zat, hadis Rivâyet edenler arasında tanınmayan biridir. Bu itibarla, hadisin senedi, delil gösterilmeye müsait değildir ve bunu delil göstermek caiz olmaz.

b- Bir kısım Tabiinden zikredilen ve Kur’an’ın tefsirinden kaçındıklarını beyan eden haberlere gelince bunlar için deriz ki "Tabiinden, Kur'ânı tefsir etmekten çekinenler, çeşitli meseleler karşısında fetva vermekten kaçınan kimseler gibidirler. Halbuki bunlardan herbiri, Allahü teâlânın, dinini kemale erdirdikten sonra Peygamberini vefat ettirdiğini kabul etmektedirler. Ve bunlardan herbiri ortaya çıkan her mesele hakkında Allah'ın ya açıkça veya dolaylı yolla bir hükmü bulunduğunu bilmektedirler. Bu sebeple, bunların, fetva vermekten kaçınmaları, bu hususta herhangi bir hükmün bulunduğunu inkâr etmelerinden değil ictihadlarında Allahü teâlânın, âlim kullarını yükümlü kıldığı seviyeye ulaşamayacaklarından korkmalarındandır. İşte, Selef âlimlerinden, Kur’an’ı tefsir etmekten çekinenlerin durumları da böyledir. Onlar bundan, tefsirlerinde isabetli olamayacakları korkusundan dolayı kaçınmışlardır. Yoksa Kur’an’ı tefsir etmenin, ümmetin âlimlerine yasaklanmasından veya içlerinde ümmetten bunu yapacak âlimlerin bulunmamasından değildir.

Önceki Müfessirlerden, Tefsiri Övülen ve Yerilen Kişiler Hakkında Seleften Nakledilen Bir Kısım Haberler

A/Tesfir Bilgileri Övülen Âlimler:

a- Abdullah b. Abbas:

Abdullah b. Mes'ud: "Kur’an’ın tercümanı Abdullah b. Abbas ne güzel biridir." demiştir. İbn-i Ebi Müleyke diyor ki: "Ben, Mücahidin, Abdullah b. Abbas'tan Kur’an’ın tefsirini sorduğunu gördüm. Yanında da biri bulunuyordu. Abdullah b. Abbas da ona diyordu ki: ,"Yaz" Mücahid ona o kadar sordu ki, bütün tefsiri sormuş oldu.

Mücahid diyor ki: "Ben, Kur’an’ı üç defa Abdullah b. Abbas'a Fatihadan sonuna kadar okudum. Her âyeti okuduktan sonra duruyor ve mânâsını soruyordum."

b- Mücahid:

Süfyan es-Sevri diyor ki: "Sana Mücahidden bir âyetin tefsiri gelecek olursa, o senin için kâfidir.

c- Kelbi:

Katade demiştir ki: "Tefsirde hiçbir kimse Kelbî ile at koşturamaz. (Yarışamaz)

B/Tefsir Bilgileri Yerilen Âlimler:

a- Dehhak:

Abdülmelik b. Meysere diyor ki: "Dehhak, Abdullah b. Abbas ile görüşmemiştir. Onunla, Rey'de (Tahran'da) Said b. Cübeyr görüşmüş ve ondan tefsir öğrenmiştir.

Meşşaş diyor ki: "Ben, Dehhaka dedim ki: "Sen, Abdullah b. Abbas'tan bir şey işittin mi? O da: "Hayır." dedi.

b- Ebû Salih:

Zekeriyya diyor ki: "Şa'bî, Ebû Salihin yanından geçer, onun kulağından tutar ve onu kovalardı. Ve ona derdi ki: "Sen, Kur’an’ı okumadığın halde onu tefsir ediyorsun ha?"

c- Süddi:

Salih b. Müslim diyor ki: "Şa'bî, Süddî Kur’an’ı tefsir ederken onun yanından geçti ve ona "Senin kıçına davulla vurulması senin için bu mecliste oturmandan daha hayırlıdır." dedi.

Abdurrahman en-Nehai diyor ki: "Ben, İbrahim en-Nehai ile beraberdim. O Süddiyi gördü ve dedi ki: "Dikkat edin bu adam, kavmin tefsiri ile tefsir ediyor.

Kur’an’ın Nasıl Tefsir Edileceği

Taberi diyor ki: "Kur’an’ın tevili hakkımla bu kitabımızda daha önce dedik ki: "Kur’an’ın tümünü te'vil etme üç kısımda mütalaa edilir. Kur’an’ın bir kısım mânâları vardır ki, bunlara ulaşmanın hiçbir yolu yoktur. Bunlar da Allahü teâlânın, bilgilerini kendisinde saklı tuttuğu ve bütün yaratıklarından gizlediği mânâlardır. Bu mânâlar da, kıyametin kopma zamanı, İsa'nın inme vakti, güneşin batıdan doğma ânı ve Sur'a üfleme zamanı gibi bir kısım hadiselerin vakit ve vadeleridir. Kur’an’ın âyetlerinin bir kısım mânâları da vardır ki, Allahü teâlâ. bunların mânâlarını bilmeyi Resûlüllah'a mahsus kılmış ve onun aracılığı ile de ümmetine öğretmiştir. Bu mânâlar da Allahü teâlânın kullarının bilmeye muhtaç oldukları ve ancak Resûlüllah’ın açıklamasıyla öğrenebilecekleri mânâlardır. Üçüncü bir kısım mânâları vardır ki, bunları, Kur'ânın indiği dili bilen herkes bilir. Bu mânâlar da, garip olan âyetlerin mânâlarım te'vil etmek, irablarını bilmek gibi mânâlardır. Madem ki durum böyledir o halde müfessirlerden, Kur'ânın te'vilinde doğruyu isabet ettirmeye en layık olanı, tefsir yaparken kullandığı delili en açık ve seçik olan kimsedir. Bu da şu şekilde tefsir ve tevil edendir.

1- Mânâları ancak Resûlüllah’ın açıklamasıyla bilinen âyetleri tefsir ederken:

a- Açıklanmaları hususunda Resûlüllahtan bolca nakiller bulunan âyetleri bu nakilleri zikrederek tefsir etmeye çalışandır.

b- Açıklanmaları hususunda Resûlüllah'tan bolca nakiller bulunmayan âyetleri, Âdil ve Zabit şahıslardan nakiller yaparak açıklayan veya sahih delalet? lere dayanarak tefsir etmeye çalışandır.

2- Mânâlan, Resûlüllah’ın açıklaması olmadan ve dil kurallarına dayanılarak bilinebilecek âyeteri ise tefsir ederken:

a- Âyetleri Arapların fasih şiirlerinden deliller zikrederek tefsir etmeye çalışandır.

b- Arapların konuşmalarından ve bilinen ve yaygın olan lügatlarından deliller getirerek tefsir etmeye çalışanlardır. Yeter ki bu müfessirler sahabi ve imamlardan oluşan Selefin, tabiinin ve ümmetin âlimlerinden oluşan Halefin söylediklerinin dışına çıkmış olmasınlar.

Kur'ân'ın İsimleri

Taberi diyor ki: "Allahü teâlâ, Hazret-i Muhammed'e indirdiği kitabım dört isimle isimlendirmiştir.

1- Kur'an: Bu isim şu âyetlerde zikredilmiştir. "Şüphesiz ki bu Kur'an, insanları en doğru yola götürür. Salih ameller işleyen mü’minlere büyük bir mükafaat olduğunu, âhirete iman etmeyenlerin de can yakıcı bir azap hazırladığımızı müjdeler. îsra sûresi, 17/9-10 Muhakkak ki bu Kur'an İsrailoğullarına, ihtilaf ettikleri şeylerin çoğunu anlatmaktadır. Nemi sûresi, 27/76

Kur'an kelimesinin mânâsı hakkında müfessirler ihtilaf etmişlerdir:

a- Abdullah b. Abbas'tan nakledilen bir Rivâyete göre, Kur'an kelimesi kökünden mastardır. Bu mastar fiillerinin mastarları gibidir. Abdullah b. Abbas "Biz onu Cebrâile okuttuğumuz zaman sen onun okuyuşunu takibet. Kıyamet sûresi, 75/18 âyetini şöyle izah etmiştir: "Biz onu, sana açıkladığımız zaman sen onunla amel et." Taberi, Abullah b. Abbas'ın bu izanıyla "Biz onu, okuyarak açıkladığımız zaman, okuyarak açıkladığımızla sen amel et." demek istediğini söylemiş ve Abdullah b. Abbas'ın bu âyette geçen "Kur'an" kelimesini "Okumak" mânâsında aldığım ve "Kıraat etmek" şeklinde izah ettiğini söylemiştir.

b- Katade'den Rivâyet edilen diğer bir görüşe göre Kur'an kelimesi kökünden gelmektedir. Mânâsı da "Bir araya getirmek ve kaynaştırmak" demektir. Bu ifade "Bu deve, rahmini asla bir döl üzerinde büzüştürüp toplamamıştır." deyiminde de görülmektedir. Nitekim Amr. b. Gülsüm şu şiirinde bunu ifade etmektedir.

"O kadının kolları beyazdır. O, döl üzerine rahmini büzüp toplamamış biridir."

Said b. Ebi Urube diyor ki: "Katade "Onu bir araya toplamak ve akıtmak, şüphesiz bizim işimizdir. Kıyamet süresi, 75/17 şeklinde tercüme edilen âyeti "Onu korumak ve birbirleriyle kaynaştırmak bize aittir." şeklinde izah etmiş "Biz onu Cebrâil'e okuttuğumuz zaman sen onun okumyuşunu takibet. Kıyamet süresi, 75/18 şeklinde tercüme edilen âyetinde "Biz onu sana okuduğumuz zaman sen onun helaline uy, haramından kaçın." şeklinde izah etmiştir.

Taberi diyor ki: "Abdullah b. Abbas'ın da, Katade'nin de, naklettiğimiz görüşlerine dair Arap dilinde sahih bir yön vardır. Ancak biraz önce zikredilen iki âyetin tefsirinde Abdullah b. Abbas'ın izahı daha evladır. Zira Katade'nin izahına göre Kur'an toplanıp bir araya gelinceye kadar Resûlüllah'ın, kendisine vahyedenlere tabi olma zarureti olmadığı anlaşılmaktadır. Halbuki Allahü teâlâ, Kur'an'ın birçok âyetinde Resûlüllah'a, kendisine vahyedilenlere uymasını emretmiş, Kur'an bir araya toplanıncaya kadar vahyedilenlerden herhangi bir şeye uymamasına dair hiçbir ruhsat vermemiştir. Bu itibarla zikredilen bu âyet-i kerimeleri de Kur'an'ın diğer âyetleri ışığında tefsir etmek gerekmektedir. Şâyet Kıyamet suresinin on sekizinci âyeti, Katadenin izahına göre "Biz Kur'an'ın âyetlerini toparlayıp bir araya getirdiğimiz zaman sen, toparlayıp bir araya getireliğimiz şeylere uy." şeklinde tefsir edilecek olursa bu takdirde Resûlüllah’ın: "Yaratan rabbinin ismiyle oku. Alak sûresi, 96/1 emrine uyması, Kur'ânın diğer âyetleri de gelip toparlanmadan, yine Resûlüllah'ın: "Ey sarınıp bürünen Peygamber, kalk uyar Mukaddessir sûresi, 74/1, 2 emrine, Kur’an’ın diğer âyetleri de gelip toparlanmadan uyması gerekli olmazdı. Böyle bir tezi savunmak ta ümmetin görüşünün dışına çıkmak olurdu. Madem ki Resûlüllah'ın, Kur'an-ı Kerimin her âyetinin hükmüne uyması gereklidir ve bu âyetlerin bir araya getirilip getiriimemeleri, Resûlüllah'ın o âyetlerin hükümlerine uymasının gerekliliği yönünden farksızdır o halde Abdullah b. Abbasm, Kıyamet suresinin on sekizinci âyetini te'vil şekli daha evladır.

Taberi diyor ki: "Eğer denilecek olursa ki "Kur'an kelimesi mastardır ve mânâsı da "Okumak" demektir. Kur'ana bu ad nasıl verilebilir? Çünkü Kur'an "Okumak" değil "Okunan"dır? Cevaben denilir ki, Arapçada mastarların ism-i Meful mânâsında kullandıklarının örneği çoktur. Mesela "Mektup"a "Kitap"da denilmektedir. Mesela bir şair karısını boşadığıni belirten bir mektubu anlatırken şöyle demiştir:

"Bana tekrar dönmek mi istiyorsun? Halbuki senin boşanman hakkında, zamkın yapışmasına benzeyen bir yazı vardır." Şair bu şiirinde, kitap kelimesini, mektup mânâsında kullanmıştır.

2- Furkan: Bu isim şu âyette zikredilmiştir: "Âlemlere uyarıcı olsun diye Kulu Muhammede furkanı (Hakkı bâtıldan ayıran Kur’an’ı) indiren Allah, yüceler yücesidir. Furkan sûresi, 25/1 Müfessirler bu kelimenin mânâsı hakkında da çeşitli görüşler zikretmişlerdir.

a- İkrime ve Suudi'nin, bu kelimenin mânâsının "Kurtulmak" olduğunu söyledikleri Rivâyet edilmektedir.

b- Abdullah b. Abbas "Furkan" kelimesinin mânâsının "Çıkış yolu" demek olduğunu söylemiştir.

c- Mücahid ise bu kelimenin mânâsının "İki şeyin anısını ayıran" demek olduğunu söylemiştir.

