NİSA SÛRESİNisa Sûresi yüz yetmiş altı âyettir ve Medinede nazil olmuştur. Bu sûre-i Celile, toplum hayıtım düzene koyan bazı önemli temel kaideleri beyan edmiş, insanların hayatım ilgilendiren çok önemli hususları hükme bağlamıştır. Sûre-i Celile, biz insanların nasıl var edildiğimizi ve var ediliş şeklimizin nasıl olduğunu beyan edip Allah’tan korkmamızı ihtar ederek şöyle başlıyor: "Ey insanlar, sizi tek bir candan yaratan, ondan eşini var eden ve her ikisinden de bir çok erkek ve kadın türetip yeryüzüne yayan rabbinizden korkun. Kendisinin adını öne sürerek dilekte bulunduğunuz Allah’tan ve akrabalık bağlarını kopar maktan sakının. Şüphesiz ki Allah, sizin üzerinizde devamlı gözetleyiçidir. Nisa sûresi, 4/1 Sûre-i celilede bu çok önemli hatırlatma yapıldıktan sonra özellikle İslam gelmeden önce cahiliye döneminde, haklarına riâyet edilmeyen yetimlerin meselelerine temas ediliyor ve onların mallarının yenmemesi ihtar ediliyor. Yetim kızlarla evlenildiğinde ve onlara adaletli davranılmaması halinde diğer kadınlardan dörde kadar evlenilebileceği beyan edilyor. Cahiliye toplumunda. Özellikle kadınların haklarına riâyet edilmiyor, evlilik sırasında, tabii hakları olan mehirleri kendilerine verilmiyordu. İşte sûre-i Celilede bu çok önemli hususta şöyle hükme bağlanıyor. "Kadınların mehirlerini gönül hoşluğu ile verin. Eğer kendi istekleriyle mehirin bir kısmını size bağışlarlarsa onu afiyetle yeyin. Nisa sûresi, 4/4 Hayatımızda çok önemli bir yeri olan, hayatımızı devam ettirebilmemiz için ihtiyaç duyduğumuz malları iyi muhafaza etmemiz, onları aklı zayıf olanlara vererek zayi etmememiz emrediliyor. Yine yetimlerin mallarının da iyi muhafaza etmemiz, rüştlerine erinceye kadar o malları koruyup o malları gereği gibi idare edecek yaşa gelince kendilerine teslim edilmesi lazım geldiği beyan ediliyor. Bundan sora mirasın nasıl taksim edileceği hususu açıklanıyor. Ölen kişinin geride bıratığı akrabalarına, mallarının nasıl ve hangi ölçülerde taksim edileceği bütün teferruatıyla beyan ediliyor ve buyuruluyor ki: "İşte bunlar Allah'ın koyduğu sulardır. Kim, Allah’a ve Resulüne itaat ederse Allah onu, altından ırmaklar akan cennetlere koyar. Orada ebedi kalacaklardır. İşte büyük kurtuluş budur. Nisa sûresi 4/13 "Kim, Allah’a ve Resulüne isyan eder ve Allah'ın koyduğu sınırları aşarsa Allah onu, ebedi kalacağı cehennem ateşine koyar ve onun için alçaltıcı bir azap vardır. Nisa sûresi 4/14 Sûre-i celilede bundan sonra, insanlık hayatında toplumun en büyük dertlerinden olan zina meselesi ele alınıyor. Zinanın haram olduğu beyan ediliyor. İnsan neslinin devamı ve toplum düzeninin bozulmadan yürümesi için en önemli hususlardan biri olan evlenme meselesine temas ediliyor ve kimlerin kimlerle evlenebilecekleri, hangi dereceye kadar akrabalarla, bunun dışında da ha başka kimlerle evlenmenin haram olduğu, dolayısıyla kime kimlerle evlenmenin helal olduğu ve bu hususta uyulması gereken kaideler bütün teferruatıyla beya ediliyor ve buyuruluyor ki: "Allah size. dininizin hükümlerini açıklamak, sizden öncekilerin yollarını göstermek ve tevbenizi kabul etmek istiyor. Allah, her şeyi çok iyi bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir. Nisa sûresi 4/26 Sûre-i celilede devamla, hayatımızda tatbik edeceğimiz diğer bir kısım kurallar beyan ediliyor, mallarımızı aramızda haksızlıkla yemememiz emrediliyor. Ölen kişilerin mirasçılarının hangi kişiler olacağı haber veriliyor. Karıko canın arasında bir geçimsizlik çıktığında bunun nasıl halledileceği beyan edili yor. Kitap ehlinin, Özellikle Yahudilerin, İslam dini ile alay edişleri ve yaptıkları çeşitli kötülükler ortaya konuyor ve Allahü teâlânın, bunlara lanet ettiği beyan ediliyor. Sûre-i celilede, Allah’a, Peygambere ve mü’min olan idareciye itaat etmek gerektiği emrediliyor. Mü’minlerin, düşmana karşı cihattan geri durmamaları, ci hattan kaçmanın ölümü engellemeyeceği, insanın başına yelen iyiliğin de kötülüğün de Allah'tan geldiği haber veriliyor. Bir mü’minin diğer bir mü’mini öldürmesinin haram olduğu, bunun cezasının da ebedi cehennem azabı olduğu ifade ediliyor. Savaş sırasında düşmanla çarpışırken namazın nasıl kılınacağı açıklanıyor. Sûre-i celilede, şeytanın hiylelerine dikkat çekiliyor ve hiylelere aklanılmaması gerektiği beyan ediliyor. Ehl-i Kitap olan Yahudi ve Hristiyantarın sapıklık iddialarında bulundukları, onların Allah'ın Peygamberlerine ve onların ailelerine karşı takındıkları çirkin tavırları beyan ederek onları kınayan sûre-i celile, şu âyetlerle son buluyor. "Ey insanlar, size rabbinizden bir delil. Ve size apaçık bir nur indirdik." Allah’a iman eden ve emirlerine sımsıkı sarılanlara gelince, Allah onları rahmet ve lütfuna sokacak ve onları kendisine kavuşturacak olan dosdoğru bir yola iletecektir. Nisa sûresi 4/174,175 Rahman ve Rahim olan Allah'ın ismiyle. 1Ey insanlar, sizi tek bir candan yaratan, ondan eşini var eden ve her ikisinden de bir çok erkek ve kadın türetip yeryüzüne yayan rabbiniz den korkun. Kendisinin adını öne sürerek, birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah’tan ve akrabalık bağlarını koparmaktan sakının. Şüphesiz ki Allah, sizin üzerinizde devamlı gözetleyicidir. Ey insanlar, emirlerini tutup yasaklarından kaçınarak rabbinizden korkun. O sizi, tek bir can olan Âdemden yarattı. Onun kaburgalarının birinden de eşi Havvayi yarattı. O ikisinden de birçok erkekler ve kadınlar meydana getirip dünyaya yaydı. "Allah için şunu bana ver." gibi sözlerle adını anarak birbiriniz den istekte bulunduğunuz Allah’tan korkun. Akrabalık bağlarını koparmaktan da sakının, şüphesiz ki Allah, sizin üzerinizde devamlı gözetleyicidir. Yaptığınız her şeyi bilir ve hepsini zaptettirir. Taberi diyor ki: "Allah bu âyet-i kerime’de, bütün insanları tek bir kişi den yaratanın, yalnızca kendisi olduğunu beyan etmiş ve insanlara ilk yaratılışlarını hatırlatmıştır. Ta ki insanlar, tek bir ana ve babadan geldiklerini, bu sebeple birbirlerinin kardeşleri olduklarını bilsinler, herbirinin diğerinin üzerinde kardeşlik hakkı olduğunu anlasınlar, böylece birbirlerine karşı insaflı ve merhametli davransınlar, haksızlık yapmasınlar, zayıf olanları gözetsinler, onların ezilmesini önlesinler. Âyette zikredilen "Tek can"dan maksat, Süddi, Katade ve Mücahidin de açıkladıkları gibi beşerin ilk atası olan Hazret-i Âdemdir. O candan yaratılan eş'den maksat ise Hazret-i Havvadir. Süddi diyor ki: "Âdem Cennette oturmaktaydı. Orada eşi olmaksızın yalnız başına dolaşıyordu. Bir ara uyudu. Sonra uyandı ve başucunda oturan bir kadın gördü. Allahü teâlâ o kadını Hazret-i Âdemin kaburgasından yaratmıştı. Âdem ona ne olduğunu sordu. O da "Ben bir kadınım" dedi. Âdem ona: "Niçin yaratıldın?" dedi. Kadın: "Sen benimle yaşayasın diye yaratıldım." dedi. Âyet-i kerime’de geçen ve "Kendisinin adını öne sürerek birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah’tan ve akrabalık bağını koparmaktan sakının." diye tercüme edilen cümlesi, müfessirler tarafından çeşitli şekillerde izah edilmiştir. Dehhak ve Rebi'b Enes bu cümlenin: "Kendisinin adını öne sürerek rabbinizden dilekte bulunduğunuz Allah’tan korkun." bölümünü şu şekilde izah et- mişlerdir. "Sizler birbirinizden bir şey istediğinizde Allah’ı vasıta kılarak: "Allah hakkı için, Allah rızası için bunu bana ver." dersiniz. İşte sizler, isteklerinize vasıta kıldığınız bu Allah’tan korkun. Bu cümlenin "Akrabalık bağını koparmaktan sakının." şeklinde tercüme edilen bölümü ise müfessirler tarafından iki şekilde izah edilmiştir: a- İbrahim en-Nehai ve Hasan-ı Basriye göre bu cümlenin mânâsı şöyledir: "Allah’ı ve akrabalık bağını ileri sürerek birbirinizden herhangi bir şey istersiniz. O halde isteklerinize vasıta kıldığınız Allah’tan korkun." Görüldüğü gibi bu izaha göre bu âyette akrabaların talep vasıtası olarak kullanıldığı beyan edilmektedir. b- Süddi, Katade, Abdullah b. Abbas, Hasan-ı Basri, Mücahid, Dehhak, Rebi' b. Enes ve İbn-i Zeyde göre ise bu cümlenin mânâsı şöyledir: "Birbirinizden olan isteklerinizde vasıta kıldığınız Allah’tan korkun ve akrabalık bağını koparmak hususunda da Allah’tan korkun ve akrabalarınızla ilgiyi kesmeyin." Bu hususta Resûlüllah’ın şöyle buyurduğu Rivâyet edilmekterir: "Resûlüllah Medineye hicret edince Yahudilerden, onu görüpte Müslüman olan Abdullah b. Selam diyor ki: "Resûlüllah Medineye gelince insanlar ona doğru koştular. Ben de onlardan biriydim. Ben onun yüzün görünce yüzünün, yalancı bir insanın yüzü olmadığını anladım. Benim ondan işittiğim ilk şey şu söz oldu." Selamı yayın, yemek yedirin. Akrabalara ilgi gösterin ve insanlar uyurken namaz kılın ki selametle cennete giresiniz. Ahmed b. Hanbel, Müsned, C. 5 S. 451 Taberi de bu son izah şeklini tercih etmiştir. Zira cümlenin, Arapça gramere göre tahlili bu görüşü desteklemektedir. 2Yetimlerin mallarını verin. Temizi pis ile değiştirmeyin. Yetimlerin mallarını kendi mallarınıza katarak yemeyin. Şüphesiz bu, büyük bir günahtır. Ey yetimlerin velileri, yetimler akıl baliğ olup rüşdüne erince, onların mallarını kendilerine verin. Helal olan kendi temiz mallarınızı, size haram olan hoşunaza giden yetim mallarıyla değiştirmeyin. Yetimlerin mallarını kendi mallarınıza katarak yemeyin. Şüphesiz ki yetimlerin mallarını yemek büyük bir günahtır. Âyet-i kerime’de geçen "Temizi pis ile değiştirmeyin." ifadesi müfessirler tarafından çeşitli şekillerde izah edilmiştir. a- İbrahim en-Nehai, Said b. el-Müseyye b. Zühri, Dehhak ve Süddiye göre bu ifadenin mânâsı şöyledir: "Ey yetimlerin velileri, sizler, yetimlerin iyi mallarını alıp, yerine kendinize ait kötü ve adi malları vermeyin." b- Mücahid ve Ebû Salihe göre bu ifadenin mânâsı şöyledir: "Ey veliler, sizin için takdir edilen helal mallarınıza ulaşmadan önce, sizin için haram kılınan şeyleri hemen elde etmeye koşmayın." c-İbn-i Zeyde göre bu ifadenin mânâsı şöyledir: "Ey mirasçılar, Ölünün malının tümünü büyük çocuğa verip diğer mirasçıları mahrum etmeyin. Böylece bütün malı alan kişi mirasta asıl hakkı olan temiz malını bırakıp mirasın tamamını almak suretiyle pis bir mal almış olur. Taberi, bu görüşlerden birinci görüşün tercihe şayan olduğunu, âyetin mânâsının "Ey yetimlerin velileri, siz, yetimlerinizin size haram olan mallarını, sizin öz mallarınızla değiştererek temiz mallarınızı murdar şeylerle değiştirmiş olmayın.11 şeklinde olduğunu söylemiştir. Zira "Değiştirme" ifadesi, bir şeyi verip başka bir şeyi almaktır ki bu da bu görüşün doğru olduğunu gösterir. Halbuki "Helal mal elde etmede" önce haram mal elde etmeden acele etmek" şeklindeki ikinci görüşte ve "Büyük çocuğun mirasın tümünü alarak diğer mirasçıları mahrum etmesi" şeklindeki ikinci görüşte de "Değiştirme" diye bir şey sözkonusu değildir. 3Eğer yetim kızlar hakkında adaleti yerine getirememekten korkarsanız, diğer kadınların size helal ve hoşunuza gidenlerinden, iki üç ve dörde kadar nikahlayın. Eğer aralarında adaleti yerine getirememekten korkarsanız o zaman bir kadınla evlenin. Yahut da sahip olduğunuz cariyelerle yetinin. Adaletsizlik yapmamanız için en yakın yol budur. Yetimlerin mallarını muhafaza hususunda haktan ayni manayı anlamamız gerektiği gibi, yetim kızlarla evlendiğinizde de adaletli davranın. Şâyet yetim kızlarla evlendiğinizde adaleti yerine getirememekten korkarsınız diğer kadınların size helal olan ve hoşunuza gidenlerinden iki, üç ve dörde kadar evlenin. Eğer evlendiğiniz birden fazla kadın arasında adaleti yerine getirememekten korkarsaniz o takdirde tek bir kadınla evlenin veya sahibi bulunduğunuz cariyerlerle yetinin. Böyle davranmanız, haktan ayrılmamanıza daha uygundur. Müfessirler, bu âyet-i kerime’yi çeşitli şekillerde izah etmişlerdir. Bazılarına göre bu âyetin mânâ şöyledir: "Ey yetim velileri, şâyet sizler, yetimlerin mehirleri hususunda adaletli davranamayacağınızdan ve onlara, emsallerine verilen kadar mehir veremeyeceğinizden korkacak olursanız, sizler o yetimlerle evlenmeyin. Onları bırakıp, Allah'ın size helal kıldığı başka kadınlarla, birden dörde kadar evlenin. Bu kadınların da arasında adaletli davranamayacağınızdan korkarsanız o takdirde onlardan sadece bir tanesiyle evlenin. Veya sahibi oldu ğunuz cariyelerle evlenin." Nitekim Hazret-i Âişe (radıyallahü anhâ) Bu âyet-i kerime’nin nüzul sebebi hakkında şunları zikretmektedir: "Bir kişinin himayesinde yetim bir kız bulunmaktaydı. Adam o kızla evlendi. Kızın bir de hurmalığı vardı. Adam aslında bu kızla, hurmalığı için evlenmişti. Yoksa kızı istediğinden değil. İşte bu âyet bu olay üzerine nazil oldu. Buhari, K. Tefsir el-Kur'an Sûre 4. bab: 1 Hazret-i Zübeyirin oğlu Urve. Hazret-i Âişeden: "Eğer yetim kızlar hakkında adaleti yerine getirememekten korkarsanız." âyeti hakkında sormuş Hazret-i Âişe de ona şu cevabı vermiştir; "Ey kızkardeşimin oğlu, buradaki "Yetim'den maksat, velisinin himayesi altında bulunan ve velisiyle mal ortakiıği olan yetim kızdır." Kendisine nikâh düşen velisi, bu yetimin malı ve güzelliği hoşuna gittiği için, mehirde layık olduğu kadarını ve başkalarının verebileceği miktarı vermeksizin evlenmek ister. İşte bu âyet-i kerime gelmiş ve bu tür insanların evlenmek iste dikleri yetim kazıların, layık oldukları mehillerini vermeden, hatta rayiç mehir bedelinin en fazlasını vermeksizin evlenmelerini yasaklamıştır. Ve onlara bu takdirde yetimlerin dışındaki kadınlarla evlenmeleri emredilmiştir. Buhari, K. Tefsir el-Kur'an Sûre 4. bab: 1 İkrime ve Abdullah b. Abbas göre ise bu âyetin mânâsı şöyledir: "Ey yetimlerin velileri, eğer sizler, çok evlenmenizden dolayı, masrafınızın artmasın dan ve bu yüzden yetimlerin malını muhafaza etmeyip ailenize harcayacağınızdan korkarsanız, kadınlardan iki, üç ve dörde kadar evlenin, dörtten fazla evlenmeyin." Bu hususta İkrime diyor ki: "Kureyşlilerden bazı kişiler, çok kadınla evlenirlerdi. Bunların velÂyetleri altında yetimler de bulunuyordu. Bunlar, yeteri kadar harcayacak mal bulamayınca, yetimlerin mallarından alıp kendi ailelerine harcalarlardı. Bu âyet-i kerime geldi ve erkeklerin çokça evlenerek yetimlerin mallarını ailelerine haracamalan yasaklandı. Said b. Cübeyr, Süddi, Katade, Abdullah b. Abbas, Dehhak ve Rebi' b. Enesten nakledilen diğer bir görüşe göre bu âyetin mânâsı şöyledir: "Ey insanlar, nasıl ki sizler, yetimlerin malında adaletli davranamayacağınızdan korkuyorsanız, kadınlar hakkında da adaletli davranamayacağnızdan korkun. O kadınlardan birden dörde kadar evlenin ve dördün üzerine çıkmayın. Bunlar arasında da adaletli davranamayacağınızdan korkacak olursanız yalnız bir kadınla veya sahibi olduğunuz cariyelerle evlenin. Süddi diyor ki: "Bu âyet inmeden önce, insanlar, yetimler hakkında titiz davranıyorlardı fakat kadınlar hakkında bu titizliği göstermiyorlar, çok kadınla evleniyorlar ve onların da aralarında adaletli davranmıyorlardı. Bu sebeple Allah- teala bu âyet-i kerime’yi indirdi ve erkeklere, yetimlere gösterdikleri titizliği kadınlar arasında da göstermelerini emretti. Ancak dörde kadar evlenebileceklerini, adalet yapamayacaklarından korkarlarsa sadece bir kadınla veya sahip oldukları cariyelerle evlenmelerini emretti." Mücahide göre bu âyetin mânâsı şöyledir: "Ey insanlar, sizler, yetimler hakkında korktuğunuz ve onlara karşı titiz davrandığınız gibi kadınlar hususun da da korkun, onlarla zina etmeyin ve onları nikahlayarak evlenin. Evleneceğiniz kadınlar, iki üç ve dörde kadar olabilir. Hazret-i Âişe ve Hasan-ı Basriden nakledilen diğer bir görüşe göre bu âyetin mânâsı şöyledir: "Ey yetimlerin velileri, şâyet sizler, malları başkasına gitmesin diye velÂyetiniz altındaki yetimleri, başkalarıyla evlendirmekten çekmiyorsanız hiç olmazsa onlarla siz evlenin de onlara zarar vermiş olmayın." Taberi diyor ki: "Bu görüşlerden tercih edileni, âyete şu şekilde mânâ verenidir." Ey insanlar, nasıl ki sizler, yetimlerin mallarında, adaletli davranamayacağınızdan korkuyorsunuz, üzerinize vacip olan, kadınların hakları hususuda da Allah’tan korkun. Onlardan sadece, adaletsizliğe düşmeyeceğiniz sayıda evlenin. Bu sayı da iki, üç veya dört olur. Bunlar hakkında da adaletli davranamayacağınızdan korkarsanız tek bir kadınla evlenin. Bunun hakkında da adaletli davranamayacağınızdan korkarsanız sahip olduğunuz cariyelerle evlenin. Taberi diyor ki: "Bu görüşün tercihe şayan oluşunun sebebi, bundan önceki âyetin, yetimlerin hakkına riâyet etmeyi emretmesidir. Bu âyette de, yetimlerin hakkına riâyet emredildiği gibi, kadınların hakkına da riâyet edilmesi em redilmiştir. Taberi diyor ki: Eğer denilecek olursa ki, "Bilindiği gibi kendileriyle ev lenilecek olan hür kadınların sayısı dörttür. Bununla beraber" Kadınların size helal olan ve hoşunuza gidenlerinden iki, üç ve dörde kadar nikahlayın." buyurulmaktadır. Bunların toplam sayısı da dokuz eder." Buna cevaben denilir ki: "Bu âyetin mânâsı şöyledir: "Sizler, kadınların, size helal ve temiz olanlarından ya iki tane evlenin veya üç tane evlenin yahut da dört tane evlenin. Nitekim: "Şâyet adaletli davranamayacağınızdan korkacak olursanız bir kadınla evlenin." ifadesi âyetin mânâsının, izah ettiğimiz gibi olduğunu göstemnektedir. Zira bu ifade: "İki kadın ile evlendiğinizde adaletli davranamayacağınızdan korkarsanız bir kadınla evlenin. Bir kadınla evlendiğinizde de adaletli davranamayacağınızdan korkacak olursanız, sahibi olduğunuz cariyelerle evlenin." demektir. Taberi diyor ki: "Allahü teâlânın emirleri, mendup ve irşad için olduklarına dair herhangi bir delil bulunmadığı takdirde farziyet ifade ederler ve bağlayı cıdırlar. Eğer denilecek olursa ki: "Allahü teâlâ burada: "Size helal olan ve hoşunuza giden kadınlardan evlenin." şeklinde emretmektedir. Bu emrin farziyet ifa de etmediğine ve bağlayıcı olmadığına dair herhangi bir delil ver mıdır?" Ceva ben denilir ki: "Evet, buradaki emrin farziyet ifade etmediğine dair delil vardır. O da: Eğer aralarında adaleti yerine getirmemekten korkarsanız o zaman bir ka dınla evlenin yahut da sahib olduğunuz cariyelerle yetinin." ifadesidir. Bu ifade göstermektedir ki, iki, üç veya dört kadınla evlenmeyi zikreden emirler farziyet değil, bu emri yerine getiremeyenler için bir yasaklama ifade ederler. Yani, ev lendiği kadınlar hakkında adaletli davranamaycak kimsenin birden fazla kadınla evlenmesi yasaklanmıştır. Arapçada bazı emirlerin yasaklama ve tehdit ifade ettikleri vakidir. Nite kim şu âyet-i kerimelerde zikredilen emirler bu kabildendir. "Artık dileyen iman etsin dileyen inkâr etsin. Nahl Sûresi 16/55 "Böylece onlara verdiğimiz nimetlere karşı nankörlük etsinler." Görüldüğü gibi bu âyetlerdeki "Dileyen inkâr etsin." ve "Nankörlük etsin" ifadeleri her ne kadar emir şeklindeyse de aslında bunlardan maksat tehdittir ve yasaklamadır. İşte, kadınlardan iki, üç ve dört tanesi ile ev lenmeyi emreden ifade de bunlar gibidir. Yani, adaletli davranamayan kimse nin, birden fazla kadınla evlenmesi yasaklanmaktadır. Nitekim Katade, Süddi, Rebi b. Enes ve Dehhak, âyet-i kerime’nin: "Eğer adaleti yerine getirmekten korkarsanız o zaman bir kadınla evlenin yahut da sahibolduğunuz cariyelerle yetinin." bölümünü şu şekilde izah emişlerdir: "Şâyet bir kadınla evlendiğiniz takdirde de adaletli davranamayacağınızdan korkarsanız o zaman sahibolduğunuz cariyerlerle yetinin." 4Kadınların mehirlerini gönül hoşluğu ile verin. Eğer kendi istekle riyle mehirin bir kısmını size bağışlarlarsa onu afiyetle yeyin. Kadınların mehirlerini bir farz olarak ve dini vecibe olarak verin. Şâyet onlar, mehirin bir kısmını gönül hoşluğu ile size bağışlarlarsa siz onu afiyetle yeyin. Mealde "Gönül hoşluğu" olarak tercüme edilen "Nihle" keli mesinin mânâsı hakkında müfessirler farklı görüşler beyan etmişlerdir. Katade diyor ki: "Nihle kelimesi, "Farz olan şey" demektir. İbn-i Abbasa göre ise bu kelime "Mehir" demektir. İbn-i Cüreyce göre de "Takdir edilen ve verilmesi farz olan mehir." manasınadır. İbn-i Zeyde göre ise "Yapılması gere ken dini bir vecibedir." Taberiye göre ise "Nihle" kelimesinden maksat, "Verilmesi gereken bir hediye ve farz olan bir ödemedir. Âyet-i kerime’nin izahı bu görüşe göre yapılmıştır. Diğer bir kısım âlimler de "Nihle" kelimesinin "Gönül boşluğu ile verilen bir şey ve bir hediye" olduğunu söylemişlerdir. Müfessirler, âyette geçen "Kadınların mehirleririi verin" emrinin kime hi-tabettiği hususunda iki görüş zikretmişlerdir: a- Katade, Rebi' b. Enes, Abdullah b. abbas, İbn-i Ciireyc ve İbn-i Zeyde göre bu emir, kadınlarla evlenmek isteyen erkeklere hitabeden bir emirdir. Er kekler, evlendikleri kadınların mehirlerini vermekle yükümlüdürler. b- Ebû Salihe göre buradaki emir, kadınların velilerine verilen bir emirdir. Zira bir kısım veliler, evlendirdikleri kadınların mehirlerini alıp, kadınların kendilerine vermiyorlardı. Âyet-i kerime bu velilere, mehilleri sahiplerine ver melerini emretmektedir. c- Hadremiye göre ise buradaki emir, karşılıklı olarak birbirlerinin kız-kardeşleriyle evlenen kişilere hitab etmektedir. Zira bunlar, kendi kızkardelerini, karşı tarafa verdikleri için mehir almaktan, karşılıklı olarak vaz geçerlerdi. Böylece mehirin asıl sahibi olan kadınlar, mağdur edilirlerdi. Bu sebeple âyet böyle yapanların bu davranışlarını yasaklamıştır. Taberi, bundan sonraki âyetin erkeklere, kadınlarla evlenmeyi emretmeleri sebebiyle birinci görüşün tercihe şayan olduğunu söylemiştir. Âyet-i kerime’de "Eğer kendi istekleriyle mehirin bir kısmını size bağışlarlarsa onu afiyetle yeyin." şeklinde zikredilen "Afiyetle yeyin." emrinin muha tabının kimler olduğu hususu da ihtilaflıdır. a- İkrime, Said b. Cübeyr, İbrahim en-Nehai, Alkame, Abdullah b. Ab bas, ibn-i Cüreyc, İbn-i Zeyd ve Hadremiye göre buradaki emir, kadınların kocalarınadır. Kadınlar, mehirlerinden veya mallarından herhangi bir şeyi kocalarına, gönül hoşluğu ile vermeleri halinde kocaların, o malları alıp yemelerinin bir mahzuru yoktur. Zira bu Âyet inmeden önce bazı kişiler, karılarına verdikleri şeyleri tekrar geri almayı günah sayıyor ve almıyorlardı. Âyet-i kerime, kadınların, gönül hoşluğu ile vermeleri halinde bunu almanın helal olduğunu be yan etti. b- Ebû Salihe göre ise buradaki "Yeyin" emrinin muhatabı kadınların ve lileridir. Şâyet kadınlar aklıkları mehirleri gönül hoşluğu ile velilerine verecek olurlarsa, velilerin onu alıp yemelerinin bir mahzuru yoktur. Taberi birinci gö rüşün tercihe şayan olduğunu, zira âyetin başındaki hitabın da kadınların kocalarına ait olduğunu, bu sebeple, sonundaki emrin de kocalara ait olduğunu ifade etmesinin daha uygun olacağını söylemiştir. 5Allah'ın, yaşayışınızın sebebi kıldığı mallarınızı, aklı zayıf olanlara vermeyin. Ancak onları o mallardan yedirin ve giydirin ve onlara güzel söz söyleyin. Ey insanlar, Allah'ın, sizin hayatınız için yaşama sebebi kıldığı mallarını zı, çocuk ve benzeri gibi aklı zayıf olanlara vermeyin. Aksi takdirde o malı zayi ederler. Fakat mallardan onlara harcayın ve onları o mallarla yedirip giydirin ve onlara: "Düzelir de rüştünüze ererseniz mallarınızı size teslim edeceğiz." şeklin de güzel sözler söyleyin. Âyet-i kerime’de geçen ve "Aklı zayıf olanlar" diye tercüme edilen kelimesinden hangi çeşit insanların kastedildiği hakkında farklı gö rüşler zikredilmiştir. a- Said b. Cübeyr, Hasan-ı Basri, Süddi, Dehhak, Mücahid, Hakem, Ka tade, Ebû Malik ve Abdullah b. Abbastan nakledilen bir görüşe göre bu âyette zikredilen "Aklı zayıf olanlardan maksat, kadınlar ve çocuklardır. Âyet-i keri me, insanların, yaşama vasıtası olan mallarını bunlara vermemelerini emretmiştir. Ta ki malları zayi etmesinler. b- Said b. Cübeyr ve Hasan-ı Basriden nakledilen diğer bir görüşe göre burada zikredilen "Aklı zayıf olanlar"dan maksat, yalnızca çocuklardır. c- Ebû Malik, İbn-i Zeyd ve Abdullah b. Abbastan nakledilen diğer bir görüşe göre bu âyette zikredilen "Aklı zayıf olanlar"dan maksat, kişinin, aklı kıt olan çocuğudur. Bu hususta Ebû Mûsa el-Eş'arinin şunları söylediği rivâyet edilmiştir. "Üç kimse vardır ki onlar, Allah’a dua ederler. Allah onların dualarını kabul etmez. Onlar, kötü ahlaklı karısı bulunduğu halde onu boşamayan, malını, Allahü teâlâ "Mallarınızı aklı zayıf olanlara vermeyin." buyurduğu halde bu gibi kimselere veren ve bir başkasında alacağı olduğu halde buna dair şahit tutma yandır." d- Hadremi, Mücahid ve Dehhakka göre ise bu âyette zikredilen "Aklı zayıf olanlar"dan maksat, sadece kadınlardır. Taberi, âyet-i kerime’de geçen kilemesinin mutlak olarak zikredildiğini, bu itibarla bütün aklı zayıf olanları kapsar mahiyette olduğunu, bu kelimeyi, aklı zayıflardan sadece bir sınıfa tahsis etmenin delilsiz bir dâva ola cağını zikretmiştir. Âyette zikredilen "Mallarınız" ifadesinden maksat, Süddi, Abdullah b. Abbas ve İbn-i Zeyde göre "Sefih olmayan insanların mallarıdır. Yani Allahü teâlâ, aklı başında olan kimselere, mallarını aklı yetersiz insanlara vermemelerini emretmiştir. Said b. Cübeyre göre ise buradaki "Mallarınız" ifadesiden maksat, aklı zayıf olanların mallarıdır. Bu izaha göre Allah, aklı zayıf olanların velilerine, idare ettikleri, bu aklı zayi olan kişilerin mallarını, kendilerine vermemelerini emretmiştir. Zira onlar, kendi malları hakkında nasıl davranacaklarını bilemezler ve mallarını zayi etmiş olurlar. Tabeberi, buradaki "Mallarınız" ifadesine hem aklı zayıf olanların mallarının hem de onları idare eden aklı sağlam olan kişilerin mallarının girebileceğini bu itibarla buradaki "Mallarınız" ifadesini sadece belli bir zümreye tahsis etmenin isabetli olmayacağını söylemiştir. Âyet-i kerime’nin devamında: "Onları, o mallarından yedirin ve giydirin." buyurulmaktadır. Burada ifade edilen "Mallar"dan maksadın, kime ait olan mallar olduğu hususu da yukarıda zikredilen şekildedir. Mücahid, Abdullah b. Abbas, Süddi ve İbn-i Zeyde göre bu mallar aklı zayıf olanları sevk ve idare edenlerin mallarıdır. Bunlara göre, âyetin bu bölü münün izahı şöyledir: "Ey aklı beşında olan insanlar, sizler öz mallarınızdan, aklı hafif olanların yemelerine ve giymelerine harcayın." Diğer bir kısım âlimlere göre ise buradaki "O mallardan" ifadesinden maksat, zayıf akıllı olanlara ait mallardır. Buna göre, Allahü teâlâ, bu gibi insanları sevk ve idare edenlere bunların mallarından, yiyecek ve giyeceklerine harcamalarını emretmiştir. Taberi buradaki "O mallardan" ifadesinden maksadın hem aklı zayıf olanların mallarının hem de onları idare edenlerin mallarının kastedilmiş olabileceğini, bu itibarla âyeti genel anlamda yorumlamanın daha isabetli olacağını söylemiştir. Âyet-i kerime’nin sonunda "Ve onlara güzel söz söyleyin" buyurulmaktadır. Burada zikredilen "Güzel söz"den maksat, Mücahide göre aklı zayıf olanlara, bir kısım vaadlerde bulunmak ve onların gönlünü almaktır. İbn-i Zeyde göre ise bu ifadeden maksat, aklı zayıf olanlara "Allah bize de size de afiyet versin. Maşallah." şeklinde dualarda bulunmaktır. Taberi ise birinci görüşün daha evla olduğunu söylemiş, aklı zayıf olanla ra söylenecek güzel sözden maksadın da "Eğer düzelir, olgunluk çağınıza erişir seniz malınızı tamamen size teslim edeceğiz. Kendiniz ve mallarınız hakkında Allah’tan korkun." şeklindeki sözler olacağını söylemiştir. 6Evlenme çağına gelinceye kadar yetimleri deneyin. Eğer rüşde erdiklerini açıkça görürseniz mallarını kendilerine verin. Onların mallarını israf ederek ve büyürler diye tez elden yemeyin. Zengin olan, onların malı na karşı iffetli olsun. Fakir olan ise meşru süratte yesin. Mallarını kendilerine verdiğiniz zaman, verdiğinize dair şahit tutun. Hesap görücü olarak Allah yeter. Yetimleri, buluğa erinceye kadar, akli yetenekleri, mallarını sevk ve idareleri, dini vacibelerini yerine getirmeleri hususunda deneyin, Şâyet onların akli yetenekleri ve mallarını sevk ve idare edecekleri hususunda rüşdlerine erdiklerini görürseniz mallarını kendilerine verin, yanınızda tutmayın. Onların malını israf ederek ve büyüdükten sonra sizden alacaklarından korkarak aceleye getirip yemeyin. İçinizden zengin olanlar, yetimin malından elini çeksin. Fakir olanlarınız ise, zaruri hallerde ihtiyacı kadannı ödünç olarak o yetim mallarından alıp yesin. Yetimlere, kendi mallarını teslim ettiğinizde şahit tutun ki teslim aldıklarını inkâr etmesinler. Hesap görücü olarak Allah yeter. Mealde "Meşru surette yesin" diye tercüme edilen ifadeden neyin kaste dildiği, müfessirler arasında ihtilaf konusu olmuştur. Bunu şu şekilde özetlemek mümkündür. Bazılarına göre "Meşru surette yemek"ten maksat, ihtiyacı olduğu takdir de, yetimin malından ödünç alıp yemesi ve daha sonra gücü yettiğinde de onu ödemesidir. Diğer bazılarına göre de, bundan maksat, yetimin malından, açlığını gide recek kadarını yemesidir. Bu yediğini ödemesi gerekmez. Bu hususta Hazret-i Âişe (radıyallahü anhâ)dan şunlar Rivâyet edilmektedir. Hazret-i Âişe di-yorki: "Bu âyeti-i kerime, yetimin mallarını idare eden veliler hakkında nazil olmuştur. Bunlar fakir iseler, o malları idare etmelerinin ücreti olarak onlardan örfe göre yiyebilirler. Buhari, K. Tefsir el-Kur'an Sûre 4 Âyet: 2 Âyet-i kerime’de zikredilen "Rüşde ermek" ifadesinden neyin kastedildi ği hususunda, müfessirler çeşitli görüler zikretmişlerdir. a- Süddi ve Katadeye göre buradaki "Rüşde ermek"ten maksat, aklın id rak etmesi ve kişinin dininde salih olmasıdır. b- Hasan-i Bari ve Abdullah b. Abbasa göre ise, kişinin dininde salih ol ması ve malını güzelce sevk ve idare etmesidir. c- Mücahid ve Şa'biye göre ise, kişinin', aklının idrak eder olmasıdır. d- Ibn-i Zeyde göre ise, kişinin salih bir kimse olması ve kendisi için ne yin faydalı olacağını bilmesidir. Taberiye göre burada tercihe şayan olan görüş, rüşdün. aklın idraki ve malın güzelce sevk ve idare edilmesi olduğunu söyleyen görüştür. Zira, aklı ye ten ve mallarını güzelce sevk ye idare eden bir insanın, tacir dahi olsa. hacr altına alınamayacağı ittifakla kabul edilen bir husustur. Çocuklar da bu iki sıfata sahibolduklan takdirde artık mallarının kendilerine verileceği muhakkaktır. Âyet-i kerime’de, yetimlerin mallarının israf edilerek yenilmemesi emredilmektedir. Burada geçen "İsraftan maksat, bunların mallarını. Allah'ın mubah kıldığı yerlerin dışına harcamaktır. Yine âyet-i kerime’de geçen ve "Büyürler diye tez elden yemeyin." şeklinde tercüme edilen ifadesinden maksat, "Büyüyecekler ve mallarına sahib olacaklar kuşkusuyla alel acele onların mallarını yemeye girişmeyin." demektir. Nitekim Abdullah b. Abbas ve Süddi bu ifadeyi bu şekilde izah etmişlerdir. Âyet-i kerime’de geçen ve "Fakir olan veli yetimin malından meşru surette yesin." şeklinde tercüme edilen ifadesi müfessirler tara fından çeşitli şekillerde tefsir edilmiştir. 1- Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) Abdullah b. Abbas, Ubeyde es-Selmani, Said b. Cübeyr, Mücahid ve Ebû Âliyeye göre buradaki "Meşru şekilde yesin" ifadesinden maksat, ihtiyacı halinde yetimin malından ödünç olarak yemektir. Bu hususta Harise b. Mûsarrif, Hazret-i Ömerin şunları söylediğini rivâyet et mektedir. "Ben, Allah'ın malı olan Beytül Malı bir yetim malı olarak kabul ede rim. İhtiyacım olmadığında ona karşı iffetli davranınm. Onu, muhtaç olduğum da da, meşru bir şekilde (örfe göre) yerim. Sıkıntıdan kurtulduğumda ise onu öderim." Hammad diyor ki: "Ben, Said b. Cübeyre, "Kim de fakir ise meşru bir şekilde yesin." âyetim sordum. O da dedi ki: "Yetimin malından ödünç alarak ve zaruret miktarınca alır daha sonra, eli genişlerse borcunu öder. Şâyet eli ge nişlemeden ölüm gelip çatacak olursa, yetimden, hakkını helal etmesini ister. Şâyet yetim küçük ise onun velisinden helallik ister." Görüldüğü gibi bu görüşte olanlar, yetimin malının, fakir veliler tarafın dan ancak ödünç alınabileceğini ve imkanları müsait olur olmaz velinin onu derhal ödemesi icabettiğini söylemişlerdir. Bunlar, üslerine delil olarak, aynı âyetin devamında "Mallarını kendilerine verdiğini verdiğinize dair şahit tutun." şeklinde zikredilen hükmü göstermişle bu hüküm, fakirlerin, yetimlerin mallarından meşru bir şekilde yiyebileceklerini ifade eden hükümden sonra zikredilmiştir. Bu da gösteriyor ki, yetimin malı ancak ödünç olarak alına bilir. 2- Diğer bir kısım müfessirlere göre fakir olan velinin, yetimin malından "Meşru bir şekilde yemesi"nden maksat, israfa kaçmaksızın onun malından ye mesi ve bunu geri ödemekle yükümlü olmamasıdır. Ancak bu görüşte olan mü fessirler, fakir olan velinin, yetimin hangi malından ve ne kadar yiyebileceği hususunda çeşitli görüşler zikretmişlerdir. a- Abdullah b. Abbas, Süddi Ata ve İkrimeye göre, fakir olan veli, yetimin malından ancak parmaklarının ucuyla yiyebilir ve onun malından herhangi bir elbise giyemez. b- İbrahim en-Nehai ve Mekhul'e göre ise, fakir veli, yetimin malından ancak açlığını giderebilecek kadar yiyebilir ve avret mahallini kapatacak kadar giyebilir. c- Abdullah b. Abbas, Kasım b. Muhammed, Ebul Âliye, Hasan-ı Basri, Şa'bi Katade ve Dehhaka göre ise fakir olan veli, yetimin meyvelerinden yiyebilir. Bakıp gözettiği hayvanlarının sütlerinden içebilir ve onlardan binek olarak faydalanabilir. Fakat o, yetimin, altın gümüş ve hayvan gibi mallarını, ancak ödünç olarak alabilir. d- Hazret-i Ömer, Ata b. Ebi Rebah, İbrahim en-Nehai, Hasan-ı Basri, Hazret-i Ai-şe ve İbn-i Zeydden nakledilen diğer bir görüşe göre fakir bir veli, yetimin bü tün mallarından yiyebilir. Yediği şeyleri geri ödemesi gerekmez. Yeter ki, kendi mallarını yetimin malına tercih etmesin ve yetimin malını kendisine mal edin mesin. Taberi bu görüşlerden tercihe taşayan olan görüşün, âyette zikredilen "Meşru surette (örfe göre) yesin." ifadesini "Yetimin malından, zaruret halinde ödünç olarak yesin" şeklinde izah eden görüş olduğunu söylemiştir. Veli, yeti min malını muhtaç olduğunda, ancak ödünç olarak alıp yiyebilir. Bunun dışında herhangi bir şekilde yemesi caiz değildir. Zira, bütün âlimler, yetimin velisinin, yetimin mallarını, sevk ve idare etme dışında, onlar üzerinde herhangi bir yetki si olmadığı hususunda ittifak etmişlerdir. Madem ki veli, yetimin mallarının maliki değildir o halde, malik olmayan birinin, başkasına ait mallardan yemesi caiz değildir. Bu itibarla yetimin malından herhangi bir şeyi harcayacak olursa, onu ödemekle yükümlü olur. Bu da gösteriyor ki, fakir olan veli, yetimin malını ancak ödünç olarak alabilir. Fakir olan velinin, yetimin mallarını idare etmesinin karşılığı olarak o mallardan yiyebileceğini söylemek isabetli değildir. Zira, veli, sevk ve idare etmesinin karşılığında teamülü esas alarak yetimin malından belli bir ücret alabilir. Bu, velinin hakkıdır. Yetimin malı sayılmaz. 7Ana baba ve akrabaların, miras olarak bıraktıklarında erkeklerin hissesi vardır. Kadınların da, ana baba ve akrabların bıraktıklarında his seleri vardır. Bunlar az olsun çok olsun, farz kılınmış bir hissedir. Katade diyor ki: "İslamdan önce kadınlara mirastan pay verilmiyordu. Bu âyet-i kerime indi ve bu âdeti kaldırarak onlara da miras haklarının verilme sini hükme bağladı. İkrime ise bu âyet-i kerime’nin, Ensardan olan Ümmü Kühhe, onun kızı Kühhe, Sa'lebe ve Evs b. Süveyd hakkında nazil olduğunu söylemiştir. "Sa'lebe veya Evsten biri Ümmü Kühhanın kocası, diğeri ise çocuğunun amcası idi. (Ya ni kayın biraderi idi) Kadın, Resûlüllah’a geldi ve dedi ki: "Ey Allah'ın Resulü, kocam öldü. Geriye beni ve kızımızı bıraktı. Bizi, mirasçı saymadılar." Bunun üzerine, çocuğun amcası şöyle dedi: "Ey Allah'ın Resulü, bu kadın ata binmez, âcizlerin yükünü yüklenmez, düşmana karşı savaşamaz, tüketir, üretmez." İşte bunun üzerine bu âyet nazil oldu. 8Miras taksim olurken (Mirasçı olmayan) akrabalar, yetimler ve fakirler de bulunursa mirastan onlara da verin ve onlara güzel söz söyleyin. Mirasın taksimi sırasında ölenin akrabaları, yetimler ve yoksullardan da orada bulunanlar olursa onlara da gönlünüzden kopan bir şeyler verin ve onlara güzel söz söyleyin. Müfessirler bu âyet-i kerime’nin, mensuh mu (Hükmü kaldırılmış mı) Yoksa muhkem mi (Hükmü baki mi) olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. a- Abdullah b. Abbas, İbrahim en-Nehai, Şa'bi Mücahid, Said b. Cübeyr, Hasan-ı Basri, Zühri ve Yahya b. Ya'mur İbn-i Şirin, Ebû Mûsa el-Eş'arî Urve b. Zübeyr ve Alâ b. Bedr'e göre bu âyet-i kerime’nin hükmü bakidir, mensuh de ğildir. Mirasçıların miras taksim ederlerken orada hazır bulunan akrabalara, ye timlere ve yoksullara, gönüllerinden koptuğu kadar bir şeyler vermeleri farzdır. Bu hususta Said b. Cübeyrin şunları söylediği rivâyet edilmektedir: "İnsanlar bu âyetin hükmünü umursamamaktadırlar. Ölenin akrabaları iki çeşittir. Birincisi ona mirasçı olan akrabaları, ikincisi ise mirasçı olmayan akrabalarıdır. Âyet-i kerime, Ölünün mirasçılarına, mirastan payı olan akrabalara paylarını vermelerini emretmiş mirasçı olmayan akrabalara ise güzel sözler söylemeyi emretmiştir. Bu itibarla âyet muhkemdir, mensuh değildir." Görüldüğü gibi Said b. Cübeyr, bu âyetin, mirasın taksimini emreden bu surenin on birinci, on ikinci ve yetmiş altıncı âyetleriyle çelişmediğini kabul etmiş, bu itibarla mensuh olmadığını söylemiştir. Yahya b. Ya'mur da bu âyet hakkında şunları söylemiştir: "Medinede inen üç muhkem âyet vardır ki insanlar bunlarla amel etmeyi bırakmışlardır. İşte bu âyetler, Nisa suresinen bu âyeti, yatak odasına girmek için izin istemeyi emreden Nur suresinin eli sekizinci âyeti ve insanların birbirleriyle tanışmaları nı emreden. Hucurat suresinin on üçüncü âyetidir. Ancak bu görüşte olan âlimler, mirası taksim edenlerin, mirasta paylan bulunup bulunmaması ve mirasçıların büyük veya küçük olmaları bakımından hükümlerin farklı olup olmayacağı hususunda ihtilaf etmişlerdir. aa- Said b. Cübeyr, İkrime ve Süddiye göre, şâyet mirası taksim eden kimsenin mirasta herhangi bir payı yoksa ve miras da küçük çocuklara ait ise, mirası taksim eden böyle bir kimsenin, yetimlerin mallarından, mirasın taksimi sırasında hazır bulunan, akrabalara, yetimlere ve yoksullara herhangi bir şey vermesi caiz değildir. Onlara sadece "Bu mal küçüklere aittir, ben bundan size herhangi bir şey verme yetkisine sahip değilim." şeklinde güzel sözler söyler. bb-Ubeyde es-Selmani ve İbn-i Sîrîne göre ise, mirası taksim eden kim senin mirastan payı olmasa, miras da çocuklara ait olsa yine de mirası taksim eden velinin, mirastan, akrabalara, yetimlere ve yoksullara bir şeyler vermesi gerekir. Mirasçıların büyük veya küçük olmaları farketmez. Ancak mirasçılar büyük iseler, bizzat kendileri verirler. Küçük iseler velileri verir. Bu hususta Muhammed b. Sîrîn diyor ki: "Ubeyde es-Selmani, bazı ye timlerin mallarını taksim etti. Onların mallarından bir koyun alınmasını ve pişi rilip yemek yapılmasını emretti ve dedi ki: "Şâyet bu âyet olmasaydı ben bu ko yunun ve yemeğin, kendi malımdan olmasını isterdim." Sonra Ubeyde "Miras taksim olurken (mirasçı olmayan) akrabalar, yetimler, ve fakirler bulunursa onlara da verin." âyetini okudu. Taberi diyor ki: " Birinci görüşte olanlar, "Verin" diye tercüme edilen ifadesini, "Mirastan bir şeyler verin." mânâsında anlamışlar, ikinci görüşte olanlar ise bunu "Mirastan bir şeyler yedirin." mânâsına almışlardır. b- Said b. el Müseyyeb, Ebû Malik, Abdullah b. Abbas ve Dehhaktan nakledilen diğer bir görüşe göre bu âyet-i kerime, bu suresinin on bir, on iki ve yetmiş altıncı âyet-i kerimeleriyle neshedilmiştir. Zira bu âyet-i kerime, miras paylarını belirten âyetlerden önce nazil olmuş, akrabalara, yetimlere ve yoksullara mirastan mal verilmesini emretmiştir. Daha sonra mirasın pay sahiplerini belirten âyetler nazil olunca bu âyetin hükmü neshedilmiş ve kaldırılmıştır. c- Abdullah b. Abbas, Said b. el- Müseyyeb ve İbn-i Zeydden nakledilen diğer bir görüşe göre bu âyet-i kerime mensuh değildir. Fakat mirası değil vasi yeti kastetmektedir. Yani malını vasiyet eden kimsenin vasiyeti yapma anında, âyette zikredilen kişiler bulunuyorsa malını bunlara vasiyet etmesi emredilmiştir. Bunlara göre âyette zikredilen "Mirasın taksimi" ifadesinden maksat, vasiyet yapılmasıdır. Taberi diyor ki: "Bu görüşlerden tercihe şayan olanı, bu âyet-i kerime’nin muhkem olduğunu söyleyen ve bundan maksadın, akrabalara vasiyet etmek ol duğunu, yetimlere ve miskinlere de güzel söz söylemek olduğunu söyleyen gö rüştür. Zira bir âyetin mensuh olduğuna hüküm verebilmek için başka bir âyetle tamamen çelişir olması veya neshedildiğine dair kesin bir delilin bulunması ge rekir. Bu âyeti kerime’den maksadın, vasiyet etmek olduğu söylendiği takdirde miras âyetleriyle neshedildiği söylenemez. Zira bunlar arasında çelişme söz ko nusu olamaz. Diğer yandan bu âyetin neshedildiğine dair ne kitaptan ne de sün netten bir delil vardır. O halde bu âyetin, isabetli olan tefsiri şöyledir: "Vasiyet eden kimse vasiyetini düzenlerken akrabaları, yetimler ve miskinler bulunacak olursa vasiyetten akrabalarına pay versin. Yetimlere ve miskinlere de güzel söz söylesin." Âyet-i kerime’nin sonunda "Onlara güzel söz söyleyin" buyurulmaktadır. Said b. Cübeyre göre âyetin bu bölümü, küçük çocukların, yetimlerin veya mi rastan payı olup ta orada bulunmayanların miraslarını taksim eden idarecileri kastetmektir. Bunlar bu gibi insanların miras paylarından akrabalara, yetimlere ve yoksullara herhangi bir şey vermeyeceklerinden onlara güzel sözler söylerler."Her ne kadar bu maldan bir şeyler alma hakkınız varsa da biz size bir şey verme yetkisine sahip değiliz." şeklinde konuşurlar. Diğer bir kısım âlimlere göre ise âyetin bu bölümünde, güzel sözler söy lemesi emredilen kişi, Ölmeden önce malının üçte birini vasiyet eden kimsedir. Bu kimse malının üçte biri gibi belli bir miktarım, yakın akrabalarına, yetimlere ve miskinlere vasiyet eder de, vasiyet etmesi icabeden daha başka kimseler de bulunacak olursa o kimselere de güzel sözler söyler. 9Öldükten sonra geriye zayıf çocuklar bıraktıkları takdirde, onlara bir kötülük gelmesinden korkanlar (başkaları için de öylece) korksunlar. Allah’tan sakınsınlar ve doğru söz söylesinler. İnsanlar ölüp te geriye, himayeye muhtaç çocuklar bıraktıkları taktirde o çocukların, fakirlik ve mağduriyete düşmelerinden nasıl korkuyorlarsa, himaye ye muhtaç olan yetimlerin işlerini yürütmeyi üzerlerine aldıkian zaman da onlar hakkında öylece Allah’tan korksunlar. Onlara güzel ve doğru söz söylesinler. Müfessirler bu âyet-i kerimeye çeşitli şekillerde mânâ vermişlerdir: a- Abdullah b. Abbas, Katade, Süddi, Said b. Cübeyr, Dehhak ve Mücahid bu âyeti şu şekilde izah etmişlerdir: "Ölümü anında malım vasiyet eden kişi nin yanında bulunan kimseler, vasiyet edenin malını dağıtarak geriye kalan mi rasçılarını mağdur etmesinler. Ona malından, mirasçılarım mağdur etmeyecek kadarını vasiyet etmesini söylesinler. Zira, kendileri vasiyet eden kişinin duru munda olsalardı geriye bırakacakları çocuklarının mağdur edilmemelerini arzular ve kendilerine bu gibi şeylerin söylenmesini isterlerdi. O halde başkalarının vasiyet etmesi durumunda onların çocuklarını da kendi çocukları gibi görsünler. Onlara, mallarının çoğunu veya yarısını yahut üçte birinden daha fazlasını vasi yet etmesini söylemesinler. b- Miksem ve Hadremiye göre ise bu âyetin izahı şöyledir: "Ölümü anın da malını vasiyet edenin yanında bulunan kimseler, vasiyet edenin akrabalarına, yetimlere ve yoksullara malının bir kısmını vasiyet etmesine engel olmasınlar. Halbuki onlar, Ölünün akrabası veya yetim yahut yoksul durumda olsalar da va siyetin kendi lehlerine yapılacağını bilmiş olsalar, vasiyet edenin böyle bir vasi yeti yapmasını isterler ve onu bu vasiyeti yapmaya teşvik ederler. O halde baş kalarına yapılacak olan vasiyete de engel olmasınlar. c- Abdullah b. Abbastan nakledilen diğer bir görüşe göre bu âyetin izahı şöyledir: "Yetimlerin velisi olan kişiler, onlara iyi davransınlar, mallarını yemesinler, nasıl ki kendileri ölüp te geride âciz ve mağdur çocuklar bırakmaktan korkuyorlarsa ve onlara güzel davranılmasını, mallarının yenilmemesini istiyorlarsa başkalarının geride bıraktıkları yetimlere de öyle davransınlar. d- Diğer bir kısım âlimlere göre bu âyetin izahı şöyledir: "Öldükten sonra geriye zayıf çocuklar bıraktıkları takdirde onlara bir kötülük gelmesinden korkanlar korksunlar, Allah’tan sakınsınlar ve doğru söylesinler. Bu taktirde ölümlerinden sonra, Allah onların çocukları için yeterlidir. Bu hususta Şeybani diyor ki: "Abdülmelikin oğlu Meslemenin zamanın da İstanbulda bulunuyorduk. İçimizde İbn-i Muhayriz, İbn-i Deylemi ve Hani b. Gülsüm de bulunuyordu. Biz, aramızda, âhir zamanda ortaya zçıkacak şeyleri konuşuyorduk. Ben, duyduklarımdan dolayı sıkıntıya düştüm ve İbn-i Deylemiye dedim ki: "Ey Eba Bişr, ben isterim ki hiç çocuğum olmasın." Bunun üzerine o eliyle omuzuma vurdu ve dedi ki: "Yeğenim sen bunu söyleme. Zira, Allah'ın bir kişinin sulbünden gelmesini takdir ettiği nesil mutlaka onun sulbünden gele cektir. İster dilesin isterse dilemesin. Şimdi ben sana, bir şeyi öğreteyim mi ki, sen onu yaparsan Allah seni fitnelerden korur. Şâyet sen ölüp te geriye çocuk bırakacak olursan, senin yerine onları Allah korur." Ben de dedim ki: "Evet öğret." İşte bunun üzerine Şeybani "Öldükten sonra geriye zayıf çocuklar bıraktıkları takdirde onlara bir kötülük gelmesinden korkanlar kork şunlar. Allah’tan sakınsınlar ve doğru söz söylesinler." âyetini okudu. Taberi diyor ki: "Bu görüşlerden tercihe şayan olan görüş, âyeti şu şekil de izah eden görüştür: "Hayatta iken mallarını harcayıp bitirmeleri halinde veya ölürken akrabalarına, yetimlere ve miskinlere vasiyet ederek mallarını dağıtmaları halinde, ölmelerinden sonra geriye bıraktıkları zayıf çocuklarının muhtaç olacaklarından korkanlar, başkalarının vasiyetinde hazır bulunduktan zaman, vasiyet edene, itidalli davranmasını ve geriye bırakacağı zayıf çocuklarını baş kalarına muhtaç etmemesini söylesinler. Allah’tan korksunlar ve vasiyet edene Allah'ın mubah kıldığı şekilde vasiyette bulunmasın tavsiye etsinler. Böylece doğru sözü söylemiş olurlar." Taberi diyor ki: "Bu görüşü tercih etmemizin sebebi, bundan önceki âyetin de vasiyet edenler hakkında olduğunu tesbit etmemizdir. Âyetleri birbiriyle irtibatlı bir şekilde izah etmek daha evladır. 10Yetimlerin mallarını haksız yere yiyenler, karınlarına sadece ateş tıkamışlardır. Onlar yakında alev alev yanan bir ateşe sokulacaklardır. Şüphesiz ki dünyadayken haksız yere yetimlerin mallarını yiyenler, kıya met gününde karınlarına ateş dolduracaklardır ve cehenneme gireceklerdir. Süddi, bu âyetin izahında şöyle demiştir: Bir kişi haksız yere yetim ma lını yeyince kıyamet gününde diriltüdiğinde ağzından, kulaklarından, burnundan ve gözlerinden ateş çıkacaktır. Onu görenler, yetim malı yiyen biri olduğunu anlayacaklardır. Ebû Said el-Hudri diyor ki: "Resûlüllah İsra hadisesini anlatırken buyurdu ki: "Orada bir topluluk gördüm. Onların, deve dudukları gibi dudakları vardı. Onların dudaklarını tutup ağızlarına ateşten kayalar atan kimseler vazifelendirilmişti. Atılan taşlar, onların altlarından çıkıyordu. Dedim ki: Ey Cebrâil bunlar kimdir? Dedi ki; "Bunlar, haksız yere yetim malını yiyenlerdir. Bunlar yetim malını yerken karınlarına sadece ateş tıkamış olurlar." İbn-i Zeyd ise bu âyetin, yetimleri mirasçı kılmayan ve onların mallarını yiyen müşrikler hakkında nazil olduğunu söylemiştir. Yetim malı yemek en büyük günahlardan biridir. Bu hususta Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hadis-i şerifinde şöyle buyuruyor: "Helake sürükleyen yedi şeyden kaçının." Sahabiler: "Ey Allah'ın Resulü onlar nedir?" diye sorunca Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şu cevabı vermiştir: "Onlar, Allah’a ortak koşmak, sihir yapmak, Allah'ın öldürülmesini haram kıldığı insanı haksız yere öldürmek, faiz yemek, yetim malı yemek, savaştan kaçmak ve iffetli ve zina ile bir alakası olmayan mü’min kadınlara zina iftirasında bulunmaktır. Buhari, K. el-Vasâyâ. bab: 23, K. el-Hudud, bab: 44/Müslim, K. el-iman, hab: 145 Hadis No: 89/Ebû Davud, K. el-Vasaya. bab: 10, Hadis No: 2874 / Nesâî, K. el-Vasaya b. 12 11Allah size, evlatlarınızın miras taksimi hususunda, erkeklerin paylarının, kadınların iki katı olmasını emretmektedir. Eğer bütün çocuklar kız olup, ikiden fazla olursa, bunların payı, ölenin bıraktığı malın üçte ikisidir. Eğer mirasçı bir tek kız ise mirasın yarısı onundur. Eğer ölen, ana ve baba ile birlikte çocuklar da birakmışsa, ana ve babanın her birinin te rekeden payı, altıda birdir. Şâyet ölenin çocuğu yok da kendisine ana ve babası mirasçı oluyorsa, ananın payı sadece üçte birdir. Eğer ölenin kardeşleri varsa, terekenin altıda biri ananındır. Bu paylar, ölenin vasiyeti yerine getirilip veya borcu ödendikten sonra hak sahiplerine verilir. Bababahrınız ve oğullarınızdan hangisinin size fayda bakımından daha yakın olduğunu size bilemezsiniz. Bu Allah tarafından farz kılınmıştır. Şüphesiz ki Allah, her şeyi çok iyi bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir. Çocuklarınıza miras taksimi hususunda Allah şöyle emreder: Sizden biri niz ölür de geriye erkek ve kız çocuklar bırakırsa, erkeklerin miras payı iki, kızların ki ise birdir. Şâyet ölenin bütün çocukları ikiden fazla ise ve hepsi de kız ise, bunların hepsinin payı mirasın üçte ikisidir. Eğer mirasçı sadece bir kız ise mirasın yarısı onundur. Eğer ölen kimsenin çocuklarıyla beraber anne ve babası da bulunursa, anne ve babasının herbirinin mirastan payı, altıda birdir. Şâyet ölenin çocuğu yoksa ve mirasçısı da anne ve babası ise annenin mirastan payı sadece üçte bir geri kalan ise babanındır. Eğer ölenin iki veya daha fazla kardeşi varsa, terekenin altıda biri ananındır. Geriye kalan da babanındır. Bu paylar, ölenin borçlan ödenip ve malının üçte biri için geçerli olan vasiyeti yerine geti rildikten sonra hak sahiplerine verilir. Dünya ve âhirette faydalı olmak bakımın dan, babalarınız ve oğullarınızdan hangisinin size daha yakın olacağını bilemez siniz. Bu hükümler, Allah tarafından size farz kılınmıştır. Şüphesiz ki Allah, her şeyi çok iyi bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir. Süddi ve Abdullah b. Abbastan nakledilen bir görüşe göre cahiliye dö neminde, küçük çoculara ve kadınlara mirastan pay venniyorlar ve onlar için şöyle diyorlardı: "Ata binmeyene, eli kılıç tutmayana ve düşmanla savaşmayana nasıl mal verebiliriz?" İslam geldikten sonra bu âyet nazil oldu, küçüğün, büyüğün, kadının ve erkeğin mirasta paylan olduğunu açıkladı. Mücahid ve Abdullah b. Abbastan nakledilen diğer bir Rivâyete göre bu âyetin nüzul sebebi, ölenin malının, sadece çocuklarına verilmesi, vasiyetin de sadece anne ve babaya yapılmasıdır. Allahü teâlâ, bu âyet-i kerime’yi göndererek, anne baba dahil bütün mirasçıların paylarını belirtmiş ve daha önce yapılanlar dan dilediğini neshetmiştir. Bu âyet-i kerime’nin nüzulü hakkında Cabir b. Abdullah diyor ki: "Resûlüllah ve Ebubekir, Seleme oğullarının kaldıkları yerlerden geçerlerken hasta olduğum için beni ziyarete gelmişler ve Resûlüllah beni baygın va ziyette bulmuş. Resûlüllah su istemiş ve abdest almış sonra o sudan bana serpmiş. Bunun üzerine ben ayıldım. Ve dedim ki: "Ey Allah'ın Resulü, malım hak kında ne yapmamı emredersiniz?" İşte bunun üzerine bu âyet nazil oldu Buhari, K. Tefsir el-Kur'an, Sûre 4 bab: 4 / Müslim, K. el-Faraiz, b;ıb: UN. 1616 Taberi diyor ki: ""Eğer denilecek olursa ki "Âyet-i kerime’de, ölenin yal nız bir kızı varsa ona mirasın yarısının verileceği, ikiden fazla kızı varsa mirasın üçte ikisinin verileceği beyan ediliyor fakat ölenin iki kızı varsa onların payları nın ne olacağı belirtilmiyor." Cevaben denilir ki: "Bu iki kızın payının da, iki den fazla olan kızlar gibi olduğu, şüphe götürmeyecek derecede kuvvetli olan sünnetle sabittir. Yine Taberi diyor ki; "Âyet-i kerime’de, ölenin çocuğunun bulunması ha linde anne ve babadan herbirinin, mirastaki paylarının altıda bir olduğu zikredil mektedir. Buna göre, Ölen kişinin, sadece bir kızı bir da babası bulunacak olursa kız, terekenin yarsını, baba da altıda birini alacaklardır. Terekenin geriye kalan altıda iksi ne olacaktır?" Cevaben denilir ki: "Mirasta paylan bulunanlar, hakla rını aldıktan sonra terekeden bir miktar artacak olursa bu miktar, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)in beyan etmesiyle ölenin en yakın olan erkek akrabasına verilir. Bu iti barla misalde zikredilen halde kız terekenin yarısını aldıktan sonra geri kalan ki sim tamamen babaya verilir. Baba terekenin altıda birini, hak sahibi olarak alır altıda ikisini ise, ölenin en yakın erkek akrabası olarak alır. Taberi diyor ki: "Eğer denilirse ke Âyet-i kerime’de ölenin mirasçıları yalnızca anne ve baba olursa, terekenin üçte birini annenin alacağı zikrediliyor, geriye kalanın ne olacağı belirtilmiyor." Cevaben denilir ki: "Yukarıda da zikredildiği gibi bu durumda da baba, Ölen kişiye en yakın akrabadır. Bu itibarla hak sahibi anne, mirastan üçte bir payını aldıktan sonra terekenin geriye kalanı ba baya aittir. Taberi diyor ki: "Eğer denilecek olursa ki âyet-i kerime’de "Eğer ölenin kardeşleri varsa, terekenin altıda biri ananındır." buyurulmakta ve ölenin birden çok kardeşinin bulunması durumu zikredilmekte, tek kardeşinin bulunması du rumu zikredilmemektedir. Acaba ölenin, anne ve babasıyla birlikte tek kardeşi varsa annenin bu durumda mirastaki payı ne olacaktır? Cevaben denilir ki: "Âyet-i kerime’de anne ve babayla birlikte, ölenin birden çok kardeşi bulunması halinde annenin mirastaki payının değişerek üçte birden altıda bire düşeceği zikrediliyor ve bundan da anlaşılıyor ki, ölenin yalnızca bir kardeşi bulunursa . annenin mirastaki üçte bir payı değişmemektedir. Zira bu hüküm daha önce zik redilmiş fakat değişeceğine dair bir şey de zikredilmemiştir. O halde bir insan ölür de geriye anne baba ve bir de kardeş bırakacak olursa anne mirasın üçte birini alacak mirasın geri kalan üçte ikisi en yakın erkek akraba olarak babaya ait olacaktır. Âyet-i kerime’nin "Eğer ölenin kardeşleri varsa" bölümündeki "Kardeşler" kelimesi çoğul olarak şeklinde zikredilmektedir. Arapçada ço ğul, ikiden daha fazla sayılar için kullanıldığından, âlimler buradaki çoğulun, gerçek anlamda mı kullanıldığı yoksa birden fazla olan iki kardeşin de bu ifade nin içine girip ginneyeceği hususunda iki görüş zikretmişlerdir. a- Sahabi, Tabiin ve onlardan sonra gelen âlimlerin çoğunluğu, âyetin bu bölümünde zikredilen"Kardeşler" kelimesine iki kardeşin de girdiği görüşündedirler. Bunlara göre, bir kişi ölür de geride anne baba ve birden fazla kardeş bırakacak olursa annenin mirastan payı altıda birdir. Geri kalanı babanındır. Bu görüşte olanlar delil olarak ümmetin geçmişlerinden bu meselenin böyle olduğunun yaygın bir şekilde nakledildiğini, bu sebeple şüphe götünnediğini söylemişlerdir. b- Abdullah b. Abbas ise, iki kardeşin, burada zikredilen "Kar deşler" ifadesine dahil edilemeyeceğini, zira Arapçada "İkil"in ayrı bir kalıp ol duğunu söylemiş Hazret-i Osmanın, iki kardeşi de, ikiden çok kardeşler gibi sayma sına karşı çıkmıştır. Abdullah b. Abbasa göre, bir kişi ölür de geriye anne, baba ve iki de kardeş bırakacak olursa terekenin üçte birini anne alır. Geriye kalan babaya verilir. Taberi birinci görüşün, sahabi ve onlardan sonra gelen ümmetten yaygın bir şekilde nakledilmiş olması hasebiyle tercihe şayan olduğunu ve Arapçada bazen ikil yerine çoğul kelimelerin kullanıldığını, âyetin bu bölümünde de aynı durumun söz konusu olduğunu söylemiştir, İkil kelime yerine çoğul kelime kullanılmasına misallerden biri de şu âyettir. "Ey Peygamber hanımları, eğer ikiniz de Allah’a tevbe ederseniz kalbleriniz gerçeğe yönelmiş olur. Tahrim Sûresi, 64/4 Bu âyette geçen kelimesi ikil olarak zikredilmiş kelimesi ise çoğul olarak zikredilmiştir. Bu da gösteriyor ki Arapçada bazen çoğul kelimeler ikil kelimelerin yerine de kullanılmaktadır. Taberi diyor ki: "Eğer denilecek olursa ki: "Ölenin, iki veya daha çok kardeşi bulunması halinde annenin payının üçte birde altıda bire düşürülmesinin sebebi nedir? Cevaben denilir ki: Bu hususta âlimler, farklı görüşler beyan et-mişî erdir: Katadeye göre bunun sebebi, çocukların nafakalarının, babalarına ait ol masıdır. Bu sebeple baba, buradaki durumda oğlunun mirasından daha fazla pay almaktadır. Abdullah b. Abbastan, Tavusun naklettiğine göre ise ölenin kardeşlerinin çok olması halinde annenin mirastaki payının, üçte birden altıda bire düşürülüşünün sebebi, annenin payından kesilen miktarın, kardeşlere verilmesi içindir. Taberi diyor ki: "Bu hususta doğru olan söz şudur: Allahü teâlâ, ölenin kardeşlerinin, birden çok olması halinde annenin mirastaki payının üçte birden altıda bire düşeceğini belirtmiş ve bunun hikmetini bize bildinnemiştir. Allahü teâlâ, yaratıkları için neyin daha faydalı olacağını çok iyi bildiğinden, bunu böyle yapmıştır. Bizler bunu bilmekle yükümlü değiliz. Olabilir ki bu durumda annenin, mirastaki payının düşürülmesi babaların, çocukları bakmakla yükümlü olmalarındandır. Veya başka bir sebeptendir. Bununla birlikte Tavusun, Abdul lah b. Abbastan naklettiği "Anneden kesilen payın, kardeşlere verilmesi içindir." şeklindeki görüş, ümmetin icmaı hilafına olduğundan şazdır. Reddedilir. Zira ümmet, ölenin babası bulunduğu sürece, mirasından kardelerine pay düş meyeceği hususunda icma etmiştir. Ayrıcı Hasan b. Muhammedin, Abdullah b. Abbastan, kardeşlerin mirasçı oldukları "Kelale" durumunu, ölenin babass ve çocuğu olmama" şeklinde izah ettiğini rivâyet etmiştir. Bu Rivâyet de, Tavusun Rivâyetine muhaliftir. Âyet-i kerime’nin devamında "Bu paylar, ölenin vasiyeti yerine getirilip veya borcu ödendikten sonra hak sahiplerine verilir." buyurulmaktadır. Burada, her ne kadar, vasiyetin yerine getirilmesi, borçlarını ödenmesinden önce zikredilmişse de Hazret-i Alinin de Resûlüllahtan naklettiği gibi ölenin önce. borçları ödenir daha sonra vasiyeti yerine getirilir. Buna göre bir insan öldüğünde önce bü tün borçlan ödenir. Bu borçlar, terekenin tümünü bilirse dahi borçlar ödendik ten sonra, geriye kalan terekeden, ölenin terekesinin üçte birini aşmamak şartıy la vasiyeti yerine getirilir. Terekenin üçte birini aşan vasiyet için, ölenin miras çılarının izni. gerekir. Onlar izin vermezlerse, terekenin üçte birinin üzerindeki vasiyet geçersizdir. Borçlar ödenip vasiyetler yerine getirildikten sonra, geriye kalan tereke, mirasçılar arasında kitap ve sünnetin belirttiği şekilde taksim edilir. Âyet-i kerime’de "Babalarınız ve oğullarınızdan hangisinin size fayda ba kımından daha yakın olduğunu siz bilemezsiniz." buyurulmaktadır. Abdullah b. Abbas buradaki "Yakınlık"tan maksadın, âhirette görülecek yakınlık olduğunu, zira orada, Allahü teâlântn, kullarından bazılarını, diğerlerine şefaatçi kılacağını söylemiştir. Denebiür ki, kadın erkekten daha zayıf ve mala daha fazla muhtaç iken mirastaki payı niçin erkeğin payının yarısı kadardır? Deriz ki: "Şunu unutmamak gerekir ki: "İslam dini her za man ihtiyaçları göz önünde bulundurmuştur. İslamda erkeğin malî mükellefiyetleri kadından kat kat fazladır. Çocukların nafakası, tedavi masrafları, eğitim giderleri vb. masraflar her erkeğe aittir. Kadının mehiri, konulu, yeyip içeceği, giyeceği ve diğer masrafları da erkeğe aittir. Kadında böyle bir sorumluluk yoktur. Kadın sadece alır fakat vermez. Verme mükellefiyeti yoktur. Külfetsiz nimete konar. İslam ona bu imtayazı vermiştir. Kadının, biriktirdiği maddi varlığını harama zemini azdır. İnsanın yaradılışı icabı, kadının vazifeleri evin iç işleriyle ilgilidir. Evin iç işlerini yürüt mek, çocuklara bakıp onları büyütmek, onun vazifesidir. Buna mukabil, yine yaradılış özel likleri icabı dışişleri Üstlenmek te erkeğin vazifesidir. Ailenin bütçesinden o sorumludur. Bu itibarla mali yükümlülükleri de denk değildir. İşte bu durum muvacehesinde erkekle kadını miras payında eşit tutmak elbette ki hakkaniyete uymamaktadır. Bu sebeple Islahı, mirasta erkeğe iki, kadına bir pay hükümünü koymuştur. Rejimler bir bütündür. Bir müessesesi alınarak diğerleri nazar-ı itibare alınmadan üzerinde yorum yapılamaz. Mücahid ise, buradaki yakınlıktan maksadın, dünyada görülecek yakınlık olduğunu söylemiş, İbn-i Zeyd de, bu yakınlığın hem Allah’a yakınlık hem de dünyadaki davranışlarla gösterilecek yakınlık olduğunu söylemiştir. 