2Allah, kendisinden başka ilâh olmayan, daima diri olan ve yarattıklarını koruyup idare edendir . Hakkıyla ibadet edilmeye layık olan ancak Allah’tır. Ondan başka ibadet edilmeye layık olan hiçbir kimse yoktur. Çünkü Allah, rablıkta ve Hanlıkta tektir. O, devamlı diri olan, ölmeyen ve yok olmayandır. O, yarattıklarını koruyup rızıklandırarak onları sevk ve idare edendir. Allahü teâlâ bu sûre-i celileye kendisinin dışındaki varlıklarda Hanlık vasfının bulunmadığını, Hanlığın sadece kendisine ait olduğunu beyan ederek başlamıştır. Böylece Hazret-i İsanın Allah veya Allah'ın oğlu olduğunu zanneden Hristiyanlara cevap vermiştir. Necran Hristiyanları tarafından gönderilen bir heyet Peygamber efendimizle tartışmış ve Hazret-i İsanın Allah veya Allah'ın oğlu olduğunu yahut da üç ilahın üçüncüsü olduğunu iddia etmişlerdir. Peygamber efendimiz onlara hak dini tebliğ etmiş, Hazret-i İsanın da kendileri gibi insan ve Allah'ın Peygamberi olduğunu söylemiştir. İşte bu surenin bu âyeti de Hristiyanların bu bâtıl iddialarını reddederek Allah'ın tek bir ilâh olduğunu, ondan başka hiçbir Halım bulunmadığın beyan etmiştir. Muhammed b. Cafer b. Zübeyr, Resûlüllah’a gelen Hristiyan Necranlıların heyetini şöyle anlatmaktadır: Necranhların heyeti altmış binekli olarak Resûlüllah’a geldi. İçlerinden on dördü ileri gelenleriydi. Bu on dört kişiden üçü de onların reisleri durumunda idi. Bunlar, Abdülmesih, Eyhem ve Ebû Harise b. Alkame isimli şahıslardı. Abdülmesih, toplumun emiri, fikri önderi, danışmanı ve görüşünden aynlınmayan kişisiydi Bu kişi, "Âkıb" diye vasıflandırılıyordu. Eyhem, toplumun kendisine sığındığı, kervan reisliği yapan, dini toplantıları yöneten kişiydi. Bu da "Seyyid" diye vasıflandırılmıştı. Ebû Harise b. Alkame ise toplumun Piskoposu, en bilgini, imamı ve okullarının yöneticisi idi. Ebû Harise, bunların içinde yüksek mertebeler almış, kitaplarını okumuş ve dinlerinde iyi bir bilgi edinmişti. Öyle ki Hristiyan olan Rum Kralları ona itibar etmişler, maddi destekte bulunmuşlar, hizmetçiler tahsis etmişler, kiliseler yapmışlar ve ona bol bol ikramlarda bulunmuşlardır. Zira bu Krallara, Ebû Ha-risenin ilmi ve dinde ictihad derecesine vardığı haberi ulaşmıştı. Muhammed b. Cafer diyor ki: "Bu heyet Medinede Resûlüllah’a geldi. Resûlüllah ikindi namazım kılarken Mecscid-i Nebevide onun yanına girdiler. Üzerlerinde Yemen elbiseleri bulunuyordu. Onlar, Ebû Harise, b. Kâ'b kabilesinin elbiselerini ve örtülerini giyinmişlerdi. Onları gören Resûlüllah’ın sahabilerinden bir kısmı "Biz bunlar gibi bir heyet görmedik" demişlerdi. Onların namaz vakitleri gelince Resûlüllah’ın Mescidinde namaz kılmaya başladılar. Resûlüllah sahabilerine: "Bırakın namazlarını kılsınlar." dedi. Onlar doğuya yönelerek namazlarını kıldılar. Onların yöneticileri durumunda olan on dört kişiydi ve isilmeleri şöyleydi: Kendisine "Âkıb" ünvam verilen Abdulmesih, "Seyyid" unvanı verilen Eyhem, Ebû Harise b. Alkame