Taberi diyor ki: "Müfessirlerin "Furkan" kelimesinin mânâsını izah etmekte ihtilaf etmelerine rağmen hepsinin görüşü birbirine yakındır. Zira, Furkan kelimesinin "Çıkış yolu" mânâsında olduğunu söyleyenler bunun, kurtulmak olduğunu da dolaylı yolla söylemiş olurlar. Yine bu kelimeyi "Kurtulmak" mânâsında kullananlar, iyilik yapımla kötülük yapanı birbirinden ayırmak ve kurtuluşa kavuşturmak mânâsında da dolaylı yolla kullanmış olurlar. Bu itibarla hepsinin tevil şekli de sahihtir. Çünkü söyledikleri sözlerin mânâları, netice itibariyle aynıdır. Bize göre "Furkan" kelimesinin asıl mânâsı "İki şeyin arasını ayırmak" demektir. Bu ayırma işi iki kişinin arasında hüküm vermekle ve ya, çatışan iki kişiden birini kurtarmakla yahut, delilini güçlü göstermekle ya da herhangi bir yolla gerçekleşmiş olabilir. Bu izahtan anlaşılmaktadır ki, Kurana "Furkan" adının verilmesi, onun delilleriyle cezaları ve farzlanyla ve diğer hükümleriyle, haklıyla haksızın arasını ayırdetmesinden ve hüküm ve yargılarıyla haklıya yardım edip onu kurtarmasından ve haksızı desteksiz bırakıp onu mağlup etmesindendir.

3- Kitap: Kur’an’ın bu ismi şu âyette de zikredilmiştir: "Hamd, kulu Muhammed'e kitabı (Kur’an’ı) indiren ve doğruluktan uzak hiçbir şeyi ona koymayan Allah'a mahsustur. Kehi sûresi, 18/1 Kur'ana verilen bu isim de fiilinden mastardır. Kitabın asıl mânâsı yazarın, Alfabe harflerini birleştirerek veya ayrı ayrı yazmasıdır. Kur'an, yazmak değil yazılandır. Buna rağmen Kur'ana "Mastar" ile isim verilmesi, biraz önce izah edilen şiirde de belirtildiği gibi Arapların bazan mastarları ism-i meful mânâsında kullanmalarındandır.

4- Zikir: Kur'ânın bu ismi şu âyette de zikredilmiştir. "Şüphesiz ki zikri (Kur’an’ı) biz indirdik, onun koruyucusu da biziz." Hicr sûresi, 15/9 Kur'ana verilen bu ismin iki mânâya gelme ihtimali vardır.

a- Burada zikir kelimesinin mânâsı "Hatırlatma ve anlatma" demektir. Kur'ana bu adın verilişinin sebebi ise Allahü teâlânın onu bize anlatmasından ve Kur'anda kullarına, cezalarını, farzlarını, ve diğer hükümlerini zikretmesindendir.

b- Bu Zikir kelimesinin mânâsı, anılmak, şeref kazanmak ve iftihar etmektir. Kur'ana bu ismin verilişinin sebebi, ona iman edenlerin yâd edilmeleri, şeref kazanmaları ve iftihara layık olmalarındandır. Nitekim Allahü teâlâ bir âyet-i kerimesinde: "Bu Kur'an sana ve ümmetine bir öğüttür. Yakında hesaba çekileceksiniz. Zuhruf sûresi, 43/44 buyurmuştur. Yani bu senin için ve kavmin için bir şereftir." demek istemiştir.

Kur'ân'ın Sûrelerinin İsimleri

Taberi diyor ki: "Kur'an-ı Kerimin surelerinin de isimleri vardır. Bu isimleri bizzat Resûlüllah koymuştur. Bu hususta Vasile b. el-Eska, Resûlüllah'ın şöyle buyurduğunu Rivâyet etmiştir. "Bana Tevrat'ın yerine "Seb'uttıval" Yedi uzun süre verilmiştir. Zeburun yerine "Elmîîn" Yüz âyetli Sûreler verilmiştir. İncil'in yerine "Elmesani" Yüzlüklerin altında olan Sûreler verilmiştir. Ben, Kısa olan ve aralan besmele ile sık sık ayrılan surelerle üstün kılındım."

Ebû Kılabe diyor ki: "Resûlüllah buyurdu ki: "Bana Tevrat'ın yerine "Es-sebuttıval" verildi. Zeburun yerine "Elmesani" verildi. İncil'in yerine "Elmîîn" verildi. Ve ben, mufassal surelerle üstün kılındım."

Abdullah b. Mes'ud demiştir ki:

"Ettival olan Sûreler, Tevrat gibidir. Elmîîn olan Sûreler İncil gibidir. El-mesaniler Zebur gibidir. Kuranın diğer bölümleri ise (diğer Semavi kitaplardan) fazladır. Darimi, K. el-Fadail el-Kur'an b. 17

Taberi bu surelerin hangi Sûreler olduklarını şu şekilde zikretmiştir:

I- "Essebuttıval" Said b. Cübeyre göre bu Sûreler, Bakara, ÂM İmran, Nisa, Maide, En'am, Â'raf ve Yunus sureleridir. Abdullah b. Abbas'tan da bu görüşü destekler mahiyette bir görüş zikredilmiştir. Bu da şu görüştür. Yezid el-Farisî diyor ki: "Abdullah b. Abbas, Osman b. Affan'la şunları konuştuğunu anlattı. "Ben, Osman b. Affana dedim ki Mesanilerden olan Enfal suresini ve Mîînden olan Tevbe suresini yanyana getirmenize ve aralarına besmele yazmanıza ve onların ikisini "Sebuttıval" arasına koymanıza sizi sevkeden sebep neydi?" Osman dedi ki: "Öyle zamanlar olurdu ki Resûlüllah'a âyet sayılan çok olan Sûreler inerdi. Ona bir şey indiğinde, yazanlardan bazılarını çağırır ve ona "Bu âyeti şu ve şunların zikredildiği sureye yerleştir." derdi. Enfal sûresi Medine'de inen surelerin ilk inenlerindendir. Tevbe sûresi de Kur’an’ın en son inen süresidir. Bunların her ikisinin de içerdikleri âyetlerin muhtevaları da birbirine benzemektedir. Ben öyle zannettim ki Tevbe sûresi Enfal suresinin devamıdır. Resûlüllah bu surenin, onun devamı olduğuna dair herhangi bir açıklama yapmadan vefat etti. Bu sebeple ben bu iki sureyi peşpeşe koydum. Aralarına besmele yazmadım ve o ikisini Sebutüvalin arasına yerleştirdim.

Taberi diyor ki: Nakledilen bu haber göstermektedir ki, Enfal süresiyle Tevbe suresinin, Sebuttıvalden olup olmadığı Hazret-i Osman'a göre kesin olarak beliı değiidir. Abdullah b. Abbas'da bunların Sebuttıvaldan olmadığını açıkça söylemektedir. Bu surelere "Essebuttıval" "Yedi uzun Sûre" denilmesinin sebebi ise bu surelerin Kur’an’ın diğer surelerinden uzun olmalarıdır.

2- el-Mîûn: Bu Sûreler, Kur’an’ın âyetleri yüz kadar veya yüzü biraz aşkın yahut yüz'den biraz eksik olan sureleridir.

3- el-Mesani: Bu Sûreler ise, Mîûn surelerinin, âyetlerinin sayısı bakımından daha altında olan surelerdir. Abdullah b. Abbas bir kısım surelere "Mesani" denilmesinin sebebinin, Allahü teâlânın bunlarda misalleri, haberleri ve ibretleri arka arkaya zikretmesinden olduğunu söylemiştir. Said b. Cübeyre göre ise bu surelerde farzların ve cezaların peşpeşe zikredilmesidir.

Başka bir kısım âlimlere göre ise Kur'an-ı Kerimin surelerinin hepsine de "Mesani" denir. Diğer bir kısım insanlar ise "Mesani" adının sadece Fatihe suresine ait olduğunu, bu surenin her rekatta tekrarlanması sebebiyle de kendisine bu adın verildiğini söylemişlerdir.

Taberi diyor ki: "İnşallah, Nahl suresinin seksen yedinci âyetinde geçen "Mesani" kelimesini izah ederken bu görüşleri zikredenlerin adlarını ve hangi görüşün tercihe şayan olduğunu bildireceğiz.

4- Mufassal: Bu surelere bu ismin verilmesinin sebebi, aralarında besmelenin sıkça tekrar edilmiş olmasındandır.

Sûrenin Mânâsı

Taberi diyor ki: "Kur’an’ın her bir suresine denilmiştir. Sûre kelimesinin çoğulu dür. misallerinde olduğu gibi Sûre kelimesi bu şekliyle hemzesiz olarak okunduğunda asıl mânâsı "Yükselme seviyelerinden belli derecede yükselme" dir. Şehrin çevresini kuşatan duvarlara "Sur" denilmesi de bu kabildendir. Sur kelimesinin, "Belli bir seviyedeki yükseklik mânâsına geldiğini Nâbiğa'nın şu şiiri de göstermektedir. "Görmez misin ki Allah sana öyle bir sur verdi ki, her Kralın, onun altında debelendiğini görürsün." İşte buradaki Sur'dan maksat, yüksek seviyedeki bir şereftir. "Sur" kelimesi bazı âlimler tarafından şeklinde hemze ile de okunmuştur. Buna göre "Sur" kelimesinin mânâsı "Bölüm" demektir. Kur'an-ı Kerimin surelerine bu ismin verilişi, onlardan her birinin Kur’an’ın bir bölümü olmalarındandır. Çünkü kelimesinin asıl mânâsı "Arta kalan" veya "Artık" demektir. Nitekim, A'şâ isimli şair, kendisinden ayrılan ve kalbinde sevgisini bırakan bir kadına hitaben şöyle demektedir: "O, benden uzaklaştı. Kalbimde ise, uzaklaşmasından meydana gelen devamlı bir acı bıraktı." Bu şiirde "Bıraktı" diye tercüme edilen kelimesi kökünden gelmektedir.

Âyetin Mânâsı

Taberi diyor ki: "Âyet" kelimesinin Arap dilinde muhtemel iki mânâsı vardır. Bu mânâlardan biri, "Alâmet" demektir. Âyetlere "Alâmet" denilmesinin sebebi ise, bunlardan her birinin kendilerinden önce ve sonra gelen âyetlerin tesbitinde iâmet olmalarıdır. Nitekim Allahü teâlâ, şu âyet-i kerimesinde, âyet kelimesini bu mânâda zikretmiştir. "Meryemoğlu İsa şöyle dedi: "Ey rabbimiz olan Allah'ım, gökten bize bir sofra indir ki, bizden öncekilere de sonrakiler de bir bayram ve senden bir âyet (Mucize) olsun. Maide sûresi, 5/114 Yani, "Senin, bizim duamızı kabul ettiğine ve istediğimizi verdiğine dair bir alâmet olsun." demektir.

"Âyet" kelimesinin diğer bir mânâsı da "Kıssa" demektir. Nitekim bu hususta Kâ'b b. Zübeyr bir şiirinde şöyle demiştir: "Dikkat edin, ikiniz de şu sataşana bir âyet (bir tebliğ) bildirin. O, sözü söylerken uyanık mıydı yoksa uyuyor muydu?" Yani, "Benden ona bir mektup ve bir haber verin." demektir. Kur'ânin âyetlerine, "Kıssa" mânâsına gelen bu adın verilmesinin sebebi ise, kıssaların birbirini takibederek zikredilmeleri ndeniür.

FATİHA SÛRESİ

Mekke'de nazil olmuştur, yedi âyettir.

1- Rahman ve rahim olan Allah'ın ismiyle.

2-4- Hamd, âlemlerin râbbi, merhamet eden, bağışlayan ve ceza gününün sahibi olan Allah'a mahsustur.

5- Ancak sana ibadet eder ve ancak senden yardım dileriz.

6-7- Sen, bizi doğru yola ilet. Kendilerine nimet verdiğin kimselerin yoluna. Gazaba uğrayanların ve sapanlarınkine değil;

GİRİŞ

Fatiha sûresi yedi âyettir ve Mekke'de nazil olmuştur. Kur'ân-ı kerimin âyetleri, nazil oldukları yer ve zamana göre "Mekkî" ve "Medenî" diye ikiye ayrılırlar. Bu konuda çeşitli görüşler bulunmakla beraber, çoğunluğun görüşüne göre, yer ve zaman itibariyle nerede ve ne zaman nazil olurlarsa oisunlar, Hicretten önce nazil olanlara "Mekkî" yani, "Mekke'de nazil olmuştur." Hicretten sonra nazil olanlara da "Medenî" yani "Medine'de nazil olmuştur." denir. Görüldüğü gibi bu ayırımda hicret olayı esas alınmıştır.

Mekki ve Medeni âyetler, gerek muhteva gerekse diğer hususlarda bir kısım ayrı özellikler taşırlar. Bu özellikleri bilenler, âyetin Mekki veya Medeni olduğunu anlarlar.

Mekkî âyetler, Allah'a eş koşmaya ve putperestliğe karşı yoğun bir hücum ifadesi taşırlar. İnsanları, Allah tarafından gönderilen vahye, Peygamberin davetine ve Allah'ın hidâyetine çağırırlar. İnsanları kötülüklerden sakındırıp hayra yöneltirler. İnkârı, fâsikhğı, isyanı, cehaleti, huy kabalığını, kalb çirkinliğini, katı sözlülüğü ve benzeri menfî davranışları çirkin gösterirken, insanlara imanı, itaati, nizamı, ilmi, sevgiyi ve acımayı telkin ederler. Kalb ve dil temizliğini sevdirirler.

Mekkî âyetler şekil bakımından kısa fakat mânâ bakımından çok vecizdirler. Kur'ân-ı kerim, edebiyatın ve her çeşit söz sanatının ileri olduğu o dönemde bütün şair ve edipleri âciz bırakmıştır. Kur'an âyetlerinin bir benzerini kimse yapamamış ve onların anlamına yakın bir mânâyı da kimse bulup ifade edememiştir. Bunu şu ana kadar kimse yapamadığı gibi bundan sonra da yapamayacaktır.

Medenî âyetlere gelince: Bu âyetler, teşrii inceliklerden, hükümlerin tafsilatından, Medeni, cezai, iktisadi, siyasi hükümlerden bahsederler.

Devletler hukukundan, şahsi haklardan, ibadet ve muamelattan bahisle bu hususların nasıl yerine getirileceğini beyan ederler.