12Eğer hanımlarınızın çocukları yoksa, bıraktıkları mirasın yarısı sizindir. Şâyet çocukları varsa, bıraktıkları mirasın dörtte biri sizindir. Bu paylar, ölenin vasiyeti yerine getirildikten ve varsa borcu ödendikten sonra verilir. Eğer siz, çocuk bırakmadan ölürseniz, geriye bıraktığınız mirasın dörtte biri hanımlarınızındır. Şâyet çocuklarınız varsa, bıraktığınız mirasın sekizde biri hanımlarınızmdır. Bu paylar, yaptığınız vasiyetler yerine getirilip ve varsa borcunuz ödendikten sonra verilir. Eğer ölen bir erkek veya kadın, usul ve füruu olmayıp zayıf bir derece ile varis olunuyorsa, kendisinin bir erkek veya kız kardeşi bulunuyorsa, bunlardan herbirinin miras payı, terekenin altıda biridir. Eğer mevcut olan kardeşler bundan daha çok iseler, bu takdirde kardeşler mirasın üçte birini, eşit olarak taksim ederler. Bu paylar, ölenin vasiyeti yerine getirilip ve varsa borcu öden dikten sonra verilir. Ancak mirasçılar zarara uğratılmamalıdır. Bunlar, Allah tarafından bir emirdir. Allah, her şeyi bilen ve yarattıklarına çok yumuşak davranandır. Ey erkekler, karılarınız ölür de geride çocuk bırakamayacak olursa onların terekelerinin yarısı sizindir. Onların çocuğu varsa, bıraktıkları mirasın dörtte biri size aittir. Bu taksim de onların meşru ölçüler içinde yaptıkları vasiyetlerin yerine getirilmesinden ve borçlarının ödenmesinden sonra yapılır. Kadınların, ölen kocalarından kendilerine düşen miras paylan ise siz kocaların, herhangi bir çocuğunuz olmadığı zaman bıraktığınız mirasın dörtte biridir. Eğer çocuğunuz varsa, kadınların payı mirasınızın sekizde biridir. Bu taksim de, yaptığınız meşm vasiyetlerinizin yerine getirilmesinden ve borçların ödenmesinden sonra yapılır. Eğer bir erkeğe veya kadına babası ve çocuklan dışındaki kimseler mirasçı oluyorsa bunların da mirastan payı altıda birdir. Şâyet, anneden kardeşler iki ise her biri mirasın altıda birini alır. Bu kardeşler ikiden fazla iseler hepsi müştere ken mirasın üçte birini alırlar. Bunlar, anne tarafından kardeşler oldukları için mirasta erkek ve kız ayınmı yapılmaz. Bu taksimat da, yapılan meşru vasiyetin yerine getirilmesinden ve borçların ödenmesinden sonra yapılır. Vasiyet yapılır ken mirasçılara zarar verilmez. Bu hükümler, Allah tarafından bir emirdir, allah, her şeyi bilendir ve yaratıklarına çok yumuşak davranandır. Âyet-i kerime’de geçen ve "Eğer, ölen bir erkek veya kadın, usul ve füruu olmayıp zayıf bir derece ile varis olunuyor da" diye tercüme edilen cümlesindeki kelimesinin mânâsı hakkında âlimler, farklı görüşler zikretmişlerdir, a- Hazret-i Ebubekir, Hazret-i Ömer, Abdullah b. Abbas, Süleym b. Abd es-Seluli, Katade, Hakem, İbn-i Zeyd, Zühri ve İbn-i İshaktan nakledilen bir görüşe göre "Kelale" demek, çocuk ve babanın dışında olan kimse" demektir. Bu hususta şa'bi diyor ki; "Ebubekir (radıyallahü anh)dan Kelalenin mânâsı soruldu. O da dedi ki: "Ben bu kelimenin mânâsı hakkında kendi görüşümü söyleyeceğim. Eğer doğruysa Allah’tandır. Yanliş ise benden ve Şeytandandır. Kanaatimce Kelale, baba ve çocuğun dışındaki akrabalardır." Şa'bi diyor ki: "Ömer (radıyallahü anh) Halife olunca o da şöyle dedi: "Ben, Ebubekirin söylediği bir şeyi reddetmekten dolayı Allah’tan utanırım. b- Tavusun, Abdullah b. Abbastan naklettiğine göre ise "Kelale"den maksat, çocuğun dışındaki akrabalardır. Abdullah b. Abbastan nakledilen bu görüşe göre bir kişi ölür de geride anne baba ve anne bir kardeşler bırakacak olursa, anne, terekenin altıda birini alır. Anne bir kardeşler de terekenin altıda birine mirasçı olurlar. Çünkü bu görüşe göre, babası bulunan kimse "Kelale" yoluyla mirasçı olma durumundadır. c- Hakeme göre ise "Kelale" babanın dışındaki akrabalardır. Müfessirler, ölüp geriye, baba ve evlat dışındaki mirasçılan bırakan kimsenin, bu durumuna "Kelale" durumu denildiğini ancak "Kelale"nin ölen kişinin kendisini sıfatı mı yoksa baba ve çocuklan dışındaki mirasçılarının sıfatı mı olduğu hususunda iki görüş zikretmişlerdir. Süddi ve Abdullah b. Abbasa göre Kelale, ölen kişinin sıfatıdır. Babası ve çocuklan bulunmayarak ölen kişiye "Kelale" denir. Diğer bir kısım âlimlere göre ise "Kelale", ölenin babası ve çocuklan olmaması halinde diğer mirasçılara verilen bir sıfattır. Bu durumda ölen bir kişinin kardeşine, bacısına ve diğer mirasçılarına "Kelale" denir. İbn-i Zeyde göre ise "Kelale" baba ve çocuğu almayarak ölen kişinin hem kendisine hem de mirasçılarına verilen bir sıfattır. Taberi bu görüşlerden, "Kelale"den maksat mirasçılardır." diyen görüşün tercihe şayan olduğunu zira bu hususta Resûlüllahtan rivâyet edilen şu sahih hadislerin, mirasçılara "Kelale" dendiğini ifade ettiklerini söylemiştir.. Cabir b. Abdullah diyor ki: "Dedim ki: "Ey Allah'ın Resulü, mirasın kime ait olacak? Zira bana ancak "Kelale" durumundaki kimseler mirasçı oluyorlar." Bunun üzerine mirasçıların paylarını bildiren âyet nazil oldu Buhari, K. el-Vudu, bab: 44 Amr b. el-Kari diyor ki: "Resûlüllah, "Cirane" denen yerden, Umre yapmak üzere Mekkeye geldiğinde acı çeken ve düşkün bir halde olan Sa'dı ziyaret etti. Sa'd dedi ki: "Ey Allah'ın Resulü, benim malım var. Bana mirasçılar "Kelale" olarak mirasçı olacaklar. Ben, malımın hepsini vasiyet edeyim mi? Veya tasaddukta bulunayım mı? "Resûlüllah: "Hayır" dedi. Ahmed b. Hanbel, Müsned, C.4 S. 60 Alâ b. Ziyad diyor ki: "Bir adam Ömer b. el-Hattaba soru sordu ve dedi ki: "Benim mirasçılarım "Kelale"dir. Ben malımın yarısını vasiyet edeyim mi? Ömer "Hayır" dedi. Darimi, K. el-vasaya, bab: 8 Âyet-i kerime’de geçen "Eğer ölen bir erkek veya kadın, usul ve füruu olmayıp zayıf bir derece ile varis olunuyor da, kendisinin bir erkek veya kızkardeşi bulunuyorsa, bunların herbirinin miras payı, terekenin altıda biridir." ifadesindeki "Erkek ve kizkardeş"ten maksat, Sa'd b. Ebi Vakkasın kıraatmda da zikredildiği gibi ölenin anne bir erkek kardeşi veya kızkardeşidir. Bu kardeşler, kadın olan anneleri yoluyla mirasçı oldukları için, erkek kardeşle kızkardeşin payı eşittir. Âyet-i kerime’de: "Ancak mirasçılar zarara uğratılmamalıdır." buyurulmaktadır. Bu ifadeden maksat, miras bırakan vasiyet ederken mirasçılarına zarar vermeyecek bir şekilde vasiyet etsin." demektir. Abdullah b. Abbas: "Vasiyet ederken mirasçılara zarar vermek büyük gü nahlardandır." demiştir. Bu hususta Ebû Hureyre de Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)in şöyle buyurduğunu Rivâyet ediyor: "Bir erkek veya kadın, aitmiş sene Allah’a itaatla amel ederler. Sonra bu ikisine ölüm gelir çatar. Vasiyet ederken mirasçılarına zarar verirler. Böylece ikisi için de cehennem ateşi vacib olur." Ebû Hureyre bundan sonra bu âyetin "Ancak mirasçılar zarara uğratılmamalıdır." bölümünü okumuştur. Nur sûresi, 24/2 13İşte bunlar, Allah'ın koyduğu sınırlardır. Kim Allah’a ve Resulüne itaat ederse, Allah onu, altından ırmaklar akan cennetlere koyar. Orada ebedi kalacaklardır. İşte büyük kurtuluş budur. Allah'ın size gönderdiği bu hükümler, ona itaatla isyan arasına koyduğu sınırlardır. Bunları aşmayın. Kim, Allah'ın emirlerini tutup yasaklarından kaçı narak Allah’a ve Peygamberine itaat ederse, Allah onları altından ırmaklar akan cennetlerine koyar. Onlar orada ebedi olarak kalırlar. Orada ne ölüm vardır ne de oradan çıkmak. İşte en büyük kurtuluş budur. Âyette geçen ve "Allah'ın koyduğu sınırlar" diye tercüme edilen ifadesi Süddi tarafından "Allah'ın zikrettiği şartlardır." şeklinde Ab dullah b. Abbas tarafından, "Allah’a itaat yollandır." şeklinde izah edilmiştir. Bazılarına göre ise bu ifadeden maksat, Allah'ın sünneti emirleridir. Bazılarına göre ise "Allah'ın beyan ettiği farzlardır." şeklinde izah edilmiştir. Taberi ise kelimesinin mânâsının, "iki şeyin arasını ayıran sınır." demek olduğunu, bu sebeple buradaki dan maksadın "Allah’a itaatle itaatsizliğin ara sını ayıran sınırlar." demek olduğunu söylemiştir. Yani, Allah'ın, mirasa dair zikrettiği hükümler, Allah’a itaatle isyanın arasını ayınp belirleyen sınırlardır. Nitekim, âyetin sonunda, Allah’a itaat edenlerin mükâfaatlandırılacaklarının zikredilmesi ve bundan sonra gelen âyette de isyan edenlerin cezalandırılmalarının zikredilmesi, bu izahın doğru olduğunu göstermektedir. 14Kim, Allah’a ve Resulüne isyan eder ve Allah'ın koyduğu sınarları aşarsa Allah onu, ebedi kalacağı cehennem ateşine koyar ve onun için alçaltıcı bir azap vardır. Kim, Allah'ın emirlerine karşı gelip, haram kıldıklarını işleyerek miras hükümlerine aykın davranarak Allah’a ve Peygamberine isyan eder ve Allah'ın koymuş olduğu hudutları aşıp yasakladığı şeyleri işlerse, Allah onu, ebedi ola rak içinde kalacağı, azap görmekle ölmeyeceği cehenneme koyacaktır. Onun için, hor ve hakir düşüren bir azap vardır. Taberi diyor ki: "Eğer denilecek olursa ki: "Mirasın taksiminde Allah'ın emirlerine uymayan kimse ebedi olarak cehennemde kalacak mıdır ki miras hükümlerini belirten âyetlerden sonra zikredilen bu âyette, Allah’a isyan edenin, ebedi olarak cehennemde kalacağı beyan diliyor?" Cevaben denilir ki: "Şâyet miras taksiminde, Allah'ın emirlerine uymayan kimse bu haliyle birlikte Allah'ın farz kıldığı miras hükümlerinde şüphe edecek olursa veya Allah’a karşı meydan okuyacak olursa, elbette ki böyle bir kimse, ebediyen cehennemde kalır. "Nitekim, Abdullah b. Abbasın da zikrettiği gibi, miras hükümlerini belirten âyet-i kerimeler inince bir kısım münafık insanlar bu âyetlerin hükmünde şüphe etmişler diğer bazıları ise bu âyetin hükümlerine karşı çıkmışlardır. 15Zina yapan kadınlarınıza karşı içinizden dört şahit getirin. Şahitlik yaparlarsa ölüm onların alıncaya veya Allah, onlara bir yol açıncaya kadar evlerde tutun. Evli olsun veya olmasın, kadınlarınızdan zina yapanlar aleyhine dört müslüman erkeği şahit tutun. Eğer bu erkekler, kadının zina ettiğine dair şahitlik yaparlarsa, ölüm onları alıncaya veya Allah bir yol açıncaya kadar onları evlere hapsedin. Âyet-i kerime’de: "Allah onlara bir yol açıncaya kadar evlerde tutun." buyurulmaktadır. Bu âyet, evli veya bekâr olarak zina eden erkek ve kadının cezalarının, Allahü teâlâ tarafından beyan edilmesinden önce nazil olmuştur. Bu âyete göre zina eden evli veya bekâr kadınlar evlere hapsedilip tutuluyordu. Kendileri için çıkar bir yol bekleniyordu. Daha sonra inen âyetler, evli olarakzina eden erkek ve kadının cezalarını veya bekâr olarak zina eden erkek ve kadınların cezalarını beyan etti. Böylece bu âyette zikredilen yol açılmış oldu. Bu âyette açılmasının beklenmesi istenen ve daha sonra açılan yolun, yani cezanın ne olduğu hususunda çeşitli görüşler zikredilmiştir. a- Abdullah b. Abbas, Ata b. Ebi Rebah, Abdullah b. Kesir, Süddi, İbn-i Zeyd ve Dehhaka göre, zina edenler için daha sonra açılan yol ve kesinleşen ceza şudur: Zina eden erkek olsun kadın olsun bekâr ise kendisine yüz sopa vurulur. Bu husus şu âyet-i kerime’de zikredilmektedir. "Zina eden kadın ve erkeğin her birine yüzer değnek vurun. Müslim, K. el-Hudud, bab: 13, Hadis No: 1690 / Ebû Davud, K. el-Hudud, bab: 23, Hadis No: 4413 Zina edenler erkek olsun kadın olsun evli iseler taşlanarak öldürülürler. Nitekim Resûlüllah’ın tatbikatı böyle olmuştur. b- Katade ve Ubade b. Samite göre zina edenler için açılan yol ve kesinleşen ceza şudur: Zina eden erkek veya kadın bekâr ise her birine yüzer sopa vurulur. Ve bir yıl sürgün edilir. Evli iseler herbirine yüzer sopa vurulur. Daha sonra taşlanarak öldürülürler. Bu hususta Ubade b. Samit şunları söylemiştir: "Resûlüllah âyet indiğinde sıkıntı içine girerdi. Yüzünün rengi değişirdi. Yine bir gün ona âyet indirildi. Kendisinin o hale girdiği görüldü. Daha sonra bu sıkıntıdan açılınca şöyle buyurdu: (Şu hükmü) benden alırı; Allah; zina eden kadınlar için yol belirledi. Evlinin evli ile zina etmesi cezasını da, bekânn bekâr ile zina etmesinin cezasını da belirtti. Evli olarak zina edene önce yüz sopa vurulur daha sonra taşlanarak öldürülür. Bekâr olarak zina edene ise yüz sopa vurulur sonra bir yıl sürgün edilir. Ebû Davud, K. el-Vasâya, bab: 3, Hadis No: 2867 Taberi diyor ki: Tercihe şayan olan görüş "Allah onlara bir yol açıncaya kadar evlerde tutun." ifadesindeki, açılması beklenen ve daha sonra açılan yoldan maksat, evli olarak zina edenlerin taşlanarak öldürülmeleri, bekâr olarak zina edenlere de yüz sopa vurulması ve bir yıl sürgün edilmeleridir." diyen görüştür. Zira Resûlüllah’ın, evli olarak zina edenlere yüz sopa vurmadığına sadece recmettiğine dair nakledilen haberler sahihtir. Keza Resûlüllah’ın, bekâr olarak zina edenler yüzer sopa vurulmasına ve bir yıl sürgün edilmelerine dair hüküm verdiği sahih olarak nakledilen haberlerdendir. Bu haberler Ubade b. Samitten nakledilen, evli olarak zina edenlere, recmedilmelerinden önce yüz sopa vurulmasını beyan eden haberin zayıf olduğunu göstermektedirler. Abdullah b. Abbas diyor ki: "İslamın ilk zamanlarında kadın zina edince ölünceye kadar eve hapsedilirdi. Sonra Allahü teâlâ "Zina eden erkekle zina eden kadından herbirine yüzer sopa vurun." âyetini gönderince Resûlüllah, evli olduğu halde zina edenleri recmederek öldürttü. Böylece Allahü teâlâ, zina edenlere verilecek cezayı göstermiş oldu. 16Sizden fuhuş yapan kadın ve erkeğe eziyet edin. Tevbe edip ken dilerini ıslah ederlerse onlardan vaz geçin. Şüphesiz ki Allah, tevbeleri kabul eden ve çok merhamet edendir(Nisa). Fuhuş yapan bekâr kadın ve bekâr erkeğe, ayıplayarak, azarlayarak, döverek eziyet edin. Şâyet onlar tevbe eder ve Allah'ın rızasını kazanacak şekilde ameller işleyerek kendilerini düzeltirlerse onları bırakın. Şüphesiz ki Allah, tevbeleri çokça kabul eden ve çokça merhamet edendir. * Âyet-i kerime’de "Sizden fuhuş yapan kadın ve erkeğe eziyet edin" Duyurulmaktadır. Müfessirler bu âyette, fuhuş yaptıkları belirtilen kişilerin kimler oldukları hususunda farklı görüşler zikretmişlerdir. a- Süddi ve İbn-i Zeyde göre bu âyette, fuhuş yaptıkları zikredilen kimselerden maksat, erkek olsun kadın olsun bekâr olarak zina edenlerdir. Zira bundan önceki âyette, evli olarak zina yapanların hükümleri zikredilmiş ve onların hapsedilmeleri emredilmiştir. Bu âyette de bekâr olarak zina edenler zikredilmiş ve kendilerine eziyet edilmesi emredilmiştir. b- Mücahide göre ise bu âyette, fuhuş yaptıkları zikredilen kimselerden maksat, birbirleriyle livata yapan cinsel erkeklerdir. c- Ata, İkrime, Hasan-ı Basri ve Abdullah b. Kesire göre ise bu âyeti kerime’de, fuhuş yaptıkları beyan edilen kişilerden maksat, evli veya bekâr zina eden erkek ve kadındır. Taberiye göre bu görüşlerden daha doğru olanı, bu âyette zikredilen "Fuhuş yapanlardan maksat, bekâr olarak zina eden erkek ve kadınlardır." diyen görüştür. Zira bu âyette, fuhuş yapanlar tesniye (İkil) olarak zikredilmişlerdir. Şâyet bundan önceki âyet kadınlara, bu âyet de erkeklere ait hükümleri beyan etmiş olsalardı bu âyette ya çoğul kalıbı kullanılarak denirdi veya tekil kalıbı kullanılarak denirdi. Durum böyle olmadığına göre bu âyetin sadece erkeklere ait hükmü beyan ettiğini söylemek isabetli değildir. Diğer yandan, bundan önceki âyette de, fuhuş yapanların cezası belirtildiğine göre bu âyette zikredilen "Fuhuş yapanlar"ın, evlilerden farklı kimseler oldukları muhakkaktır. Önceki âyette zikredilenlerin cezası hapsedilme, bu âyette zikredilenlerin cezası da eziyet etme olduğuna göre ve hayat boyu hapsedilme, eziyet görmeden daha ağır bir ceza olduğuna göre, önceki âyet, evli olarak zina edenlerin cezasını, bu âyette de bekâr olarak zina edenlerin cezası belirtilmiştir. Nitekim daha sonra da, evli olarak zina edenlerin cezası, bekâr olarak zina edenlerden daha ağır olarak belirlenmiştir. Evliler taşlanarak öldürülür bekârlar ise yüz sopa vurulur ve sürgün edilir. Âyet-i kerime’de, fuhuş yapanlara eziyet edilmesi emredil inektedir. Mü-fessirler bu eziyetten neyin kastedildiği hususunda çeşitli görüşler zikretmişlerdir. a- Katade ve Süddiye göre burada zikredilen eziyetten maksat, sözle ayıplama ve kınamadır. Bu hususta Süddi diyor ki: "Cezalar gelmeden önce zi na eden bir genç erkek azarlanır ve ayıplanıldı. Ta ki bu işi bıraksın" b- Mücahide göre ise burada zikredilen eziyetten maksat, zina edenlere sövmmektir. c- Abdullah b. Abbasa göre ise buradaki eziyetten maksat, hem sözle ayıplamak hem de sövmektir. Taberi diyor ki: "Allahü teala bu âyet-i kerime’de mü’minlere, zina eden erkek ve kadınlara eziyet etmelerini emretmiştir. Aslında eziyet, insanın görmüş olduğu ve sevmediği bir muameledir. Bu şey, bir kötü söz de olabilir bir kötü davranış da. Buradaki eziyetten neyin kastedildiği hususunda kesin bir delil ol madığına göre bunu herhangi bir eziyete tahsis etmek doğru değildir. Bizim bu eziyetin ne olduğunu bilmemizde de hiçbir fayda yoktur. Zira burada zikredilen eziyet, Nur suresinde beyan edilen sopa atma ve Resûlüllah’ın yaptığı recmetme cezalarıyla neshedimiş ortadan kaldırılmıştır. Nitekim Mücahid, İkrime, Hasan-ı Basri, Abdullah b. Abbas, Süddi, Dehhak, Katade ve İbn-i Zeyd bu âyetin, ve bundan önceki âyetin, Nur suresinin ikinci âyeti ve Resûlüllah’ın sünnetiyle neshedildiğini zikretmişlerdir. Hasan- Basri diyor ki: "Zina cezasıyla ilgili olarak inen ilk âyet budur. Bu âyet, zina yapanlara sadece eziyet edilmesini emretmektedir. Bundan önceki on beşinci âyet ise hapis cezası verilmesini hükme bağlamaktadır. Nur suresinin ikinci âyetinden onuncu âyetine kadar olan âyetler ise fuhuş hakkında inen en son âyetlerdir. Bu itibarla zine yapanlar bekâr iseler, kendilerine yüz sopa vurulur. Eğer biri evli diğeri bekâr iseler, kendilerine yüz sopa vurulur. Eğer biri evli diğeri bekâr ise evliye recm bekâra sopa cezası tatbik edilir. Bu sebeple bu surenin on beşinci ve on altıncı âyetleri mensuhtur. Ebû Müslime göre ise on beşinci âyet, sevicilik yapan kadınlar hakkındır. On altıncı Âyet bir birleriyle livata yapan eş cinsel erkekler hakkındadır. Nur suresinin ikinci âyetinden onuncu Âyetine kadar olan âyetler ise zina yapan erkek ve kadınlar hakkındadır. Ebû Müslim, Mücahidin de bu görüşte olduğunu söylemiştir. Bu görüşe göre âyetler mensur değildir. Müfessirlerin çoğunluğu ise bu görüşün tutarsız olduğunu söylemiştir. 17Allah katında makul olan tevbe, ancak cehaletle kötülük işleyip, hemen tevbe edenlerin tevbesidir. İşte onların tevbesini Allah kabul eder. Allah, her şeyi çok iyi bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir. Allah katında makul olan tevbe ancak, Allah’a iman ettikleri halde bilme yerek kötülük işleyip sonra da kendilerine ölüm gölmeden önce derhal tevbe edenlerin tevbesidir. Allah işte böyle insanların tevbesini kabul eder. Allah, kullarından kendisine yönelenleri çok iyi bilendir, yaptıklarında ve sevk ve idare sinde hüküm ve hikmet sahibidir. Âyet-i kerime’de geçen ve "Cehaletle kötülük işleyen" diye tercüme edilen ifadesindeki "Cehaletle" kelimesin den neyin kastedildiği hususunda müfessirler çeşitli görüşler zikretmişlerdir. a- Ebul Âliye, Katade, Mücahid, Süddi, Abdullah b. Abbas, Ata b. ebi Rebah ve İbn-i Zeydden nakledilen bir görüşe göre, buradaki "Cehaletle" ifade sinden maksat, kulun, günah işleme halidir. Bu hususta Ebul Âliyenin şunu söy lediği rivâyet edilmiştir: "Resûlüllah’ın sahabileri derlerdi ki "Kulun günah işle mesi cehaletin kendisidir." Katade de şöyle demiştir: "Resûlüllah’ın sahabileri, kasıtlı olsun kasıtsız olsun, herhangi bir şekilde günah işlenecek olursa onun ce halet olduğu hususunda ittifak etmişlerdir." Bu izaha göre, âyetin bu bölümünün mânâsı: "Allah katında makbul olan tevbe, ancak cahilce kötülük işleyip..." şeklindedir. b- Mücahid ve Dehhaktan nakledilen diğer bir görüşe göre buradaki "Cehaletle" ifadesinden maksat, "Kasıtlı olarak günah işleyen" demektir. c- Dehhaka göre ise buradaki "Cehaletle" ifadesinden maksat, dünyada işlenen günahtır. Taberi bu görüşlerden, tercihe şayan olanı "Cehaletle" ifadesinden mak sat, "Kötülüğü işlemektir" şeklindeki görüş olduğunu söylemiştir. Günah işleye nin, kasıtlı ve kasıtsız olması farksızdır. Aksi takdirde, kasıtlı bir şekilde günah işleyenin günahının affedilmeyeceğini söylemek icabederki, bu da, Resûlüllahtan geldiği sabit olan "Her tevbe edenin, tevbesinin kabulünün ümit edildiği ve güneş batıdan doğmadıkça tevbe kapısının açık olduğunu" şeklindeki hadislere ters düşmekte ve Allahü teâlânın şu âyetine muhalif olmaktadır. "Fakat tevbe edip, iman eden ve salih amel işleyen bunun dışındadır. İşte onlar cennete gire cekler ve hiçbir haksızlığa uğratilmayacaklardır..Meryem sûresi, 19/60 Âyet-i kerime’de zikredilen ve "Hemen tevbe ederler" diye tercüme edilen cümlesindeki ifadesinden neyin kaste dildiği hususunda müfessirler çeşitli görüşler zikretmişlerdir. a- Süddi ve Abdullah b. Abbasa göre "Hemen" diye tercüme edilen ifadesinden maksat, "Hayatta ve sıhhatli iken" demektir. b- Abdullah b. Abbas, Ebû Miclez, Muhammed b. Kays ve Dehhaktan nakledilen diğer bir görüşe göre bu ifadeden maksat, "Ölüm meleğini gönneden önce" demektir. Dehhak, kulun tevbesi, ölüm meleğini görünceye kadar geçerlidir. Ölüm meleğini gördükten sonra artık onun için tevbe imkanı yoktur." demiştir. c- Dehhak, İkrime, İbn-i Zeyd, Ebû Kılabe ve Hasan-ı Basriden nakledi len diğer bir görüşe göre "Hemen" diye tercüme edilen ifadesin den maksat, "Ölüm gelmeden önce tevbe etmektir" Bu hususta Ebû Kılabe di yor ki: "Allah tebareke ve teala, İblise lanet edince, İblis ondan kendisine müh let vermesini istedi. Allahü teâlâ da ona, kıyamet gününe kadar mühlet verdi. Bu nun üzerine İblis "İzzetine yemin olsun ki ben, Âdemoğlunun vücudunda can bulunduğu müddetçe onun kalbinden çıkmayacağım." dedi. Allahü teâlâ da "Ben de izzetime yemin ederim ki, onun vücudunda can bulunduğu müddetçe ben onun için tevbe kapısını kapatmayacağım." buyurdu. Hasan-ı Basri diyor ki: "Bana ulaştığına göre, Resûlüllah buyurmuştur ki "İblis, Âdemin vücudunun içinin boş olduğunu görünce şöyle demiştir: "İzzetine yemin olsun ki, onun vücudunda can bulunduğu müddetçe ben onun içinden çıkmayacağım." Allahü teâlâ da buyurmuştur ki "Ben de izzetime yemin ederim ki, onun vücudunda can bulunduğu müddetçe onunla tevbesi arasına girmeyece ğim." Abdullah b. Ömer de Resûlüllah’ın şöyle buyurduğunu Rivâyet etmiştir: "Şüphesiz ki Allah, "Can boğaza gelip dayanarak göğüse hırıltı düşme dikçe, kulun tevbesini kabul eder. Tirmizi, K. ed-Davât, bab: 99 Hadis No: 3537/İbn-i Mace, K. ez-Zühd, bab: 30, Hadis No: 4253 Taberi diyor ki: "Burada, "Hemen tevbe ederler" diye tercüme edilen ifadesini "Ölüm gelip çatmadan önce Allah'ın emir ve yasaklarını anlayabilecek haldeyken tevbe ederler." diye izah eden görüş daha isabetlidir. Zira tevbenin mânâsı, işlemiş olduğu günahlardan dolayı pişman olmak ve bir daha yapmamaya dair karar vermektir. Kişinin, ölümünden önce böyle bir karar ver mesi, her zaman için mümkündür. Ancak, böyle bir karar verebilmesi için aklı nın yerinde olması, ölüm sarhoşluğu ve can verme meşakkati içinde olmaması gerekir. Nitekim Resûlüllah "Göğüse hırıltı düşünceye kadar" tevbenin kabul edileceğini beyan etmiştir. Önemli olan, kişinin, aklı başındayken bilinçli bir şe kilde tevbe etmesidir. 18Günah işleyip te kendisine ölüm gelince "Şimdi tevbe ettim." di yenler ile kâfir olarak ölenlerin tevbesi kabul olmaz. İşte bunlar için canyakıcı bir azap hazırladık. Allah’a isyanda ısrar edip sonra ölüm gelip kendisine çattığında öleceğini hissederek "Şimdi ben tevbe ettim." diyenler ile kâfir olarak ölenlerin tevbeleri Allah katında, kabul edilen tevbelerden değildir. Biz, işte onlar için can yakıcı bir azap hazırladık. * Kul, ölüm sarhoşluğu halindeyken, canını almak isteyen meleği ve diğer varlıkları görür de "Şimdi ben tevbe ettim." derse böyle tevbeler Allah katında makbul değildir. Nitekim Abdullah b. Ömer, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)in şöyle buyurduğunu riva yet etmektedir. "Şüphesiz ki Allah, kulunun tevbesini, can çekişme haline düşüp boğazı na hırıltılar gelmeden evvel kabul Tirmizi, K. ed-Davad, bab: 99 Hadis No: 3537 / Ibn-i âce, K. ez-Zühd, bab: 30 Hadis No: 4253 Müfessirler "Günah işleyip te kendisine ölüm gelince 'şimdi tevbe ettim' diyenler." ifadesinde zikredilen kişilerden kimlerin kastedildiği hususunda çeşit li görüşler zikretmişlerdir. a- Rebi' b. Enese göre burada işaret edilen kimseler münafıklardır. Zira bundan önceki âyette mü’minlerin, âyetin bu bölümünde münafıkların ve sonun da da kâfirlerin tevbe etme durumları zikredilmiştir. b- Süfyan es-Sevriye göre ise burada işaret edilen kişilerden maksat, müslümanlardır. Zira münafıkların da dahil oldukları kâfirlerin tevbe etme durumları âyetin sonunda zikredilmiştir. c- Abdullah b. Abbasa göre ise âyetin bu bölümünde zikredilen kişilerden maksat, müslümanlardır. Ancak âyetin bu bölümü neshedilmiştir. Zira Allahü teâlâ bu âyetten sonra "Şüphesiz ki Allah, kendisine ortak koşanları bağışlamaz. Bunun dışında dilediğini bağışlar, Nisa sûresi, 4/116 âyetini indinniştir. Kâfir olarak ölenlere affedilmeyi haram kılmış, tevhid ehlinin tevbesini ise kendi iradesine bağlamıştır. Onları, af hususunda ümitsizliğe düşünmemiştir. Taberi bu görüşlerden ikinci görüş olan Süfyan es-Sevrinin görüşünün tercihe şayan olduğunu, âyet-i kerime’nin, can verme sarhoşluğundaki müslümanların tevbelerinin kabul edilemeyeceğini beyan ettiğini söylemiştir. Zira münafıkların da gerçekten kâfir olduklarından âyetin sonunda, tevbeleri kabul edilmediği beyan edilen kâfirlere dahil olduklarını bu sebeple âyetin bu bölümünden maksadın münafıklar olduğu söylendiği takdirde âyette yersiz tekrar olduğu kabul edileceğini zikretmiştir. 