Evs, Haris, Zeyd, Kays, Yezid, Nebih, Huveylid b. Anır, Ha-lid, Abdullah ve Yuhanna." Bunlar altmış kişiyle birlikte gelmişlerdi. Resûlüllah bunlardan Ebû Harise b. Alkame, Abdullah el-Âkıb ve Eyhem es-Seyyid ile konuştu. Eyhem, Kralın mezhebindeydi. Bazıları, Hazret-i İsanın Allah olduğunu, bazıları, Allah'ın oğlu olduğunu, bazıları da onun, üç ilahtan üçüncüsü olduğunu söylüyordu. Bu heyette bulunan iki papaz Resûlüllah ile konuşunca Resûlüllah onlara "Müslüman olun." dedi. Onlar da "Biz Müslüman olmuşuz" dediler. Resûlüllah tekrar onlara; "Sizler Müslüman olmadınız. O halde şimdi müslüman olun." dedi. Onlar: "Biz, sen Müslüman olmadan önce Müslüman olduk" dediler. Resûlüllah da: "Yalan söylüyorsunuz. Sizin Aziz ve Celil olan Allah’a çocuk isnad etmeniz, Haça ibadet etmeniz ve domuz eti yemeniz, Müslüman olmanıza engel oluyor." dedi. Onlar: "O halde Ey Rasûlüm, İsanın babası kim?" diye sordular. Resûlüllah da onlara cevap vermeyip bir müddet sustu. İşte bu sırada Allahü teâlâ, Hristiyanların ihtilafa düştükleri bu konu hakkında, Âl-i İmran suresinin başından seksen küsur âyeti indirdi ve buyurdu ki: "Allah, kendisinden başka ilâh olmayan, daima diri olan ve yarattıklarını koruyup idare edendir." Allahü teâlâ bu sureye, kendisini Hristiyanların iftiralarından arındırarak başladı. Bir olduğunu, yarattıklarından herhangi bir ortağı olmadığını beyan etti. Böylece Hristiyaların uydurdukları İnkârcılığı, ona denk ve emsaller isnad etmeyi reddetti ve onların, sapıklık içinde bulunduklarını beyan etti. Reb'i b. Enes de Necran heyetinin konuşmalarından şunları Rivâyet etmiştir. "Bu Hristiyanlar Resûlüllah’a geldiler. Meryemoğlu İsa hakkında onunla tartıştılar. Resûlüllah’a: "İsanın babası kim?" diye sordular ve eşi ve çocuğa olmayan Allahü teâlâya karşı yalan sözler söylediler. Ve iftiralarda bulundular. Bunun üzerine Resûlüllah onlara: "Sizler bilmiyor musunuz ki her çocuk babasına benzer?" diye sordu. Onlar da "Evet biliyoruz." dediler. Resûlüllah: "Rabbimizin, ölmeyen, devamlı hayatta kalan olduğunu, İsa'nın ise sonunda ölüp gideceğini bilmiyor musunuz?" dedi. onlarda "Evet biliyoruz." dediler. Resûlüllah: "Rabbimizin her şeyi sevk ve idare eden olduğunu, onları koruyup rızıklandırdığını bilmiyor musunuz?" dedi. Onlar da: "Evet biliyoruz." dediler. Resûlüllah da: "Sizce İsa bunlardan herhangi birine malik midir?" diye sordu. Onlar da: "Hayır" dediler. Resûlüllah: "Aziz ve Celil olan Allah’a, yerde ve gökte herhangi bir şeyin gizli kalmadım bilmiyor musunuz?" dedi. Onlar da "Evet biliyoruz." dediler. Resûlüllah: "İsa, Allah'ın bildirdiği dışında, yerde ve göklerde olanlar hakkında bir şey bilir mi?" dedi. Onlar da "Hayır" dediler. Resûlüllah: "Rabbimiz, İsayi ana rahminde dilediği gibi şekillendirdi siz bunu biliyor musunuz?" dedi. Onlar da "Evet biliyoruz." dediler. Resûlüllah: "Rabbimizin yemek yemediğini, su içmediğini, bizim gibi bir takım beşeri ihtiyaçlarının olmadığını bilmiyor musunuz?"dedi. Onlar