Medenî âyetler, ehl-i kitap olan Yahudi ve Hıristiyanları, İslama davet eder, onların batıl inançlarını reddederler. Onların, daha önce gönderilmiş olan ilahi kitaplarda yapmış oldukları tahrifatı haber verirler.

Medenî âyetlerde muamelatla ilgili meseleler detaylı olarak anlatılır. Tarihte yaşamış ümmetlerin durumları beyan edilir. Bunların, Allah tarafından gönderilen Peygamberleri inkâr etmeleri sebebiyle başlarına gelen ilahi azaplar açıklanır. Onların başlarına gelen felaketleri ibret olarak ortaya koyar ve bu âyetler, aynı hataya düşerek aynı korkunç akıbetle karşılaşmamız için bizi uyarırlar...

Fatiha Sûresinin İsimleri

Fatiha suresinin bir'den çok ismi vardır. Bunları kısa olarak şöylece özetlemek mümkündür:

a- Fatiha veya el-Fatiha: "Açılacak bir şeyin veya yerin ilk açılan yeri veya okunup yazılacak bir şeyin evveli" demektir. Kur'an-ı kerimin tertibinde ilk Sûre Fatiha olduğu ve Kur'ana bu Sûre ile başlandığı için bu sureye bu isim verilmiştir.

b- Elhamd ve Elhamdülillah: Surenin birinci kelimesi "Elhamd" olduğu için veya Sûre, Allah'a Hamd etmeyi ihtiva ettiği için ona bu isim verilmiştir.

c- Ümmül Kitap: "Kitabın anası" demektir, fatiha suresine bu ismin verilmesi, bu surenin, Kur’an’ın temel prensiplerini kapsamasmdandır. Şöyle ki, surede Allahü teâlâ, layık olduğu sıfatlarla anılmakta, kulların, yalnız ona kulluk etmeleri ve sadece ondan yardım dilemelerinin gerektiği bildirilmekte ve geçmişteki sapık ümmetlerin durumuna düşülmemesi öğütlenmektedir. Böylece bu surede genel prensipler zikredilmektedir. İşte bunun için bu sureye "Ümmül Kitap" ismi verilmiştir.

d- Ümmül Kur'an: "Kur’an’ın anası" demektir. Peygamber efendimiz bir Hadis-i Şerifinde şöyle buyurmuştur:

"Elhamdülillah, Ümmül Kur'andır. Ümmül kitaptır ve Seb'ul Mesanidir. Timizi, K. Tefsir el-Kur'an, Sûre 15, bab: 3, Hadis No: 3124

e- El-Esas: Fatiha sûresi Kur’an’ın temel prensiplerini kapsadığı için ona "Ümmül Kitap" dendiği gibi aynı sebepten dolayı "El Esas" da denilmiştir,

f- El-vafiye: "Mükemmel" demektir,

g- El- Kâfiye: "Yeterli" demektir,

h- El-kenz: "Hazine" demektir.

ı- Seb'ul Mesani: "Yedi âyet" veya "Devamlı tekrar edilen yedi âyet." demektir. Bu konuda Hicr suresinin seksen yedinci âyetinde: "Şüphesiz biz sana, yedi âyet olan, namazlarda tekrar edilen Fatihayı ve yüce Kur'ânı verdik." buyurulmaktadır.

i- Es-salah: "Namaz sûresi" demektir. Fatiha suresine bu isim de verilmiştir. Çünkü Fatihasız namaz yoktur. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bir Hadis-i şerifinde:

"Fatiha'yi okumayan kişinin namazı olmaz. Tirmizi, K. es-Salah, bab: 69, Hadis No: 247, bab: 116. Hadis No: 311 buyurmuştur.

Her farz namazda Fatihanın en az iki rekatta birer kere okunması vaciptir. Ancak Hanefi mezhebine göre cenaze namazında Fatiha okunmaz. Çünkü bu namaz, tam anlamıyla bir namaz değil, ölen için dua mahiyetindedir.

j- Şükür: "Verilen nimetler karşısında o nimetleri vereni övmektir."

k- Dua "Kulun rabbinden istekte bulunmasıdır."

l- Şifa: Fatiha sûresi manevi hastalıklara şifa mahiyetinde olduğu için ona bu isim de verilmiştir.

m- Ta'lim-i Mes'ele: "Dilek ve duada bulunmayı öğreten." demektir. Çünkü onda, dilek ve temennilerin en büyüğü olan "Sen bizi doğru yola ilet. Kendilerine nimet verdiğin kimselerin yoluna. Gazaba uğrayanların ve sapanlarınkine değil." temennisi bulunmaktadır.

Taberi, Ebû Hureyre'nin, Resûlüllah'tan, Fatiha sûresi hakkında şöyle buyurduğunu Rivâyet etmiştir: "Fatiha, Ümmül Kur'an (Kur’an’ın anası) Dua, Fatihatül kitap (Kitabın başlangıcı) Seb'ul Mesani (Tekrar edilen yedi)dir." Taberi, fatiha suresine "Fadihatül kitap" denilmesinin sebebinin, Kur'an-ı kerimin başında yazılması ve namazlarda ilk okunan âyet olması olduğunu söylemiştir. Taberi, fatihaya "Ümmül Kur'an" denmesinin sebebinin de, önün, diğer surelerden önce zikredilmesi, yazılış ve okunuşta başta bulunması olduğunu söylemiştir. Zira Araplar, bir kısım şeyleri altında toplayana veya bir kısım şeylerin önünde gelene, o şeylerin "Anası" derler. Mesela: Beyni altında toplayan kafa derisine "Ümmü Re's" yani (Başın anası) demişler ve insanların, altında toplandıkları ordunun sancağına da "Ümm" yani (Ana) adını vermişlerdir. Taberi, Fatihaya "Yedi" denilmesinin sebebinin, onun, yedi âyetten meydana gelmiş olduğu meselesi olduğunu söylemişir. Fatiha bazı sahabi ve tabiin ve Küfe halkının çoğunluğuna göre âyetiyle birlikte yedi âyettir. Medine halkının çoğunluğu ve diğer âlimler ise fatihanın, besmelenin dışında yedi âyet olduğunu ve "En'amte aleyhim"den sonrasının, yedinci âyet olduğunu söylemişlerdir.

Taberi, fatihaya "Mesani" yani (ikilenen, tekrarlanan) denilmesinin sebebinin, onun, her nafile ve farz namazlarda tekrarlanması olduğunu, Hasan-i Basri'nin de bu görüşte olduğunu zikretmiş ve fatihaya "Mesani" denilmesinin, Kur'an'ın tümüne ve diğer bazı surelerine "Mesani" denilmesine ters düşmeyeceğini söylemiştir. Zira, Kur’an’ın diğer surelerine veya tümüne "Mesani" denilmesinin, başkaca izahlarının da olduğunu söylemiştir.

Fatiha Sûresinin Muhtevası

Bir ismi de "Ümmül Kur'an" yani (Kur’an’ın anası) olan fatiha, çok derin mânâlar ifade etmektedir. Onun ifade ettiği mânâları tam anlamıyla kavrayabilmek oldukça güçtür ve onun yüceliğini ancak cenab-ı hak bilir.

Cenab-ı Hak bu sûre-i celilede. Peygamberimiz Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliğini gösteren delilleri bir arada zikretmeyi dilemiştir.

Fatiha süresindeki, Allah'a hamd, onu yüceltme ve onu övme, Allah'ın büyüklüğünü ve hükümranlığını kullarına hatırlatmak içindir. Böyle bir hatırlatma yapılmıştır ki, Allah'ın lütuflan karşısında kullan onu ansınlar, nimetlerinden dolayı ona hamdetsinler de Allah tarafından verilecek olan nimetlerin daha fazlasına layık olup, onun tarafından verilecek olan sevaplara hak kazansınlar.

Fatiha suresinde Allah'ın, kendisini tanıma nimeti verdiği ve itaat etmeye muvaffak kılma lütfunda bulunduğu kullarını zikretmesi ise, kullan üzerinde bulunan dini ve dünyevi bütün nimetlerin Allah tarafından verildiğini kendilerine belirtmek içindir.

Onları zikretmiştir ki, arzu ve isteklerini, tapınılan diğer putlara ve ilahlara değil sadece Allah’a arzetsinler ve ihtiyaçlarını ancak ondan istesinler.

Yine Fatiha suresinde, Allarım, kendisine isyan edenlerin başlarına getirdiği felaketleri, emrine karşı çıkanlara verdiği cezaları zikretmesi ise kullanın günah işlemekten sakındırmak, günah işledikleri takdirde cezadan kurtulamayacaklarını ihtar etmek ve onları bu hususta korkutmak içindir.

Aksi takdirde Allah, onların başlarına daha önce helak olan diğer ümmetlerin başlarına gelen felaketleri getirir, onları da benzer cezalarla cezalandırır.

Sûre-i celilede, kendilerine nimet verilenler, gazaba uğrayanlar ve sapıklığa düşenlerden bahsedilmektedir. Bunlardan, kendilerine nimet verilenler, şüphesiz ki Allah'ın emirlerini tutup yasaklarından kaçınan ve islamin bütün vecibelerini yerine getiren inanmış mü’minlerdir.

Gazaba uğramış olanlar ise, Yahudilerdir. Yahudiler, Allahü teâlânın kendilerine vermiş olduğu çok çeşitli nimetlere karşılık nankörlüklerinden vaz geçmemişler ve sonunda cenab-ı hakkın gazabını hak ederek çok kötü sonuçlarla karşılaşmış, büyük felaketler yaşamışlardır.

Dalâlete/Sapıklığa düşenler ise Hiristiyanlardır. Cenab-ı Hak onlara kendi tarafından bir Peygamber ve Hak bir din gönderdiği halde onlar o gerçek dinin esaslarını tahrif etmek suretiyle Allah'a eş koşmuşlardır. Allah'ın kulu ve Peygamberi olan Hazret-i İsa'ya "Allah'ın oğlu" demişler annesi Hazret-i Meryem'e iftiralarda bulunmuşlardır. İşte âyet-i kerime’de ifade edilen "Sapıklar"da bunlardır.

Fatiha Sûresinin Fazileti

Fatiha suresinin fazileti hakkında Peygamber efendimizden şu hadisi şerifler Rivâyet edilmektedir: Ebû Said b. el-Mualla diyor ki:

"Ben, mescitte namaz kılarken Resûlüllah beni çağırdı. Namazda olduğum için cevap veremedim. Namazı bitirdikten sonra dedim ki: "Ey Allah'ın Resulü, ben namaz kılıyordum." Resûlüllah da dedi ki: "Allah, "Ey İman edenler, Allah'ın Resulü sizi kendinize hayat verecek şeylere davet ettiği zaman hemen Allah'ın ve Resulünün davetine icabet edin.. Enfal sûresi, 8/24 buyur muyor mu? Resûlüllah sözlerine devamla şöyle buyurdu: "Sen, mescitten çıkmadan önce ben sana öyle bir Sûre öğreteceğim ki o, Kur'an'ın en yüce süresidir." Sonra Resûlüllah elimden tuttu ve mescitten çıkmak istedi. Ben de "Ey Allah'ın Resulü, sen bana "Sana öyle bir Sûre öğreteceğim ki o, Kur’an’ın en yüce süresidir." demedin mi?" diye sordum. Resûlüllah da şu cevabı verdi: "O Sûre, Elhamdülillahi Rabbil âlemin'dir. O, bana verilen Seb'ul Mesani ve Kur'an-ı Azimdir. Buhari, K. Tefsir el-Kur'an Sûre 1, bab: 1

Peygamber efendimiz diğer bir hadis-i şerifinde şöyle buyurmuştur:

"İmam (......) dediği zaman "Âmin" deyin. Kim böyle der de söylediği bu söz, Meleklerinkine rast gelirse, onun geçmiş bütün günahları bağışlanır. Buhari, K. Tefsir el-Kur'an Sûre: 1, bab: 2

Diğer bir hadis-i şerifinde de şöyle buyuruyor:

"Hayatım, kudret elinde olan Allah’a yemin olsun ki, Allah, ne Tevratta, ne İncilde ne Zeburda ne de Furkan'da (Kur'anda) bu fatihanın bir benzerini indirmiştir. O, bana verilen "Seb'ul Mesani ve Kur'an-ı azimdir." Tirmizi, K. Fadail el-Kur'an bab: 1 Hadis No: 2875/Ahmed b. Hanbel, Müsned c 2, s. 357, 412

Abdullah b. Abbas diyor ki:

"Bir gün Resûlüllah, Cebrâil ile birlikte otururken yukarıdan bir gıcırtı işitti. Cebrâil başını yukarı doğru kaldırdı ve şöyle dedi: "Bu, bugün gökte açılan bir kapıdır. Bu kapı bu güne kadar hiç açılmamıştı. O kapıdan bir melek indi. Bu melek yeryüzüne inen bir melektir. Bir güne kadar hiç inmemişti. Melek selam verdi ve şöyle dedi: "Senden önce hiçbir Peygambere verilmeyen ve sadece sana verilen şu iki nurdan dolayı sana müjdeler olsun. Bunlar, Fatihatül Kitap ve Bakara suresinin sonudur. Bunlardan okuduğun her harfin karşılığı mutlaka sana verilecektir. Müslim, K. el-Müsafirin, bab: 254, Hadis No: 806/Nesai K. el-İftitah, bab: 25

Peygamber efendimiz diğer bir hadis-i şerifinde de şöyle buyuruyor:

"Allahü teâlâ buyurdu ki: "Ben, benimle kulum arasında namazı (Adına namaz denen fatihayı) ikiye ayırdım. Kulum ne dilerse ona verilir.