19Ey iman edenler, istemedikleri halde kadınlara zorla vâris olmanız size helal değildir. Açık bir hayasızlık yapmadıkça, onlara verdiğinizin bir kısmım alıp götürmeniz için onları sıkıştırmayın. Onlara iyilikle mua mele eden. Eğer onlardan hoşlanmıyorsanız, olabilir ki hoşunuza gitmeyen bir şeyde Allah sizin için çok hayır takdir etmiştir. Ey iman edenler, akrabalarınızdan herhangi biri ölür de geriye hanımı kalırsa o hanımı rızası olmadan miras yoluyla, zorla o hanımla evlenmeye kalkma yın. Zina, isyankârlık gibi açık bir hayasızlık yapmadıkça, onlara vermiş olduğunuz mehir ve benzeri şeyleri geri almak için onları sıkıştırmayın, onlara eziyet etmeyin. O kadınlara iyilikle muamele edin. Allah'ın size emrettiği gibi davranın. Şâyet o kadınlardan hoşlanmıyorsanız onları hemen boşamayın, bekleyin. Belki hoşunuza gitmeyen şeylerde Allah sizin için çok hayır takdir etmiştir. Müfessirler, âyet-i kerime’nin "Ey iman edenler, istemedikleri halde zorla kadınlara varis olmanız size helal değildir." bölümünde zikredilen "Varis olma" ifadesini iki şekilde izah etmişlerdir: Abdullah b. Abbas, Sehl b. Haniyf, İkrime, Hasan-ı Basri, Ebû Miclez, Ata b. Ebi Rebah, Mücahid, Süddi, Dehhak, İbn-i Zeyd ve Miksem, burada zik redilen "Vâris olma" ifadesinden maksadın, ölen akrabanın karısıyla evlenmeye varis olma anlamında olduğunu söylemişlerdir. Zira cahiliye döneminde bir ki şinin babası veya kardeşi yahut oğlu gibi akrabaları ölür de geriye karısı kalacak olursa bu kişi bu akrablarının karısıyla evlenme hakkına varis olduğunu kabul eder, onunla, mehir vermeksizin evlenirdi. Veya başka birisiyle evlendirir mehirini de kendisi alırdı. Yahut da ölünceye kadar onun evlenmesine engel olurdu ki kadın ancak ölen kocasından aldığı mehiri geri vererek evlenme hak kına sahib olabilsin. Bu hususta Abdullah b. Abbas diyor ki: "İslamdan önceki cahiliye döne minde bir erkek ölür de geride hanımı kalırsa, ölen kişinin akrabaları kendileri ni, o kadını almaya daha layık kabul ediyorlardı. İsterlerse kendileri o kadınlarla evleniyorlar veya başkalarıyla evlendiriyorlar, isterlerse de o kadının, ölünceye kadar başkalarıyla evlenmesine mâni oluyorlardı. İşte bunun üzerine bu âyet nazil oldu ve bu âdeti yasakladı. b- Abdullah b. Abbas ve Zühriden nakledilen diğer bir görüşe göre bura da zikredilen "Vâris olma"dan maksat, kadınların mallarına zorla vâris olmadır. Zira, cahiliye döneminde, kadınlar istemedikleri halde velileri onların evlenmelerine engel oluyor, evlerinde hapsediyorlardı. Ta ki öldüklerinde onların miraslarına sahibolsunlar. Bu hususta da Abdullah b. Abbas diyor ki: "Kişi ölür de geriye karısı kalacak olursa, Ölen adamın akrabası gelir, elbisesini o kadının üzerine atar böyle ce başkalarına engel olurdu. Eğer kadın güzel ise onunla evlenirdi. Çirkin ise, öldüğünde malına mirasçı olmak için onu evinde haphsederdi. Taberi diyor ki: "Bu görüşlerden, tercihe şayan olan görüş, burada zikredilen vâris olmadan maksadın, akrabaların karılarının nikâhlarına varis olduğunu söyleyen görüştür. Zira, Allahü teâlâ, mirasın hükümlerini belirten âyetlerde, erkek olsun, kadın olsun, akrabaların birbirlerine nasıl mirasçı olacaklarını be yan etmiştir. Ayrıca bu âyette, erkeklerin, kadınlara zorla varis olmalarının yasaklamasına gerek yoktur. Bundan da anlaşılmaktadır ki, bu âyetle, yasaklanması istenen, ölen akrabaların hanımlarının nikâhına mirasçı olma düşüncesidir. Böylece Allahü teâlâ, kişinin, evlendiği hanımından faydalanma hakkının, ölmesiyle sona ermiş olacağını ve bu faydalanma hakkının diğer eşyalardan fayda lanma hakkı gibi, mirasçılarına intikal etmeyeceğini beyan etmiştir. Âyet-i kerime’de geçen ve "Kadınlara verdiklerinizin bir kısmını alıp gö türmeniz için onları sıkıştırmayın." şeklindeki tercüme edilen ifade müfessirler tarafından farklı şekillerde izah edilmiştir. a- Abdullah b. Abbas, Haşan-ı Basri ve İkrime gibi bir kısım âlimlere göre burada hitap, Ölen erkeğin mirasçılarıdır. Ve bu ifadeden maksat şudur: Ey ölen erkeklerin mirasçıları siz, ölen akrabanızın sağ kalan karısının, kocasından aldığı mehire mirasçı olmanız için onun evlenmesine engel olup onu ölünceye kadar hapsetmeyin." Abdullah b. Abbas, Katade, Said b. Cübeyr, Süddi ve Dehhaktan nakledilen diğer bir görüşe göre burada hitap kocalaradır ve bu ifadeden maksat şudur: "Ey insanlar, sizler, kendilerine ihtiyaç hissetmediğiniz kadınları istemeyerek nikâhniz altında tutup, kendilerine verdiğiniz mahirleri tekrar size iade etmeleri için onları sıkıştırmayın. Bu hususta Abdullah b. Abbas diyor ki: Kişi evlendiği hanımı sevmediği için ondan ayrılmak ister fakat verdiği mehiri geri almak için ayrılmadan önce onu sıkıştırır veya herhangi bir eziyette bulunursa, o kişi işte bu âyetin muhatabıdır. Allahü teâlâ, böyle davranmayı yasaklamıştır. c- Mücahide göre ise, buradaki hitap, kadınların velilerinedir. Allahü teâlâ, Bakara suresinin iki yüz otuz ikinci âyetinde, velilere, kadınların evlenmelerine engel olmalarını yasakladığı gibi bu âyette de velilere, kadınların evlenmelerine engel olmalarını yasaklamıştır. d- İbn-i Zeyde göre ise, âyetin bu bölümündeki hitap, karılarını boşayan kocalarına aittir. Zira, Mekkede bulunan Kureyşliler, şerefli kadınlarla evleniyorlar sonra da geçinemedikleri oluyordu. Bu takdirde koca kendisi izin vermeden, başkasıyla evlenemeyeceğine dair kadından yazılı bir belge alıyordu. Bir kimse gelip o kadınla evlenmek isteyecek olursa kadın, bir şeyler vererek eski kocasını razı ederse kadının evlenmesine müsaade ederdi. Aksi takdirde onun evlenmesine engel olurdu. İşte bu âyet-i kerime indi ve karılarını boşayan kocaların böyle davranmalarını yasakladı. Taberi diyor ki: "Bu görüşlerden tercihe şayan olan görüş, buradaki hita bın, evli olan kocalara yapıldığını söyleyen görüştür. Allahü teâlâ, karısını sev mediği ve ondan ayrılmak istediği halde, onu boşamayan, sadece verdiği mehiri geri alması için onu nikahı altında tutan ve onu sıkıştıran kocalara, bu şekilde davranmalarını yasaklamıştır. Ancak, kanlan açık bir hayasızlık yaptıkları tak dirde, böyle bir tazyike baş vurarak verdikleri mehirleri geri alabileceklerine izin vermiştir. Taberi devamla diyor ki: "Bu görüşü tercih etmemizin sebebi şudur: "Ka dını sıkıştıracak ve hapsedecek iki kısım erker vardır. Bunlardan biri, kocasıdır. Koca, sevmediği halde sırf verdiği mehiri geri almak için kadını, nikahı altında tutar ve aynı zamanda ona kötü davranır ki kadın mehiri geri verip boşansın. Diğeri ise, kadının evlendinnede velisidir. Madem ki, kadını hapsedecek olan bu iki kısım erkektir, bunlardan, velinin kadına verdiği bir şeyi geri alması söz konusu değildir. Âyet-i kerime, sıkıştıran kişinin, verdiği şeyi geri alma maksadı ile sıkıştırdığını beyan etmektedir. O halde buradaki muhatabın, kadının kocası olduğu muhakkaktır. Âyet-i kerime’de, "Açık bir hayasızlık yapmadıkça" buyurulmaktadır. Yani, "Ey mü’minler, kendilerini sevmediğiniz halde sırf, verdiğiniz mehiri size iade etmeleri için, karılarınızı nikâhınız altında tutup, onları sıkıştırmayın. Ancak, onların apaçık bir hayasızlık yapmaları durumu müstesnadır. Onlar, böyle bir hayasızlık yapacak olurlarsa sizin, verdiğiniz meniden tekrar size iade etmeleri için onları sıkıştırmanız helaldir." Müfessirler âyetin bu bölümünde zikredilen hayasızlıktan neyin kastedil diği hususunda iki görüş zikretmişlerdir. a- Hasan-i Basri, Ata el-Horasani, Ebû Kılabe ve Süddiye göre burada geçen "Hayasızlık"tan maksat, kadının zina etmesidir. Kadın böyle bir suç işlemiş olursa kocanın, karısına baskı yaparak, vermiş olduğu mehiri geri alması caizdir. Kadına verilecek zina cezası ayrıdır. b- Abdullah b. Abbas, Miksem, Dehhak, Katade ve Ata b. Ebi Rebaha göre ise, burada zikredilen "Hayasızlık"tan maksat, kadının kocasına buğuz et mesi ve ona itaat etmemesidir. Bu görüş, Abdullah b. Mes'uddan da nekledilmiştir. Taberi ise, buradaki hayasızlığın, mutlak bir şekilde zikredilmesi hase biyle, kadının, kocasına karşı diliyle eziyet etmesini de, iffetini korumayarak zi na eünesini de kapsar mahiyette olduğunu söylemiş bu sebeple karısından itaat sizlik ve eziyet gören yahut onun fuhuş işlediğini tesbit eden bir kocanın, karısı nı sıkıştırarark ona verdiği mehiri geri almasının caiz olacağını söylemiştir. Taberi bu hususun bu âyet-i kerime’de açıkça ifade edildiği gibi Resûlüllahtan rivâyet edilen şu hadis-i şeriflerde de beyan edildiğini zikretmiştir. Resûlüllah, Veda hutbesinde şöyle buyurmuştur: "Ey insanlar, kadınlar hususunda Allah’tan korkun. Çünkü siz onları Allah’ın size emaneti olarak aldınız. Onların, avret mahallerini Allah'ın emriyle helal edindiniz. Sizin, onların üzerinde olan hakkınız, sevmediğiniz bir kimseye yata ğınızı çiğnetmemeleridir. (İstemediğiniz kimseleri izniniz olmadan evlerinize kabul etmemeleridir. Veya zina etmemeleridir.) Şâyet bunu yapacak olurlarsa siz onları ağır bir şekilde olmamak şartıyla dövün. Kadınların sizin üzerinizdeki hakları ise örfe göre yiyecekleri ve giyecekleridir. Müslim, K. el-Hac, bab: 147 Hadis No: 1218 / Ebû Davud, K. el-Menasik, bab: 57, Hadis No: 1905Diğer bir hadisinde Resûlüllah şöyle buyurmuştur: "Kadınlar hakkında, Aziz ve Celil olan Allah’tan korkun. Çünkü kadınlar, sizin yanınızda yardımcılardır. Kendileri için hiçbir şeye sahip değillerdir. Onla rın sizin üzerinizde sizin de onların üzerinde haklarınız vardır. Sizin, onların üzerinde olan haklarınız, sizin dışınızda herhangi bir kimseye yatağınızı çiğnet memeleri ve istemediğiniz bir kimsenin, evinize girmesine izin vermemeleridir. Şâyet kadınların itaatsizliğinden korkacak olursanız onlara öğütte bulunun. Ya taklarından uzaklasın ve onları, ağır olmayacak bir şekilde dövün. Onların sizin üzerinizdeki hakları ise örfe göre yiyecekleri ve giyecekleridir. Sizler kadınları Allah'ın emaneti olarak aldınız ve onları avret mahallerini Allah'ın emriyle helal edindiniz. Ahmecl b. Hanbel, Müsned, C. 5 S. 73 20Bir eşi bırakıp ta başka bir eş almak isterseniz, onlardan birine (bıraktığınıza) pek çok mal vermiş olsanız dahi ondan bir şey geri almayın. Onu bir iftira ve açık bir günah olarak mı geri alacaksınız? Hanımlarınızdan birini boşayıp yerine başka bir hanımla evlenmek istedi ğinizde, boşamak istediğiniz hanıma, daha önce mehir olarak pek çok mal vermiş olsanız bile, bu mallardan herhangi bir şeyi geri almanız size helal olmaz. Siz o malı bir iftira sonucu ve açık bir günah olarak mı geri alacaksınız? Cahiliye döneminde, karılarını boşamak isteyen bazı erkekler, evlen dikleri zaman, tamamını vermeyip bir kısmını üzerlerinde bıraktıkları mehirini vermekten kurtulmak için, kadına zina isnad eder böylece ona iftirada bulunurlardı. İşte bu âyet-i kerime, bu davranışın çirkinliğine işaret etmektedir. 21Birbirinizle kaynaşıp başbaşa kalmışken ve onlar sizden kuvvetli bir ahit almışken verdiğinizi nasıl geri alabilirsiniz? O kadınlara vermiş olduğunuz melikleri nasıl geri alabilirsiniz? Sizler, birbirinizle kaynaşıp başbaşa kaldınız. O kadınlar, sizden evlenirken kendilerini ya iyilikle nikâhınız altında tutacağınıza veya özellikle bırakacağınıza dair kuv vetli bir söz almışlardır. Abdullah b. Abbas, Mücahid ve Süddiye göre buradaki "Başbaşa kal ma" ifadesinden maksat, cima etmektir. Bu hususta Abdullah b. Abbas diyor ki: "Âyette geçen "Birbirinizle kaynaşmışken" ifadesinden maksat, cinsi yaklaşımdır. Fakat Allahü teâlâ bunu, yüceliği gereği üstü kapalı bir şekilde ifade buyur muştur. Âyet-i kerime’de geçen ve "Onlar sizden kuvvetli bir ahit almışken." ifadesindeki "Kuvvetli ahit"ten neyin kastedildiği hususunda farklı görüşler zikredilmiştir. a- Dehhak, Katade, Süddi, Hasan-ı Basri ve Muhammed b. Şirine göre burada, kadınların aldıkları zikredilen kuvvetli ahitten maksat, Allahü teâlânın beyan ettiği gibi, nikah akdi yaparken, erkeklere, ya kendilerini iyilikle tutmala rım veya güzellikle serbest bırakmalarını şart koşmalarıdır. Âyet-i kerime, er keklere, bu vaadlerinde durmalarım emretmektedir. b- Mücahid, Muhammed b. Ka'b el-Kurezi ve İbn-i Zeyde göre bu âyet de zikredilen "Kuvvetli ahit"den maksat, kadınları erkeklere helal kılan nikah akdidir. c- Cabir, İkrime ve Rebi' b. Enese göre ise bu âyette zikredilen "Kuvvetli ahit"ten maksat, Resûlüllah'ın şu hadisinde beyan ettiği ifadelerdir. "Kadınlar hakkında Allah’tan korkun. Çünkü siz onları Allarım emanet et mesiyle aldınız ve Allah'ın emriyle avret mahallerini kendinize helal edindiniz. Müslim, K. el-Hac, bab: 147, Hadis No: 1218 / Ebû Davud, K. el-Menasık, bab: 57 Hadis No: 1905 Bu izaha göre; "Kadınlar sizden kuvvetli bir ahit almışlardır." demek, "Siz kadınları Allah'ın size emanetiyle aldınız ve onların avret mahallerini Allah'ın emriyle kendinize helal edindiniz." demektir. Taberi diyor ki: "Bu görüşlerden tercihe şayan olan, burada zikredilen kuvvetli ahitten maksat, kadınların, evlenirken kocalarından, kendilerini iyilikle tutacaklarına veya güzellikle serbest bırakacaklarına dair söz almalarıdır." diyen görüştür. Müfessirler, bu âyet-i kerime’nin mensuh olup olmadığı hakkında ihtilaf etmişlerdir. Bazılarına göre bu âyet-i kerime muhkemdir, mensuh değildir. Bu itibarla, koca karısını boşarken, ona verdiği mehirden herhangi bir şeyi geri al ması caiz değildir. Ancak koca değil de kadın boşanmak isterse bu takdirde bir muhalaa olarak caizdir. Bekir b. Abdullah el-Müzeniye göre ise, boşanmayı ka dın isterse dahi erkeğin, kadını boşama karşılığında herhangi bir şey alması caiz değildir. İbn-i Zeyde göre ise kadınlara verilen mehiri geri almayı yasaklayan bu âyet-i kerime, Bakara suresinde zikredilen şu âyet-i kerime ile neshedilmiştir "Kadınlara verdiğiniz mallardan herhangi bir şeyi geri almanız, size helal değildir. Ancak eşlerin, Allah'ın koyduğu hudutları koruyamamaktan korkmaları hali müstesnadır. Şâyet, Allah'ın koyduğu sınırları koruyamamalarından korkarsanız, kadının boşanması için bir bedel vermesinde, her iki eşe de bir günah yoktur. Bakara sûresi, 2/229 Taberi diyor ki: "Bu görüşlerden tercihe şayan olanı, kadınlara verilen mehirin boşanma halinde geri alınmayacağım beyan eden bu âyetin mensuh olmadığını söyleyen ve karısım boşayan kocanın, karısına verdiği mehirden bir şeyi geri almasının caiz olmayacağını, ancak karının boşanmayı istemesi halde caiz olabileceğini zikreden görüştür. Taberi sözlerine devamla diyor ki: "Bu âyet-i kerime’nin. Bakara suresin de geçen âyetle neshedildiğini söyleyebilmek için her iki âyetin hükümlerinin birbirlerine muhalif olmada ve bağdaştırmalarının imkânsız olması durumunda söz konusu olabilir. Halbuki bu âyetlerin hükümleri, birbirleriyle çelişmemektedir. Zira, bu surede zikredilen âyet, erkeğin, kadını boşamayı istemesi halinde, ona verdiği mehirden bir şey alamayacağı ifade edilmiş, Bakara suresinde zikredilen âyette ise erkek istemediği halde kadının boşanmayı istemesi durumunda, erkeğin, kadından, boşanması karşılığında bir şeyler alabileceğini ifade etmek tedir. Âyetlerin hükümleri birbirleriyle çelişmediğine göre ve bu âyetin neshedildiğine dair de kesin bir delil bulunmadığına göre bu âyetlerden birine nâsih birine mensuh demek doğru değildir. Taberi devamla diyor ki: "Bekir b. Abdullah el-Müzenin "Boşanma isteği kadın tarafından gelse dahi erkek, karısını boşama karşılığında ondan herhangi bir şey alamaz." şeklindeki sözü, isabetli değildir. Zira, Resûlüllah’ın, Sabit b. Kays b. Şemmas'a boşanmak isteyen karısından, vermiş olduğu mehiri geri almasını emrettiği, sahih bir haber olarak sabittir. 22Cahiliyet devrinde geçenler müstesna, babalarınızın nikahladığı kadınları nikahlamayın. Çünkü bu, hayasızlıktır, sevilmeyen bir şeydir ve kötü bir yoldur. Müfessirler bu âyet-i kerime’yi çeşitli şekillerde izah etmişlerdir: a- Abdullah b. Abbas, Katade, İkrime ve Ata b. Ebi Rebaha göre bu âyeti kerime, cahiliye döneminde ölen babalarının kanlarıyla oğulların evlenmesi âdetini yasaklamıştır. Şöyle ki: İslamdan önce, cahiliye döneminde evlatlar, babalarının nikahladığı sonra da boşamaları veya ölmeleriyle ayrıldıkları kadınları nikanlıyorlardı. İslam bu çirkin tatbikatı yasakladı ve bunun bir hayasızlık, Allah’ın gazabına sebep olacak bir davranış ve çok kötü bir iş olduğunu beyan etti. Bu hususta İkrime diyor ki: "Bu âyet-i kerime, babalarının kanlarıyla ev lenen şu kimseler hakkında nazil olmuştur: Bunlardan biri Ebû Kays b. el-Eslet'dir. Bu kişi, babası Eslet'in ölmesinden sonra analığı Ümmü Ubeyd bint-i Damre ile evlenmiştir. Bu kişilerden bir diğeri, Esved b. Haleftir. Bu da babası Halefin ölmesinden sonra, analığı olan Bint-i Ebû Talha ile evlenmiştir. Bir başkası da Safvan b. Ümeyyedir. Bu da babası Ümeyye b. Halefin ölmesinden sonra, analığı olan Fahite bint-i el-Esved ile evlenmiştir. Başka biri de, Manzur b. Rebabdır. Bu da babası Rebab b. Seyyarın ölümünden sora, analığı olan Müleyke bint-i Harice ile evlenmiştir. b- Diğer bir kısım müfessirlere göre bu âyetin mânâsı şöyledir: "Sizler, kadınlarla, babalarınızın evlendikleri gibi fasit şekilde evlenmeyin. Ancak sizin, cahiliye dönemindeki babalarınız gibi evlenmeniz müstesnadır. Babalarınızın, cahiliye dönemindeki fasit olarak evlenmeleri hayasızlıktır, sevilmeyen bir şeydir ve kötü bir yoldur. c- İbn-i Zeyd ise, bu âyeti şu şekilde izah etmiştir. "Ey insanlar, sizler, babalarınızın sahih bir nikahla evlendikleri hanımlarla evlenmeyin. Ancak onla rın, nikahsız olarak zina ettikleri kadınlar müstesnadır. Sizin, böyle olan kadınlarla evlenmeniz helaldir. Çünkü onlar, babalarınıza helal olan kadınlar değiller di. Babalarınızın onlarla böyle yapmaları hayasızlıktı, sevilmeyen bir şeydi, kö tü bir yol idi. Taberi, bu görüşlerden ikinci görüşün tercihe şayan olduğunu söylemiş, âyetin mânâsının şöyle olduğunu zikretmiştir: "Ey insanlar, sizler, babalarınızın fasit bir şekilde evlendikleri gibi evlenmeyin. Ancak sizin, cahiliye döneminde, balalarınız gibi fasit bir şekilde evlenmeniz müstesnadır, bağışlanmıştır. Zira babalarınızın fasit bir şekilde evlenleri hayasızlıktır, sevilmeyen bir şeydir ve kötü bir yoldur. Taberi, bu görüşü tercih etmesine gerekçe Olarak cümlesinde (......) nın zikredilmesini göstermiştir. Çünkü (......) insanlar dışındaki varlıklar için kullanılır. Bu itibarla bu cümlenin mânâsı "Sizler, babalarınızın evlendikleri kimselerle (kadınlarla) evlenmeyin." mânâsı kastedilmiş olsaydı, yukarıda zikredilen cümlede (......) nın yerine (......) kullanılırdı. Zira insanlar için kullanılır. 23Size, annelerinizle, kızlarınızla, kızkardeşlerinizlc, halalarınızla, teyzelerinizle, kardeş kızlarıyla, kizkardeş kızlarıyla, sizi emziren süt annelerinzle, süt kardeşlerinizle, karılarınızın anneleriyle, cinsi münasebette bu lunduğunuz karılarınızdan olan ve evinizde bulunan üvey kızlarınızla evlenmek haram kılındı. Eğer anneleriyle cinsi temasta bulunmamıştanız o kızlarla evlenmenizde bir mahzur yoktur. Sulbünüzden gelen oğullarınızın eşleriyle evlenmeniz ve iki kızkardeşi bir arada almanız da (haram kılındı, Cahiliye devrinde) geçen ise artık geçmiştir. Şüphesiz ki Allah, çok bağışla yan ve çok merhamet edendir. Allahü teâlâ bu âyet-i kerime’de, soy, süt ve hısımlık yoluyla evlenilmesi haram kılınan kadınları zikretmiştir. Soy yoluyla haram olanlar yediye ayrılır: Bunlar, anneler, kızlar, kızkardeşler, halalar, teyzeler, kardeş kızları ve kızkardeş kızlarıdır. Âyette, süt yoluyla haram olanlardan süt anneler ve süt kızkardeşler zik redilmiştir. Süt mevzuunda şu hadis-i şerif Rivâyet edilmiştir: Soy yoluyla haram kılınanlar, süt yoluyla da haramdır. Buhari, K. eş-Şahadât, bab: 7, K. en-Nikfih, bab: 20, 117 / Müslim, K. er-Radâ bab: 2,9, 12, 13 / Ebû Davul, K. en-Nikâh, bab: 7, Hadis No: 2055 Bunun mânâsı şudur: Nasıl ki soy yoluyla anneler, kızlar, kızkardeşler, halalar, teyzeler, kardeş kızları, kizkardeş kızları haram ise aynı şekilde süt emen kimseye de süt yoluyla akraba olan bu kimseler haramdır. Yani süt emen kimseye süt anne si, süt kızı, süt kızkardeşi, süt halası, süt teyzesi, süt kerdişinin kızı, süt kızkardeşinin kızı haramdır. Hısımlık yoluyla haram kılınanlar ise, eşlerin annesidir. Bunlar, kızların sadece nikah edilmesiyle kızlarını nikahlayan kimseye haram olurlar. Gerdeğe girmeleri şart değildir. Eşlerin başka kocadan olan üvey kızları. Bunlar, annele rinin sadece nikahlanmalarıyla haram olmazlar. Ancak annelerinin gerdeğe gir mesiyle üvey balalarına haram olurlar. Kişinin kendi sulbünden gelen öz oğlunun eşiyle devlenmesi haramdır. Üvey evladının hanımıyla evlenmesi ise caizdir. İki kizkardeşle aynı anda evli olmak ta haramdır. Yani bir kimse, bir kadınla evli iken onu boşamadan veya o kadın ölmeden onun kızkardeşiyle evlenemez. Taberi diyor ki: "Bu âyette zikredilen kadınlarla evlenmenin haram oldu ğu hakkında bütün ümmet icma etmiştir. Sadece, kişinin nikahladığı karısıyla zifafa girmeden önce onu boşaması halinde, boşadığı o kadının annesiyle evle nip evlenemeyeceği hususunda ihtilaf vardır. a- Selef ve Halef ulemasının çoğunluğuna göre, kişinin karısının annesi, karısını sadece nikahlamasıyla ona haram olur. İster zifafa girsin ister girmesin. Bunlara göre zifafa girme şartı üvey kızlarla evlenme halinde aranır. Yani kişi bir hanım nikahlar da onunla zifafa girmeden önce onu boşarsa o kadının kızıy la evlenebilir. Eğer kadınla zifafa girmişse artık onun kızıyla hiçbir zaman evlenemez. Fakat kişinin karısının annesi böyle değildir. Yani bir kimse bir kadınla nikahlandıktan sonra onunla zifafa girmese dahi o kadının annesi o kişiye ebe diyen haramdır. b- Hazret-i Ali, Zeyd b. Sabit ve Mücahidden nakledilen diğer bir görüşe göre kişi, nikahladığı kadınla zifafa ginneden o kadını boşarsa o kadının annesiyle evlenebilir. Eğer zifafa girerse, zifafa girdiği kadının annesiyle evlenemez. Bunlara göre üvey kızlarla kayın validelerin durumu aynıdır. Taberi bu görüşlerden birinci görüşün tercihe şayan olduğunu söylemiştir. Çünkü bu görüş, sözleri delil olan âlimler tarafından ittifakla kabul edilen bir görüştür. Ayrıca bu hususta Resûlüllahtan da senedi tartışma götüren şu hadis Rivâyet edilmiştir. Resûlüllah buyurmuştur ki: "Kişi bir kadınla evlenecek olursa artık onun evlendiği kadının annesiyle evlenmesi helal olmaz. İster kadının kızıyla zifafa girmiş olsun isterse girmemiş olsun. Kişi, bir kadının annesiyle evlenecek olur da zifafa girmeden o kadını boşayacak olursa, dilerse o kadının kızıyla evlenebilir." Taberi diyor ki: "Her ne kadar bu hadisin isnadı tartışmaya açıksada da, sözleri delil olabilecek âlimlerin, bu hadisin ifade ettiği mânânın doğru olduğu nu söylemeleri, başka delil getirmeye ihtiyaç bırakmamaktadır. Bu hususta İbn-i Cüreyc diyor ki: "Ben Ataya dedim ki: "Bir kişi bir kadını nikahlar fakat onu yüzünü görmez ve onunla cinsi münasebette bulunmaz sonra da onu boşayacak olursa o kişi o kadının annesiyle evlenebilir mi?" Ata dedi ki: "Hayır evlene mez. Çünkü nikahlanan kadının annesi, kayıtsız şartsız haram kılınmıştır. Yani kızıyla zifafa girilmesi şart koşulmamıştır. Âyet-i kerime’de geçen ve "Cinsi temasta bulunduğunuz." diye tercüme edilen ifadesi, Abdullah b. Abbas tarafından cinsi temasta bulun ma" diye izah edilmiş İbn-i Cüreyce tarafından ise, kadının elbisesinden soyun ması mânâsında izah edilmiştir. Ataya göre bir kişi bir kadınla nikahlanır, kadın da erkeğin önünde soyunacak olursa erkek onunla cinsi münasebette bulunmasa dahi o kadının kızıyla ebediyyen evlenemez. Taberi bu görüşlerden birinci görüşün tercihe şayan olduğunu, buradaki ifadesinden maksadın, cinsi münasebet olduğunu söylemiştir. Âyet-i kerime’de: "Sulbünüzden gelen oğullarınızın eşleriyle evlenmeniz haram kılındı." buyurulmaktadır. Bütün âlimler, kişinin öz evladının nikahladığı hammıyla ebediyyen evlenemeyeceği hususunda ittifak etmişlerdir. Oğlu ister zifafa girmiş olsun ister girmemiş olsun. Kişi, süt oğlunun hammıyla da evlenemez. Ancak evlatlığının hammıyla evlenebilir. Nitekim Resûlüllah, Zeyd b. Harisenin boşadığı karısı Zeyneble evlenmiştir. Evlatlıkların, öz evlat gibi olmadıkları hususunda Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur: "Allah, evlatlıklarınızı, öz oğullarınız yapmadı. Ahzab sûresi, 33/4 "Muhammed, içinizdeki adamlardan hiçbirinin babası değildir Ahzab sûresi, 33/40 24Evli kadınlarla evlenmeniz de haram kılındı. Ele geçirdiğiniz ca riyeler müstesna. Bunlar, Allah'ın, üzerinize farz kıldığı hükümlerdir. Bunların dışında iffetli olarak, zina etmeksizin, mallarınız vasıtasıyla evlenmek istemeniz size helal kılındı. Onlardan faydalanmanıza mukabil, kararlaştırılmış olan (nehirlerini verin. Mehir takdir edildikten sonra birbirinizi razı etmenizde bir mahzur yoktur. Şüphesiz ki Allah, her şeyi çok iyi bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir. Âyet-i kerime’de geçen ve "Evli kadınlarla evlenmeniz de haram kılındı. Ele geçirdiğiniz cariyeler müstesna" şeklinde tercüme edilen cümledeki: ve kelimeleriyle hangi kadınların kastedildiği hususunda farklı görüşler zikredilmiştir. kelimesinin asıl manâsı "Ko runmuş olanlar" demektir. Bir kadının korunmuş olması evlenmesiyle veya if fetli oluşuyla gerçekleşeceğinden buradaki kelimesinden evli kadinlar mı yoksa iffetli kadınlar mı kastedildiği hususunda ihtilaf edilmiştir. Di ğer yandan ifadesinin asıl mânâsı, "Sağ ellerinizle sahibolduklarınız." demektir. Yani, kişiye bir mal gibi intikal eden kadınlar demektir. Bu şekilde bir kadın savaşta ganimet alınmak suretiyle elde edilebileceği gi bi cariye olan bir kadının satın alınması suretiyle de elde edilebilir. Bu sebeple "Sağ ellerinizle sahibolduğunuz" ifadesiyle, ganimet alman kadınlar mı yoksa satın alman cariyeler mi kastedildiği hususunda da ihtilaf edilmiştir. Bu ihtilafları şu şekilde açıklamak mümkündür: a- Abdullah b. Abbas, Ebû Kılabe, İbn-i Zeyd ve Mekhule göre bu âyette zikredilen kelimesinden maksat, "Evli olan ve esir düşmeyen kadınlardır." Bunlarla evlenilmesi haramdır. ifadesindeki kadınlardan maksat ise, evli oldukları halde düşmandan ganimet kadınlardır. Bunların ganimet alınmaları, kocalarıyla evlilik bağını koparır. Bu sebeple bu kadınlarla iddetleri bittikten sonra evlenmak caizdir. Bu görüşte olanlar, delil olarak bu âyet-i kerime’nin, "Evtas" denen yerde ganimet olarak alınan kadınlar hakkında nazil olduğunu zikretmişlerdir. Bu sebeple, Allahü teâlâ bu âyet-i kerime’de, evli olan kadınlarla evlenmenin haram olduğunu bildirmekte ancak cihad sırasında kafirlerden esir alınan evli kadınları istisna etmektedir. Bunlar cariyelerdir ve sahiplerine helaldir. Ebû Said el-Hudri diyor ki: "Resûlüllah Huneyn" sevaşından sonra "Evtas" denen yere asker gönderdi. Düşmanla karşılaşıp savaştılar. Neticede galip geldiler. Ganimetler ve cariyeler aldılar. Fakat bu sahabiler, aldıkları cariyelerin, müşriklerden kocaları bulunma sı sebebiyle onlara yaklaşmaktan kaçındılar. Bunun üzerine Allahü teâlâ: "Evli kadınlarla evlenmeniz de haram kılındı. Ele geçirdiğiniz cariyeler müstesna." âyetini indirdi. Böylece cariyeler, iddetleri bittikten sonra, esir düşmeden önce evli olmalarına bakılmaksızın mü’minlere helal kılındı. Müslim, K. er-Radâ, bab: 33, Hadis No: 1456 / Ebû Davud, K. en-Nikah, bab: 45, Hadis No: 2155 /Tirmizi, K. Tefsir el-Kur'an, Sûre 4, Hadis No: 3016 Abdullah b. Abbas diyor ki: "Her evli kadınla evlenmek zinadır, haramdır. Ancak harp sırasında ganimet olarak almanlar müstesnadır." b- Abdullah b. Mes'ud, İbrahim en-Nehai, Said b. el-Müseyyeb, Hasan-ı Basri, Übey b. Ka'b, Cabir b. Abdullah ve Enes b. Malikten nakledilen diğer bir görüşe göre burada zikredilen kelimesinden maksat, "Evli olan her hangi bir kadındır. "Evli olan kadınların başkalarıyla evlenmeleri haramdır. ifadesindeki kadınlardan maksat ise evli olan köle kadınlardır. Evli olan köle kadınlar, satın alındıkları takdirdde onları satın alanlarla evlenmeleri helaldir. Zira cariyeleri satmak, onları boşatmak demek olur. Bunlara göre âyetin bu bölümünün mânâsı şöyledir: "Evli olan kadınlar da size haram kılınmıştır. Ancak cariye oldukları için satın aldığınız evli kadınlar müs tesnadır. Bunlarla evlenmeniz helaldir. c- Ebû Âliye, Ubeyde es-Selmani, Tavus, Said b. Cübeyr, Ata, Süddi. ve Abdullah b. Abbastan nakledilen diğer bir görüşe göre burada zikredilen kelimesinden maksat, iffetli olan kadınlardır. ifadesindeki kadınlardan maksat ise, kişinin, nikah akdi yaparak dörde kadar ev lenebileceği hür kadınlardır. Bunlara göre âyetin mânâsı şöyledir: "Akrabaları nız dışında olan iffetli kadınlarla evlenmeniz de haramdır. Ancak onlardan, dör dü aşmamak şartıyla nikah akdi yapıp mehir vererek ve şahit tutarak serî bir şe kilde evlenmiş olduğunuz kadınlar müstesnadır. İşte bunlar size helaldir." Bu görüşte olanlara göre âyet-i kerime’nin bu bölümü, surenin başlangıcında dörde kadar kadınla evlenilebileceğini beyan eden âyet-i kerime’yi izah etmektedir. Zi ra dörtten fazla evlenmenin haram olduğu ve dörde kadar evlenilen kadınların da şer'î usullerde nikahlanarak helal olduklan bu âyetten anlaşılmaktadır. d- Mücahtd, Abdullah b. Abbas, Said b. el-Müseyyeb Adullah b. Mesud, Mekhul ve İbrahim en-Nehaiden nakledilen diğer bu görüşe göre bu âyette zik redilen kelimesinden maksat, "Evli olan kadınlar"dır. Bunlarla ev lenmenin haram olduğu zikredilmiştir. ifadesinden maksat ise, nikahla veya mülkiyetine sahibolmakla evlenilen kadınlardır. e- Ebû Micleze göre buradaki kelimesinden maksat, ehl-i ki tabın kadınlarıdır. Allahü teâlâ bunlarla da evlenmenin haram olduğunu beyan etmiştir. Ancak nikah akdi yaparak veya mülküne sahibolarak bunlarla evlenilebi leceğini beyan etmiştir. f- Süleyman b. Ar'ara göre buradaki kelimesinden maksat, hür kadınlardır. Bunlarla nikah akdi yapılmaksızın evlenmenin haram olduğu beyan edilmiştir. g- Zühriye göre ise buradaki kelimesinden maksat, hür ve iffetli olan kadınlardır. Bunlar ya nikah yoluyla helal olurlar yahut cariye edinilmekle. h- Ebû Said el-Hudriden nakledilen diğer bir görüşe göre buradaki kelimesinden maksat, evli olan ve kocalarını bırakıp mü’minlere hicret eden kadınlardır. Allahü teâlâ bu âyet-i kerime’de, kocaları müslüman olan bu gibi kadınlan hicret etmeleri halinde muhacir müslümanlarla evlenemeyeceklerini beyan etmiştir. Ta ki kocaları hicret edip kendilerine kavusunlar. Taberi diyor ki: "Abdullah b. Abbas ve Mücahidin bu âyetin mânâsını anlayamadıklarını söyledikleri nakledilmektedir. Burada zikredilen kelimesi, kelimesinin çoğuludur. Asıl mânâsı "Evlenerek avret mahallerini koruyan kadın veya iffetinden dolayı kendisini hayasızlıktan koruyan kadın." demektir. Şehirlerin kalelerine denilmesi, o kalelerin, insanları, düşmanlarından korumalarmdandır. Madem ki (......)in asıl mânâsı "Korunmuş ve mani olunmuş" demektir o halde bu âyetin mânâsı da "Korunmuş ve yasaklanmış kadınlar size haramdır. Ancak malik olduklarınız müstesnadır." demektir. İşte âyetin mânâsı budur. Kadının korunmuş ve mani olunmuş olması, hür olmasıyla gerçekleşebilir. Nitekim şu âyet-i kerime’de ge çen bu mânâdadır. "...Sizden önce kendilerine kitap verilenlerden hür ve iffetli kadınlar... size helal kılındı... Maide sûresi, 5/5 Yine kadının "Korunmuş ve mani olunmuş" olması, müslüman olmasıyla gerçekleşebilir. Nitekim bundan sonra gelen âyet-i kerime’de zikredilen ve bu kökten gelen kelimesi bu mânâdadır. "...Eğer evlendikten sonra (Müslüman olduktan sonra) zina ederlerse o cariyelere, hür kadınlara verilen cezanın yarısı verilir. Nisa sûresi, 4/25 Keza kadının, korunmuş ve mani olunmuş olması, onun iffetliliği ile de olabilir Nitekim şu âyette zikredilen kelimesi bu mânâdadır. "İffetli kadınlara zina isnad edip te sonra bu iddialarını doğrulayacak dört şahit getire meyenlere seksen değnek vurun. Nurs sûresi, 24/4 Yine kadının, korunmuş ve mani olunmuş olması, evlenmesiyle de olabilir. Allahü teâlâ bu âyette zikrettiği kelimesini, yukarıda zikredilen mânâlardan herhangi birine tahsis etmemiştir. O halde kadın hangi mânâda korunmuş sayılırsa sayılsın onunla cinsi münasebette bulunmak haramdır. Ancak bizim, korunmuş olan bir kadını satın alarak mülkümüze geçirme durumunda veya nikahlayarak evlenmemiz durumunda korunmuş olan kadınlar bize helal olabilir. Bilindiği gibi Allahü teâlâ bizlere, hür olan kadınların, akrabalık