da "Evet" biliyoruz." dediler. Resûlüllah: "Annesi İsaya, diğer kadınların hamile olması gibi hamile olmadı mı? Diğer kadınların çocuk doğurmaları gibi onu doğurmadı mı? İsa da diğer çocukların beslendiği gibi beslenmedi mi? İsa yemek yeyip su içmiyor muydu? Ve benzeri ihtiyaçlarını görmüyor muydu?" diye sordu. Onlar da: "Evet öyleydi." dediler. Resûlüllah da: "Böyle olan bir insan nasıl olur da sizin dediğiniz gibi olabilir?" dedi. Onlar, bu konuşmalardan sonra gerçeği anladılar. Fakat inkârlarında ısrar ettiler. İşte bunun üzerine Allahü teâlâ, Âl-i İmran suresinin baş tarafındaki âyetleri indirdi. Âyet-i kerime’de, Allahü teâlâ kendisini "Daima diri olan" diye tercüme edilen sıfatıyla sıfatlandırmıştır. Müfessirler bu sıfata şu şekillerde izah etmişlerdir: a- Muhammed b. Cafer ve Reb' b. Enes göre Allahü teâlâ, bu sıfatla kendisinin devamlı baki olduğunu zikretmiş, ölümün, yaratıkları için geçerli olduğu halde kendisinde bulunmayacağını belirtmiş, böylece Necran heyetine, ölümlü olan insanın hiçbir zaman ilâh olamayacağını bildirmiştir. b- Diğer bir kısım âlimlere göre Allahü teâlâ bu sıfatla kendisini dilediği her şeyi sevk ve idare etmeye gücü yetmekle ve dilediği her hangi bir şeyin, kendisi için imkânsız olmayacağı ile sıfatlandırmak istemiş ve kendisinin, herhangi bir şeyi sevk ve idareye gücü yetmeyen putlar gibi olmadığını bildirmek istemiştir. c- Başka bir kısım âlimlere göre, Allahü teâlâ bu sıfatla, kendisinin ezeli ve ebedi olan bir hayata sahip olduğunu belirtmek ve "Hayat" sıfatıyla sıfatlandığını bildirmek istemiştir. Taberi de bu görüşü tercih etmiştir. Yine âyet-i kerime’de, Allahü teâlâ kendisini "Yarattıklarını koruyup idare eden" diye tercüme edilen sıfatıyla sıfatlandırmıştir. Hazret-i Ömer ve Abdullah b. Mes'ud bu kelimeyi şeklinde, Alkame b. Kys ise şeklinde okumuştur. Taberi, birinci kıraatin çok yaygın olması sebebiyle onu tercih etmiştir. Müfessirler, bu sıfatın mânâsını iki şekilde izah etmişlerdir.. a- Mücahid ve Reb'i b. Enese göre mânâsı her şeyi koruyarak, her varlığı rızıklandirarak dilediği şekilde bozma, değiştirme, artırma ve eksiltme yapmak suretiyle evirip çevirerek sevk ve idare edendir. b- Muhammed b. Cafere göre ise mânâsı, bulunduğu yerde devamlı kalan ve ayrılmayan demektir. Yani, Allahü teâlâ, yaratıkları gibi bir yerden ayrılıp diğer yere gitmez. Değişmez, olduğu gibi ebediyyen devam eder. Halbuki Neeran heyetinin, kendsine Hanlık insad ettikleri Meryemoğlu İsa böyle bir sıfata asla sahip değildir. Taberi birinci görüşü tercih etmiş ve (......) kelimesinin mânâsının, "Her şeyi rızıklandırarak, savunarak, besleyerek ve kudreti dahilinde evirip çevirerek sevk ve idare eden" demek olduğunu söylemiştir. Zira Araplar bu kelimeyi bu mânâda kulanmıslardır. Hazret-i Ömerin bu kelimeyi (......) şeklinde okumasının sebebinin ise Hicazlıların şivesinden kaynaklandığını ve bu şekilde okuyarak başka bir mânâ kasetmediğini söylemiştir. |
﴾ 2 ﴿