Kul deyince, Allah tcala "Kulum beni övdü" der. Kul: deyince Allahü teâlâ "Kulum beni övdü" der kul, deyince "Kulum beni yüceltti." der. Diğer bir Rivâyette ise "Kulum işleri bana teslim etti" der. Kul: (......) deyince Allah "Bu, benimle kulum arasında bir meseledir. Ona dilediği vardır." der. Kul: (......) deyince Allah: "Bu da kuluma ait olan bölümdür. Kulumun dilediği ona verilir" der. Müslim, K. es-Salah bab: 38 Hadis No: 395/Ebû Davud k. es-Salah bab: 136, Hadis No: 821

"Kovulmuş şeytanın şerrinden Allah'a sığınırım "

Ey Allah'ım, dinim hususunda bana zarar vereceğinden veya rabbime karşı yükümlü olduğum bir vazifemden beni alıkoyacağından korktuğum şeytanın şerrinden, yaratıklarına değil sadece sana sığınırım."

Allahü teâlâ Kur'an-ı Kerîmin çeşitli âyetlerinde, mü’minlere, insanlara karşı esnek davranmalarını emrederken, şeytandan kesinlikle uzak olmalarını ve onun şerrinden, kendisine sığınmalarını emretmiştir.

Cenab-ı Hak, mü’minlerin, insanlara karşı nasıl davranmaları gerektiğini beyanla buyuruyor ki: "Ey Rasûlüm, sen af yolunu tut. İyiliği emret ve cahillere aldırış etme." A'raf sûresi, 7/199 "Sen, kötülüğü en güzel şekilde önle. Biz onların ne tür sıfatlar uydurduklarını çok iyi biliriz. " Mü'minûn sûresi, 23/96 İyilikle kötülük bir olmaz. Sen, kötülüğü en güzel şekilde önle. O zaman aranızda düşmanlık olan kimse, sana sanki samimi bir dost gibi oluverir. Fussilet sûresi, 41/34 "Kötülükleri iyilikle önleme hasleti ancak sabredenlere verilir. Bu, ancak hayırdan büyük payı olanlara verilir." Fussilet sûresi, 41/35

Yine Cenab-ı Hak, şeytanlara karşı nasıl davranılması gerektiğini beyan ederek te buyuruyor ki: "Eğer şeytan tarafından sana bir vesvese gelirse Allah'a sığın. Şüphesiz ki Allah, her şeyi çok iyi işiten ve çok iyi bilendir. A'raf sûresi, 7/200 "Ey Rasûlüm, de ki: "Rabbim, şeytanların vesvesesinden sana sığınırım."Rabbim, yanımda bulunmalarından da sana sığınırım. Mü'minûn sûresi, 23/97-98 Eğer şeytandan, seni dürtecek bir vesvese gelirse hemen Allah'a sığın. Şüphesiz ki o, herşeyi işiten ve bilendir," Fussilet sûresi, 41/36

Şeytanın şerrinden kesinlikle kaçınılmasının emredilmesinin hikmeti, onun, iyilikten anlamaz olması ve insanoğlunun helakinden başka bir şeye razı olmamasıdır. Halbuki insanlar, aynı cins yaratıklar olmaları sebebiyle birbirlerine yakın ve birbirlerine karşı hoşgörülüdürler.

İşte bu sebepledir ki Allahü teâlâ, Kur’an’ı okumaya başlarken, şeytanın şerrinden kendisine sığınılmasını emretmiş ve şöyle buyurmuştur. "Ey Peygamber, Kur’an’ı okumak istediğin zaman, Allah'ın rahmetinden kovulmuş olan şeytandan Allah'a sığının Nahl sûresi, 16/98

Bu hususta Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'den de çeşitli hadisi şerifler Rivâyet edilmektedir. Peygamberimiz, banlardan birinde şöyle buyuruyor:

Allah'ın huzurundan kovulmuş olan şeytanın dürtmesinden, gururlandırılmasından ve üflemesinden (vesvesesinden) her şeyi işiten ve bilen Allah'a sığınırım. Ebû Davud K. es-Salat, bab: 120 Hadis No: 775/Tirmizi, K. Mevakit-es-Salah, bab: 65. Hadis No: 242/İbn-i Mace, K. İkametüssalah bab: 2 HN 808

Muaz b. Cebel diyor ki:

"İki kişi, Resûlüllah’ın yanında birbirlerine hakaret ettiler. Onlardan biri o derece kızdı ki, ben, öfkesinden burnunun patlayacağını zannettim. Bu durumu gören Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Ben, bir kelime biliyorum ki o, bunu söyleyecek olsa öfkesi gidecektir." Ben, "O kelime nedir ya Resulallah?" diye sordum o da Ey Allah’ım, kovulmuş şeytanın şerrinden sana sığınırım." demendir" buyurdu. Ebû Davud K. el-Edeb, bab: 4 Hatlis No: 4780/İbn-i Mace, K. ed-Davaf, bab: 52 Hadis No: 3452

Taberi diyor ki: "Arapçada şeytan, "İsyankâr ve azgın olan her cin, insan, hayvan ve diğer her şeye denir. Nitekim yüce mevla bir âyet-i kerimesinde insanların da şeytanları bulunduğunu beyan ederek şöyle buyurmuştur. "Sana yaptığımız gibi her Peygamber için de insan ve cin şeytanlaından düşmanlar yaratmıştık.. En’am sûresi, 6/112

Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) bir katanaya (At'a) binmiş, at çalımlı bir şekilde yürümüştür. Bundan dolayı Hazret-i Ömer onu dövmüş, at ise daha da çalımlı yürümeye başlamıştır. Bunun üzerine üstünden inmiş ve "Beni bir şeytana bindirmişsiniz meğer. Kendimi tanımaz hale gelmeden ondan inmedim. (Yani onun üzerinde iken kendimi başka bir şekilde hissettim.) demiştir.

Taberi diyor ki: "Her şeyin isyankârına "Şeytan" denmesinin sebebi, onun ahlak ve davranışlarının, benzerlerinden farklı ve uzak olmasındandır. Zira "Şeytan" kelimesinin asıl anlamı "Uzak olan" demektir.

"er-Raciym" kelimesinin asıl mânâsı "Atmak" demektir. Bu, "Laf atma veya taş atma" şeklinde olabilir. Şu âyet-i kerime, Hazret-i İbrahim'in babasının, İbrahim'i sözle taşlamasına bir misaldir. Babası "Ey İbrahim, ilahlarıma karşı çıkıp yüz mü çeviriyorsun? Eğer bundan vaz geçmezsen yemin olsun ki seni taşlarım..." dedi Meryem sûresi, 19/46 Şeytana "Taşlanmış" sıfatının atfedilmesi, onun. Allah'ın göklerinden, delip geçen ateşlerle kovulmasından olabilir.

Abdullah b. Abbas'ın şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Cebrâil, Muhammede ilk geldiğinde ona dedi ki: "Ey Muhammed de ki, Ben, kovulmuş şeytanın şerrinden, işiten ve bilen Allah'a sığınırım."

1

Yine de ki: "Rahman ve Rahim olan Allah'ın ismiyle başlarım."

Cebrâil daha sonra şöyle dedi: "Ey Rasûlüm, yaratan rabbinin ismiyle oku." Abdullah b. Abbas diyor ki: "Allah'ın, Cebrâil'in lisanıyla Muhammed'e indirdiği ilk Sûre budur (Alak süresidir) Allah, Peygamberine, yaratıklarına değil kendisine sığınılmasını emretmiştir.

Rahman ve Rahim olan Allah'ın ismiyle.

Surelerin başında bulunan besmelenin, Kur'an-ı Kerimden bir âyet olduğu hususunda bütün âlimler ittifak etmişlerdir. Zira besmele. Nemi suresinin otuzuncu âyetinde açıkça zikredilmiştir. Bu âyetle şöyle buyurulmuştur. (Mektup Süleymandan geliyor ve orada "Rahman ve Rahim olan) Allah'ın ismiyle" diye yazıyor.

Fakat besmelenin, başında bulunduğu suredeki âyet sayısına dahil bir âyet mi yoksa sureden ayrı müstakil bir âyet mi olduğu veya sadece Fatiha suresinin bir âyeti olup, bu âyetin her surenin başında tekrar mı edildiği, yahut da Nemi suresinin bir âyeti olup diğer surelerin başında, sureleri birbirinden ayırmak için mi yazıldığı hususları ihtilaflıdır.

İmam Şafii'ye göre besmele, başında bulunduğu her sureden bir âyettir ve bunların tamamı Kur'anda yüz on üç âyettir. Buna göre fatihanın yedi âyetinden birincisi besmeledir. Bunun için Şafiiler namazda besmeleyi açıktan okurlar.

İmam Mâlik'e göre besmele, sadece Nemi suresinde geçen bir âyettir. Bunun dışında fatihanın ve diğer surelerin başında Teberrüken ve sureleri birbirinden ayırmak için yazılmıştır, O surelerden bir âyet değildir. Bu sebeple besmele namazda açık olarak ta gizli olarak ta okunmaz.

Hanefilere gelince: Onlara göre besmele, müstakil bir âyettir. Surelerin başına, o surelerden bir âyet değil, teberrüken ve sureleri birbirinden ayırmak için konmuştur. Besmelenin fatiha gibi her rekatta okunması vacip değildir. Fakat gerek namazda gerek namaz dışında, her mühim işin başında okunması sünnettir. Onun için namazın her rekâtında, kıraatin başında besmele okunur. Fakat ortasında okunmaz. Ancak besmelenin, o sureden bir âyet olduğu anlaşılmasın diye namazda kıraatin başında açıktan değil gizli olarak okunur.

Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) besmelenin fazileti hakkında şöyle buyuruyor:

"Herhangi bir söze veya önemli bir işe Allah'ın adı anılmadan başlanırsa o iş, neticesizdir, güdüktür. Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 2, s. 359

Taberi, besmelenin izahında şöyle diyor: "Zikri yüce ve isimleri mukaddes olan Allahü teâlâ. Peygamberi Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e bütün işlerinin başında esma-i hüsna'sını, yani güzel isimlerini zikrederek başlamayı öğretiyor. Bütün önemli işlerini ifa etmeden önce Allah'ın güzel isimlerini anmasını bildiriyor ve onu bu şekilde yetiştiriyor. Böylece, Peygamberini yetiştirdiği bu şekli, bütün yaratıklarına bir sünnet kılıyor, onların da konuşmalarının, mektuplarının ve bütün işlerinin başında bu yolu takibetmelerini öğretiyor.

Taberi diyor ki: "Bismillah"ın başındaki cer edatı "Bi" kendisinden önce bir fiilin bulunmasını gerektirdiğinden ve "Bismillah" da da bu fiil zikredilmeyip söyleyenin kendisine bırakıldığından "Bismillah" diyen kişinin neyi kastettiği, giriştiği işten ortaya çıkar. Şâyet "Bismillah" der de okumaya başlarsa, "Allah'ın adım anarak okumaya başlıyorum." demek istediği anlaşılır. Şâyet kalkarken veya otururken yahut başka bir iş yaparken "Bismillah" diyecek olursa "Allah'ın ismini anarak ayağa kalkıyorum." Veya "Allah'ın ismini anarak şu işi yapıyorum." demek istediği anlaşılır.

Taberi diyor ki: "Abdullah b. Abbas da besmeleyi bu şekilde izah etmiş ve şöyle demiştir: "Cebrâil Muhammed'e ilk geldiğinde o, "Ey Rasûlüm, de ki: "Ben, kovulmuş şeytanın şerrinden, işiten ve bilen Allah’a sığınırım." Sonra Cebrâil yine demiştir ki: "Yine deki: "Bismillahirrahmanirrahim" Rahman ve Rahim olan Allah'ın ismiyle." Abdullah b. Abbas diyor ki: "Cebrâil "Ey Rasûlüm, "Bismillah" de, derken ona şunu demek istemiştir. "Rabbin olan Allah'ı anarak oku. Onu anarak ayağa kalk ve onu anarak otur."

Taberi diyor ki: "Bismillah"ın mânâsı "Allah'ı güzelisimlerle isimlendirerek ve onu anarak şöyle şöyle yapıyorum." demektir. Bu âyetin mânâsı: "Allah'ın ismiyle yardımlaşarak veya Allah'ın isminden yardım dileyerek şu işe girişiyorum." demek değildir.

Taberi, "Allah" lafzının "Elehe, Ye'lehu, ilaheten" kökünden olduğunu, mânâsının da "Kulluk yapmak, ibadet etmek" olduğunu, "Allah" lafzının ise "Kendisine kulluk edilen ve kendisine ibadet edilen" demek olduğunu söylemiştir. Taberi, Abdullah b. Abbas'ın "Allah" lafzını "Bütün yaratıkların ilâhı ve kendisine kulluk edilen" şeklinde izah ettiğini rivâyet etmiştir.

(er-Rahman, er-Rahim) Taberi, bu iki sıfatın kökünden türetildiğini, aynı kökten türetil mel eri ne rağmen, her bir sıfatın diğerinden farklı bir mânâ taşıdığını söylemiş ve bunu şöyle izah etmiştir: Arap dili yönünden "Rahman" kelimesi, türetildiği köke "Rahim" kelimesinden daha uzaktır. Bir şeyi, türetildiği köke daha uzak olan bir kelimeyle sıfatlandırmak onu, daha fazla övmek veya yermek olur. "Rahman" kelimesi, övme için kullanıldığından, Allahü teâlâyı bu sıfatla vasıflandırmak, "Rahim" sıfatıyla vasıflandırmaktan daha kuvvetlidir. Bu itibarla "Rahman"in mânâsı, "Rahim"den daha geniştir.

"Rahman" ile "Rahim" kelimelerinin mânâlarının farklı olduğunu beyan eden Rivâyetler yönünden de şunlar nakledilmektedir:

Azremî, "Rahman"ın mânâsının "Bütün yaratıklara rahmet eden" "Rahim"in mânâsının ise, "Sadece mü’minlere merhamet eden" demek olduğunu söylemiştir.

Ebû Said el-Hudrî, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle buyurduğunu Rivâyet ediyor: "Meryemoğlu İsa şöyle demiştir: "Rahman, âhirette ve dünyada merhamet edendir." "Rahim" ise "Yalnız âhirette merhamet edendir."