ve hısım lık yoluyla haram olmayanlarından dörde kadar kadınla evlenmemizi helal kılmış, düşmandan aldığımız cariyelerden de, soy ve hısımlık yönünden haram ol mayanlarla evlenmemizi helal kılmıştır. Allahü teâlâ ayrıca, ehl-i kitap olan düş mandan alınan cariyelerin, esir alınmadan önce evli olmaları durumunda dahi onları, ganimet alanlara helal kılmıştır. İşte bizim için helal kılınan kadınlar bunlardır. Zina etmeye gelince, Allahü teâlâ bizlere, her türlü kadınla zina etmeyi ha ram kılmıştır. Kadın hür olsun köle olsun, müslüman olsun kâfir olsun bu hüküm değişmez. Kocası bulunan cariyeye gelince, bunun, sahibine helal olması, ancak kocasının boşaması veya ölmesinden sonra iddetinin bitmesiyledir. Efendisinin, evli olan cariyeyi satması, bu cariyenin, evli olduğu kocasından boşanmış olmasını ve onu satın alan yeni efendisine helal olmasını gerektirmemektedir. Zira Resûlüllah, efendisi tarafından evlendirilen Berire isimli bir cariyeyi, Hazret-i Âişenin, kararlaştırılan parayi vererek âzâd etmesinden sonra, evli olduğu kocasıyla evliliğini devam ettirip ettirmemesinde serbest bırakmıştır. Resûlüllah, Hazret-i Âişenin Berireyi azad etmesini, kocasından boşanma saymamıştır. Şâyet bu bir boşanma olsaydı Resûlüllah, Berireyi evliliği devam ettirip, ettirmemekte serbest bırakmazdı. Bu da gösteriyor ki Resûlüllah, azad edilmeden önce var olan nikah akdinin devam etmekte olduğunu kabul etmiştir. Şüphesiz ki, mülkiyetin düşmesi bakımından, kölenin azadedilmesiyle satılması aynıdır. Nasıl ki azadedilmesiyle mülkiyetinin düşmesine rağmen cariyenin nikahı bozulmuş olmuyorsa satılarak mülkiyetinin gitmesiyle de nikahı düşmez. Ancak azadedilmenin, satılmadan farklı bir yönü vardır. Azadedilen cariye, azad edilmeden önce evli bulunduğu kocasıyla evliliğini devam ettirip ettirmemekte serbest bırakılır. Cariyenin satılması durumunda böyle bir seçenek hakkı yoktur. Âyet-i kerime’de: "Bunların dışında iffetli olarak, zina etmeksizin, mallarınız vasıtasıyla evlenmek istemeniz size helal kılındı." buyuyrulmaktadır. Burada zikredilen "Bunların dışında mallarınız vasıtasıyla evlenme size helal kılındı." ifadesi müfessirler tarafından çeşitli şekillerde izah edilmiştir. a- Süddi ve Ubeyde es-Selmaniye göre bu ifadenin mânâsı "Beşten daha az olan kadınlarla mallarınızı vererek nikah yapıp evlenmeniz size helal kılındı." demektir. b- Ataye göre ise "Haram olduğu zikredilmiş olanların dışındaki kadınlarla, mallarınız vasıtasıyla evlenmeniz size helal kılınmıştır." demektir. ç- Katadeye göre ise bu ifadenin mânâsı "Haram olduğu bildirilenler dı şındaki dördü aşmayan hür kadınlarla ve cariyelerle, mallarınız vasıtasıyla ev lenmeniz size helal kılındı." demektir. Taberi diyor ki: "Bu görüşlerden tercihe şayan olanı, bizim izah ettiğimiz şu görüştür; Allahü teâlâ soydan ve hısımlıktan haram olan kadınları beyan etmiş ondan sonra muhsenat (korunmuş) olan kadınların haram olanlarını beyan etmiştir. Bu iki âyette, haram olduklarını zikrettiği kadınların dışındaki kadınlarla, mallar vasıtasıyla nikah yaparak veya satın alarak evlenmenin helal olduğunu, zinanın ise haram olduğunu beyan etmiştir. Taberi devamla diyor ki: "Eğer denilecek olursa ki" Akrabalık ve hısım lıkla haram olan kadınların dışında kalan kadınların helal olduklarını anladık fa kat muhsenat (korunmuş) olan kadınların hangileri helal hangileri haramdır?" Cevaben denilir ki: "Hür olan kadınlardan birden dörde kadar olanları helal, evli olmayan cariyelerden ise belli bir sayı söz konusu olmaksızın helaldırlar. Zira âyet-i kerime’deki: "Bu sayılanlar dışında olanlar size helaldir." ifadesi genel bir ifadedir. Bize helal olan her türlü kadını kapsamaktadır. Âyet-i kerime’de geçen ve "Onlardan faydalanmanıza mukabil kararlaştı rılmış olan mehirlerini verin." diye tercüme edilen ifade, müfessirler tarafından çeşitli şekillerde izah edilmiştir. a- Abdullah b. Abbas, Hasan-ı Basri, Mücahid ve İbn-i Zeyde göre âyetin, bu bölümünün izahı şöyledir: Evlenip kendileriyle zifafa girdiğiniz kadınların, takdir edilmiş bir miktar mehirlerini verin." Bu görüşte olanlara göre, kadınlar dan faydalanmaktan maksat, onlarla nikahlanıp zifafa girmektir. Bu hususta Ali b. ebi Talha, Abdullah b. Abbasın şunu söylediğini rivâyet etmiştir." Sizden biriniz bir kadınla evlenir sonra da onunla bir kere de olsa cinsi münasebette bulunacak olsa o kadının mehirinin tamamını vermek farz olur. Burada ifade edilen "Faydalanmak"tan maksat, "Cinsi temas"tır. Bunlara göre burda zikredilen ücretler'den maksat da mehirlerdir. b- Süddi, Mücahid, Abdullah b. abbas, Übey b. Kâ'b, Hazret-i Ali ve Said b. Cübeyrden nakledilen diğer bir görüşe göre âyetin bu bölümünün mânâsı şöyledir: "Sizler, kadınlarla belli bir süreye kadar evlenerek onlardan faydalandığı nızda, faydalanmanız karşılığında vermeyi tayin ettiğiniz ücretlerini onlara ve rin." Bu hususta Süddinin şunları söylediği rivâyet edilmektedir: Âyetin bu bölümü, mut'ayı ifade etmektedir. Mut'ada kişi bir kadını, belli bir süre için ve lisinin iznini alarak ve iki de şahit tutarak evlenir. Müddet bittikten sonra artık erkeğin, o kadının üzerinde hiç bir hakkı kalmaz. Ancak kadının rahminin temiz olduğunu anlaşılmasını (hamile olmadığının anlaşılmasını) beklemesi gerekir. Böyle bir nikahla evlenenler birbirlerine mirasçı olamazlar. Ebû Nedre, Abdullah b. Abbasın, Katade de Übey b. Kâ'bın, âyet-i keri menin bu bölümüne "Belli bir zamana kadar" mânâsını ifade eden cümlesini de ilave ederek şu şekilde okuduktan rivâyet etmişterdir: Bu kıraata göre, "Belli bir süreye kadar" cümlesi de ilave edildiğinden, bu âyetin, mut'a nikahına yorumlanması icab etmiş olur. Yine bu hususta Şu'be diyor ki: "Ben, Hakem'den "Âyetin bu bölümü mensuh mudur?" diye sordum. Hakem de dedi ki: "Hayır. Ali (radıyallahü anh) buyurdu ki: "Şâyet Ömer (radıyallahü anh) mut'a nikahını yasaklamış olmasaydı, şaki olanlar dışında kimse zina etmiş olmazdı." Taberi diyor ki: "Bu iki te'vilden doğru olan, âyet-i kerime’nin bu bölümünü: "Kadınlardan, nikahlayıp kendileriyle zifafa girdiklerinizin mehirlerini verin." şeklindeki te'vildir. Zira Allah'ın, sahih bir nikah yapmaksızın veya sahih bir mülkiyetle almaksızın, kadınlardan mut'a yoluyla faydalanmayı, Peygamberinin diliyle haram kıldığına dair kesin delil bulunmaktadır. Biz, bu kitabımızın başka yerlerinde, sahih nikahla yapılmayan mut'anın haram olduğuna dair deliller zikrettik. Ayrıca burada da zikretmemize gerek yoktur. Übey b. Kâ'b ve Abdullah b. Abbastan nekledilen kıraat şekline gelince bu kıraat, müslümanların Kur’an’larında tesbit edilmiş olan şeklen muhalif bir kıraattir. Hiçbir kimsenin, mazeretleri bertaraf edecek, kesin bir haber bulunmaksızın, Allahü teâlânın kitabına belli şeyler ilave etmesi caiz değildir. Âyet-i kerime’nin sonunda geçen ve "Mehir takdir edildikten sonra birbirinizi razı etmenizde bir mahzur yoktur." şeklinde tercüme edilen ifade, müfessirler tarafından farklı şekillerde izah edilmiştir. a- Hadremiye göre bu ifadenin mânâsı şöyledir: "Ey kocalar, sizler karılarınıza mehir takdir eder sonra da eliniz daralırsa mehirin indirilmesine veya bağışlanmasına dair birbirinizle, rıza gösterip ittifak etmenizde size bir günah yoktur. b- Süddiye göre ise bu ifadedin mânâsı şöyledir: "Ey insanlar, kendileriyle belli bir süreye kadar mut'a yaptığınız kadınlarla, süre bittikten sonra o süreyi ve takdir edilen ücreti arttırmaya, karşılıklı olarak razı olmanızda sizin için mahzur yoktur. c- Abdullah b. Abbasa göre bu ifadenin mânâsı şöyledir: "Ey insanlar, sizler, karılarınıza, onlardan faydalanma karşılığında mehirlerini verdikten sonra onlarla beraber kalmanızda veya ayrılmanızda sizin için bir mahzur yoktur, d- İbn-i Zeyde göre ise bu ifadenin mânâsı şöyledir: "Ey insanlar mehir takdir etmenizden sonra, karılarınızın mehirlerinden bir kısmını düşürmelerinde sizin için bir mahzur yoktur." Taberi diyor ki: "Bu görüşlerden tercihe şayan olanı, İbn-i Zeydin görüşüdür. Buna göre âyetin bu bölümünün mânâsı şöyledir: "Ey insanlar, sizler, yaptığınız nikah akdinden dolayı karılarınıza mehir vermenizden sonra sizlerle karılarınızın, mehirin bir kısmını düşürme veya alacağından vaz geçme yahut vadesini erteleme veya tamamen düşürme hususunda rıza göstererek ittifak et menizde sizin için bir mahzur yoktur." Âyetin bu bölümü, şu âyete benzemektedir: "Kadınların mehirlerini gö nül hoşluğu ile verin. Eğer kendi istekleriyle mehirin bir kısmını size bağışlarlarsa onu afiyetle yeyin. Nisa sûresi, 4/4 25Sizden, hür mü’min kadınlarla evlenmeye gücü yetmeyen kimse, sahibolduğunuz mü’min cariyelerden evlensin. Allah sizin imanınızı daha iyi bilir. Siz, birbirinizdensiniz. O halde sahiplerinin izniyle ve mehirlerini örfe göre vermek suretiyle cariyelerden iffetli olan zina etmeyen, dost da edinmeyenlerle evlenin. Evlendikten sonra zina ederlerse o cariyelere, hür kadınlara verilen cezanın yarısı vardır. Bu hükümler, içinizden, sıkıntıya düşmekten korkanlaradır. Eğer sabrederseniz sizin için daha hayırlıdır. Allah çok bağışlayan ve çok merhamet edendir. Sizden, mali gücü yeterli olmadığı için hür mü’min kadınlarla evlenme imkanı bulamayanlar, mü’min cariyelerle evlensinler. Putperestlerle evlenmesinler. İşlerin gerçek yüzünü ve sırlarını Allah daha iyi bilir. Bu itibarla evlenece ğiniz cariyelerin gizli taraflarını Allah’a havale edin. Sizler, birbirinizdensiniz. O cariyelerle, sahiplerinin iznini almak şartıyla evlenebilirsiniz. Ayrıca onlara, karşılıklı olarak anlaştığınız mehirlerini verin. Onların iffetli olmaları, fuhuş yapmamaları ve dost tutmamaları şartiyle onlarla evlenebilirisiniz. Bu cariyeler zina ederlerse bunların cezaları hür kadınlara verilen cezaların yarısı kadardır. Bu hükümler, içinizden günah işlemekten korkanlaradır. Sabreder de cariyelerle evlenmezseniz bu sizin için daha hayırlıdır. Âyet-i kerime’de geçen ve "Güç" mânâsına tercüme edilen kelimesi Mücahid, Abdullah b. Abbas, Katade, Said b. Cübeyr ve İbn-i Zeyde göre "Mal, bolluk ve maddi imkân" demektir. Buna göre âyetin bu bölümünün izahı şöyledir: "İçinizden kimin, hür ve mü’min kadınlarla evlenmeye maddi im kanı yoksa, mü’min olan cariyelerinizle evlensin." Rebia, İbn-i Zeyd, Cabir, İbrahim en-Nehai ve Atadan nakledilen diğer bir görüşe göre ise burada geçen kelimesinden maksat, "arzu ve istek"dir. Bunların anlayışına göre âyetin izahı şöyledir: "Sizden kimin, hür ve mü’min kadınlarla evlenme arzu ve isteği yok da cariyelerle evlenmek istiyorsa, mü’min olan cariyelerinizle evlensin." Taberi bu görüşlerden birinci görüşün tercihe şayan olduğunu kelimesinin mânâsının "Maddeten güç yetirme ve malca -zengin olma." demek olduğunu söylemiştir. Zira, bütün âlimler, Allahü teâlânın, haram kıldığı herhan gi bir şeyi sadece şehvani arzulan tatmin etmek için helal kılmayacağı hususun da ittifak etmişlerdir. O halde hür olan kadınlarla evlenme imkanı bulunan kişilere cariyelerle evlenmeyi haram kılan Allahü teâlânın, sırf şehvani arzulan tat min etmek için onlarla evlenmeye izin vermesi de düşünülemez. Zira, çaresiz kalan kimsenin leşten yeme ruhsatı, hayatını tehlikeden kurtarmak içindir. Şeh vani arzulan tatmin etmeme hali, böyle bir tehlikeyi meydana getirmeyeceğin den sırf bu arzuları tatmin etmek için haramların helal kılınması düşünülemez. Mesela, bütün âlimler, bir insanın, hür veya cariye olan bir kadına âşık olması halinde, kadının ona ancak nikahlanmasıyla, cariyenin de satın alınmasıyla helal olacağı hususunda ittifak etmişlerdir. Böyle bir kimse, âşık oldu diye, bir kadın la nikahsız olarak evlenebilir mi? Veya cariyeyi satın almadan onunla ilişki ku rabilir mî? Bütün bunlar gösteriyor ki, burada ki kelimesinin mânâsı, maddeten güç yetirmektir. Arzu ve istek mânâsına değildir. Bu kelimenin, "arzu" mânâsına geldiğini, maddeten hür kadınlarla evlen me imkanı olan kimsenin, sırf hür kadınlarla evlenme arzusunda bulunmayıp cariyelerle evlenmeyi" istediğinden, onlarla evlenebileceğini söyleyen görüşün fasit olduğunu ortaya koymaktadır. Âyet-i kerime’de geçen ve "Cariyeler" diye tercüme edilen kelimesinin asıl mânâsı "Genç kızlarınız" demektir. Ancak burada zikredilen "Genç kızlar"dan maksat, cariyelerdir. Nitekim Abdullah b. Abbas, Mücahid, Süddi, Said b. Cübeyr, İbn-i Zeyd ve Hasan-ı Basri, bu kelimeyi bu şekilde izah etmişlerdir. Âyetin bu bölümünden anlaşıldığı gibi, müslüman bir erkeğin hür kadınlarla evlenme imkanı bulunduğu takdirde onları bırakıp ta, nikah akdi yapmak suretiyle cariyelerle evlenmesi caiz değildir. Bu hususta, Hasan-ı Basri, Resûlüllah’ın, hür kadının üzerine cariye ile evlenmeyi, cariyenin üzerine de hür kadınla evlenmeyi yasakladığını ve "Kimin hür kadınla evlenme imkânı varsa cariye ile nikahlanıp evlenmesin." buyurduğunu Rivâyet etmiştir. Âyet-i kerime’de, "Mü’min cariyelerinizden evlenin." buyurulmaktadır. Müfessirler, mü’min olmayan cariyelerle evlenmenin bu âyetle haram kılınıp kı-lınmadığı hususunda iki görüş zikretmişlerdir. a- Mücahid, Said b. Abdülaziz, Malik b. Enes ve Malik b. Abdullah b. Ebi Meryemden nakledilen diğer bir Rivâyete göre, mü’min olmayan cariyeleri nikahlayarak evlenmek haramdır. Zira bu âyetteki "Mü’minat" kelimesi bunu ifade etmektedir. Bunlara göre, bir müslüman erkek, Hristiyan veya Yahudi olan hür bir kadınla evlenebileceği halde bu iki ehlî-i kitaptan olan herhangi bir cariye ile nikah akdi yaparak evlenemez. b- Ebû Meysere, Ebû Hanife ve arkadaşlarına göre ise bu âyette zikredi len "Mü’minat" sıfatı, mü’min olmayanları haram kılmak için değil sadece mü min olan cariyelerle nikahlanarak evlenmenin mendup olduğunu ifade etmektedir. Bu itibarla ehî-i kitap olan cariyelerle nikah akdi yaparak evlenmek caizdir. Zira, Allahü teâlâ şu âyet-i kerimesinde ehli kitabın iffetli olan kadınlarıyla ev lenmenin, mutlak bir şekilde helal olduğunu beyan etmiş, hür ve cariye ayınmı yapmamıştır. "...Hür ve iffetli mü’min kadınlar ile, sizden önce kendilerine kitap verilenlerden iffetli kadınlar, size helaldir. Maide sûresi, 5/5 Bu görüşte olan âlimlere göre, burada zikredilen "Mü’minat" kaydı, ehlı-i kitap olmayan putperest cariyelerle nikah akdiyle evlenmenin haram olduğunu ifade etmek içindir. Taberi, cariyelerle evlenmenin, ancak bir kısım şartların tahakkuku ile gerçekleşeceğinden ve bu sıfatlardan birinin de "Mü’min" olma sıfatı olduğundan, mü’min olmayan cariyelerle nikahlanarak evlenmenin haram olduğunu söy leyen görüşün tercihe şayan olduğunu söylemiştir. Maide suresinde geçen ve ehl-i kitap olan kadınlarla evlenmenin helal olduğunu beyan eden âyet-i kerime de, ehl-i kitap olan kadınlar "Muhsenat" sıfatıyla sıfatlanmışlardır. Bu safattan maksat, "Hür olan kadınlar" demektir. Bu âyette ise, kendileriyle evlenmek he lal olan cariyeler, "Mü’minat" sıfatıyla sifatlanmışlardır. Her iki âyetin ifade ettikleri mânâlar farklıdır. Bunlardan birinin, diğerinin hükmünü bertaraf ettiğini söylemek isabetli değildir. Âyet-i kerime’de geçen ve "Sizler birbirinizdensiniz" diye tercüme edilen ifadesi, Taberi tarafından şöyle izah edilmiştir. "Sizler, birbirlerinizin cariyeleriyle nikah akdi yaparak evlenin. Fakir olanınız, zengin olanınızın cariyesi ile evlensin." Âyet-i kerime’de, kendileriyle evlenilecek mü’min cariyelerin iffetli olmaları, açıkça zina yapan gizlice dost tutan kimseler olmamaları şart koşulmaktadır. Bu hususta Abdullah b. Abbas diyor ki; "Cahiliye döneminde insanlar, açık tan yapılan zinayı haram, gizlice yapılanı ise helal sayarlardı ve derlerdi ki: "Açıktan yapılan zina kınanır., Gizliden yapılanın ise bir mahzuru yoktur." İşte bunun üzerine Allahü teâlâ "...Hayasızlıkların açığına da gizlisine de yaklaşmayın. E'an sûresi, 6/151âyetini indirmiştir. Âyet-i kerime’de geçen ve "Evlendikten sonra" diye tercüme edilen ifadesi iki şekilde okunmuştur. a- Bazıları bunu şeklinde okumuşlardır. Mânâsı "Müslüman oldukları zaman" demektir. Buna göre bu ifade ile âyetin mânâsı "Cariyeler müslüman olur ve müslüman olmakla avret mahalleri haramdan korunur daha sonra da zina ederlerse onlara, hür kadınlara verilen cezanın yarısı vardır." şeklindedir. Abdullah b. Mes'ud Şa'bi, İbrahim en-Nehai, Zühri, Süddi, Salim ve Kasım, âyeti kerime’yi bu şekilde izah etmişlerdir. Bunlara göre müslüman olan cariye, bekâr dahi olsa zina etmesi halinde ona, hür kadının cezasının yarısı ve rilir. Nitekim Hazret-i Ömer Beytül Mala ait olan ve zina eden bekâr cariyelere sopa cezası vermiştir. b- Diğer bir kısım insanlar ise bu kelimeyi şeklinde okumuşlardır. Bu kıraata göre bu kelimenin mânâsı "O cariyeler, hür kimselerle evlenir bu sebeple avret mahalleri haramdan korunmuş olur. Sonra da zina edecek olurlarsa onlara, hür olan kadınların cezasının yarısı vardır." Abdullah b. Abbas, Mücahid, Said b. Cübeyr, Hasan-ı Basri ve Katade, âyeti bu şekilde izah etmişlerdir. Said b Cübeyr, evli olmayan bir cariyenin zina etmesi halinde, kendisine sopa vurulmayacağını söylemiştir. Taberi, bu kıraat şekillerinden ikisinin de, İslam beldelerinde bilindiği ve yaygın olduğunu, okuyucunun, bunlardan herhangi birini okuması halinde isabet etmiş olacağını söylemiştir. Taberi diyor ki: "Eğer denilecek olursa ki "Sen, her iki kıraatin da caiz olduğunu söyledin. îki kıraatin da caiz olması için her ikisinin mânâsının da ay nı olması gerekir. Halbuki buradaki, her bir kıraatin mânâsı farklıdır." Cevaben denilir ki: "Her ne kadar bu kıraatların mânâları farklı ise de bunlardan birisi esas alındığında diğerinin ifade ettiği mânâ bertaraf edilemez. Zira Allahü teâlâ, Peygamberinin diliyle, müslüman olan cariyeye de müslüman olmayan cariyeye de, zina etmesi halinde ceza verileceğini beyan etmiştir. Bu hususta Resûlüllah, bir hadis-i şerifinde şöyle buyurmuştur: "Sizden birinizin cariyesi zina eder de onun zinası açığa çıkacak olursa ona sopa vursun. Onu kınamasın. Bu ifadeyi " Onu sadece kınamakla kalmasın. Allahü teâlânın beyan ettiği cezayı uygulanış"şeklindeki izah edenler de vardır. Tekrar zina edecek olursa ona yine sopa vursun ve onu kınamasın. Üçüncü defa zina edecek olursa onu, kıldan bir ip karşılığında dahi olsa satın. Buhari, K. el-Hudu, bab: 36 / Müslim, K. el-Hudu, bab: 30 Hadis No: 1703 Ebû Davud, K. el-Hudud, bab: 33, Hadis No: 4469-70-71 Resûlüllah başka bir hadisinde ise "Malik olduğunuz kölelere hadleri uy gulayın." buyurmuştur. Resûlüllah, bu hadisleriyle, evli bekâr ayırmaksızm, kö lelere ceza uygulanmasını emretmiştir. O halde bunlara ceza vermek hem Allahü teâlânın kitabı hem de Resûlüllah’ın sünnetiyle sabittir. Âyette zikredilen kelimesi, hem evlenme hem de müslüman olma mânâsına geldiği gibi, hadis-i şeriflerde zikredilenlerin de bu iki mânâya da geldikleri muhtemeldir. Bu itibarla, hadislerin bazı Rivâyetlerindeki kelimesini yalnızca "Evlenmiş olma" mânâsına veya "Müslüman olma" mânâsına alma isabetli de ğildir. O halde zina eden her köle ve cariyeye zina cezasının uygulanması vaciptir. Âyet-i kerime’de "O cariyelere, hür kadınlara verilen cezanın yarısı vardır." buyurulmaktadır. Taberinin izahına göre bir cariye evli dahi olsa, zina etmesi halinde ona, bekâr olarak zina eden hür kadınlara verilen cezanın yarısı verilir. Yani onlara, elli sopa vurulur. Bunların sürgün edilmeleri ve recmedilmeleri söz konusu değildir. Âyet-i kerime’de "Bu hükümler, içinizden sıkıntıya düşmekten korkanla radır." buyurulmaktadır. Burada "Sıkıntıya düşmek" diye tercüme edilen kelimesi, Mücahid, Abdullah b. Abbas, Said b. Cübeyr, Atıyye ve Dehhak tarafından "Zina etmek" olarak izah edilmiştir. Bunlara göre âyetin bu bölümünün mânâsı şöyledir: "Hür olan kadınlarla evlenmeye maddi imkanları olmayanlara, mü’min cariyelerle evlenmelerinin mubah olması, içinizden, zina yapacağından korkanlar içindir. Diğer bir kısım âlimlere göre buradaki kelimesinin mânâsı "Ce-zalandınfıak" demektir. Bunlara göre ise âyetin bu bölümünün izahı şöyledir: "Bu hüküm, içinizden, zina cezasından korkanlar içindir." Taberi diyor ki: "Bu kelimenin izahında, tercihe şayan olan görüş kelimesinin "Sıkıntıya düşmek" olduğunu söyleyen görüştür. Buna gö re âyetin izahı şöyledir: "Bu hüküm, içinizden dini ve vücudu hususunda zarar göreceğinden korkanlar içindir. Allahü teâlâ kelimesini mutlak bir şe kilde zikrettiğinden bunu genel anlamda almak elbette ki daha isabetlidir. 26Allah size, dininizin hükümlerini açıklamak, sizden öncekilerin yollarını göstermek ve tevbenizi kabul etmek istiyor. Allah, her şeyi çok iyi bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir. Allah size, helal ve haramı açıklamak, sizleri, sizden önceki mü’minlerin yollarına iletmek ve geçmişte işlediğiniz günahlarınızdan dolayı tevbenizi kabul etmek istiyor. Allah, kullarının menfaatine olan şeyleri çok iyi bilendir, yaptıklarında hüküm ve hikmet sahibidir. 27Allah sizin tevbenizi kabul etmek istiyor. Şehvetlerine uyanlar ise sizin, hak yoldan iyice uzaklaşmanızı istiyorlar. Allah sizi, kendisine itaat etmeye döndürmek istiyor ki geçmişteki işledi ğiniz günahtan affetsin. Cahiliye dönemindeki haramları helal sayma günahları nızı bağışlasın. Dünyanın zevkine dalıp, şehvani arzularına köle olarak Şeytana tabi olanlar ise sizlerin, Allah'ın emirlerinden uzaklaşmanızı, boyece haramları işleyip günahlara sürüklenmenizi istiyorlar. Müfessirler bu âyette zikredilen "Şevhetlerine uyanlar"dan kimlerin kastedildiği hususunda farklı görüşler zikretmişlerdir. a- Mücahide göre bunlar, zina edenlerdir. Zina edenler, mü’minlerin de kendileri gibi zina etmelerini ve aynı seviyeye düşmelerini isterler. b- Süddiye göre ise "Şevhvetlerine uyanlar"dan maksat, Yahudi ve Hristiyanlardır. Bunlar, mü’minlerin, Hak din olan islamdan sapıp başka yollara kay malarım isterler. c- Bazı âlimlere göre bunlardan maksat, Yahudilerdir. Yahudiler müslümanların, anne ayrı baba bir kizkardeşleriyle evlenmelerini isterlerdi. Zira onlar kendileri böyle kardeşleriyle evlenmeyi helal görürler. İbn-i Zeyde göre ise "Şehvetlerine uyanlar"dan maksat, dinin hükümleri ne ters olarak şehvani arzusuna uyan kimsedir. Böyle olan insanlar, müslümanların, dinlerinin hükümlerini bırakarak onların şehvani arzularına uymalarını is terler. Taberi âyet-i kerime’nin genel ifadesinin, bu zikredilen görüşlerden hepsi ni kapsar mahiyette olduğunu, bu sebeple âyeti sadece belli kimselere tahsis et menin doğru olmayacağını söylemiştir. Bu itibarla Yahudilerin de Hristiyanların da, zina edenlerin de ve her bâtıl yola tabi olanların da, mü’minleri, hak yol olan dinlerinden saptırmak istedikleri muhakkaktır. İşte âyet-i kerime bunu ifa de etmektedir. 28Allah sizden yükü hafifletmek ister. Çünkü insan zayıf olarak ya ratılmıştır. Allah sizin için dini hükümleri kolaylaştırmak ister. Siz insanlar, âciz varlıklar olarak yaratılmışsimzdır. Özellikle kadınlar hususunda sabrınız pek azdır. Bu sebeple de hür kadınlarla evlenmeye gücünüz yetmediği takdirde cariyelerle evlenmenize izin verilmiştir. 29Ey iman edenler, mallarınızı aranızda haksızlıkla yemeyin. An cak kendi rızanızla yaptığınız ticaretle yemeniz helaldir. Birbirinizin canı na kıymayın. Şüphesiz ki Allah, size karşı çok merhametlidir. Ey iman edenler, mallarınızı aranızda, faiz alma, kumardan kazanma gibi haksız yollarla yemeyin. Ancak kendi rızanızla yaptığınız ticaretle veya bağışta bulunmakla yemeniz helaldir. Birbirinizin canına kıymayın. Şüphesiz ki Allah, size karşı çok merhametlidir. Birbirinizin kanını dökmenizi yasaklaması da merhametinin gereğidir. Âyet-i kerime’nin "Ey iman edenler, mallarınızı aranızda haksızlıkla ye meyi." kısmı müfessirler tarafından iki şekilde izah edilmiştir: a- Abdullah b. Abbas ve Süddi, âyetin bu bölümünü şu şekilde izah etmişlerdir: "Ey iman edenler, mallarınızı aranızda faiz, kumar, gasp ve zulüm gi bi, Allah'ın haram kıldığı yollarla yemeyin. Ancak razı olacağınız bir ticaret yoluyla kazanacağınız malları yeyin." b- İkrime ve Hasan-ı Basri ise âyet-i kerime’nin bu bölümünün, insanla rın, misafir olma ve ikram edilme yoluyla da birbirlerinin mallarını yemelerini yasakladığını, ancak alış veriş yaparak birbirlerinin mallarını yiyebileceklerini beyan ettiğini fakat daha sonra Nur suresinin şu âyeti inerek bunu neshettiğini ve mü’minlerin birbirlerinin mallarını misafir olurken ve ikram edilirken yiyecebileceklerinin artık mubah olduğunu söylemişlerdir. "Kör için bir güçlük yok tur, topal için bir güçlük yoktur, hasta için bir güçlük yoktur. Sizin de kendi evlerinizde ve babalarınızın evlerinde veya annelerinizin evlerinde veya erkek kar deşlerinizin evlerinde veya kızkardeşlerinizin evlerinde veya amcalarınızın evlerinde veya halalarınızın evlerinde veya dayınlarınızın evlerinde veya teyzelerinizin evlerinde veya anahtarları emanet edilip tasarrufunuza verilen evlerde veya dostlarınızın evlerinde yemek yemenizde de bir günah yoktur. Birlikte veya ayrı ayrı yemenizde de bir günah yoktur. Evlere girdiğiniz zaman kendinize selam verin. Bu, Allah nezdinde mübarek ve temiz bir selamlaşmadır. Aklınızı kullanasıniz diye Allah, âyetleri size işte böyle açikhyor. Nur sûresi, 24/61 Taberi diyor ki: "Bu görüşlerden tercihe şayan olanı birinci görüştür. Allahü teâlâ bu âyetle mü’minlere haram kıldığı şekilde birbirlerinin mallarını yemeyi yasaklamıştır. Zira haksız yere mal yemenin mânâsı budur. Âyetin mânâsı bu olduğuna göre bunun aksini iddia ederek onun mânâsının, kişinin mü’min kardeşi tarafından ikram edilen yemeği yasaklamak olduğunu ve daha sonra da neshedildiğini söyleyenlerin görüşünün bir anlamı yoktur. Zira yemek yedir mek, misafirlere ikramda bulunmak, müşriklerin de övülen amellerindendi. İslam da geldi bu tür amelleri yapmaya davet etti. Hiçbir zaman bunları yasakla madı. O halde âyetin mânâsının bu gibi ikram ve ihsanlarda bulunmayı yasakla mak olduğunu söylemek yersizdir. Taberi diyor ki: "Bu âyet-i kerime, ticaret ve sanat yoluyla, rızık talep et meye karşı çıkan bazı cahil mutasavvıfları tekzib etmektedir. Âyet-i kerime, rı za ile kazanılan ticaretin helal olduğunu beyan etmektedir. Bu hususta Katade diyor ki: "Tecaret, onu doğrulukla ve takva ile yapanlar için Allah'ın rızıklarından bir rızık ve helal kıldığı şeylerden bir şeydir. Bize Rivâyet edilirdi ki: "Gü venilen ve dürüst bir tacir kıyamet gününde arşın gölgesinde bulunacak olan ye di sınıftandır. Bkz. İbn-i Mace, K. et-Ticarât, bab: 1, Hadis No; 2139 /Tirmizi, K. el-Büyü, bab: 4, Hadis No: 1209 Âyet-i kerime’de, rıza ile yapılan ticaretten kazanılan malın helal olduğu zikredilmektedir. Âlimler, ticaretin hangi şekilde yapılmam halinde rıza ile yapılmış olacağı hususunda iki görüş zikretmişlerdir: a- Kadı Şüreyh, İbn-i Şirin, Şa'bi, Hazret-i Ali, Abdullah b. Mes'ud, Ebû Zür'a ve Abdullah b. Abbastan nakledilen bir görüşe göre bu âyette zikredilen "Rıza ile yapılan ticaretten maksat, alış veriş yapan taraflardan herbirinin, alış veriş akdini yaptıktan sonra o muameleyi yaptıkları yerden ayrılıncaya kadar, birbirlerini alış verişi bozup bozmamakta serbest bırakmalarıdır. Bunlara göre taraflar bir mecliste sözle alış verişi bitirdikten sonra tekrar onu bozabilme hakkına sa hiptirler. Bu hususta Muhammed b. Şirin diyor ki: "Biri diğerine bir bornoz sa tan iki kişi anlaşmazlığa düştüler. Biri: "Ben bu adama bir bornoz sattım. Beni razı etmesini istedim. Fakat o beni razı etmedi "dedi. Kadı Şüreyh dedi ki: "O seni razı ettiği gibi sen de onu razı et." Satın alan adam dedi ki; "Ben ona dir hemlerini verdim fakat o razı olmadı." Şüreyh dedi ki: "O seni razı ettiği gibi sen de onu razı et." Adam yine dedi ki: "Ben onu razı ettim fakat o razı olmadı." Bunun üzerine Şüreyh dedi ki: "Alış veriş yapan iki tar: ıf adi yaptıkları yerden ayrılmadıkça onu bozup bozmamaktan serbes' Taysele diyor ki: "Ben çarşıdaydım Ali (radıyallahü anh)da oradaydı. Bir kız çocuğu geldi ve bir dirheme meyve satın almak istedi. Ben de dirhemi alıp meyveyi ona verdim. Sonra kızcağız "Bu meyveyi istemiyorum dirhemimi bana ver." dedi. Ben direttim. O sırada Ali gelip dirhemi alarak kıza verdi." Bunlar, görüşlerine delil olarak, Resûlüllah'ın şu hadis-i şerifini zikretmişlerdir. Abdullah b. Ömer diyor ki: Resûlüllah şöyle buyurdu: "Her alış veriş yapın iki taraf, bulundukları yerden ayrılmadıkça aralarında satış diye bir şey yoktur. Bkz. Tirmizi, K. el-Büya', bab: 26, Hadis No: 1245 Ancak birbirlerini muhayyer kılmaları müstesnadır." Ebû Hureyrede Resûlüllah’ın şöyle buyurduğunu Rivâyet etmiştir. "Alış veriş yapan iki kimse ancak birbirlerinden razı olarak ayrılırlar. Bkz. Ebû Davud, K. el-Büyu', bab: 51, Hadis No: 3458 Abdullah b. Abbas diyor ki: Resûlüllah bir adama bir şey sattı. Sonra ona ki: "Alış verişi bozup bozmamayı tercih et." Adam da "Geçerli olduğunu tercih ettim." dedi. Resûlüllah da: "İşte alış veriş böyle olur." dedi Bkz. Buhari, K. el-Büyu, bab: 43 Evet, bu görüşte olanlar alış veriş yapan iki tarafın, akdi yaptıkları yerden ayrılıp fiilen gitmedikleri takdirde bu âyette belirtilen ve Resûlüllah’ın hadislerinde açıklanan "Rıza ile bir alış veriş" olmayacağını söylemişlerdir. b- İmam Malik, Ebû Hanife, Ebû Yusuf ve İmam Muhammede göre ise bu âyette zikredilen "Rıza ile yapılan ticaref'ten maksat, tarafların alış veriş ak dini yapmadan önce rızalarıyla akdi bitirmeleridir. Bunların, alış veriş yaptıkları meclisten ayrılmadan önce bu rızalarının bozulup bozulmaması veya birbirlerini akdi bozup bozmamakta serbest bırakmaları, rızanın ortadan kalkmasını gerektirmez. Bunlara göre taraflar, rızalanyla alış veriş akdini yaptıktan sonra akdi yaptıkları mecliste, taraflardan birinin, akitten caydığım söyleyrek onu bozması caiz değildir. Bunlar, görüşlerine delil olarak şunu zikretmişlerdir. "Alış veriş te nikah akdi gibi, sözle yapılan akitlerdendir." Âlimler, "Nikah akdi yapıldıktan sonra, taraflardan birinin, diğerini, ak-din gereğini yapmaya mecbur edeceği hususunda hiçbir ihtilaf yoktur. Taraflar akdin yapıldığı meclisten ayrılmamış olsalar dahi akit iki tarafı da bağlayacıdır. Alış verişin hükmü de böyledir." demişlerdir. Resûlüllah, "Alış veriş yapan iki taraf ayrılmadıkça akdi bozup bozma makta serbesttirler." hadisinden maksat ise "Akdi yapma sözlerinden ayrılmadıkça." demektir. "Akdin yapıldığı meclisten ayrılmadıkça." demek değildir. Taberi bu görüşlerden birinci görüşün tercihe şayan olduğunu söylemiş ve bu vaziyette zikredilen "Rıza ile yapılan ticaretten maksadın, ticaret yapan tarafların, akdi yaptıkları yerden ayrılıncaya kadar rızalarının devam etmesi ol duğunu beyan etmiş bu itibarla akit yapan taraflar akit meclisinden ayrılmadık ça akdi bozup bozmamakta serbest olacaklarım söylemiştir. Zira bu hususta Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)in şöyle buyurduğu sahih bir haberdir. "Alış veriş yapan iki taraftan herbiri ayrılmadıkça diğer tarafa karşı muhayyerdir. Ancak muhayyer bırakılarak yapılan alış verişler müstesnadır. Ebû Davud, K. el-Büyu' b. 51, Hadis No: 3454Diğer bir Rivâyette hadisin sonu şöyledir: "Yahut da taraflardan biri arkadaşına "Seç" demelidir. Ebû Davud, K, el-Büyu' b 51; Hadis No: 3455 Âyet-i kerime’de geçen ve "Birbirinizin canına kıymayın" şeklinde tercüme edilen cümle, Taberi de dahil olmak üzere, bir kısım âlimler tarafından bu şekilde izah edilmiştir. Diğer bir kısım âlimler ise bu cümleyi şöyle izah etmişlerdir: "Kendinizi öldürmeyin."Yani, Allah'ın haram kıldığı şeyleri işleyerek, aranızda mallarınızı haksızlıkla yiyerek kendinizi cehennem ateşine atıp öldürmeyin. Ve çeşitli yollarla intihar ederek kendi canınıza kıymayın." Amr b. el-Ass, âyet-i kerime’yi bu son izah şekliyle anlaşmış ve şu hadiseyle bunu Resûlüllah’a artetmitir. Amr diyor ki: Zatüsselasil gazvesinde soğuk bir gecede ihtilam oldum. Yıkandığım takdirde hastalanıp öleceğimden korktum. Kendime acıyarak teyemmüm ettim. Sonra arkadaşlarıma sabah namazını kıldırdım. Arkadaşlarım durumu Resûlüllah’a anlattılar. Resûlüllah. Çok soğuk bir gecede ihtilam oldum. Yıkandığım takdirde öleceğimden çok korktum ve Allahü teâlânın: "Kendi kendinizi öldürmeyin. Şüphesiz ki Allah size karşı çok merhametlidir" âyetini hatırladım. Teyemmüm edip namaz kıldım." Resûlüllah bunun üzerine güldü ve hiçbir şey söylemedi." (Ebû Davud K. et-Taharet b. 35 HN. 334) 30Kim bunu bir düşmanlık ve zulüm olarak yaparsa yakında onu cehennem ateşine atacağız. Bu Allah’a çok kolaydır. . Kim, mü’min kardeşine düşmanlık yaparak onu haksız yere öldürür veya haram kılınan bir işi yaparsa biz onu yakında, içinde yanacağı bir ateşe sokarız. Ona bu cezayı vermek, bizim için pek kolaydır. Çünkü zalimler hiçbir zaman bizden yakalarını kurtaramazlar. Âyet-i kerime’de zikredilen "Kim bunu yaparsa" cümlesindeki "Bu" işa ret zamiriyle neye işaret edildiği hususunda farklı görüşler zikredilmiştir: a- Ataya göre bu zamirle, mü’minlerin birbirlerini öldürmelerine işaret edilmektedir. Buna göre âyetin mânâsı "Kim mü’min kardeşini düşmanca ve haksız yere öldürecek olursa biz onu yakında cehennem ateşine koyacağız ve bu, Allah’a pek kolaydır." şeklindedir. b- Diğer bir kısım âlimlere göre bu zamirle, surenin başından buraya ka dar yasaklanan "Haram kılınan kadınlarla evlenmek" "Allah'ın koyduğu sınırları aşmak" "Haksız yere yetim malı yemek." ve "Allah'ın haram kıldığı cana kıy mak," gibi haramlara işaret edilmektedir. Bunlardan herhangi birini yapanın ce hennem azabına konacağı belirtilmektedir. c- Diğer bir kısım müfessirlere göre ise bu zamirle, mü’min kardeşinin malını haksız yere iyiyene ve mü’min kardeşinin canına kıyana işaret edilmektedir. Ve bunları yapanların cehenneme konacakları beyan edilmektedir. Taberi diyor ki: "Burada doğru olan görüş şudur: "Bu zamir, bu surenin on sekizinci âyetinden sonra zikredilen haramlara işaret etmektedir. Bunlar da, evlenilmesi haram olan kadınlarla evlenmek, bazı kadınların evlenmelerine en gel olmak, haksız yere başkalarına ait olan malı yemek, kanı haram olan bir mü mini öldürmek ve diğer haramlardır. Zira on sekizinci âyetten önce zikredilen haramların sonunda Allahü teâlâ onları işleyenleri belli cezalarla tehdit etmiş, bu âyetten sonra zikredilen haramlar için herhangi bir ceza zikretmemiştir. Bu itibarla işaret zamirinin cezaları zikredilmeyen haramlara işaret ettiğini söylemek daha isabetlidir. 31Eğer yasaklandığınız büyük günahlardan kaçınırsanız, kusurla rınızı örter, sizi güzel bir makama koyarız. Ey mü’minler, eğer sizler kendinize yasaklanan büyük günahlardan kaçı nırsanız, küçük günühlarınızı örter sizi affederiz. Ve sizleri, mutluluk yurdu olan cennete koyarız. Orada ne üzüntü vardır ne de keder. Ne sıkıntı vardır ne de bunalım. Büyük günahlar hakkında sahabe-i kiramdan, tabiinden çeşitli görüşler nakledildiği gibi Resûlüllahtan da kısmen birbirinden farklı olan hadis-i şerifler Rivâyet edilmiştir. a- Abdullah b. Mes'uda göre bu âyette zikredilen büyü günahlardan mak sat, Nisa suresinin başından bu âyete kadar geçen otuz âyette, Allahü teâlânın, kullarına yasakladığı günahlardır. İbrahim en-Nehai de bu görüştedir. Abdullah b. Mes'uddan nakledilen diğer bir görüşe göre ise büyük günahlar dört tanedir. Bunlar, Allah’a ortak koşmak, Allah'ın rahmetinden ümit kesmek, Allah'ın lütfundan ümit kesmek ve Allah'ın tuzağından (cezalandırmasından) kurtulacağından emin olmaktır. Yine Abdullah b. Mes'uddan nakledilen diğer bir görüşe göre bu günahlar üçtür. Bunlar, Allah'ın rahmetinden ümit kesmek, Allah'ın lütfundan ümit kes mek ve Allah'ın cezalandırmasından kurtulacağından emin olmaktır. b- Hazret-i Ali (radıyallahü anh)ye göre ise burada zikredilen büyük günahlar yedi tanedir. Bunlar da, Allah’a ortak koşmak, Allah'ın, öldürülmesini haram kıldığı bir insanı öldürmek. Namuslu bir kadına zina iftirasında bulunmak, yetim malı yemek, faiz yemek, savaştan kaçmak, hicret ettikten sonra tekrar Bedeviliğe dönmektir. Bu hususta Ubeyde b. Umeyr diyor ki: "Büyük günahlar yedidir. Bunların herbiri hakkında Allahü teâlânın kitabında bir âyet vardır. Bunlar şu günahlardır. Allah ortak koşmak, Bu hususta Allahü teâlâ şöyle buyuruyor: "Allah’a samimiyetle yönelin. Ona ortak koşanlardan olmayın. Kim Allah’a ortak koşarsa sanki o, gökten düşüp kuşlar tarafından kapılmış veya rüzgarla uzaklara sürüklenmiş gi-bidir. Hac sûresi 22/31Allah’ın, öldürülmesini haram kıldığı bir insanı öldürmek. Allahü teâlâ bu hususta da şöyle buyuruyor: "Kim bir mü’mini kasten öldürürse onun cezası ce hennemdir. Orada ebedi olarak kalacaktır. Allah ona gazap ve lanet etmiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır. Nisa sûresi, 4/93 Faiz yemek. Allahü teâlâ bu hususta da şöyle buyuruyor: "Faiz yiyenler, yerlerinden, şeytanın çarptığı kimsenin kalktığı gibi kalkarlar." Bakara sûresi, 2/ 275 Yetim malı yemek. Allahü teâlâ bu hususta şöyle buyuruyor: "Yetimlerin mallarını haksız yere yiyenler, karınlarına sadece ateş tıkamış olurlar. Onlar ya kında alev alev yanan bir ateşe sokulacaklardır. Nisa sûresi, 4/10 Namuslu bir kadına zina iftirasında bulunmak. Allahü teâlâ bu hususta da şöyle buyuruyor: "İffetli, hiçbir şeyden haberi olmayan mü’min kadınlara zina isnad edenler, şüphesiz ki dünyada da âhirette de lanetlenmişlerdir. Onlar için büyük bir azap vardır. Nur sûresi, 24/23 Savaştan kaçmak. Bu konudada âyet-i kerimelerde şöyle buyurulmaktadır; "Ey iman edenler, savaş için ilerlerken, toplu halde kâfirlerle karşılaştığınız zaman sakın onlara arkanızı dönüp kaçmayın." "Savaş için bir taktik kullanan veya başka bir birliğe katılmak isteyen hariç, İçinizden kim düşmana arkasını dönüp kaçarsa Allah'ın gazabına uğramış olur. Onun varacağı yer cehennemdir. O ne kötü bir yerdir. Enfal sûresi, 8 / 15-160 Hicret ettikten sonra dinden çıkıp tekrar Bedeviliğe dönmek. Bu hususta da âyette şöyle buyuruluyor: "Kendilerine doğru yol açıkça belli olduktan sonra tekrar eski inkârlarına dönenlerin yaptıklarını şeytan kendilerine hoş göstermiştir. Ve hayallerle aldatmıştır. Muhammed sûresi, 47 / 25 "Ata b. Ebi Rebah ise bu büyük günahların, adam öldürmek, faiz yemek yetim malı yemek, namuslu kadına zina isnad etmek, yalan yere şahitlik yap mak, anneye babaya kötü davranmak ve savaştan kaçmak olduğunu söylemiştir. c- Abdullah b. Ömere göre ise bu büyük günahlar dokuz tanedir. Bunlar da: Allah’a ortak koşmak, öldürülmesi helal olmayan bir insanı öldürmek, savaş tan kaçmak, namuslu birkadına zina isnad etmek, faiz yemek, haksız yere yetim malı yemek, Mescid-i Haramda haktan sapıp zulmetmek, insanlarla alay etmek. (İnsanları angaraya olarak çalıştırmak) ve anaya babaya, onları ağlatacak derecede kötü davranmaktır. Abdullah b. Ömerden nakledilen diğer bir Rivâyete göre ise insanlarla alay etme günahı yerine sihir yapma günahı zikredilmiştir. d- Abdullah b. Abbasa göre ise büyük günahlardan maksat, Allah'ın ya sakladığı her günahtır. Abdullah b. Abbasın yanında, büyük günahların yedi ve ya dokuz tane olduğu zikredilmiş o da bunların yedi veya dokuzdan fazla olduklarını söylemiştir. Abdullah b. Abbas, "Büyük günahlar yediden ziyade yetmişe daha yakındır." demiştir. e- Said b. Cübeyr, Mücahid, Dehhak ve Abdullah b. Abbastan nakledilen başka bir görüşe göre ise, büyük günahlardan maksat, Allah'ın, işleyenleri cehennem azabına koyacağı ile tehdit ettiği günahların tümüdür. Buna göre, işlenildiğinde onu işleyenenin cehennem azabına konulacağı veya Allah'ın gazabına yahut lanetine uğratılacağı beyan edilen günahların hepsi büyük günahladır. f- Taberi büyük günahların, sahih hadislerde beyan edilen günahlar oldu ğunu, bunların da, Allah’a ortak koşmak, anaya babaya kötü davranmak, Allah'ın, öldürülmesini haram kıldığı insanı öldürmek, yalan söylemek (Yalan yere şahitlik yapmak ta buna dahildir.) Namuslu kadınlara zina iftirasında bulunmak, yalan yere yemin etmek, sihir yapmak, savaştan kaçmak ve komşunun hanımıyla zina etmek." olduğunu söylemiş, fakirlik korkusuyla çocuğunu öldürmenin de haksız yere adam öldürme hükmüne tabi olduğunu bildirmiştir. Taberi zikrettiği bu hususları, Enes b. Malik, Abdullah b. Amr, Ebû Eyyub el-Ensari, Ebû Ümame el-Bahili ve Abdullah b. Mes'ud'tan rivâyet ettiği hadis-i şeriflerden almıştır. Enes b. Malik (radıyallahü anh) diyor ki: "Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)den büyük günahlar soruldu. O da: "Büyük günahlar Allah’a ortak koşmak, anne ve babaya kötülük etmek, adam öldürmek ve yalan yere şahitlik etmektir." buyurdu. Buhari, K eş-Şahadat, bab: 10 Diğer bir Rivâyette ise Enes b. Malik şöyle demiştir: "Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) büyük günahları anlattı veya ona büyük günahlardan soruldu. O da şöyle buyurdu: "Onlar, Allah’a ortak koşmak, adam öldürmek, anne ve babaya kötülük etmektir." Ve devamla şöyle dedi: "Ben size büyük günahların en büyüğünü haber vereyim mi? O, yalan söylemektir. (Diğer bir Rivâyette) yalan yere şahitlik etmektir. Buhari, K. el-Edeb, b. 6 / Müslim, K. el-İman, b. 144, Hadis No: 88 Ebû Eyyub el-Ensari, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)in şöyle buyurduğunu Rivâyet ediyor: "Kim Allah'ın huzuruna, Allah’a kulluk ederek, ona hiçbir şeyi ortak koşmayarak, namazı kılarak, zekatı vererek ve büyük günahlardan kaçınarak çıkacak olursa işte onun için cennet vardır." Bunun üzerine Resûlüllahtan, büyük günâhların neler oldukları soruldu. Resûlüllah şöyle buyurdu: "Bunlar. Allah’a ortak koşmak, müslüman bir kişiyi öldürmek ve savaştan kaçmaktır. Nesâî, K. Tahrim ed-Dem- bab: 3 Abdullah b. Amr, Resûlüllah'ın şöyle buyurduğunu Rivâyet ediyor: "Büyük günahlar, Allah’a ortak koşmak, anne ve babaya kötülük yapmak bir insanı öldürmek ve yalan yere yemin etmektir. Nesâî K. Tahrim ed-Dem, bab: 3 Abdullah b. Mes'ud diyor ki: "Dedim ki" Ey Allah'ın Resulü, hangi günahlar daha büyüktür?" Resûlüllah: "Seni yaratan Allah’a birini denk tutmandır. (ortak koşmandır.) Sonra hangisidir?" dedim. Resûlüllah: "Seninle birlikte yemek yiyeceğinden korkarak çocu ğunu öldürmendir." buyurdu. Sonra hangisidir?" dedim. Resûlüllah: "Komşunun hammıyla zina etmendir." buyurdu Nesâî K. Tahrim ed-Dem bab: 4 Ebû Umame el-Bahili diyor ki: "Resûlüllah bir yere yaslanmış vaziyette iken sahabiler büyük günahları anlattılar ve şöyle dediler: "Bunlar, Allah’a ortak koşmak, yetim malı yemek, savaştan kaçmak, namuslu kadına zina iftirasında bulunmak, anne ve babaya kötülük etmek, yalan söylemek, ganimet malından bir şey saklamak, sihir yapmak ve faiz yemektir. "Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Allah’a verdikleri ahdi ve yeminlerini bozarak karşılığında az bir değeri satın alanları nereye koyacaksınız? Taberi, C.5 S.28 Âyet-i kerime’nin devamında, büyük günahlardan kaçmildiği takdirde ku surların örtüleceği zikredilmektedir. Buradaki kusurlardan maksat, küçük günahlardır. Allahü teâlâ, biz âciz kullarına bir lütuf olarak, büyük günahlardan kaçındığımız takdirde küçük günahlarımızı affedeceğini ve bizleri, ikram yurdu olan cennete koyacağını zikretmiştir. Sahabe-i Kiram, Kur'an-ı Kerimde zikredilen bu ve benzeri âyetlerin, yüce mevlanın biz âciz kullarına büyük bir lütfü olduğunu söylemişler ve bu hususta sevinçlerini izhar etmişlerdir. Bu hususta Abdullah b. Mes'udun şunları söylediği rivâyet edilmektedir: "Nisa suresinde beş âyet vardır ki bunlar benim için bütün dünyadan daha sevimlidir. Bunlar: "Eğer yasaklandığınız büyü gü nahlardan kaçınırsanız kusurlarınızı örter sizi, güzel bir makama koyarız." Şüp hesiz ki Allah, hiçbir kimseye zerre kadar zulmetmez. Yapılan iyilik zerre kadar da olsa onu kat kat artırır. Ve yapana, katından büyük bir mükafaat verir." "Şüp hesiz ki Allah, kendisine ortak koşulmasını affetmez. Bunun dışmdakini diledi ği kimse için affeder. Kim Allah’a ortak koşarsa şüphesiz büyük bir günah ile iftira etmiş olur." "Kim bir kötülük işler veya nefsine zulmeder de sonra Allah’tan bağışlanmasını dilerse, Allah’ı, mağfiret ve merhamet edici olarak bulur." "Allah’a ve Peygamberine iman edip onlar arasında hiçbir ayrılık gözetmeyenlere gelince, işte onlara, Allah mükâfaatlarıni verecektir. Allah, çok affeden ve çok merhamet edendir. Nisa sûresi, 4/31, 40, 48, 110, 152 âyetleridir. Abdullah b. Abbas da: "Nisa suresinde sekiz âyet vardır ki bu âyetler bu ümmet için, güneşin, üzerine doğup battığı şeylerden daha hayırlıdır." demiş ve şu âyetleri zikretmiştir: "Allah size, dininizin hükümlerini açıklamak, sizden ön celiklerin yollarını göstermek ve tevbenizi kabul etmek istiyor. Allah, her şeyi çok iyi bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir." "Allah sizin tevbenizi kabul etmek istiyor. Şehvetlerine uyanlar ise sizin hak yoldan iyice uzaklaşmanızı istiyorar." "Allah sizden yükü hafifletmek ister. Çünkü insan çok zayıf olarak yaratılmış tır." "Eğer yasaklandığınız büyük günahlardan kaçınırsanız, kusurlarınızı örter sizi güzel bir makama koyarız." "Şüphesiz ki Allah, hiçbir kimseye zerre kadar zulmetmez. Yapılan iyilik zerre kadar da olsa onu kat kat artırır ve yapana, ka tından büyük bir mükafaat verir." Şüphesiz ki Allah, kendisine ortak koşulması nı affetmez. Bunun dışmdakini dilediği kimse için affeder. Kim Allah’a ortak koşarsa şüphesiz ki büyük bir günah ile iftira etmiş olur." Kim kötülük işler ve ya nefsine zulmeder de sonra Allah’tan bağışlanmasını dilerse Allah’ı mağfiret ve merhamet edici olarak bulur." "Allah’a ve Peygamberine iman edip onlar arasın da hiçbir ayrılık gözetmeyenlere gelince, işte onlara Allah, mükâfaatlarını verecektir. Allah çok affeden, çok merhamet edendir. Nisa sûresi, 4/26, 27, 28, 31,110,152 32Allah'ın, bir kısmınızı diğerinden üstün kıldığı şeylere tamah etmeyin. Erkeklere de hak ettiklerinden bir pay vardır. Kadınlara da hak ettiklerinden bir pay vardır, Allah, her şeyi çok iyi bilendir. Allah'ın, sizlerden bir kısmınızı diğerinden üstün kıldığı hususlarda, üstün kılman kimseyi çekemezlik yapmayın. Herkes, Allah'ın kendisine taksim ettiği dereceye razı olsun. Erkeklerin de yaptıkları hayır ve kötülüklerden dolayı sevap veya cezaları vardır. Kadınların da yaptıkları iyilik ve kötülüklerden dolayı sevap veya cezaları vardır. Allah’tan, sizi rızasına kavuştunnasi için yardım dileyin. Şüphesiz ki Allah, kullan için neyin faydalı olduğunu çok iyi bilendir. O halde Allah’a tevekkül edin, onun takdirine boyun eğin. Müfessirler bu âyet-i kerime’nin nüzul sebebi hakkında iki görüş zikretmişlerdir. a- Mücahid ve İkrimeye göre bu âyet-i kerime, Ümmü Seleme hakkında nazil olmuştur. Mücahid diyor ki: "Ümmü Seleme şöyle dedi: "Erkekler cihad ediyor biz etmiyoruz. Mirastan da erkeğin payının yarısını alıyoruz." Bunun üzerine: "Allah'ın, bir kısmınızı diğerinden üstün kıldığı şeylere tamah etmeyin." âyeti nazil oldu. Tirmizi, K. Tefsir el-Kur'an Sûre 4, Hadis No: 3022 b- Süddiye göre ise bu âyet-i kerime, bir kısım insanların, Allahü teâlânın diğer insanlara, özellikle lütfettiği üstün derecelerin kendilerine de verilmesini istemeleri üzerine nazil olmuş ve onlara cevap venniştir. Zira bir kısım erkekler "Bizim mirastaki payımız, kadınların iki katı olduğu gibi, alacağımız sevapların da kadınların iki katı olmasını istiyoruz." dediler. Bir kısım kadınlar da: "Biz, sevaplarımızın erkeklerin sevabı kadar olmasını istiyoruz. Zira cihad edemiyor sevabını alamıyoruz. Şâyet cihad etmek bize farz kılınmış olsaydı biz de savaşır ve sevabını alırdık." dediler. Allahü teâlâ da bu âyeti indirerek "Allah’tan Kitfunu isteyin ki size güzel ameller istemeyi nasibetsin. Bunu istemeniz sizin için daha hayırlıdır." buyurdu. Taberi diyor ki: "Tercihe şayan olan görüş, bu âyetin, erkek ve kadın bü tün insanlara, bazılarına verilen üstünlüklere diğerlerinin tamah etmemesini em rettiğini söyleyen görüştür. Âyet-i kerime’nin devamında "Erkeklere de hak ettiklerinden bir pay vardır. Kadınlara da hak ettiklerinden bir pay vardır." buyurulmaktadır. Müfessirler âyetin bu bölümünü iki şekilde izah etmişlerdir. a- Bazılarına göre bu ifadenin mânâsı şöyledir: "Erkeklere de yaptıkları iyilik ve kötülülkerin karşılığı vardır kadınlara da. Bu tıususta Katade diyor ki: "Cahiliye döneminde insanlar, kadınlara ve çocuklara mirastan hiçbir şey ver miyorlardı. Onlar mirası sadece işlerin zor olanlarını yapan, gelir sağlayan ve savaş yapan kimselere veriyorlardı. Miras paylarını belirten âyet-i kerime nazil olup kadınlara ve çocuklara da mirastan pay verip erkeklerin paylarını kadınlarınkinin iki katı yapınca kadınlar: "Keşke bizim miras paylarımız da erkeklerinki gibi olsaydı." dediler. Erkekler de: "Ümit ederiz ki mirasta kadınlardan üstün kilındığnız gibi âhiretteki sevaplanmızla da üstün kılınırız." dediler. Bunun üze rine Allahü teâlâ bu âyet-i kerime’yi indirdi. Kadın ve erkekten herbirinin yaptıkları amellerinin karşılıklarını göreceklerini beyan etti ve Allah’tan lütfunu iste melerini emretti. b- Abdullah b. Abbas ve İkrimeye göre ise bu ifadenin mânâsı şöyledir: "Ölenlerin miraslarından erkeklerin de payları vardır kadınların da." Taberi diyor ki: "Bu görüşlerden birinci görüş tercihe şayandır. Zira âyet-i kerime’de "Hak etme" Yani kazanma ifadesi zikredilmektedir. Kazanılması beklenen şey hayır veya serdir. Miras, kazanılan bir şey değildir. Bu itibarla er keklerin ve kadınların mirasta olan paylarının açıklandığını söyleyen görüş isabetli değildir." Âyet-i kerime’nin sonunda "Allah’tan lütfunu isteyin." buyurulmaktadır. Buradaki lütuftan maksat, Allah'ın muvaffak kılması ve yardımıdır. Bu da dünya işlerine ait değil Allah’a kulluk etme ve itaatta bulunma ile ilgilidir. Allah’tan lütfunu isteme hususunda Resûlüllah şöyle buyurmuştur: "Siz Allah’tan lütfunu isteyin. Zira aziz ve celil olan Allah, kendisinden talepte bulunulmasını sever. İbadetlerin efdali, sıkıntının kalkmasını beklemektir. Timizi, K. ed-Da'vât, bab: 116 Hadis No: 3571 33Ana baba ve akrabaların bıraktıkları her şey için mirasçılar tayin ettik. Yemin akdiyle mirasçı kıldıklarınızın paylarını da verin. Şüphesiz ki Allah her şeye şahittir. Âyet-i kerime’de zikredilen ve "Mirasçılar" diye tercüme edilen kelimesi, Abdullah b. Abbas, Mücahid ve İbn-i Zeyd tarafından, asabe olan ba ba, kardeş vb. mirasçılar olarak izah edilmiştir. Âyet-i kerime’de geçen ve "Yemin akdiyle mirasçı kıldıklarınız" şeklinde tercüme edilen cümlesinin zahiri mânâsı "Yeminleri nizin size bağladığı kimseler" demektir. Müfessirler bu kişilerden kimlerin kas tedildiği ve bunlara verilecek payın ne olduğu hususunda farklı örüşler zikretmişlerdir. a- İkrime, Hasan-ı Basri, Said b. Cübeyr, Abdullah b. Abbas, Katade ve Dehhaka göre bu âyette zikredilen "Yeminlerle bağlanan kimseler"den maksat, cahiliye döneminde, birbirlerine mirasçı olma hususunda yeminleşerek antlaşma yapan insanlardır. Âyetin, bunlara verilmesini emrettiği paylardan maksat ise bu antlaşma gereği kendilerine mirastan verilmesi icabeden paylardır. Âyet-i keri me, cahiliye döneminde birbirleriyle bu gibi antlaşma yapanlara, İslam geldik ten sonra mirastan paylarım vermelerini emretmektedir. Ancak daha sonra gelen ve sadece akrabaların birbirlerine mirasçı olacaklarım beyan eden şu âyet-i keri me ile bu âyetin hükmü neshediimiştir. Âyet-i kerime’de buyuruluyor ki: "Allah’ın kitabında, akraba olanlar (miras hususunda) birbirlerine mü’minler ve muhacirlerden daha yakındır.. Ahzap sûresi, 33/6 b- Abdullah b. Abbas ve İbn-i Zeydden nakledilen diğer bir görüşe göre bu âyette zikredilen "Yeminlerimizin size bağladığı kimseler"den maksat, Resûlüllah’ın, Mekkeden Medineye hicret ettiğinde Medinelilerle kardeş yaptığı Mekkeli muhacirlerdir. Bunlara verilmesi emredilen paylardan maksat ise, mirastan verilecek paydır. Ancak daha sonra Allahü teâlâ, miras hükümlerini belirten âyet-i kerimeleri indirerek bu hükmü neshetmiştir. Abdullah b. Abbas diyor ki: "Âyette geçen "Yemin akdiyle mirasçı kıldıklarınız" cümlesi, muhacirle rin Ensara mirasçı olmaları hadisesine işaret etmektedir. Muhacirler Medineye gelince Resûlüllah onları Ensar ile kardeş yapmıştı. Bu kardeşliğin sonucu ola rak muhacirler, akraba olmadıkları halde Ensara mirasçı oluyorlardı. "Ana baba ve akrabalınn bıraktıkları her şey için mirasçılar tayin ettik..." hükmü inince, muhacirlerin Ensara mirasçı olmaları hükmü kaldırılmış oldu. Bundan sonra sözleşme ile mirasçı yapma ortadan kalktı ve bunlara ancak vasiyet yapma yolu açık kaldi. Buhari, K. Tefsir el-Kuran Sûre 4, bab: 7 c- Abdullah b. Abbas, Mücahid, Ata, Said b. Cübeyr, İkrime ve Süddiden naklidilen diğer bir görüşe göre "Yeminlerinizin size bağladığı kimselerden maksat, cahiliye döneminde birbirleriyle yardımlaşma antlaşması yapan kimselerdir. Âyette bunlara verilmesi emredilen paydan maksat ise mirastan bir pay değil, antlaşmadan doğan yardım etme, öğütte bulunma, istişare etme, esirlerin fidyesine katkıda bulunma ve öldürülenlerin diyetlerini ödeme gibi haklardır. Bu görüşte olanlara göre âyet-i kerime’nin bu bölümü mensuh değildir. Zira is lam geldikten sonra da bu gibi güzel amelleri teşvik etmiştir. d- Said b. el-Müsseyebe göre ise bu âyette zikredilen "Yeminlerinizin si ze bağladığı kimseler" ifadesinden maksat, cahiliye döneminde evlat edinilen başkalarına ait çocuklardır. Âyette bunlara verilmesi emredilen paylardan mak sat ise bunlar için vasiyet yapmaktır. Allahü teâlâ, ölen kişinin terekesini mirasçılarına verince cahiliye döneminde evlatlık edinilen kimseler açıkta kalmışlar bu nadenle bunlara da vasiyet edilmesini emretmiştir. Taberi bu görüşlerden üçüncü göreşün tercihe şayan olduğunu söylemiş burada "Yeminlerin bağladığı kimselerden maksadın, kendileriyle yardım ant laşması yapılan kimseler olduğunu, bunlara verilmesi emredilen paydan maksadm da mirasın dışında, yardımda bulunma, öğüt verme ve benzeri şeyler oldu ğunu beyan etmiştir. Zira, Arapların tarihlerini ve haberlerini bilen ilim adamla rına malumdur ki Araplar, aralarında yaptıkları antlaşmaları yemin ve ahitlerle yaparlardı. Âyette geçen "Yeminlerinizin size bağladığı kimseler" ifadesi bunu beyan etmektedir. Resûlüllah'ın Ensar ile muhacir arasında kurduğu kardeşlik bağı ve cahiliye döneminde yapılan evlatlık muamelesinin yeminle alakası ol madığından, âyetin bunlara işaret ettiğini söylemek isabetli değildir. Diğer yan dan cahiliye döneminde yapılan dayanışma antlaşmalarında, mirastan pay verilmesinin de kararlaştırıldığı oluyorduysa da âyet-i kerime’de mirastan pay değil de mirasın daşındaki yardımların yapılması kastedilmiştir. Taberi âyetin bu bö lümünün neshedilmediğini söylemiştir. Zira bu hususta Resûlüllahtan sahih ha berler Rivâyet edilmiştir. Resûlüllah, İslam geldikten sonra artık cahiliye döneminde yapılan andlaşmaların olmayacağını, ancak cahiliye döneminde yapılmış olan andlaşmaların icaplarının yerine getirilmesi gereğini beyan etmiştir. Abdullah b. Abbas, Resûlüllah'ın şöyle buyurduğunu Rivâyet etmiştir: "İslam, cahiliye döneminde yapılan her antlaşmanın ancak kuvvetini artırmıştır. Ahmed b. Hanbel, Müsned, C.1, s 317 Şube b. Tev'em diyor ki: Kays b. Asım, Resûlüllah’a antlaşmanın hükmü nü sordu. Resûlüllah da: "Cahiliye döneminde yapılan antlaşmalara bağlı kalın. Fakat İslamda ant laşma yoktur. Ahmed b. Hanbel, Müsned, C.5 S. 61 - İbn-i kayyım bu hadisi şöyle izah etmiştir, Allahü teala, islamla müslümanları birbirine kaynaştırmış olanları, birbirleriyle yadımlaşan, biribirleriyle kenetleşen ve yekvücut haline gelen kardeşler kılmıştır. Böylece Allahü teala, artık müslümanların, cahiliye döneminde yaptıkları, dayanışma antlaşmalarına ihtiyaç bırakmamıştır. buyurdu. Abdullah b. Amr b. el-Ass da Resûlüllah'ın, Mekkenin fethi gününde okumuş olduğu hutbesinde şöyle buyurduğunu Rivâyet etmiştir: "Siz, cahiliye döneminde yapılan antlaşmaları yerine getirin. Zira İslam onların ancak kuvvetini artırmıştır. Siz İslamda antlaşma içadetmeyin. Tirmizi, K. es-Siyer, bab: 30 Hadis No: 1588 Cübeyr b. Mut'im de Resûlüllah'ın şöyle buyurduğunu Rivâyet etmiştir: "İslamda (cahilye döneminde olduğu gibi) antlaşma yoktur. Ancak İslam, cahiliye döneminde yapılan herhangi bir antlaşmanın ancak kuvvetini artırır. Müslim. K. Fadail es-Sahabe, bab: 207, Hadis No: 2530 Abdurrahman b. Avf, Resûlüllah'ın şöyle buyurduğunu Rivâyet ediyor: "Ben, genç bir çocukken amcalarımla birlikte "Mutayyebîn"in Mutayyebîn antlaşması özetle şöyle olmuştur. Kusay b. Ka'bın, Abd-i Menaf ve Abdüddar isimli iki oğlu vardı. Kusay Kabenin perdedarlığını, Hacılara su vermeyi ve misafirleri ağırlamayı, bu oğullarından Abdüddara vermişti. Bunun üzerine Kusay'ın diğer oğlu olan Abd-i Menafin oğulları bu işlere kendilerini daha layık görerek bunları amcalarının oğullarının elinden almak istediler. Bundan dolayı Kureyşliler de ikiye ayrılmışlardı. Bir kısmı Abd-i Menaf oğularını diğer bir kısmı da Abdüddar oğullarının destekliyorlardı. Tam savaş hazırlı ğı içindeyken Abd-i Menaf oğulları, için güzel kokularla dolu olan bir kap getirip Kabenin yanında Mescid-İ Harama koydular. Bu kokudan taraftarlarının sürünmesini istediler. Onlar da bu kokudan süründüler. Yeminler edip antlaşma yaptılar. Sonra antlaşmalarının pekiştirmek için ellerini Kâbeye sürdüler. Bu sebeple kendilerine, "Koku sürünenler" anlamına gelen "Mutayyebîn" ismi verilmiştir. İki topluluk ta tam savaşa girişmek üzere iken Hacılara su verme ve misafirleri ağırlama işini Abd-i Menaf oğullarına, perdadarlık, sancaktarlık ve toplantıları idare etme işini de Abdüddar oğullarına bölüştürerek aralarında antlaşma yapmışlardı, işte Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bu antlaşmada bulunmuş ve bunu övmüştür. (Bkz. Siret-i İbn-i Hişam C.s. 131, 132)(güzel koku sürenlerin) antlaşmasında hazır bulundum. Ben, bu antlaşmayı bozmam karşılığında kırmızı renkli hayvanlara sahibolmami istemezdim, (bana çok kıymetli hayvanlar veya altın verseler bile ben bu antlaşmayı bozmak istemezdim) Hadisin devamında Zühri diyor ki: "Resûlüllah şöyle buyurdu: "İslam, kendisin den önce yapılmış olan her antlaşmanın ancak gücünü artırmıştır. Fakat artık İslamda (bu tür) antlaşmalar yoktur." Resûlüllah, hicret eden Kureyşlilerle Ensarı birbirleriyle kaynaştırmıştır." Ahmed b. Hanbel, Müsned, C. 1 S. 190 Taberi diyor ki: "Resûlüllahtan rivâyet edilen bu haberler sahih olduğuna göre, âyet-i kerime’de geçen ve "Yeminlerinizin size bağladığı kimseler" şeklin de ifade edilen cümlenin hükmünün mensuh olduğunu söylemek caiz değildir. Zira bu âyetin mensuh olduğu hususu âlimler arasında ihtilaf konusudur, Ha-dis-i şerifler de bunun neshedilmediğini ifade etmektedirler. O halde buradaki "Yeminlerimizin bize bağladığı kimseler"den maksat, kendileriyle yardımlaş ma, öğütleşme ve istişarede bulunma hususunda antlaşma yapılan kimselerdir. İslam geldikten sonra da bu tür antlaşmaların gereğinin yapılması emredilmiştir ve âyet muhkemdir. 