Taberi bu iki Rivâyetin şu şekilde birleştirilebileceğini söylemiştir. "Rahman" kelimesi, Allah'ın merhametinin umuma ait olduğunu "Rahim" kelimesi ise, Allah'ın rahmetinin hususi bir mânâ da olduğunu ifade eder. Bu kelimeler böyle izah edilirse bu iki Rivâyet te bağdaşiaştınlmış olur."

Allahü teâlânın, özel bir şekilde merhamet ettiğini ifade eden "Rahim" kelimesini, sadece dünya veya sadece âhiret için yorumlamak mümkün olduğu gibi, her ikisi için de yorumlamak mümkündür.

Allahü teâlânın, yalnızca dünyada mü’min kullarına merhameti, onları iman etmeye, kendi emirlerine ve Peygamberlerine itaat etmeye ve yasakladığı şeylerden kaçınmaya muvaffak kılmasıdır. Kâfirlere böyle bir lütufta bulunmamıştır.

Allahü teâlânın, sadece âhirelte, mü’min kullarına merhameti ise nimetlerle dolu cennetleri ve ebedi kurtuluşu bahşetmesidir. Kâfirlere, ve müşriklere böyle bir lütufta bulunmamıştır.

Allahü teâlânın, hem dünya hem de âhirette sadece mü’minlere lütfettiği şeylere misal olarak yukarıda zikredilen nimetler gösterilebilir.

Allahü teâlânın, umumi bir şekilde merhamet ettiğini ifade eden "Rahman" kelimesini de hem dünya için hem de âhiret için yorumlamak mümkün olduğu gibi sadece dünya veya sadece âhiret için yorumlamak ta mümkündür.

Allahü teâlânın, dünyada, hem mü’min hem de kâfirlere olan umumi rahmetine misaller de pek çoktur. İnanan, inanmayan bütün insanlara çeşitli rızıklar vermesi, onlara akıl nimetini bahşetmesi, vücut sağlığını bahşetmesi, bulutlan yürüterek onlardan yağmur yağdırıp yeryüzünde çeşitli bitki ve gıdaları bitirmesi, bu gibi lütuf ve merhametlerindendir. Bu hususta Allahü teâlâ "Allah'ın nimetlerini saymaya kalksanız sayamazsınız.. Nahl sûresi, 16/18 buyurmuştur.

Allahü teâlânın merhametinin âhirette umuma ait olacağına misal ise. Allahü teâlânın, adalet ve yargılamasını bütün yaratıkları arasında eşit bir şekilde tatbik etmesidir. Allahü teâlâ bu hususta "Şüphesiz ki Allah, hiç kimseye zerre kadar zulmetmez. Yapılan iyilik zerre kadar da olsa onu kat kat artırır. Ve yapana, katından büyük bir mükâfat verir." Nisa sûresi, 4/40 buyurmaktadır. Diğer bir âyette de "... Herkese kazandığı tamamen ödenecektir. Ve onlar, zulme uğratılmayacaklardır." Bakara sûresi, 2/281 buyurmaktadır.

Dehhak, Abdullah b. Abbas'ın, "Rahman" ve "Rahim" sıfatlarını şu şekilde izah ettiğini rivâyet etmiştir. "Rahman ve rahim demek, merhamet etmeyi dilediğine, nazik davranan ve yumuşak muamele eden" demektir. Görüldüğü gibi Abdullah b. Abbas, "Rahman"ı, nazik davranmak istediğine nazik davranan, "Rahim'i de, yumuşak muamelede bulunmak istediğine yumuşak muamele eden şeklinde izah etmiş ve bunların birbirlerinden farklı şeyler olduklarını açıklamıştır.

Ata el-Horasani ise, "Rahman" ve "Rahim"i izah ederken şöyle demiştir: "Allahü teâlânın özel isimlerinden biri olan "Rahman" kendisinden koparılıp insanlara da söylenince, Allahü teâlâ kendisini, rahman ve Rahim sıfatıyla sıfatlandırmıştır." Ata bu sözüyle şunları söylemek istemiştir: "Rahman, sadece Allahü teâlâya mahsus olan bir sıfattı. Müseylimetül Kezzab, Allahü teâlânın bu sıfatını kendisine de takınca bu defa Allahü teâlâ, kendisini diğer yaratıklardan ayırdetmek için kendisinin "er-Rahman" ve "er-Rahim" olduğunu beyan etmiştir. Zira yaratıklar, bu sıfatlardan sadece birini kendilerine takarlar. İkisini birden takmazlar. İşte Allahü teâlâ bu sıfatlarla diğer yaratıklardan ayırdedilmiş oldu.

Taberi diyor ki: "Anlayışı kıt olan bazı insanlar, Arapların, İslamdan önce "Rahman" kelimesinin ne demek olduğunu bilmediklerini söylemişler ve buna delil olarak ta müşriklerin, Resûlüllah'a: "... Rahman da neymiş? Senin bize emrettiğine mi secde edeceğiz?".. "Derler. Furkan sûresi, 25-60 şeklinde söyledikleri sözü göstermişlerdir. Aslında müşrikler inatlaşarak, bildikleri şeyi duymadıklarını iddia ediyorlardı. Nitekim Allahü teâlâ, bir âyet-i kerime’de şöyle buyurmuştur: "Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler Peygamberi, kendi oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar.. Bakam sûresi, 2/146 Evet, müşrikler, Hazret-i Muhammed'in hak Peygamber olduğunu, daha önceki kitaplardan bildikleri halde onu inkâr etmişler ve reddetmişlerdir. İşte Allahü teâlânın, "Rahman" sıfatı da böyledir. Nitekim bazı cahiliye şiirlerinde de "Rahman" kelimesi zikredilmiştir.

Taberi diyor ki: "Yine müfessirlerin tefsirlerini iyi bilmeyen, Selef-i Salihin'den nakledilen Rivâyetleri az bilen bazı kimseler "Rahman" kelimesinin mânâsının, "Merhamet sahibi" dernek olduğunu, "Rahim" kelimesinin mânâsının, "Merhamet edici" demek olduğunu söylemişlerdir. Böylece, "Rahman" ile "Rahim"in farklı şeyler olduğunu izah etmeye çalışmışlardır. Fakat bu sözlerin ardından, bir kelimeden iki kelimenin türetildiğini ve kelimelerin lafızlarının farklı olmalarının buna müsait olduğunu söylemişlerdir. Böylece, daha önce, birbirlerinden farklı şeyler olduklarını izah etmeye çalıştıkları "Rahman" ve "Rahim"in aynı şeyler gibi olduklarını ifade eder olmuşlardır. Halbuki, "Rahman"ın, "Merhamet sahibi" şeklinde "Rahim"in de "Merhamet eden" şeklinde izah edilmeleri, bunların farklılığını göstermektedir. Zira merhamet sahibi demek, kendisinde merhamet bulunan ve merhamet kendisinde bir sıfat olan kimse demektir." "Merhamet eden" demek ise "Gelecekte merhamet edecek olan" veya "Geçmişte merhamet etmiş olan" demektir ki bu, merhamet sıfatının devamlılığını ve her zaman var olduğunu ifade etmez. Bu itibarla bu iki kelime, lafızları başka, mânâları aynı olan kelimeler değildir. Kendilerinin izahları da bunu göstermektedir.

Taberi diyor ki: " Rahman ve Rahim olan Allah'ın ismiyle" ifadesinde önce "Allah" kelimesinin zikredilip daha sonra da sırasıyla, "Rahman" ve "Rahim" kelimelerinin zikredilmelerinin sebebi şudur: Araplar, bir şeyden haber vermek istediklerinde, önce onun ismini zikrederler ki dinleyen kişi, kimden bahsedildiğini bilsin. Daha sonra da o bildirilen şeyin sıfatlarını zikrederler ve o sıfatları da, zikredilen şeye özgü olma derecesine göre sıralarlar. Durum, besmelede de böyle olmuştur.

Allahü teâlâ, sadece kendisine özgü olan "Allah" ismini diğer sıfatlarından önce zikretmiştir ki, dinleyici Hamd etmeyi ve yüceltmeyi kime yapacağını bilsin. İşte bu sebeple Allahü teâlâ, önce "Allah" ismiyle başladı. Zira, İlahlık, ne isim takma yönünden ne de mânâsı yönünden Allah'tan başka hiçbir varlığa izafe edilemez. Çünkü uluhiyetin mânâsı, "Kendisine kulluk edilen" demektir. Allah'tan başka kimseye kulluk edilemez. Ayrıca, Allahü teâlâ, herhangi bir varlığa "Allah" denilmesini yasaklamıştır. "Allah" isminden sonra ise "Rahman" sıfatı zikredilmiştir. Allahü teâlâ, yaratıklarının, kendilerine bu ismi vermelerini de yasaklamıştır. Fakat, yaratıklarından bazılarına "Merhamet sahibi" demek mümkün olduğundan, "Rahman" kelimesi "Allah" kelimesi kadar Allah'a özgü değildir. Bu itibarla besmelede ikinci olarak zikredilmiştir. "Rahim" kelimesi ise hem Allahü teâlâya hem de yaratıklara atfedilebileceğinden, üçnücü sıfat olarak zikredilmiştir. Hasan-ı Basri de "Rahman" sıfatının, Allah'ın dışındaki varlıklara affedilmesinin caiz olmadığını zikretmiştir.

Rahman ve Rahim olan Allah'ın ismiyle.

2

Hamd, âlemlerin rabbi, merhamet eden, bağışlayan ve ceza gününün sahibi olan Allah'a mahsustur.

Hamd ve şükür, sadece, şanı yüce olan Allah'a mahsustur, Allah'tan başka tapınılan herhangi bir şey buna layık değildir. Zira Allah, kullarına sayılamayacak kadar çok nimet vermiştir. Onun nimetlerinin sayısını hiç bir kimse yeterince bilemez.

Hamd: Allah'ı güzel isim ve sıfatlarıyla övmektir.

Şükür: Allah'ı, verdiği nimetlerden dolayı övmektir. Taberi burada zikredilen "Hamd" kelimesinin, "Şükür" kelimesiyle eş anlamda olduklarını söyleyerek el-Hamdülillah'a şu şekilde mânâ vermiştir: "Kendisine itaat edilmesi için bütün vasıtaları sağlaması, emirlerinin yerine getirilmesi için mükellef olanların vücut organlarını müsait bir şekilde yaratması, layık olmadıkları halde onları dünyada çeşitli nimetlerle rızıklandırmasi ve onlara, içi nimetlerle dolu olan ebedi cennete götürecek yolu göstermesi gibi sayısız nimetleri karşılığında, şükredilmek, sadece Allah'a mahsustur. Onun dışında herhangi bir yaratığa ait değildir.

Taberi, Abdullah b. Âbbas ve Hakem b. Umeyr'den de "Hamd" kelimesinin, "Şükretmek" mânâsına yorumlandığının nakledildiğini rivâyet etmiştir. Dehhak, Abdullah b. Abbas'ın şöyle dediğini rivâyet eder: "Elhamdülillah" demek, Allah’a şükretmek, ona boyun eğmek, onun nimetlerini, hidâyetini, bizi yoktan var etmesini kabul ve ikrar etmektir."

Hakem b. Umeyr, Resûlüllah'ın şöyle buyurduğunu Rivâyet etmiştir: "Sen, Elhamdülillahi Rabbilâlemin" dediğinde Allah'a şükretmiş olursun. O da sana olan nimetlerini artırır."

Ka'bul Ahbar ise "Elhamdülillah"ın, Allah'ı övmek olduğunu Rivâyet etmiştir. Bunun, bir nimet karşılığında olup olmadığına dair herhangi bir şey zikretmemiştir.

Taberi, "Elhamdü" kelimesinin el takısının, umum ifade etmesi için geldiğini bu itibarla "Elhamdülillah"ın, bütün övgü ve şükürler Allah'a mahsustur." demek olduğunu zikretmiştir.

Taberi diyor ki: "Eğer sorulacak olursa ki: "Bütün âlemlerin rabbi olan Allah'a hamdolsun" ifadesini ve bundan sonra gelen ifadeleri bizzat Allahü teâlâ söyleyerek kendini övüyor ve bizlerin de böyle yapmamızı öğretiyor, eğer böyle ise "Ancak sana ibadet eder ve ancak senden yardım dileriz." ifadeleri nasıl izah edilecektir? Zira Allah, yardım isteyen değil, yardım eden, ibadet eden değil, kendisine ibadet edilendir. Yoksa bunlar, Cebrâile veya Muhammed'e, söylemeleri emredilen ifadeler midir? Cevaben denilir ki: "Bütün bunlar Allah'ın kelamıdır. Allah bunlarla kendisini övmüş, kullarına da bu şekilde kendisini övmelerini öğretmiştir. Ve onlara demiştir ki: "Deyin ki: "Ancak sana kulluk eder ve ancak senden yardım dileriz..." Burada takdir edilen "Deyin ki" ifadelerinin, âyetlerin başında açıkça zikredilmemesi, Arapçanin, kısaltmaya ve veciz ifadeye önem verme özelliklerindendir. Zira Arapçada bir mânâ, cümlenin bir kısım kelimelerini düşürmek suretiyle de ifade edilebilirse, düşürülmesi mümkün olan kelimeler düşürülür ve kısa bir şekilde ifade edilir. Burada da durum böyle olmuştur. Nitekim, Abdullah b. Abbas, "Elhamdülillah"i şöyle izah etmiştir.. "Cebrâil Muhammed'e dedi ki: "Ey Rasûlüm, de ki; "Hamd, âlemlerin rabbi olan Allah'a mahsustur."

Âlemlerin Rabbi: İnsanların, cinlerin, meleklerin, göklerin ve yerin rabbi demektir. Arap dilinde "Rab" kelimesi, "Kendisine itaat edilen efendi, bir şeyi düzeltip ıslah eden, bir şeyin sahibi" mânâlarına gelmektedir. Şanı yüce olan rabbimiz, benzeri olmayan, dengi bulunmayan bir rabdır. Yaratıklarına bol nimetler vererek onların durumlarım düzeltip ıslah edendir. O, her şeyi yaratan ve bütün işleri elinde bulunduran bir hükümdardır. Bu itibarla "Rab" kelimesinin üç mânâsının da Allahü teâlâ için kullanılması yerindedir.

Âlem: Tüm ümmetleri ve yaratılmışların toplumlarını ifade eder. Böylece insanlar bir âlem, cinler bir âlem, diğer yaratıklar da kendi başlarına birer âlemdirler. Bu kelime, tekili bulunmayan cins isimdir. Her yaratık sınıfına "Âlem" denildiği gibi o sınıfın belli bir çağda yaşayanlarına da "Âlem" denir.

Abdullah b. Abbas, Said b. Cübeyr ve Mücahid, "Âlemlerin rabbi" ifadesini. "Cin ve insan âlemlerinin rabbi." şeklinde izah etmişler. Katade "Her sınıf kendi başına bir âlemdir." demiş, Ebul Âliye ise "İnsanlar bir âlem, cinler de bir âlemdir. Bunların dışında olan varlıklar ise on sekiz bin veya on dört bir âlemdir." demiştir.

3

Rahman: "Rahmeti, merhameti bütün yaratıklarını kaplayan" demektir.

Rahim: "rahmeti ve bağışlaması, özellikle mü’minleri kapsayan" demektir. Allahü teâlânın bu iki sıfatının mânâları, besmele izah edilirken açıklanmıştır. Bu sıfatların, besmelede zikredildikten sonra, Fatihada da tekrar edilmeleri, besmelenin, fatihadan bir âyet olmayıp kendi başına müstakil bir âyet olduğunu göstermektedir. Zira, Allahü teâlânın kitabında, aralarında fasıla bulunmaksızın, aynı lafızlarla tekrar'eden iki âyet mevcut değildir.

4

Ceza Gününün Sahibi: "Sahip" diye tercüme edilen "Mâlik" kelimesi üç şekilde okunmuştur:

Birinci okunuş şekli: Melik'tir. Anlamı ise "Hükümdar, mülk sahibi" demektir. Bu okunuş şekline göre âyetin mânâsı şöyledir: "Varlıkların, hesaba çekilip ceza veya mükâfatlandırılacakları kıyamet gününün hükümdarı, ve tek sahibi yalnızca Allah'tır." Dünyadaki gibi bir kısım zorbalar, orada hükümdarlık, mülk sahibi olma iddiasında bulunamayacaklar, böbürlenemeyecekler ve herhangi bir zulüm ve tasallutta bulunamayacaklardır. Dünyadaki zorba hükümdarlar, âhirette, gerçek hükümdar olan Allah'ı görünce, kendilerinin, küçük ve zelil kimseler olduklarını, büyüklük ve azametin, mülk ve hükümranlığın ise yalnız Allah'a ait olduğunu kesin olarak anlayacaklardır. Allahü teâlâ bu hususu başka bir âyette şöyle beyan etmiştir. "O gün insanlar ortaya çıkarlar. Onların hiçbir şeyi Allah'a gizli değildir. "Bugün hakimiyet ve mülk kimindir?" diye sorulur. Mü'minûn sûresi, 40/16

Bu kelimenin ikinci okunuş şekli Mâlik'tir. Mânâsı ise "Hüküm verme hakkına sahip veya ktyamet gününü getirmeye gücü yeten" demektir. Abdullah b. Abbas, bu okunuş şeklini şöyle izah etmiştir. "İnsanların cezalandırılacakları veya mükâfatlandıracakları kıyamet gününde hüküm verme yetkisi, sadece Allah'a aittir. Dünyada olduğu gibi o gün, Allah'ın dışında hiç bir kimse . hüküm veremeyecektir."

Abdullah b. Abbas, bu şekildeki izahından sonra şu âyetleri okumuştur. "Cebrâil ve meleklerin saf saf dizildikleri gün Rahman olan Allah'ın izin verdiği ve doğru konuşan hariç, onun huzurunda kimse konuşamaz. Nebe' sûresi, 78/38 "O gün kendilerini Allah'ın huzuruna davet edene uyacaklar, kimse yan çizemeyecektir. Rahman olan Allah'ın azameti karşısında sesler kısılacak, fısıltıdan başka hiçbir şey işitmeyeceksin.' Tâhâ sûresi, 20/108 (Melekler) ancak Allah'ın razı olduğu kimseye şefaat edebilirler..." Enbiya sûresi, 21/28

Taberi, birinci okunuş şeklinin şu sebeplerden dolayı tercihe şayan olduğunu söylemiştir: Hükümran ve mülk sahibi olmak aynı zamanda karar yetkisine sahib olmayı ve hüküm verme gücünde olmayı da kapsar. Halbuki Maük kelimesi, "Hüküm verme yetkisini haiz." şeklinde izah edildiği takdirde, hükümranlığı ve mülk sahipliğini ifade etmez. Âyetleri daha kapsamlı mânâda almak elbetîeki daha uygundur. Diğer yandan, bu âyetten önceki âyetlerde, Allahü teâlâ bütün âlemlerin rabbi, yani kendisine itaat edilen efendisi, düzeltip ıslah edeni ve sahibi olduğunu beyan etmiştir. Hemen o âyetin sonunda da aynı anlamı değişik bir kelime ile ifade etmesi elbetteki ilahi kelama uygun değildir. Bu itibarla "Melik" şeklindeki okunuş biçimini esas alıp kıyamet gününde bütün mülkün ve hükümranlığın ona ait olduğunu söylemek "Mâlik" şeklindeki kıraati esas alarak "Kıyamet gününde hüküm vermeye sadece o yetkilidir." demekten daha evladır.

Bu kelimenin üçüncü okunuş şekli ise Mâlike'dir. Mânâsı ise "Ey kıyamet gününün sahibi" demektir. Âyeti bu şekilde okuyanlar, bundan sonra gelen âyetle bu âyet arasında bağlantıyı kuvvetlendirmek için böyle okumuşlardır. Zira bunlara göre bu ve bundan sonra gelen âyetlerin mânâsı şöyledir: "Ey, kıyamet gününün sahibi, ancak sana kulluk eder ve ancak senden yardım dileriz..."

Taberi, bu okunuş şeklinin de tercihe şayan olmadığını beyan etmiş, daha sonra gelen âyetlerle irtibatı kuvvetlendinne gerekçesinin doğru olmadığını zikretmiştir. Zira Abdullah b. Abbas, Cebrâilin, Allahü teâlânın, Resûlüllah’a "Ey Rasûlüm, de ki: âlemlerin rabbi olan, rahman ve rahim olan ve kıyamet gününün sahibi olan Allah'a hamdolsun. Ey Rasûlüm, yine de ki: "Ancak sana kulluk eder ve ancak senden yardım dileriz." şeklinde emrettiğini söylediğini rivâyet etmiştir. Böylece bu okunuş şekline ihtiyaç kalmamıştır.

Ceza Günü: "Ceza günü" diye tercüme edilen "Yevmiddin" ifadesindeki "Din" kelimesinin mânâsı "Cezalandırma ve amellerin karşılığını verme" demektir. Şu âyet-i kerimelerde geçen "Din" kelimesi de bu anlamdadır." Hayır, hayır doğrusu siz, dini yalanlıyorsunuz." Yani, cezalandırılmayı yalanlıyorsunuz. İnfitar sûresi, 82/9 "Eğer cezalandırılmayacaksanız ve şâyet sözünüzde sadıksaniz, o çıkmak üzere olan canı geri çevirsenize Vakıa sûresi, 56/86-87

Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mes'ud, Katade ve İbn-i Ciireye de buradaki "Din" kelimesinden maksadın, "Cezalandırma ve hesaba çekme" olduğunu söylemişlerdir. Abdullah b. Abbas'ın şöyle dediği rivâyet edilmiştir. "Yevmiddin" demek, "Yaratıkların hesaba çekildiği gün" demektir ki o da "Kıyamet günüdür." Allah, o gün yaratıklara, yaptıkları amellerin karşılığını verecektir. Hayıra hayır, şerre de şer karşılığını verecektir. Ancak, affettikleri müstesnadır. Çünkü emir onundur." Zira Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur: "... İyi biliniz ki, yaratmak ve emretmek ona mahsustur... A'raf sûresi, 7/54

5

Ancak sana ibadet eder ve ancak senden yardım dileriz.

Ey Allah’ım, başkasına değil ancak sana boyun eğeriz, sana kulluk etleriz. Sana ibadet ederiz. Ey Allah’ım, yaptığımız ibadetlerde, itaatlerde ve bütün işlerimizde ancak senden yardım dileriz. Senden başka hiçbir varlıktan yardım dilemeyiz. Seni inkâr eden kâfirler ise işlerinde senin dışındaki taptıkları putlardanyardım dilerler. Biz bunlardan beriyiz.

Abdullah b. Abbas, bu âyetin izahında şöyle demiştir: "Cebrâil Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e Allahü teâlânın şöyle buyurduğunu söylemiştir. "Ey Rasûlüm, de ki: "Ey rabbimiz, ancak seni birler, senden korkar ve sana ümit bağlarız."

Taberi, âyetin "Senden korkar ve sana ümit bağlarız." şeklindeki izahı yerine "Sana boyun eğer ve sana teslim oluruz." şeklinde izah etmenin daha uygun olacağını söylemiştir. Zira âyette zikredilen "Ancak sana kulluk ederiz." ifadesi her şeyden önce, boyun eğmeyi ve teslim olmayı ifade eder. Korku ve rica da "Boyun eğme" ifadesi içinde mevcuttur." demiştir.

Taberi diyor ki: "Eğer denilecek olursa ki "Allahü teâlâ hem kullarına, kendisine itaat etmelerini emrediyor hem de itaat etmelerinde kendisinden yardım dilemelerini emrediyor. Allah'ın, kullarına, kendisine itaat etmelerini emrettikten sonra, itaat etmelerinde kendilerine yardım etmemesi mümkün müdür? O halde kulun, rabbinden, itaatte kendisine yardımcı olmasını dilemesinin mânâsı nedir? Buna cevaben denilir ki: "Kul, rabbinden, geçmişteki itaatlerine dair yardım istememekte, gelecekteki itaatlarına dair yardım istemektedir. Bunda şaşılacak bir şey yoktur. Zira, Allahü teâlânın. kullarına verdiği emirleri yerine getirecekleri güç ve imkânları bahşettikten sonra yine de o emirleri yerine getirirken onlara yardım etmesi, Allah'ın, kullarına olan bir Hitfudur. Allah'ın, günah işlemeye dalan ve Allah sevgisinden uzak olan kullarına, itaatte yardım etmeyip bu lütfunu kesmesi, buna mukabil Allah'a kullukta bütün gayretini harcayan ve ona itaate koşan kuluna, itaat etmesi için yardım etme lütfunda bulunması Allah için ne bir kötü idaredir ne de hükümlerinde zulmetmektir. O halde kulun, itaatte rabbinden yardım dilemesi isabetli bir davranıştır.

Allahü teâlânın, kullarına, kendisine itaat ederken yine kendisinden yardım istemelerini emretmesi, işleri Allah'a bırakan "Kaderci"lerin iddialarını boşa çıkaran en güzel delillerd' ndir. Kaderciler Allahü teâlânın, kuluna bir şeyi emredip veya kulunu bir işle yükümlü kılıp sonra da ona yardım etmemesini imkânsız görmüşlerdir. Bunların ifadelerine göre, Allah'ın, bir şeyi emretmesi halinde o hususta kuluna yardım etmesi gereklidir. Kulun, o emri yerine getirirken Allah'dan yardım istemesi lüzumsuzdur. Bunların görüşüne göre "Ey Allah’ım, ancak sana ibadet eder ve ancak senden yardım dileriz." diyen kimse "Ey Allah’ım, ancak sana ibadet eder ve senin bize zulmetmemeni isteriz." demiş olur. Halbuki bütün Müslümanlar: "Ey Allah’ım, ancak senden yardım dileriz." diyenin sözünün doğru: "Ey Allah’ım, sen bize zulmetme." diyen kimsenin sözünün ise yanlış olduğu hakkında birleşmişlerdir. Bu da "Kaderiyyeci"lerin, âyeti: "Ey Allah’ım, sen bizden yardımını kesme, senin bizden yardımım kesmen bir zulümdür." şeklinde yorumlamalarının yanlış olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.

Taberi diyor ki: "Eğer denilirse ki "Âyette niçin önce "Ancak sana ibadet ederiz." denildi? Daha sonra da "Ancak senden yardım dileriz." denildi? Halbuki önce, ibadet etmede yardım edilmesi istenilmen daha sonra da ibadet edildiği bildirilmeliydi." Cevaben denir ki "Allah'ın yardımı olmadan ibadet edilemeyeceğinden, ibadet etmekle yardım istemek birbirinden ayrı olmayan şeylerdir. Kul isterse önce yardım dileyip ibadet ettiğini beyan etsin, isterse ibadet ettiğini bildirip yardım dilesin farketmez. Kişinin, ihtiyacını karşılayan insana "İhtiyacımı giderdin. Bana büyük bir iyilik ettin." demesiyle "Bana büyük bir iyilik ellin. İhtiyacımı giderdin." demesi, aynı şeylerdir. İşte âyetteki ifade de bu mânâdadır. Bu sebeple, âyetteki "Ancak sana ibadet ederiz." ifadesi "Ancak senden yardım dileriz." ifadesinden önce gelmesine rağmen, manen daha sonra gelmiş gibidir." diyenlerin sözleri isabetli değildir.

Taberi diyor ki: "Eğer denilirse ki "Âyette "ancak sana" diye tercüme edilen "İyyake" zamirleri niçin iki kere zikredilmiştir de bir kere zikredilmemiştir? Cevaben denilir ki: "Bu zamirler, fiillerden önce gelmeyip sonra gelecek olsalardı Arapçanın üslûbu gereği, tekrar edilmeleri gerekirdi ve Nabüdüke ve Nestainüke denilirdi. Bu zamirlerin, fiillerden önce gelmeleri halinde de tekrar edilmeleri Arapçadaki ifade şekillerine uygundur. Ve daha fasih bir ifadedir.