34Erkekler, kadınlar üzerine hakimdirler. Bunun sebebi, Allah'ın onlardan bazısını bazısından üstün kılması bir de erkeklerin, harcamaları kendi mallarından yapmalarıdır. İyi kadınlar, itaatkâr olanlar ve Allah'ın, korunmasını emrettiği şeyleri, kocalarının bulunmadığı zamanlarda da koruyanlardır. Size karşı gelmelerinden korktuğunuz kadınlara nasihat edin. Yataklarından ayrılın. Bunlar da fayda vermezse dövün. Eğer size itaat ederlerse aleyhlerine başka bir yol aramayın. Şüphesiz ki Allah, yücedir, büyüktür . Erkekler, kadınları terbiye etme, idare etme gibi hususlarda onlar üzerine hakimlerdir. Erkeklerin bu hakimiyeti, Allah'ın, erkekleri vücutça kadınlardan daha güçlü olarak yaratması ve evin geçimini erkeğe yüklemesindendir. Saliha kadınlar kocalarına itaat ederler. Kocaları evlerinde bulunmadığı zamanlarda da namuslarını korurlar. Onların böyle yapması, Allah'ın onları bu şekilde yaratarak korumasmdandır. Onlar, kocalarının mallarını boş yere harcamazlar. Size karşı gelmelerinden korktuğunuz kadınlara Allah’ı hatırlatarak, ondan korkmasını söyleyerek nasihatta bulunun. Yataklarından ayrılın. Bunlar da fayda vermezse onları ağır bir şekilde olmamak üzere dövün. Şâyet bundan sonra size itaat ederlerse artık onlara eziyet vermek için başka bir yola başvurmayın. Şüphesiz ki Allah yücedir, büyüktür. Kadınlara haksızlık ettiğiniz takdirde onların haklarını sizden alır. Âyet-i kerime’de "Erkekler kadınlar üzerine hakimdirler." buyurulmaktadır. Bu ifadeden maksat, erkeklerin, kadınları terbiyede, onları, Allah'ın üzerlerine farz kıldığı haklarını yerine getirmelerinde sevk ve idare etmeleridir. Bu hususta Abdullah b. Abbas'ın şunları söylediği rivâyet edilmektedir: "Erkekler kadınların üzerine hakimdirler, âmirdirler. Kadınlar, Allah'ın, îtaat etmelerini emrettiği hususlarda erkeklere itaat etmek durumundadırlar. Bu da kadının, erkeğin ailesine iyi davranması ve onun malını muhaza etmesidir. Erkeğin kadından üs tünlüğü ise kadını bakma yükümlülüğünde olması ve geçimi sağlamak için ça lışmasıdır. Hasan-ı Basri, Katade ve İbn-i Cüreyc bu âyetin, karısını döven bir kişi hakkında nazil olduğunu söylemişlerdir. Bu hususta Hasan-ı Basri diyor ki: "Bir adam karısını dövdü. Kadın Resûlüllah’a gelip kocasını şikâyet etti. Resûlüllah da kocasına kısas uygulamak istedi. Bunun üzerine Allahü teâlâ "Erkekler kadınlar üzerine hakimdirler." âyetini indirdi. Resûlüllah adamı çağırıp âyeti ona oku du ve buyurdu ki: "Ben bir şey yapmak istemiştim ama Allah daha başkasını di ledi." Zühri bu âyeti gözönünde bulundurarak "Koca ile kan arasında cana kıy ma sözkonusu olmadıkça kısas yoktur." demiştir. Yani koca karısını öldürmedikçe, karısını dövmesinden dolayı kendisine kısas yapılamaz." Âyet-i kerime’de iyi hanımların sıfatları belirtilirken şu sıfatlar zikredilmiştir. "Salihat" Bu ifadeden maksat, "Dinleri hususunda doğru olan ve iyi amel işleyenler." demektir."Kanitat" Bu ifadeden maksat, ise Katade, Mücahid, Abdullah b. Abbas, Süddi ve Slifyan es-Sevriye göre "İtaatkâr olanlar" demektir."Hafızanın Lilğayb" Bu ifadeden maksat ise "Kocalarının, yanlarında bulunmadığı sırada, kendilerini namahremlerden ve kocalarının mallarını da başkalarından koruyanlar" demektir. Resûlüllah, saliha kadınları vasıflandırarak bir hadis-i şerifinde şöyle buyurmuştur: "Kişinin sahip olduğu şeylerin en hayırlısını size bildireyim mi? O şey saliha bir kadındır. Kocası kendisine baktığında onu sevindirir. Emrettiğinde itaat eder. Yanında bulunmadığında da namusunu ve malını muhafaza eder. Ebû Davud, K. ez-Zekât, bab: 32, Hadis No: 1644 / ibn-i Mace, K. en-Nikâh, bab: 5 Hadis No: 1857 Âyeti kerime, saliha kadınları zikretmiş ve mü’minlere üstü kapalı bir şe kilde bunlara iyi davranmalarını emretmiş ve bunlardan itaatsiz olanların da cezalandırılmalarını beyan etmiştir. Âyet-i kerime’de: "Size karşı gelmelerinden korktuğunuz kadınlara nasi hat edin." buyurulmaktadır. Burada zikredilen "Korktuğunuz" fiilinin, bir kısım müfessirler tarafından "Bildiğiniz" mânâsında olduğu zikredilmiştir. Buna göre erkeklerin, sırf kanaatleriyle değil kadınların itaatsizliklerini fiilen bilmeleriyle onlara öğüt vermeleri söz konusudur. Muhammed b. Ka'b ise burada zikredilen "Korkmak"tan maksadın "Se zinlemek" olduğunu söylemiştir. Âyette geçen ve "Karşı gelme" diye tercüme edilen kelimesi nin asıl mânâsı "Bir şeyin diğerinden yüksek olmasıdır." Buradaki mânâsı ise: "Kadının, kocasına karşı itaatsiz olması ve ona buğuz etmesidir." Âyet-i kerime’de, böyle oldukları hissedilen kadınlara nasihat edilmesi emredilmektedir. Bu nasihattan maksat ise kadınlara, Allah’tan korkmaların ve kocalarına karşı gelerek Allah'ın haram kıldığı bir şeyi yaptıkları takdirde günah işlediklerini kendilerine bildirmektedir. Âyet-i kerime’de geçen ve "Yataklarından ayrılın." diye tercüme edilen ifadesi, Abdullah b. Abbas ve Said b. Cübeyr tarafından "Yataklan içinde onlardan uzak durun." Yani aynı yatakta yatmakla birlikte onlarla cinsi münasebette bulunmayın." şeklinde izah edilmiştir. Yine Abdullah b. Abbas ve Said b. Cübeyrden nakledilen diğer bir görü şe göre bu ifadeden maksat, "Yataklarınızdan uzak durduklarından dolayı onlar la konuşmayı kesin ki onlar tekrar yataklarınıza dönmek zorunda kalsınlar." de mektir. Mücahid, Şa'bi, İbrahim en-Nehai, Miksem, Muhammed b. Ka'b el-Kurezi ve Katadeye göre ise bu ifadeden maksat, "Onların yataklarını terkedin ve onlarla birlikte yatmayın." demektir. Yine Abdullah b. Abbas, İkrime ve Ebudduhadan nakledilen diğer bir gö rüşe göre bu ifadeden maksat, "Kadınların, sizin yataklarınızı terketmelerinden dolayı onlara ağır sözler söyleyin." demektir. Taberi diyor ki: “kelimesinin kökü mastarının Arapçada üç mânâsı vardır. Birincisi, bir kişinin diğeri ile konuşmasıdır. Diğer mânâsı, bir kimsenin diğeri ile lüzumsuz yere ve çokça konuşmasıdır. Üçüncü bir mânâsıise "Deveyi iple ayağından bağlamaktır." Kaba konuşma mânâsı ifa de edilmek istendiğinde bu kelime dört harfli olarak kullanılır ve denir. Âyette geçen bu kelime üç harfli kökten türetildiğine göre bu kelimenin, yukarı da zikredilen üç mânânın dışında bir mânâ ifade etmesi mümkün değildir. Allahü teâlâ, itaatsizliği hissedilen kadına ilk önce, kocasının, üzerinde bu lunan haklarını yerine getirmesi için kendisine öğütte bulunmasını emretmiştir. Bundan sonra da kadına karşı belli bir şekilde davranılmasını emretmiştir. Bu itibarla kadını düzeltmek için öğütte bulunulması emredildikten sonra onlarla cinsi temas yapılmamasının veya onlarla konuşmayı kesmenin emredilmiş oldu ğunu söylemek elbette ki isabetli değildir. Aksi takdirde bir taraftan onlara, va zifelerini yerine getirmelerine dair öğütte bulunulması emredilmiş olur diğer ta raftan da onların, vazifelerini yerine getirmelerine engel olunması emredilmiş olur. Ayrıca Resûlüllah bir müslümanm diğer müslüman kardeşiyle üç günden fazla dargın durmasının helal olmadığını beyan etmiştir. Hatta dargın durma ha li helal bile olsaydı erkeğin karısıyla konuşmamasının bir faydası olmazdı. Zira bu halde kadın erkeğe karşı itaatsiz durumdadır. Erkeğin onunla konuşmaması onu rahatsız etmez bilakis memnun eder. Onunla cinsi münasebette bulunmada böyledir. O halde kanst kendisine buğuz eden bir erkeğe, onun buğuzunu artıra cak şekilde davranmasının emredilmiş olduğu nasıl düşünülebilir? Madem ki kelimesini, "Konuşmama ve cinsi münasebette bulunmama." şeklinde yorumlamak doğru değildir o halde kelimeyi, "Bağlamak" mânâsına almak ve bu ifadeden maksadın da "Siz, karılarınızı, yatıp kalktıkları evlere bağlayın." demek olduğunu söylemek daha isabetlidir. Nitekim bu hususta Resûlüllahtan nakledilen şu hadis-i şerifler, âyetin bu bölümünün mânâsının, tercih ettiğimiz şekilde olduğuna işaret etmektedir. Hakim b. Muaviye el-Kuşeyri diyor ki: "Dedim ki: "Ey Allah'ın Resulü, bizden birimizin karısının üzerinde bulu nan hakkı nedir? Resûlüllah buyurdu ki: "Yediğin zama onu yedirmen giydiğin zaman da onu giydirmen, yüzüne vurmaman, onu takbih etmemen (aşağılama man) ve ev hariç ondan uzak durmamalıdır. Ebû Davud, K. en-Nikah, bab: 42, Hadis No: 2142 / İbn-i Mâce K. en-Nikah, bah: 3, Hadis No: 1850 Diğer bir Rivâyette Muaviye el-Kuşeyri diyor ki: "Dedim ki: " "Ey Allah'ın Resulü, karılarımıza karşı neyi yapıp neyi yapmamamız ge rekir?" Resûlüllah buyurdu ki: "Kadınlar sizin tarlanızdır. Sen tarlana dilediğin şekilde yaklaş. Yediğinden onu yedir, giydiğinden onu giydir. Fakat onun yüzü nün çirkin olduğunu söyleme. Ve onu dövme. Ebsu Davud, K. en-Nikah, bab: 42, Hadis No: 2143 Hasan-ı Basri demiştir ki: "Kadın kocasına itaatsizlik ettiği zaman koca ona iyilikle öğüt versin. Eğer kabul ederse mesele yoktur. Aksi takdirde koca onu ağır olmayacak bir şekilde dövsün. Şâyet kadın, normal haline dönecek olursa mesele yoktur. Yine de düzelmezse kocanın ondan bir şeyler alarak onu boşaması helaldir. Âyet-i kerime’de "Onları dövün." buyurulmaktadır. Bu ifadeden maksat şudur: "Kadınların size itaatsizlik etmeleri halinde önce onlara dilinizle nasihat edin. Yine ısrar ederlerse bu defa onları evlerine bağlayın ve onları dövün ki Allah’ın kendilerine farz kıldığı itaat vaziefelerini yerine getirsinler." burada zikre dilen dövme, ağır bir şekilde olmayan dövmedir. Nitekim Said b. Cübeyr, Abdullah b. Abbas, Katade, İkrime, Süddi, Muhammed b. Ka'b ve Hasan-ı Basri bu âyette zikredilen dövmeden maksadın, ağır olmayacak şekilde dövme olduğunu söylemişlerdir. Abdullah b. Abbas, ağır olmayacak şekilde dövmenin, misvak ve benzeri şeylerle dövmek olduğunu, Hasan-ı Basri ve Ata da, etkili olmayacak bir şekilde dövme olduğunu söylemişlerdir. Ayrıca Ata, Resûlüllah’ın, ağır olmayacak şekilde dövmeyi "Misvakla dövme ve etkili olmayacak şekilde dövme" olarak izah ettiğini söylemiştir. Âyet-i kerime’de: "Eğer size itaat ederlerse aleyhlerine başka bir yol aramayın." buyurulmaktadır. Bunun mânâsı şudur: "Ey erkekler size karşı gelmekten koltuğunuz karılarınız, kendilerine öğüt vermeniz halinde size itaat edecek olurlarsa onlardan yataklarda uzak durmayın. İtaat etmeyecek olurlarsa yataklarda onlardan uzak durun ve onları dövün. Şâyet onlar size itaat etmeye dönerler ve vazifelerini yapacak olurlarsa artık onlara eziyet vermek için bir yol aramayın. Çeşitli bahaneler ileri sürerek onlara karşı helal olmayan şeyleri yap mayın. Mesela, "Sen beni sevmiyorsun." diyerek onları dövmeye kalkışmayın. Zira onların üzerine düşen, size itaat etmeleridir. Sizi sevip sevmemeleri ellerin de olan bir şey değildir. Kendinizi zorla onlara sevdirmeye kalkışarak onları dövmeyin ve onlara eziyet etmeyin. Burada erkeğin hakimeyeti bir diktatörlük veya bir köleleştirme hakimeyeli değildir. Burada ki hakimeyet, sevk ve idare etme ve yön verme hakimiyetidir. Allah'ın, kainat nizzamı için koymuş olduğu kanunlar gereği, aileyi sevk ve idare eden problemlerini Üstlenen ve onları besleyen bir reisin, ailenin başında bulunması gerekmektedir. Böylece aile mazbut bir aile ol sun, kendisinden beklenen vazifeleri yerine getirsin. Erkek, Allah'ın, kendisine bahşettiği akli üstünlüğü, irade ve kararlılık yeteneği, çalışıp didinerek ocukların ve eşinin geçimini temin etme zifesi gereği bu aile reisliği sorumluluğunu üstlenmeye daha layıktır. Bu ilibarla ale re isliği erkeğe verilmiştir. Fakat bu reislik, üstünlük ve derece bakımından yükseklik olmaktan öte, sorumluluk ve yükümlülük makamıdır. 35Eğer koca ile karının aralarının açılmasından korkarsanız, erkeğin ailesinden bir hakem, kadının ailesinden bir hakem gönderin. Bunlar arayı düzeltmek isterlerse Allah onları uyuşmaya muvaffak kılar. Şüphesiz ki Allah, her şeyi çok iyi bilen ve her şeyden haberdar olandır. Ey insanlar, karının kocasına itaatsizliği yüzünden veya kocanın, karısına karşı olan vazifelerini yerine getirmemesi yüzünden aralarının açılacağından korkarsanız, aralarını bulmak için her iki taraftan da birer hakem tayin edin. O iki hakem, samimiyetle onların aralarını bulmak isterlerse Allah onları muvaffak kılar. Çünkü Allah onların kalblerinde olanı çok iyi bilendir, yaptıklarından haberdardır. Herkese amelinin karşılığını verecektir. Görüldüğü gibi âyet-i kerime’de, birbirleriyle geçinemeyen koca ve karıdan herbirinin ailesinden birer hakem gönderilmesi emredilmektedir. Karının geçimsizlik yapması, kocasına karşı gelmesiyle ve Allah'ın, kocasına karşı kendisini yükümlü kıldığı vazifeleri yerine getirmemesiyle ortaya çıkar. Kocanın geçimsizliği ise, karısını iyilikle tutmaması veya güzellikle salıvermemesiyle ortaya çıkar. İşte böyle bir geçimsizliğin var olması halinde eşlerin, aile bağları kopmadan önce herbirinin ailesinden birer hakem gönderilerek uzlaştırılmaları veya uygun bir şekilde ayrılmaları emredilmektedir. Müfessirler, gönderilecek bu hakemleri seçip tayin etme vazifesinin kimlere ait olduğu, hakemlerin yetkilerinin neler olduğu ve bu yetkilerin sınırını kimlerin tayin edeceği hususunda çeşitli görüşler zikretmişlerdir. Bunları şu şekilde özetlemek mümkündür. a- Süddi ve Hazret-i Aliden nakledilen bir görüşe göre burada zikredilen hakemleri, karı ve koca, ailelerinden seçerek bizzat kendileri tayin ederler. Yetkilerini de yine kendileri belirlerler. Hakemler, tesbit edilen bu yetkiler dahilinde hareket ederler. İki tarafı uzlaştırır veya ayrılmalarına karar verebilirler. Onların bu kararları taraflan bağlar. Bu hususta. Esbat, Süddinin şunlan söylediğini rivâyet etmiştir: Koca, geçimsiz olan karısından uzak durduktan ve onu dövmesinden son ra kadın yine de geçimsizliğine devam eder ve kocasını sıkıntıya düşürecek şe kilde davranacak olursa koca kendi ailesinden bir hakem kan da kendi ailesin den birer hakem gönderirler. Karı hakemine der ki: "İşi sana bıraktım. Eğer ko cama dönmemi emredecek olursan dönerim. Şâyet ayıracak okusan da ayrılırız. "Kadın, hakemine meselesini anlatır. Şâyet nafaka istiyorsa onu belirtir. Kocası na dönmek istiyor da buna engel olan. sevmediği bazı şeyler varsa onların da gi derilmesini ister. Yahut da bu kadın, hakemine, boşanmak istediğini bildirir. Erkek de kendi ailesinden bir hakem gönderir ve onu kendisine hakem ta yin eder ve ona, kansma ihtiyacı olduğunu ve onu boşamak istemediğini, dolayısiyle karısının istediklerini ona vereceğini ve harcamalan artıracağını söyler. Şâyet o karıyı istemiyorsa vekiline: "O kadının benim üzerimde bulunan hakkı ne ise onu ver. Benim de onun üzerinde bulunan hakkım ne ise onu al ve onu benden boşa." der. Böylece erkek te kanyı boşayıp boşamama hususunda işi ha keme bırakmış olur. Sonra iki hakem bir araya gelirler. Her biri, vekili olduğu tarafın isteğini diğerine aktarır ve biri, müvekkilinin isteğini gerçekleştirmeye çalışır. Şâyet iki hakem bir karar üzerinde ittifak edecek olurlarsa bu karar iki taraf için de geçerlidir. Bu karar ister boşanma isterse aralarını bulma şeklinde olsun. Şâyet sadece kadın hakem gönderir de erkek göndermemekte ısrar ede cek olursa, hakem gönderinceye kadar kadına yaklaşamaz. Bu hususta Ubeyde es-Selmani de şunlan söylemiştir. "Bibirleriyle geçinemeyen bir karı koca Hazret-i Aliye geldiler. Onların yanında birer grup insan da vardı. Hazret-i Ali (radıyallahü anh) dedi ki: "Bir hakem erkeğin ailesinden bir hakem de kadının ailesinden seçin." Sonra seçilen hakemlere dedi ki: "Vazifenizin ne olduğunu biliyor musunuz? Sizin vazifeniz, onlar birlikte yaşamak isterlerse onları birleştirmeniz, ayrılmak isterlerse onları ayırmanızdır." Bunun üzerine kadın, "Ben, lehimde de olsa aleyhimde de olsa Allah'ın kitabına razıyım." dedi. Erkek ise: "Ben ayrılmaya hayır diyorum." dedi. Bunun üzerine Ali (radıyallahü anh) dedi ki: "Yalan söylüyorsun. Allah’a yemin olsun ki o kadının kabul ettiğini sen de kabul etme den buradan aynlamazsın." b- Hasan-ı Basri, Katade, Kays b. Said, Abdullah b. Abbas ve İbn-i Zeydden nakledilen diğer bir görüşe göre, geçimsizliğe düşen koca ve karının ailele rinden birer hakemi Devlet idarecisi veya onun vekili durumundaki kimse tayin eder. Bu hakemlerin sadece, taraflardan kimin haksız kimin haklı olduğunu tes bit etme yetkileri vardır. Bunların, karı kocanın ayrılmalarına dair karar verme yetkileri yoktur. Bu hususta Muhammed b. Kâ'b el-Kurezi diyor ki: "Ali b. Ebi Talib (radıyallahü anh), birbirleriyle geçinemeyen kan ve kocadan her birinin ailelerinden birer hakem tayin ederdi. Karının ailesinden tayin edilen hakem kocayı huzuru na alarak: "Ey filan, kanndan hoşlanmadığın şeyler nelerdir?" diye sorardı. Ko ca da: "Ben ondan şu ve şu hususlarda hoşlanmıyorum." derdi. Hakem de: "Şa yet kadın senin hoşlanmadığın şeyleri bırakır da istediğin şeyleri yapacak olursa sen onun hakkında Allah’tan korkar, yiyeceği ve giyeceği hususunda ona, senin üzerine vacip olduğu şekilde davranır mısın?" diye sorardı. Eğer koca: "Evet" derse bu defa kocanın hakemi kanyı huzuruna alır ve ona: "Kocanın, senin ho şuna gitmeyen taraflan nelerdi?" diye sorardı. Kadın da kocanın söylediği şekil de şikâyetlerini bildirirdi. Hakem de, şikâyetlerinin giderilmesi halinde kocası na itaat edip etmeyeceğini sorardı. Eğer kadın "Evet" derse Hazret-i Ali kan ile ko cayı birleştirirdi. Görüldüğü gibi bu görüşte olan âlimlere göre hakemlerin vazifesi sadece karı kocadan haksız olanı tesbit etmek ve onu, haksızlığından vaz geçirmeye zorlamaktır. Kadının boşanmasına karar verme ise erkeğe aittir. Ha kemlerin boşanmaya karar verme yetkileri yoktur. c- Abdullah b. Abbas, Muhammed b. Şirin, Said b. Cübeyr, Âmir eş-Şa'bi, İbrahim en-Nehai, Ebû Seleme b. Abdurrahman ve Kadı Şüreyhten nakledilen diğer bir görüşe göre hakemleri, Devlet idarecisi veya onun vekili tayin eder. Hakemlerin, kan ve kocanın beraberliklerini devam ettirmelerine veya ayrılmalarına dair karar vermeye yetkileri vardır ve bu kararlar karı kocayı bağlayıcıdır. Bu hususta Ali b. Ebi Talha, Abdullah b. Abbasın şunları söylediğini ri vÂyet etmektedir: "Şâyet kan ile kocanın arası bozulacak olursa, Allahü teâlâ, er keğin ailesinden salih bir kimse, kadının ailesinden de salih bir kimse olmak üzere iki hakem tayin edilmesini emretmiştir. Hakemler kusurun kimde olduğu na bakarlar. Şâyet kusuru işleyen koca ise kanyı ondan uzaklaştırırlar ve onu, nafaka ödemeye mecbur ederler. Şâyet kusur işleyen kan ise onu, kocasıyla be raber yaşamaya mecbur ederler. Ve onun nafakasını keserler. Şâyet hakemler, karı kocanın ayrılmaları veya birlikte yaşamalan hususunda ittifak edecek olurlarsa bu görüşler de geçerlidir. Hakemler, karı kocanın birlikte yaşamalarını uy gun görürler de eşlerden biri razı olur diğeri razı olmayacak olur sonra da bunlardan biri ölecek olurssa, razı olan, razı olmayana mirasçı olur. Fakat razı ol mayan, razı olana mirasçı olamaz. Şa'bi diyor ki: "Bir kadın kocasına itaatsizlik etti. Onlar Kadı Şüreyhe müracaat ettiler. O da: "Erkeğin ve kadının ailelerinden birer hakem tayin edin." dedi. Hakemler karı kocanın durumlarını incelediler ve ayrılmalarını uygun gördüler. Bu karar erkeğin hoşuna gitmedi. Bunun üzerine Kadı Şüreyh "Bu iki Hakem niçin tayin edildi?" dedi. Ve Hakemlerin kanaatlerini geçerli saydı. İkrime b. Halid, Abdullah b. Abbasın şunları söylediğini rivâyet ediyor. "Ben ve Muaviye iki Hakem olarak tayın edildik." Bunları Hazret-i Osman tayin etmiş ve onlara demişti ki: "Karı kocanın beraberliklerini devam ettirmelerini uy gun görürseniz onları bir araya getirin. Ayrılmalarını uygun görürseniz onları aynın." Taberi diyor ki: "Eğer koca ile karının aralarının açılmasından korkarsanız erkeğin ailesinden bir hakem, kadının ailesinden bir hakem gönderin." âyetinin izahında, tercihe şayan olan şu görüştür. Allahü teâlâ, müslümanlara, birbirlerini sıkıntıya düşüreceklerinden korkulan koca ve karının durumlarını görüşmek üzere iki hakem gönderilmesini emretmiştir. Bu emrini müslümanlardan sadece belli kimselere tahsis etmemiştir. Bütün müslümanlar, bu mesele hakkında hakem tayin etmenin, karı kocaya veya müslümanîarı yöneten idareci ye ait olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Ancak bu hakemleri tayin etmenin sadece karı kocaya mı ait olduğu yoksa sadece Devlet idarecesine mi ait olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu konuda hakem tayin etmenin sadece karı kocaya veya sadece Devlet idarecesine ait olduğuna dair Resûlüllahtan herhangi bir haber zikredilmemiştir. Ümmet de bu hususta ihtilaf etmiştir. Madem ki durum böyledir o halde âyeti, bütün ümmetin icma ettiği şekilde izah etmek daha uygundur. O da hakemi ya karı kocanın tayin etmesidir veya Devlet idarecisinin tayin etmesidir. Bunların dışında herhangi bir kimsenin hakem tayin etmesi caiz değildir. Zira âyetin za hiri her iki tayin durumunu da kapsar mahiyettedir. Buna göre bu âyette zikredi len hakemleri: a- Karı koca seçmiş olabilir: Bu durumda gerek karı koca gerekse seçe cekleri hakemler, birbirlerine karşı tam bir hür iradeye sahip olduklarından, karı kocanın, hakemleri çeşitli şekillerde yetkili kılmalan ve onlara genel veya sınırlı vekalet vermeleri mümkündür. aa- Karı koca tayin edecekleri hakemlere genel bir yetki vererek onları, leh ve aleyhlerine karar vermekte vekil tayin etmiş olabilirler. Bu takdirde hakemlerin vekalet sınırları içinde kalmaları şartıyla verdikleri kararlar karı kocayı bağlar. bb- Karı koca, tayin ettikleri hakemlere sınırlı bir vekalet vermiş olabilirler. Mesela taraflardan biri, hakemine sadece lehine olan konularda yetki verir aleyhine olan konularda vermez. Yahut, her iki taraf ta hekemlerine, leh ve aleyhlerine olacak hususlarda yetki vermemiş olabilirler. Yahut da her iki taraf ta sadece lehlerine olan susuşlarda yetki vermiş olabilirler. Veya sadece aleyhle rine olacak konularda yetki vermemiş olabilirler. Bütün bu durumlarda hakemlerin ancak ikisinin de yetkilerinin birleştiği hususlarda karar verme yetkileri vardır. Birinin yetkili diğerinin yetkisiz olduğu hususlarda karar verme hakları yoktur. Şâyet karı koca, seçtikleri hakemlere karar verme yetkisini vermezler de onları sadece haklıyı va haksızı tesbit edip Devlet idarecisi huzurunda, gerekirse şahitlik etmeleri için tayin etmiş olurlarsa bu gibi hakemlerin, karı kocanın durumlarında herhangi bir değişiklik yapmaları mümkün değildir. Mesela bunlar, karının boşanmasına karar veremezler. Nafaka veya boşanma bedeli gibi bir mal almaya veya ödemeye karar veremezler. Şâyet verecek olularsa onların bu ka rarlan karı kocayı bağlamaz. Taberi diyor ki: "Eğer denecek olursa ki: "Karı kocanın tayin ettikleri kimseler bu son izah edilen durumda olurlarsa bunlara hakem demenin mânâsı nedir?" Cevaben denilir ki: "Karı kocanın tayin ettiği bu kimselere burada ha kem denmesinin mânâsı müfessirler tarafından iki şekilde açıklanmıştır: 1- Dehhaka göre bunlar sadece haklıyı ve haksızı tesbit eden bilirkişilerdir. Bunlaın verecekleri raporlara göre Devlet idarecisi karar verir. 2- Diğer bir kısım âlimlere göre ise âyette zikredilen hakemlerden mak sat, Hâkimlerdir. Ancak bu hakimler, karı kocanın kendilerine yetki verdikleri konularda hüküm verebililer. Taberi devamla diyor ki: "Bunlara ister bilirkişi densin ister hakim densin bunların her ikisinin veya herhangi birinin, taraflardan aleyhine hüküm verile nin rızası olmadıkça, karı kocanın ayrılmalarına veya onlardan herhangi birin den mal alınmasına dair karar verme yetkileri yoktur. Ancak Allahü teâlânın, eşleri birbirlerine karşı yükümlü kıldığı haklar hususunda karar verebilirler ki bu da, erkeğin kadına infakta bulunması ve onu iyilikle tutmasıdir. Bunun dışında bir karan ne bu hakemler verebilirler ne Devlet idarecisi verebilir ne de bir baş kası. Çünkü erkek haksız olursa Devlet idarecesi ondan sadece kadının hakkını alma yetkisine sahiptir. Kadın haksız olursa erkek ondan bedel olarak onu boşayabilir. Bu bakımdan koca ile karının ayrılmalarına kocadan başkası karar vere mez. Kadından da, rızası olmadan zorla mal alıp kocaya vererek onu boşatmaya kimsenin yetkisi yoktur. b- Hakemleri Devlet idarecisi seçmiş olabilir. Bu durumda hakemlerin, eşlerin ayrılmalarına dair karar vermeleri ancak eşlerin, kendilerini bu hususta yetkili kılmalanyla mümkün olabilir. Keza bu hakemlerin, kadından ancak onun rızasıyla mal alınmasına karar verme yetkileri vardır. Buna mukabil bu kimseler, gerektiğinde Devlet idarecisinin huzurunda şahitlik etmeleri için karı kocadan haklı ve haksız olanı tesbit ederler, onların aralarını bulmaya çalışırlar. An cak Devlet idarecisinin Hakem tayin edebilmesi için karı kocanın ona şikâyette bulunmaları ve Devlet idarecisinin de şahsen haklıyı ve haksızı o anda tesbit edecek durumda olmaması gerekir. Aksi takdirde Devlet idarecisinin hakem ta yin etmesinin bir anlamı kalmaz. 36Allah’a ibadet edin, ona hiçbir şeyi ortak koşmayın. Anaya babaya yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yanında bulunan arkadaşa, yolcuya, sahip olduğunuz kölelere iyilik edin. Şüphesiz ki Allah, kibirlenen ve övünen kimseyi sevmez. Ey insanlar, Allah’a itaatta boyun eğin. Sadece onu rab edinin. Emirlerini tutup yasaklarından kaçınarak ona kulluk edin. Rablıkta ve ibadette hiçbir şeyi ona ortak koşmayın. Anneye babaya iyilikte bulunun. Anne ve babanız tarafın dan olan akrabalarınıza, babası ölen yetimlere, ihtiyaç sahibi olan yoksullara, akrabalık bakımından veya mesafe yönünden yakınınız olan komşulara yine ak rabalık bakımından ve mesafe yönünden uzakta olan komşulara, yanınızda bulunan yol arkadaşınıza hanımınız ve sizden ayrılmayan kimselere ve sahibolduğunuz kölelere iyi davranın. Şüphesiz ki Allah, kölelerine iyi davranmayan ki birlileri ve insanlara karşı böbürlenenleri sevmez. Âyet-i kerime’de: "Allah’a ibadet edin ona hiçbir şeyi ortak koşmayın." buyurulmaktadır. Allahü teâlâ burada, sadece kendisine kulluk edilmesini, canlı cansız, mevcut veya hayali olan, hiçbir şeyin kendisine ortak koşulmamasını emretmektedir. Çünkü kulu yoktan var eden, rızıklandıran, ona çeşitli lütuflarda bulunan ve bütün yaratıklarını sevk ve idare ederek büyütüp besleyen O’dur. Bu itibarla kulun onu tanıması ve hakkıyla takdir etmesi gerekir. Bu hususta Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyuruyor: "Ey Muaz, sen, Allah'ın, kulları üzerindeki hakkını, kulların da Allah’tan bekledikleri hakları nedir biliyor musun?" Muaz diyor ki: "Allah ve Resulü da ha iyi bilir." dedim. Bunun üzerine Resûlüllah buyurdu ki: "Allah'ın, kullan üze rindeki hakkı, ona ibadet etmeleri ve ona hiçbir şeyi ortak koşmamalandır. Kulların Allah’tan bekledikleri hakları ise, kendisine herhangi bir şeyi ortak koşma yan kimseye azap etmemesidir Buhari, K. el-Cihad, bab: 46, K. el-Libas, bab: 101 / Müslim, K. el-İman, bab: 48, 49 Hadis No: 30 Âyet-i kerime’de: "Anaya babaya iyilik edin." buyurulmaktadır. Allah tea la kişinin, ana ve babasına iyilik etmesini emretmektedir. Bu âyette olduğu gibi diğer bir çok âyette de, kendisine kulluk edilmesini emretmesinin hemen arka sından anaya babaya itaat edilmesini emretmektedir. Bu da onlara itaat ve iyilik etmenin ne kadar önemli olduğunu göstermektedir. Bu hususta şu âyetlerde buyuruluyor ki: Rabbin kesinlikle emretti ki ancak kendisine ibadet edin, anne ve babaya iyilik edin. Onlardan biri veya her ikisi senin yanında yaşlanır ve düşkünleşirse, bezginliğini hissettirir şekilde onlara öf bile deme, azarlama. Onlara güzel ve tatlı sözler söyle. İsra sûresi, 17/23 "Bana ve anne babana şükret" dedik. Kıyamet günü dönüş ancak banadır. Lokman sûresi 31/14 Âyet-i kerime’de: "Akrabaya, yetimlere, yoksullara iyilik edin." buyurulmaktadır. Bu hususta Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) de bir hadis-i şerifinde şöyle buyurmaktadır: "Yoksula sadaka vermek, sadece sadaka vermektir. Akrabaya sadaka ver mek ise iki şeydir. Hem sadaka vermek hem de akrabalık bağını devam ettir mektir. Tirmizi, K. ez-Zekât, bab: 26, Hadis No: 658/Nesâî, K. ez-Zekât bab: 82/İbn-i Mace, K. ez-Zekât bab: 28, Hadis No: 1844 Yetimlere iyilik mevzuunda ise Resûlüllah efendimiz, şehadet parmağı ile orta parmağını göstererek buyurmuştur ki: "Kendi akrabası olsun yabancı olsun bir yetimi bakıp besleyen ile ben, cennette işte şunlar gibi yan yana olacağız. Müslim, K. ez-Zühd, bab: 42, Hadis No : 2983 / Buhari, K. et-Talâk, bab: 25, K. el-Edeb bab: 24 Yoksullara iyilik hususunda da Resûlüllah efendimiz şöyle buyurmaktadır; "Bir dul kadının ve bir yoksulun yardımına koşan kimse, Allah yolunda cihad eden kimse gibidir. Buhari, K. el-Edeb, bab: 26 / Müslim, K. ez Zühd, bab: 41, Hadis No: 2982 Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır: "Komşulara iyilik edin." Bu konuda da Resûlüllah efendimiz şöyle buyuruyor: "Cebrâil bana komşu hakkında o kadar tavsiyede bulundu ki (Allah'ın emriyle) komşuyu komşuya mirasçı kılacağını zannettim. Buhari, K. el-Edeb, bab: 28 / Müslim, K. el-Birr, bab: 140, 141. Hadis No. 2624 "Allah’a ve âhiret gününe iman eden kimse komşusuna eziyet etme sin. Buhari, K. el-Edeb, bab: 31 / Müslim, K. el-İman, bab: 75 Hadis No: 47 Yine âyet-i kerime’de: "Sahip olduğunuz kölelere iyilik edin." buyurulmaktadır. Resûlüllah efendimizden bu konuda şu hadis-i şerif Rivâyet edilmekte dir: "Ma'rur diyor ki: " 'Rebze' denilen yerde Ebuzer ile görüştüm. Kendisi de kölesi de aynı elbiseden giymişlerdi. Ona bunun sebebini sordum bana şu ceva bı verdi. "Ben bir adamla tartışmış ve onu, anasından dolayı ayıplamıştım. Resûlüllah da bu sebeple bana şöyle buyurmuştu: "Ey Ebuzer, sen onu, anasından dolayı nasıl ayıplıyorsun? Demek ki sen hâlâ üzerinde cahiliyet kalıntıları taşıyan bir kimsesin. Sahip olduğunuz kardeşleriniz (köleleriniz) sizin yardımcılarınızdır. Allah onları sizin elinizin altında bulundurmuştur. Kimin elinin altında bir kardeşi bulunursa ona yediğinden ye-dirsin, giydiğinden giydirsin. Onlara, güçlerinin yetmeyeceği bir iş yüklemeyin. Şâyet yükleyecek oluşanız onlara yardım Buhari, K. el-Edeb, bab: 22 / Müslim, K. el-Eyman, bab: 40, Hadis No: 161 Âyette geçen ve "Yakın komşu" diye tercüme edilen ifa desi, Abdullah b. Abbas, Katade, Mücahid, Dehhak ve İbn-i Zeyd tarafından "Soy bakımından akraba olan komşu." diye izah edilmiş, Meymun b. Mihran ta rafından da "Dinen yakın komşu" Yani Müslüman komşu şeklinde izah edilmiştir. Taberi birinci görüşün doğru olduğunu, ikinci ve üçüncü görüşlerin ise âyetin zahirine ters düştüğünü, bu itibarla sahih olmadıklarım söylemiştir. Âyet-i kerime’de geçen ve "Uzak komşu" diye tercüme edilen ifadesi, Abdullah b. Abbas, Katade, Süddi, Mücahid, İkrime, İbn-i Zeyd ve Dehhak tarafından "Soy bakımından uzak olan komşu." Yani müslüman olmayan komşu" diye izah edilmiştir. Bunlar da Yahudi ve Hristiyanlardır. Taberi diypr ki: "Bu görüşlerden tercihe şayan olanı, "Soy bakımından uzak olan komşu" diyen görüştür. Bu komşu ister Müslüman olsun ister Yahudi, isterse Hristiyan. Zira bundan önce ifade edilen komşu akraba olan komşudur. Bu komşu da "Akraba olmayan komşu" diye izah edildiği takdirde Âyet-i kerime daha genel kapsamlı olarak anlaşılır. Böylece bütün komşulara iyi davranılmasının emredildiği anlaşılmış olur. Âyet-i kerime’de geçen ve "Yanında bulunan arkadaşa" diye tercüme edi len ifadesi, Abdullah b. Abbas, Said b. Cübeyr, Katade, Mücahid, İkrime, Hazret-i Ali, Abdullah b. Mes'ud, Süddi ve Dehhak tarafından "Yol culuk arkadaşı" diye izah edilmiş, Abdurrahman b. Ebi Leyla, İbrahim en-Nehai, Abdullah b. Abbas ve yine Hazret-i Ali ve Abdullah b. Mes'ud tarafından "Kişi nin yanında bulunan katısı." şeklinde izah edilmiş yine Abdullah b. Abbas ve İbn-i Zeyd tarafından "Kişiden faydalanmak için ondan ayrılmayan arkadaş" şeklinde izah edilmiştir. Taberi diyor ki: "Bu ifade hakkında doğru olan söz, "Bundan maksat kişi nin yanında bulunan herhangi bir arkadaştır." şeklindeki sözdür. Zira âyetin ifadesi buna müsaittir. Buna göre âyetin bu bölümünün ifadesine "Yolculuk arkadaşi"da "Kişinin karısı" da "Ondan faydalanmak için yanında bulunan arkadaşı"da girmektedir. Allahü teâlâ bu gibi bütün arkadaşlara iyi davranılmasını emretmiştir. Zira bir arkadaşın diğer bir arkadaş üzerine hakkı vardır. Nitekim bu hususta Resûlüllah’ın şöyle buyurduğu Rivâyet edilmektedir.: "Allah katında arkadaşların en hayırlısı, arkadaşı için hayırlı olandır. Yine Allah katında komşuların en hayırlısı, komşusu için hayırlı olandır. Tirmizî, K. el-birr, bab: 28, Hadis No: 1944 Yine Resûlüllah'ın, bir arkadaşıyla giderken, bineğinden inip bir ağaçlığa girdiği, oradan iki dal kesip getirdiğinde eğrisini kendisi alıp düzgünü arkadaşına verdiği, arkadaşının da "Ey Allah'ın Resulü, anam babam sana feda olsun. Düzgün olan dal sana daha layıktır." demesi üzerine "Hayır ey filan, şüphesiz ki her arkadaş, kendisine arkadaşlık yapanın arkadaşlığından sorumludur. Velev ki bu arkadaşlık bir an için olsun." buyurulmuştur. Âyet-i kerime’de geçen ve "Yolcu" dîye tercüme edilen keli mesinden maksat, Mücahid, Katade ve Rebi' b. Enese göre "Yolculuk yaparken birine uğrayan"dır. Yine Mücahid, Katade, ve Dehhaktan nakledilen diğer bir görüşe göre bu kimseden maksat misafirdir. Taberi diyor ki: "Bu kelimenin doğru izahı, bundan maksadın, "Yolcu" olduğunu söyleyen izahtır. Bu izaha göre yolcu olan kimse, bir günah işlemek için yolculuk yapmaması şartıyla, mü’min bir kardeşininn yardımına muhtaç olursa onun, yolcuya yardım etmesi, misafir olmak isterse onu misafir etmesi, bineğe muhtaç olursa ona bir binek temin etmesi gerekir. Âyet-i kerime’nin sonunda "Şüphesiz ki Allah, kibirlenen ve övünen kim seyi sevmez." buyurulmaktadır. Bu hususta Ebû Reca'nın şunları söylediği riva yet edilmektedir. "Kölelerine kötü davranan herkesi, kibirlenen ve övünen biri olarak görürsün. Zira Allahü teâlâ, "Kölelerinize iyi davranın." buyurduktan son ra "Şüphesiz ki Allah, kibirlenen ve övünen kimseyi sevmez." buyurmuştur. Annesine babasına kötü davranan herkesin de zorba ve isyankâr olduğunu gö rürsün. Zira Allahü teâlâ, Hazret-i İsanın "Allah beni anneme hürmetkar kıldı. O beni asla zalim ve isyankâr yapmadı. Meryem sûresi, 19/32diye söylediğini beyan etmiştir. 