6

Bak. Âyet 7.

7

Sen bizi doğru yola ilet. Kendilerine nimet verdiğin kimselerin yoluna. Gazaba uğrayanların ve sapanlarınkine değil.

Ey Allah'ım, kendilerine nimet verdiğin kullarını muvaffak kıldığın o doğru yolda, bizleri de kararlı olmaya muvaffak kıl. Bizleri, kendilerine itaatta bulunma ve ibadet etme nimetini verdiğin, meleklerin, Peygamberlerin, imanında sadık insanların, şehitlerin ve salih kullarının yoluna ilel."Sen bizi doğru yola ilet." âyet-i kelimesindeki "Bizi ilet" diye tercüme edilen "İhdina" kelimesi "Hidâyettin" kökünden türemiştir. Mânâsı "Açıklamak, göstermek, götürmek, başarılı kılmak"tır.

Taberi buradaki ifadenin, "Sen bizi doğru yolda kararlı olmaya muvaffak kıl. O yolda yürümekte bize başarı ihsan et." mânâsına geldiğini söylemiş ve Abdullah b. Abbas'ın da âyeti bu şekilde izah ettiğini rivâyet etmiştir. Dehhak'tan, Abdullah b. Abbas'ın şöyle dediği rivâyet edilmiştir: "Cebrâil, Muhammed'e dedi ki: "Ey Rasûl, de ki: "Sen bize doğruya götüren yolu ilham et." Allahü teâlânın, Muhammede doğru yolu ilham etmesi, onu muvaffak kılması demektir.

Taberi diyor ki: "Bu âyetin ifade ettiği mânâ, bundan önceki âyetin ifade ettiği mânâ gibidir. Yani bu âyette de kul'a. rabbine itaat etmekte kararlı olmaya muvaffak kılınmasını istemesi emredilmektedir. Buna göre bu ve bundan önceki âyetlerin mânâsı şöyledir: "Ey Allah’ım, sadece sana ibadet ederiz. Senin hiç bir ortağın yoktur. İbadeti senin dışındaki ilâh ve putlara değil, yalnızca sana tahsis ederiz. Sen bize, sana ibadet etmemizde yardım et. Sen bizleri, kendilerine nimet verdiğin Peygamberlerini ve itaatkâr kullanın muvaffak kıldığın yola ve usule muvaffak kıl."

Taberi diyor ki: "Hidâyetin, başarıya ulaştırma mânâsına geldiği Arap dilinde yaygın olan bir husustur. Nitekim şu âyetteki hidâyetten türetilen Layehdî kelimesi de bu anlamdadır... Allah zalim kavmi hidâyete erdirmez. Al-i İmran sûresi, 3/86 Yani Allah, zalim bir kavmi hakka muvaffak kılmaz. Gönüllerini imana açmaz. Bir kısım âlimler, "Sen bizi hidâyete erdir." ifadesini "Sen bizim hidâyetimizi artır." şeklinde izah etmişlerdir.

Taberi, bu izah şekliyle şu üç mânâdan birinin kastedileceğini söylemiştir.

Birincisi: Burada ifade edilen "Hidâyetin artırılmasından" maksat, "Açıklamak" demektir. Yani, Allahü teâlâ Resûlüllah’a, farz kılınan emirlerin açıklanmasını istemesini emretmiştir ve Resûlüllah "Ey Allah’ım, sen bana farz kıldığın emirleri açıkla." demekle memur kılınmıştır.

Taberi diyor ki: "Bu izah şekli doğru değildir. Zira, Allah, kuluna farz kıldığı her ibadeti açıklayarak ve delillerini zikrederek farz kılar. Artık emir ve yasakların açıklanmasını istemeye gerek yoktur.

İkincisi: Buradaki hidâyetin artırılmasından maksat, "Yeni emirlerin farz kılınmasıdır." Buna göre Resûlüllah’ın, Allahü teâlâdan, yeni ibadetler farz kılmasını talep etmesi istenmektedir. Kul'un böyle bir şeyi istemesi söz konusu olmayacağından bu izah tarzı da isabetli değildir.

Üçüncüsü; Buradaki hidâyetin artırılmasından maksat, kul'un, rabbinden yardım ve tevfikini artırmasını istemesidir. Bunu, kul'un geçirdiği ömründe yapmış olduğu ameller için istemesi beklenemez. Çünkü o ameller geçmiştir, onlar için yardım istenemez. Fakat kul'un, bu yardımı gelecekte yapacağı ameller için istemesi doğrudur. Bu da bizim izah ettiğimiz şekle uygundur. Ve kadercilere bir cevaptır. Zira onlar, Allahü teâlânın mükellef kıldığı her görevde kul'una yardım etme mecburiyetinde olduğuna inanırlar. Halbuki âyette kul'un yükümlü oiduğu ibadetleri yerine getirmek için rabbinden yardım ve tevfik istemesi emredil mektedir.

Taberi diyor ki: "Diğer bir kısım âlimlerde "Sen bizi doğru yola ilet" ifadesini, "Sen bizi, âhirette cennetin yoluna ilet." şeklinde izah etmişlerdir. Bunun bir benzeri olarak ta şu âyeti zikretmişlerdir." ... Onlara cehennemin yolunu gösterin. Saffal sûresi, 37/23 Allahü teâlânın. "Ancak sana ibadet eder ve ancak senden yardım dileriz." kelamı, bu âyetin bu şekilde yorumlanmasının doğru olmadığını ortaya koymaktadır.

Ayrıca, sahabi ve tabiinden olan bütün müfessirler bu âyette zikredilen "Sırat" kelimesinin, âhiretteki sırattan başka bir sırat olduğu hususunda iltifak etmişlerdir. Bu sebeple "Sen bizi doğru yola ilet." ifadesini "'Sen bize cennetin yolunu göster." şeklinde izah etmek doğru değildir. Doğru olan: "Sen bizi. ömrümüzün geri kalan bölümünde hidâyetten ayınna. Onda kararlı kıl." şeklindeki izahtır.

"Doğru yol" diye tercüme edilen "Sıratelmüstakim" ifadesi çeşitli şekillerde izah edilmiştir.

Taberi, diyor ki: "Müfessirler aslında "Kendisinde eğrilik bulunmayan açık bir yol. "mânâsına geldiği hakkında ittifak etmişlerdir. Fakat Araplar Sıratı müstakim"! mecazi olarak, her doğru söz ve amel için kullanmışlardır. Bu âyetteki "Sıratel Müstakim"in mecazi mânâda anlaşılması daha evladır.

Taberi diyor ki: "Âyeti şu şekilde izah etmek daha uygundur. "Ey Alları im, sen bizi, razı olduğun şeylerde ve kendilerine nimet verdiğin kullarını muvaffak kıldığın doğru söz ve amellerde karalı olmaya muvaffak kıl." Evet işte "Sıratel müstakim"in mânâsı budur. Zira, Allah'ın, kendilerine nimet verdiği Peygamberlerin, sıddikların ve şehitlerin muvaffak kılındıkları şeylere muvaffak kılınan bir kul İslâmı kabule, Peygamberleri tasdike, Allah'ın kitabına sımsıkı sarılmaya, Allah'ın emrettiklerini yapmaya, yasaklarından kaçınmaya, Peygamberin usulüne uymaya, Hazret-i Ebubekir, Ömer, Osman, Ali ve bütün salih kulların izini takibeîmeye muvaffak kılınmış olur. İşte bütün bunlar "Sıratel müstakim"dir.

Taberi diyor ki: "Kur'an-ı kerimin tercümanları" diye adlandırılan sahabi ve tabiin, sıratel müstakim'in mânâsı hakkında çeşitli görüşler zikretmişlerdir. Ancak bu görüşlerin hepsinin anlamı, bizim tercih ettiğimiz görüşün anlamına varmaktadır.

Hazret-i Ali ve Abdullah b. Mes'ud, "Sıratel müslakim"den maksadın, Allahü teâlânın kitabı olduğunu Rivâyet etmişlerdir. Cabir b. Abdullah, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mes'ud, Abdurrahman b. Zeyd, İbn-i Sem'an el-Ensari "Sıratel müstakim"den maksadın "İslam" olduğunu söylemişlerdir. Muhammed b. el-Hanefiyye ve Abdullah b. Abbas'tan nakledilen diğer bir görüşe göre "Sıratel müstakim"den maksat. Allah'ın dinidir. Ebul Aliye ve Hasan-ı Basriden nakledilen başka bir görüşe göre, sıratel müstakim'den maksat, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ve kendisinden sonra Halife olan iki sahabisi Hazret-i Ebubekir ve Hazret-i Ömerdir.

Hazret-i Ali'den. Resûlüllah'ın '"Sıratel müstakim"!

"Kur'an" olarak, Nüvvaz b. Sem'andan da Resûlüllah'ın, "Sıratel Müstakim"i "İslam" olarak izah ettiği Taberi tarafından rivâyet edilmiştir.

"Kendilerine nimet verdiğin kimselerin yoluna"

Taberi diyor ki: "Resûlüllah’a şöyle emredildi: "Ey Rasûlüm, de ki: "Rabbimiz, sen bize, kendilerine itaat ve ibadet etme nimetini verdiğin meleklerin. Peygamberlerin, sıddıkların, şehitlerin ve salih kulların doğru yoluna ilet." Bu âyeti kerime, Allahü teâlânın şu âyetlerine benzemektedir. "... Eğer onlar kendilerine öğüt edileni yapmış olsalardı elbette onlar için daha hayırlı ve daha sağlam olurdu." "O zaman elbetteki onlara, katımızdan büyük bir mükâfat verirdik." Ve onları muhakkak ki doğru yola iletirdik." "Kim, Allah’a ve Peygambere itaat ederse işte onlar, Allah'ın, kendilerine nimet verdiği Peygamberler, sıddiklar, şehitler ve salih kimselerle beraberdirler. Onlar ne güzel arkadaştırlar. Nisa sûresi, 4/66-68

Abdullah b. Abbas, "Kendilerine nimet verilenler"den maksadın, "Allah'ın, kendilerine itaat ve ibadet etme nimetini bahşettiği melekler, Peygamberler, sıddıklar, şehitler ve salih kullar." olduğunu söylemiştir. Rebi' b. Enes, onlardan maksadın, "Peygamberler." Veki', onlardan maksadın, Müslümanlar, Abdurrahman b. Zeyd: " Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ve onunla birlikte bulunanlar olduklarını söylemişlerdir.

Taberi diyor ki: "Bu âyet-î kerime, itaatkârların itaatlerinin, ancak Allah'ın onlara lutfetmesiyle gerçekleşeceğine dair açık bir delildir. Zira Allahü teâlâ, "Kendilerine nimet verilenlerin yoluna" ifadesini zikrederek kullara verilen bütün nimetlerin ve kulların yaptıkları bütün ibadetlerin, Allah tarafından onlara bahşedilen bir lütuf olduğunu belirtmektedir.

Taberi diyor ki: "Eğer denilecek olursa ki: "Niçin burada kendilerine nimet verilenlerin kimler oldukları ve o nimetlerin neler oldukları zikredilmem iştir?" cevaben denilir ki: "Araplar konuşmalarının bir kısmıyla ifade etmek istedikleri şeyleri ifade edebilirlerse, sözü kısa keserler, her şeyi zikretmeye lüzum görmezler. "Kendilerine nimet verdiğin kimseler" ifadesi de bu kabildendir. Zira Allahü teâlâ, bundan önceki âyetlerde kullarına, kendisinden yardım istemelerini ve doğru yolda devam etmeye muvaffak kılınmalarını dilemelerini emretmiştir. Böylece, buradaki "nimef'ten maksadın, "Seçkin kulların tuttukları sağlam yol ve sırat-ı müstakim" olduğu anlaşılmıştır. Böylece bunları açıkça zikretmeye ihtiyaç kalmamıştır. "Gazaba uğrayanlarınkine değil."

Taberi diyor ki: "Gazaba uğrayanlardan maksat, Allahü teâlânın şu âyette beyan ettiği Yahudilerdir. "De ki: Allah tarafından bir cezaya çarptırılma bakımından bunlardan daha kötüsünü size haber vereyim mi? Onlar o kimselerdir ki, Allah onlara lanet etmiş, gazabına uğratmış, o kimselerden maymunlar, domuzlar ve Tağuta tapanlar yapmıştır. İşte bunlar, makamları en kötü, yolları da en sapık Maide sûresi, 5/60

Taberi yine diyor ki: "Gazaba uğrayanlardan maksadın, Yahudiler olduğu, Adiy b. Hatim ve Abdullah b. Şakiyk'in Resûlüllahtan rivâyet ettikleri bir hadiste de zikredilmiştir. Ayrıca, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mes'ud, Rebi' b. Enes, Abdullah b. Zeyd ve babası Zeyd de "Gazaba uğrayanlardan maksadın, Yahudiler olduğunu söylemişlerdir.

Adiy b. Hatim diyor ki:

"Resûlüllah mescitte oturur iken onun yanına vardım, orada bulunanlar benim için "Bu, Adiy b. Hâtim"dir. Dediler. Ben emansız (herhangi bir kişinin himayesine sığınmadan) ve yazısız olarak (Bir müsaade yazısı olmadan) Medine'ye gelmiştim. Resûlüllah'a doğru yönelince elimden tuttu. Resûlüllah daha önce şöyle buyurmuştu: "Umarım ki Allah, onun elini benim elime verir." Resûlüllah ayağa kalktı. O sırada huzuruna, yanında bir çocuk bulunan bir kadın geldi. O ikisi, "Senden bir isteğimiz var." dediler. Resûlüllah vanp onların ihtiyaçlarını karşıladı. Sonra benim elimden tutup evine kadar götürdü. Hizmetçi, altına minder koydu. Resûlüllah üzerine oturdu. Ben de önüne oturdum. Resûlüllah, Allah'a hamdedip onu övdükten sonra şöyle buyurdu: "Lailahe İllallah" (Allah'dan başka ilâh yoktur.) Demekten seni kaçıran nedir? Sen, Allah'tan başka bir ilâh olduğunu biliyor musun?" Dedim ki: "Hayır." Sonra biraz konuştu, daha sonra şöyle buyurdu: "Sen, herhangi bir şeyin Allah'tan daha büyük olduğunu biliyor da mı "Allahu Ekber" (Allah en büyüktür.) Demekten kaçınıyorsun?" dedim ki: "Hayır." Buyurdu ki: "Şüphesiz ki Yahudiler kendilerine gazap edilenlerdir. Hıristiyanlarsa sapanlardır. "Dedim ki: "Ben Müslüman olarak geldim." Bu sırada baktım ki, Resûlüllah’ın yüzü sevinçten parlıyor,. Tirmizi, K. Tefsir e'.-Kur'an, Sûre 1 bab: 2, Hadis No: 2953

Abdullah b. Şakiyk diyor ki:

"Bir adam Resûlüllah’ın, vadi et-Kurâda atının üzerindeyken: "Belkiyn" kabilesinden birisinin ona şu soruyu sorduğunu işittiğini söyledi. "Ey Allah'ın Resulü, şunlar kimlerdir?" Resûlüllah: (Yahudileri göstererek) "Bunlar, gazaba uğrayanlardır." buyurdu. Adam: "Şunlar kimlerdir?" diye sordu. Resûlüllah: (Hıristiyanları kastederek) "Onlar da sapanlardır." buyurdu Ahmed b. Hanibel, Müsned, c. 5, s. 77

Âyette zikri geçen "Allah'ın gazabı" çeşitli şekillerde izah edilmiştir.

Bazılarına göre bundan maksat, Allah'ın, gazabettiği kimseleri fiilen cezalandırması demektir. Bu cezalandırma dünyada da olabilir, âhirette de. Bu konuda âyet-i kerimelerde şöyle buyurulmaktadır: "Bizi gazaplandırınca, onlara, layık oldukları cezayı verdik. Hepsini suda boğduk. Zuhruf sûresi, 43/55 Onlar o kimselerdir ki, Allah onlara lanet etmiş, gazabına uğratmış, o kimselerden, maymunlar, domuzlar ve tağuta tapanlar yapmıştır.. Maide sûresi, 5/60

Diğer bir kısım âlimlere göre, "Allah'ın gazap etmesinden maksat, gazaba uğrattığı kimseleri sözle kınamasıdir."

Başka bir kısım âlimlere göre ise, âyette zikredilen "Gazap"tan maksat, Allah'ın onlara kızması ve öfkelerimesidir. Ancak Allahü teâlânın kızması ve öfkelenmesi, kulların kızması ve öfkelenmesine benzememektedir.

Âyet-i kerime’de geçen "Sapanlarınkine değil" ifadesi hakkında

Taberi diyor ki: Âyette zikredilen "Sapanlardan maksat, Allahü teâlânın şu âyeti kerimesinde beyan ettiği Hiristiyanlardır. "De ki: Ey kitap ehli, hakkın dışına çıkarak, dininizde aşın gitmeyin, daha önce sapmış, birçoklarım da saptırmış ve böylece doğru yolu kaybetmiş bir kavmin heva ve heveslerine uymayın. Maide sûresi, 5/77

Taberi diyor ki: "Arap dilinde, her doğru yoldan ayrılan ve sağlam yolu tutmayan kimseye "sapık" denir. Allahü teâlânın, Hıristiyanları "Sapık" olarak vasıflandırması, onların, hak dini bırakıp başka yolu tutmalarındandır. Eğer: "Yahudiler de böyle değil midir?" diye sorulacak olursa cevaben denir ki: "Evet, onlar da öyledir." Yine eğer "Allahü teâlâ niçin sapıklık sıfatım Hıristiyanlara, "gazaba uğrama" sıfatını da Yahudilere tahsis etmiştir?" denilecek olursa cevaben denir ki: "Her iki fırka da hem gazaba uğramıştır, hem de sapıktır." Fakat Allahü teâlâ, bu fırkalardan herbirini, kullarına iyice tanımak için, her birine ayrı sıfatlar tahsis etmiştir. Bu sıfatlar onlarda gerçekten var olan sıfatlardır.

Taberi diyor ki: "Kadercilerden (Kaderi inkâr eden Kaderiyye fırkasından) bazı kıt anlayışlılar, Allahü teâlânın, Hıristiyanları "Sapıklık"la vasıflandırmasıyla, sapma işini onlara isnad ettiğini, onları kendisinin saptırdığını zikretmediğini, bu itibarla kul'un yaptığı işlerde Allah'ın bir katkısının bulunmadığını, kul'un kendi işini kendisinin yarattığını söylemişlerdir. Bunlar Arap dilinin genişliğini ve kullanış şeklini bilmemektedirler. Eğer durum, bu kıt anlayışlıların iddia ettikleri gibi olsaydı, herhangi bir sıfatla sıfatiananın veya kendisine herhangi bir iş isnad edilenin, sıfat ve işine herhangi bir şeyin sebep olduğunu söylemek mümkün olmazdı. Ve her iş ve sıfatı, asıl sebebine isnad etmek mecburiyeti hasıl olurdu. Mesela, rüzgâr ağacı sallayınca "Ağaç sallandı" demek doğru olmazdı. Yine, deprem sarstığında "Yer sarsıldı" demek doğru olmazdı. "Rüzgâr ağacı sallandı." "Deprem yeri sarstı." demek gerekirdi.

Allahü teâlâ şu âyet-i kerime’de "Götürme" işini gemiye isnad etmiştir. Halbuki asıl götüren gemi değil, diğer sebeplerdir. Âyette şöyle büyürulmaktadır: "Sizi karada ve denizde yürüten Allah'tır. Gemi, içindekileri tatlı bir rüzgarla muntazam götürürken.. Yunus sûresi, 10/22 Bu âyet-i kerime, kadercilerin, Allahü teâlânın, Hıristiyanları "Sapanlar" diye vasıflandırmasından hareket ederek belli kanaatlara varmalarını reddetmektedir. Diğer yandan, Allahü teâlâ, birçok âyet-i kerimesinde, saptıranın da hidâyete erdirenin de kendisi olduğunu açıkça beyan etmiştir. Şu âyet-i kerime de buna işaret etmektedir:

"Ey Rasûlüm, heva ve hevesini kendine ilâh edinen, Allah'ın da (Adaleti hak ettiğini) bilerek saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği ve gözüne perde çektiği kimseyi gördün mü? Şimdi onu Allah'tan başka kim hidâyete erdirebilir? "Düşünmez misiniz? Câsiye sûresi, 45/23 Görüldüğü gibi, Allahü teâlâ bu âyette, saptıranın da doğru yola götürenin de sadece kendisi olduğunu beyan etmiştir, ancak Kur'an-ı Kerim Arap diliyle indiğinden, Arapça'da da meydana gelen herhangi bir iş, asıl sebebine isnad edildiği gibi asıl sebebin dışındaki şeylere de isnad edilebildiğinden, rüzgarın salladığı ağaca "Ağaç sallandı" demek mümkündür. Bu itibarla, Allahü teâlânın yarattığı bir ameli, kul'un kazanmış olması halinde "Bu ameli kul yaptı" demek caizdir. Zira kul o işi kendi iradesiyle tercih etmiş ve yapmaya girişmiştir. Allah ta onu var etmiş ve icadetmiştir.

Taberi diyor ki: "Kur'an-ı kerime dil uzatan İnkârcılardan bazıları şu soruyu sorarlar: "Sen, kitabının başlangıcında açıklama ve ifade etme metodunu izah ederken diyorsun ki "Açıklamanın en üstün derecesi ve mükemmel olanı, bir şeyi açıklamak isteyen kişinin düşüncelerini en güzel şekilde ortaya koyan sözü söyleyenin, maksadını en güzel şekilde beyan eden ve sözü dinleyenin anlamasına en yakın olanıdır." Yine diyorsun ki: "Açıklamaların ve ifade etmelerin en üstünü Allah'ın kelamıdır. Zira o, diğer bütün sözlerden daha üstündür ve bütün şekillerinin en üst mertebesindedir. Madem ki durum böyledir o halde "Ümmül Kur'an" olan fatihanın yedi âyet şeklinde uzatılmasının sebebi nedir? Halbuki bu surenin kapsadığı mânâların hepsini şu iki âyet ifade etmektedir. "O, ceza gününün sahibidir." "Ancak sana ibadet eder ve ancak senden yardım dileriz." Evet, Allah'ın, ceza gününün sahibi olduğunu idrak eden kimse, onun güzel isimlerini de yüce sıfatlarını da idrak etmiş olur. Yani, âlemlerin rabbi olduğunu, rahman ve Rahim olduğunu da bilir. Yine, Allah'a itaat eden, dininde Allah'ın, kendilerine nimet verdiği kimselere uyar ve Allah'ın saptırdığı kimselerden de uzak durur. Yani, "Sen bizi doğru yola ilet." "Kendilerine nimet verdiğin kimselerin yoluna. Gazaba uğrayanların ve sapanlarınkine değil." şeklinde niyazda bulunmaya ihtiyaç kalmazdı." Bu soruyu soran kimseye denir ki: "Allahü teâlâ, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'e indirmiş olduğu kitapta, Resûlüllah ve ümmeti için daha önceki Peygamberlere ve ümmetlere göndermediği hüküm ve mânâları zikretti. Zira Allah Allahü teâlânın, Kur'andan önce herhangi bir Peygamberine indirmiş olduğu kitap, Kur'an-ı Kerimin kapsadığı mânâ ve hükümlerin sadece bir bölümünü kapsamıştır. Mesela Tevrat, bir kısım öğütler ve açıklamalardan ibarettir. Zebur, Allah'ı övme ve onu yüceltmeden ibarettir. İncil, öğütler ve ibretlerden ibarettir. Bu kitaplardan herhangi birinde, kendisine indirileni tasdik eden bir mucize bulunmamaktadır.

Resûlüllah'a indirilen Kur'an-ı Kerim ise bütün bu mânâları ve bunlara ilaveten bunlarda bulunmayan mânâları da kuşatmaktadır. Kur'an-ı Kerimin diğer kitaplardan üstünlüğünü gösteren en belirgin özelliklerinden bazıları şunlardır; Kur’an’ın kelime ve cümlelerinin diziliş şekli çok mükemmeldir. Bir şeyi vasaflandırması görülmedik bir şekildedir. Kelime ve cümlelerin birbirleriyle olan uyumu harika bir biçimdedir. Öyle ki hatipler onun en küçük surelerinden birini dahi düzenlemekten, edipler onun nitelemelerinden bir kısmını dahi yapmaktan âciz kalmışlar, şairler, onun kelime ve cümlelerinin birbirleriyle olan uyumu karşısında şaşırıp kalmışlardır, Dâhilerin akıllan, onun bir benzerini yapma imkânını bulamamışlardır. Ona teslim olmaktan, onun, bir ve kahredici Allah tarafından gönderildiğini itiraf etmekten başka bir çare bulamamışlardır.

Kur'an-ı Kerim, diğer yandan, gökten yeryüzüne indirilen herhangi bir kitapta bulunmayan bir kısım tesbihler, sakındırmalar, emirler, yasaklar, kıssalar, tartışmalar ve hikmetler ihtiva etmektedir.

İşte bu sebepledir ki "Ümmül Kur'an" olan fatihada görüldüğü gibi Kur’an’ın herhangi bir süresindeki tafsilat, Peygamberimiz Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in hak Peygamber olduğunu göstermesi içindir. Daha önce de anlatıldığı gibi, Allahü teâlânın, önceden görülmeyen bir takım nitelendirmeleri ve kelime ve cümlelerinin harika bir şekilde dizilmelerini Kur'anda toplaması, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Peygamberliğinin hak olduğunu göstermesi içindir. Kur'an-ı kerimdeki vasıflandırmalar o kadar mükemmel ve kelimelerinin diziliş şekli o kadar harikadır ki, bunlar ne şiirlerin vezinlerine ve kâhinlerin vezinli konuşmalarına, ne hatiplerin hutbelerine ne de edip insanların risalelerine benzer. Bütün yaratıklar bir araya gelse, herhangi bir şeyi onun vasıflandırdığı gibi vasıflandırılmaz ve bütün insanlar bir araya gelse onun benzeri bir kitap meydana getiremezler. Mesela, fatiha suresinde zikredilen Allah'a hamdetme, onu yüceltme ve onu övme gibi hususlar kulları. Allah'ın büyüklüğü, hükümranlığı, kudreti ve mülkünün azameti hususunda uyarmak içindir ki kullar, nimetleri karşısında rablerini hatırlasınlar, ona hamdetsinler ve böylece onun daha fazla nimetlerine layık olsun, bolca mükâfatlarını hak etsinler. Allahü teâlânın, fatiha suresinde kendisini tanıma nimetini lütfettiği kimseleri ve kendisine itaat etmeye muvaffak kıldığı kişileri zikretmesi, kullarının, dinleri ve dünyaları hususunda ellerinde bulunan nimetlerin hepsinin Allah tarafından olduğunu onlara bildirmesi içindir. Böylece bütün isteklerini Allah'a yöneltsinler, ihtiyaçlarını sadece ondan istesinler. Onun dışındaki put ve benzeri şeylerden istemesinler.

Allahü teâlânın, fatiha suresinde, kendisine isyan edenlerden intikam alındığım ve emirlerine karşı gelenlerin cezalandırıldığını zikretmesi, kullarını kendisine karsı gelmekten sakındırması ve kendilerini Allah'ın gazabına sürükleyecek şeylere düşmekten uzaklaştırması içindir. Aksi halde Allah da onları, diğer ümmetlerin uğradıkları cezalara çarptırır ve onları da helak eder.

İşte "Ümmül Kur'an" olan fatiha süresindeki beyan ve ifadelerin uzun olusu bu hikmetlere binaendir. Kur'an-ı Kerimin buna benzeyen dtğer surelerinde de durum böyledir. Bunun en büyük bir hikmet ve en mükemmel bir hüccet olduğu muhakkaktır.

0 ﴿