37Bunlar cimrilik ederler ve insanlara da cimriliği emrederler. Allah’ın, kendilerine lütfundan verdiği nimeti gizlerler. Biz , kâfirlere alçaltıcı bir azap hazırladık. Bu kibirlenen ve övünenler, Allah'ın kendilerine verdiği nimetleri harca mada cimrilik yaptıkları gibi başkalarına da cimrilik yapmalarını emrederler. Allah'ın, lütfundan kendilerine göndermiş olduğu kitapları Tevrat ve İncilde zikrettiği Muhammedin vasıflarını gizlerler. Biz, Allah'ın nimetlerine karşı nankörlük eden, Muhammedin Peygamberliğini yalanlayan kâfirler için hor ve hakir düşürücü bir azap hazırladık. Hadremi, Mücahid, Katade ve Süddi bu âyet-i kerime’nin Yahudiler hakkında indiğini, burada ifade edilen cimrilikten maksadın ise Resûlüllah'ın isim ve sıfatlarını insanlardan gizlemeleri olduğunu söylemişlerdir. Bunlara göre âyet-i kerime’nin bu bölümünün izahı şöyledir: "Şüphesiz ki Allah, böbürlenen ve övünen kişileri sevmez. Onlar o kimselerdir ki Muhammedin isim ve sıfatları hakkındaki bilgileri insanlara öğretme hususunda cimri davranırlar ve bu bilgilere sahip olan insanlara da cimri davranmalarını emrederler. Bunlar, Allah'ın, kendilerine lütfundan verdiği Tevrattaki bu gibi isimleri gizlerler. İbn-i Zeyd ve Abdullah b. Abbas ise bu âyet-i kerime’nin Yahudiler hakkında indiğini ancak burada zikredilen cimriliklerinden maksadın, mallarını harcamada cimrilik etmeleri olduğunu ve gizlediklerinden maksadın da Resûlüllah’ın sıfatlarını gizlemeleri olduğunu söylemişlerdir. Bu hususta Said b. Cübeyr, Abdullah b. Abbasın şunları söylediğini rivâyet etmiştir. "Yahudilerden Kerdem b. Zeyd, Üsame b. Habib, Nafi b. Ebi Nafi, Bahri b. Amir, Huyey b. Ahtab ve Rifaa b. Zeyd, Ensardan, Yahudilerle oturup kalkan, onların nasihatlarım dinleyen sahabilere geldiler ve dediler ki: "Sizler mallarınızı harcamayın. Zira sizlerin, mallarınızı bitirerek fakirliğe düşeceğinizden korkuyoruz. İnfak etmekte acele etmeyin. Çünkü sizler, yayrın ne olacağını bilemezsiniz." İşte bunun üzerine Allahü teâlâ: "Bunlar cimrilik ederler, Allah'ın, kendilerine lütfundan verdiği nimeti gizlerler. (Yani Hazret-i Muhammedin Peygamber olma nimetini gizlerler) âyetini indirdi. Taberi diyor ki: "Âyetin izahında tercihe şayan olan görüş birinci görüştür. Zira âyet-i kerime’de onların hem cimrilik ettikleri hem de başkalarına cimri davranmayı emrettikleri beyan edilmektedir. Buradaki cimrilikten maksadın mali yönden cimrilik olduğu söylenecek olursa bu takdirde hiçbir ümmette görülmeyen ve herkes tarafından yadırganan bir şey yapmış oldukları söylenir ki o günün toplumu içinde yaşayan insanların bu hale düşmüş olmaları beklenmez. Zira insanlar bizzat kendileri cimri olsalar da başkalarına mali yönden cimri davranmayı emredemezler. Çünkü cimrilik her topluluk ve her fert tarafından kınanan cömertlik ise herkes tarafından övülen ve takdir edilen bir haslettir. Bu sebeplerle bu âyette zikredilen cimrilikten maksadın "Bilgileri saklama cimriliği" olduğunu söylemek daha isabetlidir. Ancak buradaki cimrilik, mallarını Allah yolunda harcamaya karşı cimri davranma olarak alınırsa, Abdullah b. Abbastan da nakledildiği üzere böyle bir cimriliğin olması beklenir. Âyeti bu şekil de yorumlamaya da yol açılmış olabilir. Hazret-i Ebubekir (radıyallahü anh) demiştir ki: "Cimrilikten daha büyük bir hastalık ne vardır? Buhari, K. el-Meğazi, bab: 73/ Ahmed b. Hanbel; Müsned, C. 3 S. 308 Resûlüllah efendimiz de bir hadis-i şeriflerinde: "Cimrilikten kaçının zira cimrilik, sizden öncekileri helak etmiştir. O cimrilik onların, kanlarını akıtmaya ve kendilerine haram kılınanları helal saymaya sevketmiştir. Müslim, K. el-Birr, bab: 56 Hadis No. 2578/ Ahmed b. Hanbel, Müsned, b,s S. 160 buyurmuştur. 38Bunlar, mallarını, insanlara gösteriş yapmak için harcarlar. Allah’a ve âhiret gününe iman etmezler. Şeytan kimin arkadaşı olursa o ne kötü arkadaştır. Bu gibi kibirli ve övünen insanlar, mallarını Allah rızası için değil, insanlara gösteriş için harcarlar. Allah'ın birliğine ve öldükten sonra tekrar dirilip he sap verecekleri âhiret gününe iman etmezler. Taberi diyor ki: "Mücahid bu âyeti kerime’nin Yahudilere ait sıfatları beyan ettiğini söylemiştir. Ancak bu âyette zikredilen sıfatların Yahudilerden daha çok, Resûlüllah'ın ve mü’minlerin korkusuyla Müslüman olduklarını söyle yen fakat aslında müşrikliklerinde devam eden münafıkların sıfatı olmaya daha uygundur. Zira Yahudiler, Allah’a ve âhiret gününe iman ediyorlardı. Onlar, Hazret-i Muhammedin Peygamberliğini yalanlayarak inkâra düşmüşlerdi. Halbuki bu âyette zikredilenlerin, Allah’a ve âhiret gününe iman etmedikleri beyan edilmek tedir. Diğer yandan bundan önceki âyette sıfatları zikredilen kimselerle bu âyette sıfatları zikredilen kişilerin arası harfi ile ayrılmıştır. Bu da her iki âyetteki sıfatların farklı kimselere ait olduklarını gösterir. Çünkü aynı kimsele rin sıfatları zikredilirken harfi ile aralarının ayrılmaması Arapçada fasih şi veye uygundur. Evet, bundan önceki âyette, cimrilik kınandığı gibi burada da mallarını gösteriş için harcayanlar kınanmaktadır. Bu hususta Resûlüllah efendimiz şöyle buyurmaktadır: "Kıyamet gününde insanların içinde ilk hesaba çekilecekler şu üç kişidir. Bunlardan biri de, kendisine zenginlik bahşettiği ve her türlü maldan kendisine verdiği kişidir. Bu kişi getirilecek. Allah ona verdiği nimetleri sayacak o da bunları hatırlayıp bilecektir. Bunun üzerine Allahü teâlâ "Bu nimetler için ne yaptın?" diye soracak. Kişi, "Nimetlerini, harcanmasını istediğin hiçbir yol bı rakmayıp senin için nimetlerini o yollarda harcadım." diyecek. Allahü teâlâ ise "Yayan söylüyorsun. Sen bu harcamaları, "Bu adam cömert biridir." desinler di ye yaptın. Nitekim sana öyle denmiştir." buyuracaktır. Sonra bu adam için emir verilir. Adam yüzüstü sürüklenerek cehennem ateşine atılır. Müslim, K. el-îmarc, bab: 152, Hadis No: 1905 /Tirmizi, K. ez-Zühd, bab: 48, Hadis No: 2382 Nesâî, K. el-Cihad, bab: 22 39Bunlar, Allah’a ve âhiret gününe iman etselerdi ve Allah'ın verdiği rızıktan (gösterişsiz olarak) harcasalardı kendilerine ne zarar gelirdi? Allah onları çok iyi bilendir. Şâyet gösteriş yapanlar, Allah'ın birliğine iman edip, öldükten sonra dirilecekleri âhiret gününü tasdik etseler ve Allah'ın, kendilerine rızık olarak verdiği mallardan, Allah'ın rızasını kazanmak için zekatlarını gönül hoşluğuyla verseler, övülmek ve iftihar etmek için harcamasalar ne zarar görürlerdi? Şüphesiz ki Allah, onların, harcamadaki niyetlerini çok iyi bilendir. Ve onlara, ona göre karşılığını verecektir. 40Şüphesiz ki Allah, hiç kimseye zerre kadar zulmetmez. Yapılan iyilik zerre kadar da olsa onu kat kat artırır ve yapana, katından büyük bir mükâfaat verir. Şüphesiz ki Allah, yarattığı ve koruyup gözetîiği yaratıklarına zerre kadar zulmetmez. Zalimleri cezalandırması ise onların bu cezayı hak etmelerindendir. Ayrıca bu ceza, Allah'ın adaletinin de gereğidir. Kulun yaptığı en ufak ölçüdeki bir iyiliği bile Allah zayi etmeyecek, onu artıracak ve katından ona bol mükâfaat verecektir. Müfessirler bu âyet-i kerime’yi iki şekilde izah etmişlerdir: a- Katade bunu şu şekilde izah etmiştir: Şüphesiz ki Allah, kullarının, mallarını kendi yolunda harcama gibi amellerini boşa çıkararak onlara asla zulmetmez. Bu amelleri zerre kadar bile olsa bu böyledir. Allah, kullarının yaptıkları güzel amelleri daha da artırır ve karşılığında kullarına büyük mükafaatlar verir. Ma'mer, Katadenin, bu âyeti okuduktan sonra şunları söylediğini rivâyet etmiştir: "İyi amellerimin zerre kadar fazla olması benim için bütün dünya ve i-çinde bulunanlardan daha sevimlidir." Enes b. Malik Resûlüllah'ın bu hususta şöyle buyurduğunu Rivâyet etmiştir: "Şüphesiz ki Allah, bir mü’minin yaptığı iyiliğini boşa çıkararak ona zulmetmez. Zira mü’mine o iyiliği ile dünyada rızık verilir. Ahirette ele onunla mükâfaatlandırılır. Kâfire gelince, Allah için yaptığı iyi amelleriyle dünyada yedirilip içirilir, âhirete intikal ettiğinde ise onun için, mükafaatlandınlacağı hiçbir ameli kalmaz. Müslim, K. el-Miinafikîn bab: 56, Hadis No: 2808 Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) diğer bir hadis-i şerifinde de şöyle buyur muştur. "Nefesim kudret elinde olan Allah’a yemin olsun ki sizlerden hiç biriniz, hak talep etme hususunda kıyamet gününde Allah’a, cehennem ateşine düşen kardeşinin haklarım arayan mü’minlerden daha fazla yalvarmaz ve ondan daha fazla yardım istemez. O mü’minler diyecekler ki "Ey rabbimiz, ateşe atılan bu kardeşlerimiz, bizimle beraber oruç tutuyor, namaz kılıyor ve Hac yapıyorlardı." Onlara denilecek ki: "Onlardan tanıdıklarınızı cehennemden çıkarın. Mü’minlerin yüzleri cehennem ateşine haram kılınmıştır. (Yüzleri yanmadığını için onlar yüzlerinden tanınacaklardır) O mü’minler, cehennem ateşi bacağının yarısına kadar ve dizlerine kadar ulaşan bir çok kişiyi o ateşten çıkaracaklardır. Sonra diyeceklerdir ki: "Ey rabbimiz, o ateşte bize çıkarmamızı emrettiğin kişilerden kimse kalmadı." Allah onlara: "Tekrar dönün, kimin kalbinde bir Dinar kadar hayır bulacak olursanız onu da çıkarın." diyecek, onlar da bir çok insanı çıkara caklar sonra: "Ey rabbimiz, biz orada, bize emrettiklerinden hiçbir kimseyi bırakmadık" diyecekler. Sonra Allah onlara: "Geri dönün, kalbinde yarım dinar kadar hayır bulduğunuz kimseyi oradan çıkarın." diyecek onlar da çok insanlar çıkaracaklar sonra diyecekler ki: "Ey rabbimiz, biz orada bize emrettiklerinden kimseyi bırakmadık." Allah da diyecektir ki: "Geri dönün, kalbinde zerre kadar hayır bulduğunuz kimseyi çıkarın." Bunun üzerine onlar bir çok insanı çıkara caklar ve sonra diyeceklerdir ki: "Ey rabbimiz, biz orda hayır sahibi olan hiçbir kimseyi bırakmadık." Hadisi Rivâyet eden Ebû Said el-Hudri diyor ki: "Eğer sizler bu hadise inanmıyorsanız şu âyeti okuyunuz. "Şüphesiz ki Allah hiçbir kimeseye zerre ka dar zulmetmez. Yapılan iyilik zerre kadar da olsa onu kat kat artırır ve yapana katındım büyük bir mükâfaat verir. Müslim, K. el-îman, bab: 302, Hadis No: 183 b- Abdullah b. Mes'ud ise bu âyet-i kerime’yi şu şekilde izah etmiştir: "Allah, kıyamet gününde, zulme uğrayan kulunun hakkını, zerre kadarda olsa, zulmü yapandan almayarak, haksızlığa uğramış kuluna zulmetmez. Mazlumun hakkını zalimden mutlaka alır. Mazlum kulunun hakkını aldıktan sonra kulun zerre kadar da iyiliği kalsa Allah onun iyiliğini artırır ve katından ona büyük bir mükâfaat olarak cennetini verir. Bu hususta Za'zan diyor ki: "Ben Abdullah b. Mes'udun yanına vardım. O dedi ki: "Kıyamet günü olunca Allah, önce geçmiş olanları da sonra gelenleri de bir araya toplayacak sonra Allah tarafından bir çağıran şöyle seslenecektir: "Dikkat edin, kim, kendisine yapılan bir haksızlığın karşlığını istiyorsa gelsin hakkını alsın." Abdullah b. Mes'ud diyor ki: "Vallahi o zaman, çocuk babasında, baba çocuğundan, koca karısından, karı kocasından, küçük dahi olsa bir hakkı bulun sa da onu istese diye arzu edecektir. Bunu, Allahü teâlânın kitabında doğrulayan âyet şudur: "(Tekrar dirilmek için) Sur'a üfürüldüğü zaman aralarında soy bağı nın hiçbir değeri kalmaz ve birbirlerine de bir şey sormazlar. Mü’minun Sûresi, 23 / 101 Üzerinde baş kalarının hakkı bulunan kimseye denir ki: "Sen bu hak sahibine haklarını ver." O da der ki: "Ey rabbim nereden bulup vereyim? Dünya yok oldu." Allah da Meleklerine der ki: "Ey meleklerim siz bunun salih amellerine bakın. Hak sa hiplerine o amellerden verin." Melekler hak sahiplerine haklarını verdikten son ra eğer o kişinin, zerre kadar dahi olsa geriye iyi bir ameli kalacak olursa melekler, bunu kendilerinden daha iyi biten Allah’a derler ki: "Ey rabbimiz, her hak sahibine hakkını verdik. Bu kişinin geride zerre kadar iyi ameli kaldı." Allah da meleklerine diyecektir ki: "Siz kulumun o amelini artırın ve onu merhametim sayesinde cennete koyun." Abdullah b. Mes'ud diyor ki: "Bu sözü, Allah'ın kitabında doğrulayan âyet şudur: "Şüphesiz ki Allah, hiç kimseye zerre kadar zulmetmez. Yapılan iyi lik zerre kadar da olsa onu kat kat artırır ve yapana, katından büyük bir mükâfaat verir." Yani cenneti verir. Şâyet salih amelleri alınan bu kulun bütün iyilikleri biter ve sadece kötülükleri kalacak olursa melekler, bunu kendilerinden daha iyi bilen Allah’a: "Ey Allah’ımız bunun bütün iyilikleri bitti. Sadece kötü lükleri kaldı. Bir çok kimse de bundan hak istiyorlar." Bunun üzerine Allahü teâlâ der ki: "Onların günahlarını bunun üzerine yükleyin ve buna cehennem için bir belge hazırlayın." Taberi diyor ki: "Bu âyet-i kerime’nin her iki şekilde de te'vil edilmesi mümkündür. Ancak birinci te'vil şekli Resûlüllahtan varid olan habere ve âyetin zahirine daha uygun olduğu için biz onu tercih ettik." Taberi devamla diyor ki: "Müfessirler, Allahü teâlânın bu âyet-i kerimesiyle kimlere vaadde bulunduğu hususunda iki görüş zikretmişlerdir. Bazılarına göre burada kendilerine vaadedilenler, Allah ve Peygamberine iman eden bütün mü’minlerdir. Zira Ebû Hureyre Resûlüllah’ın şöyle buyurduğu nu Rivâyet etmiştir. "Allahü teâlâ, yapılan iyiliği milyon kere artırır." Abdullah b. Ömer ise bu âyette zikredilen vaadin sadece muhacirlere ait olduğunu, diğer insanların ve Bedevilerin bu âyetin kapsamına ginnediklerini söylemiştir. Bu hususta Atıyye el-Avfı, Abdullah b. Ömerin şunları söylediğini rivâyet etmiştir: "Kim bir iyilik ortaya koyarsa ona o iyiliğin on katı vardır. Kim de bir kötülük işlerse sadece o kötülüğün misliyle cezalandırılır. Onlar haksızlı ğa uğratılmazlar. En'am sûresi, 6/160 âyeti Bedeviler hakkında nazil olmuştur. Bir adam "Mu hacirler hakkında hangi âyet nazil olmuştur?" diye sorunca Abdullah b. Ömer "Muhacirler hakkında bu âyetten daha fazla vaad beyan eden âyet nazil olmuş tur. O da: "Şüphesiz ki Allah hiç kimseye zerre kadar zulmetmez. Yapılan iyilik zere kadar da olsa onu kat kat artırır ve yapana, katından büyük bir mükâfaat verir." âyetidir. Allah, bir şeyin büyük olduğunu bildirince o şey gerçekten bü yüktür." demiştir. Taberi bu ikinci görüşü tercih etmiş ve delil olarak şunu zikretmiştir. Allahü teâlânın ve Resûlüllah'ın bildirmiş olduğu haberlerin, birbirlerine ters olmaları imkânsızdır. Madem ki Allahü teâlâ bir âyeti kerimesinde, mü’min kullarının yap tıkları iyiliklerin karşılığını on kat olarak vereceğini, diğer bir âyetinde bu iyi likleri kat kat artıracağını beyan etmiş ve Resûlüllah da bazı mü’minlerin mükâfaatlarının iki milyon kat artırılacağını, bazılarının ise on kat artırılacağını bildirmiştir. O halde, mükafaatlan çokça artırılanlar, Ebû Hureyryenin de riva yet ettiği gibi muhacirlerdir. Daha az artırılanlar ise Abdullah b. Ömerin rivâyet ettiği gibi, muhacirlerin dışındaki mü’minlerdir. Böylece âyet ve hadislerin, çeli şir gibi olmaları, ortadan kalkmış olur. 41(Kıyamet gününde) Her ümmetten bir şahit getirilirken, seni de bunların üzerine şahit getirdiğimizde halleri ne olacaktır? Kıyamet gününde her ümmetten, yaptıklarına dair aleyhlerine şahitlik edecek bir şahit getirirken, Ey Rasûlüm, seni de ümmetine karşı şahit getirdiğimizde bunların hali ne olacaktır? Abdullah b. Mes'ud şöyle Rivâyet ediyor: "Resûlüllah bana dedi ki: "Kur’an’ı bana oku." Dedim ki: "Ey Allah'ın Resulü, Kur'an sana indirildi onu ben sana nasıl okuyayım?" Resûlüllah: "Evet oku. Çünkü ben onu başka birinden dinlemek istiyorum." dedi. Ben Resûlüllah’a Nisa suresini okudum. Kıyamet gününde her ümmetten bir şahit getirirken seni de onların üzerine şahit getirdiğimizde halleri ne olacaktır?" Âyetine gelince "Ta mam yeter." dedi. Baktım ki gözlerinden yaşlar akıyor. Buhari, K. et-Tefsir, Sûre 4, bab: 9 Yine Abdullah b. Mes'ud diyor ki: "Resûlüllah (Kıyamet gününde) her ümmetten bir şahit getirirken seni de bunların üzerine şahit getirdiğimizde halleri nice olacaktır?" âyetini okuduktan sonra şu âyeti okumuştur: "Aralarında ol duğum müddetçe onlara şahit idim. Beni vefat ettirdiğinde de onları sen gözetliyordun. Sen her şeye şahitsin. Maide sûresi, 5/117 Süddi ise bu âyetin izahında şöyle demiştir: "Kıyamet gününde Peygamberler geleceklerdir. Onların bazılarının ümmetlerinden sadece bir kişi veya iki kişi yahut on kişi ya da bundan daha az kişi insan iman etmiş olacaktır. O Pey gamberlerden bazılarına da bundan daha az insan iman etmiş olacaktır. Nihâyet Hazret-i Lutun kavmi getirilecek. Ona kavmindeki, iki oğlundan başka kimsenin iman etmediği belli olacak, Peygamberlere: "Sizler kendinize gönderilenleri tebliğ ettiniz mi?" diye sorulacak onlar da: "Evet." diyeceklerdir. Bunun üzeri ne: "Buna dair kim şahitlik eder?" denilecek onlarda: "Muhammed ümmeti" di yeceklerdir. Bu defa Muhammed ümmetine: "Sizler, Peygamberlerin, şahitliği size bıraktıklarını söyleyebilir misiniz? Bu hususta ne dersiniz?" denilecek, onlar da cevaben diyeceklerdir ki "Ey rabbimiz, biz şahitlik ederiz ki onlar tebliğ ettiler." Bunun üzerine denilecekti ki : " Sizin bu şahitliğinizin doğruluğunu kim tasdik edecektir ?" Onlar da diyeceklerdir ki: "Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) tasdik ede cektir." Bu defa Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) çağırılacak o da ümmetinin doğru söyledi ğine ve Peygamberlerin tebliğ etmiş olduklarına dair şahitlik edecektir. İşte Allahü teâlânın: "Böylece biz sizin, insanlara karşı şahitler olmanız, Peygamberle rin de size karşı şahit olması için sizi orta yolu tutan bir ümmet kıldık Bakara sûresi, 2/143âyeti bu hususu izah etmektedir. 42O gün, inkâr edip Peygambere isyan edenler, yerle bir olmayı is terler. Allah’tan hiçbir sözü gizleyemezler. İşte o kıyamet gününde, Allah'ın birliğini inkâr eden kâfirler ve Peygam bere isyan edenler, Allah'ın, kendilerini yerle bir etmesini ve toprak olmalarını dilerler. * Bu hususta başka bir âyette de şöyle buyurulmaktadır: "O gün kişi yap tığı amellere bakar. Kâfir ise "Keşke toprak olsaydım." der. Nebe, sûresi, 78/40 Âyet-i kerime’de: "O kâfirler, Allah’tan hiçbir sözü gizlemmeyezler." buyurulmaktadır. Bundan maksat, "Müşrikler ağızlarıyla inkâr etmeye kalkışsalar da bizzat diğer organları, yaptıkları amellere dair şahitlik edeceklerinden, Allah’tan hiçbir şeyi gizleyemeyeceklerdir," demektir. Bu hususta Said b. Cübeyr diyor ki: "Bir adam gelip Abdullah b. Abbasa dedi ki: "Ben, Allahü teâlânın, bir âyette, müşriklerin kıyamet gününde şöyle di yeceklerini zikrettiğini gördüm." Sonra içinde bulundukları zor durumdan dola yı: "Rabbimiz olan Allah’a yemin olsun ki biz ona ortak koşanlardan değildik." demekten başka çaraleri kalmaz. En'am sûresi, 6/23 Diğer bir âyette ise "Allah’tan hiçbir sözü gizleyemezler." buyurduğunu gördüm. (Bunlar birbirlerine zıt değiller mi?) Abdullah b. Abbas dedi ki: "Müşriklerin: "Rabbimiz olan Allah’a yemin olsun ki biz ona ortak koşanlardan değildik." şeklindeki sözlerini, onların, cen nete müslüman olanlar dışında kimsenin ginnediğini gördükleri ve "Gelin biz de müşrik olduğumuz inkâr edelim." dedikleri zaman söyleyeceklerdir. Bunun üzerine Allah onların ağızlarını mühürleyecek, onların müşrik olduklarını elleri ve ayaklan söyleyecektir. İşte o anda Allah’tan hiçbir sözü gizleyemeyeceklerdir. Nitekim Abdullah b. Abbasın zikrettiği bu husus şu âyette de beyan edilmektedir: "O gün biz onların ağızlarını mühürleriz de bize elleri konuşur. Ayakları da ne yaptıklarına şahitlik eder. Yasin sûresi, 36/90 43Ey iman edenler, sarhoşken ne söylediğinizi bilinceye kadar na maza yaklaşmayın. Cünüp iken de gusül edinceye kadar namaz kılmayın. Yolcu olanlar müstesnadır. Eğer hasta iseniz veya yolculukta iseniz yahut biriniz tuvaletten gelmişse veya kadınlara dokunmuşsanız ve bu durumda da su bulamamişsanız, tertemiz bir toprak ile teyemmün edin. Yüzlerinize ve ellerinize sürün. Şüphesiz ki Allah, çok affeden, çok bağışlayandır. Ey iman edenler, içki içerek sarhoş olmuşken ne söylediğinizi bilinceye kadar namaza yaklaşmayın. Cünüp iken de gusül edinceye kadar namaz kılma yın. Fakat yolcu olup ta su bulamayanlar müstesnadır. Onlar teyemmüm ederler. Eğer yaralı veya başka bir şekilde hasta iseniz veya sıhhatli olduğunuz halde yolculukta iseniz yahut küçük veya büyük abdest bozmaktan gelmişseniz veya cinsi münasebette bulunmuşsanız ve bu durumda abdest alacak veya cünüplükten temizlenecek kadar su bulamamışsanız tertemiz bir toprak ile teyemmüm edin. Âyet-i kerime’de: "Sarhoşken ne söylediğiniz bilinceye kadar namaza yaklaşmayın." buyurulmaktadır. Müfessirler, burada zikredilen sarhoşluğun, neden meydana gelen bir sar hoşluk olduğu hususunda iki görüş zikretmişlerdir: a- Hazret-i Ali, Abdullah b. Abbas, Ebû Rezin, Mücahid, Katade ve İbrahim en-Nehaiye göre bu âyette zikredilen sarhoşluktan maksat, içki içmekten mey dana gelen sarhoşluktur. Onlara göre bu âyet-i kerime, içkinin kesin olarak ya saklanmasından önce nazil olmuş, içki içtikten sonra sarhoş olanların uyanıp ne söylediklerini bilinciye kadar namaza yaklaşmamalarını emretmiştir. Daha son ra ise içki kesin olarak yasaklanmış ve bu âyetin hükmü neshedilmiştir. Bu hususta Hazret-i Alinin şunları söylediği rivâyet edilmektedir: "Bir gün Abdurrahman b. Avf bize yemek yaptı ve bizi davet etti ve bize içki içirdi. İçki bizi sarhoş etti. O sırada namaz vakti gelmişti. Beni İmam olarak öne geçirdiler. Ben de Kâfırûn suresini yanlış bir şekilde şöyle okudum: "De ki: "Ey kâfirler, ben sizin yaptıklarınıza ibadet etmem. Biz ise sizin taptıklarınza ibadet ederiz." Bunun üzerine Alla teala " Ey iman edenler, sarhoşken ne söylediğinizı bilinceye kadar namaza yaklaşmayın." âyetini indirdi. Tirmizi, K. Tefsir el-Kur'na Sûre 4, Hadis No: 3026 Ebû Vâil, Ebû Rezin ve İbrahim en-Nehai bu âyetin ve Bakara suresinin iki yüz on dokuzuncu âyeti olan: "Ey Rasûlüm, sana içki ve kumardan soru yorlar. De ki "Onlarda büyük günahlar vardır. İnsanlar için bazı faydalan da vardır. Ancak günahları faydalarından çok büyüktür." âyetinin ve Nahl sûresi nin altmış yeydinci âyeti olan: "Hurma ağaçlarının meyvelerinden ve üzümler den, sarhoş edici içkiler ve güzel rızıklar edinirsiniz..." âyetinin, içkinin kesin olarak haram olduğunu belirten Maide suresinin doksanıncı âyetiyle neshedildiğini söylemişlerdir. b- Dehhaka göre ise bu âyette zikredilen sarhoşluktan maksat, uyku sar hoşluğudur. Buna göre Allahü teâlâ mü’minlere, uykudan dolayı sarhoş bir haldeyken tamamen kendilerine gelip ne söylediklerini bilinceye kadar namaza yaklaşmamalarını emretmiştir. Taberi buradaki sarhoşluktan maksadın, içki içmekten meydana gelen sarhoşluk olduğunu ve Allahü teâlânın, içkiyi kesin olarak yasaklamasından önce mü’minlere, sarhoşken namaza yaklaşmamalarını emrettiğim söyleyen görüşün tercihe şayan olduğunu söylemiştir. Zira bu âyetin, içki içmekten meydana gelen sarhoşluk hakkında nazil olduğuna dair, Resûlüllah’ın sahabilerinden, birbirini destekleyen haberler zikredilmiştir. Taberi diyor ki: "Eğer denilecek olursa ki: "Bu âyette zikredilen sarhoş luktan maksadın, içki içmekle meydana gelen sarhoşluk olduğu nasıl söylenebilir? Zira sarhoş olan aklını kaybeder, deliler gibi olur. Delileri de herhangi bir vazife ile yükümlü tutmak mümkün değildir. O halde sarhoş olan kimse nasıl olur da namaza yaklaşmamakla emrolunur?" Cevaben denir ki: "Sarhoşlar akıllarını kaybeden deliler gibi değil, vücutları uyuşan ve hareketleri yavaşlayan kimselerdir. Bu sebeple emir ve yasaklara muhatap olma durumundadırlar. Şa yet birsarhoş tamamen aklını kaybedip deli durumuna düşerse elbette ki bu âyet-i kerime ile muhatap olduğu söylenemez. Âyet-i kerime’nin: "Cünup iken de gusül edinceye kadar namaz kılmayın. Yocu olanlar müstesnadır." diye tercüme edilen ifadesi müfes sirler tarafından iki şekilde izah edilmiştir: a- Abdullah b. Abbas, Hazret-i Ali, Said b. Cübeyr, Mücahid, Hasan-ı Basri, Hakem ve İbn-i Zeyde göre bu ifadeden maksat, "Yolcu olanlar" demektir. Bunlara göre bu cümlenin mânâsı şöyledir: "Cünüp olan kimse yıkanmadan namaz kılmasın. Ancak yolcu olanlar müstesnadır. Onlar cünüp olurlarsa teyemmüm ederek namaz kılabilirler." Bu hususta Abdullah b. Abbas'ın şunları söylediği rivâyet edilmektedir: Men maksat, yolculuk yapanlardır. Allahü teâlâ onlara buyur muştur ki: "Cünüp iseniz, su bulduğunuz zaman yıkanmadan önce namaza yak laşmayın. Şâyet su bulamazsanız, ben sizin için toprağa meshederek teyemmüm yapmanızı helal kıldım." Hazret-i Alinin de şöyle söylediği rivâyet edilmektedir: "Cünüp iken yıkan madan namaza yaklaşmayın. Ancak misafir olup ta su bulamama durumunuz müstesnadır. Bu takdirde teyammüm edin." b- Yine Abdullah b. Abbas, Said b. Cübeyr Hasan-ı Basri, İbrahim en Nehai, Ebû Ubeyde, İkrime, Zühri, Yezid b. Habib ve Mücahide göre ifadesinden maksat, "Yoldan geçenler müstesnadır." demektir. Bunlara göre âyetin bu bölümünün mânâsı şöyledir: "Ey iman edenler, sar hoşken ne söylediğinizi bilinceye kadar namaz kılmak için namazgahlara yak laşmayın. Cünüp olduğunuzda da yıkanıncaya kadar namazgahlara yaklaşmayın. Ancak namazgahtan, bir yol uğrağı olarak geçenler müstesnadır. Bunlar cünüpte olsalar yıkanmadan önce namazgahların içinden geçebilirler." Bu hususta Abdullah b. Abbasın şunları söylediği rivâyet edilmektedir: Cünüp iken mescide yaklaşma. Ancak yolunun oradan geçmiş olması durumu müstesnadır. Oradan bir geçit olarak geçebilirsin. Fakat orada oturma." Yine Abdullah b. Abbasın, Hayızh olan kadının ve cünüp bir kimsenin, içinde oturmadıkça mescitten geçmelerinde bir sakınca yoktur." dediği rivâyet edilmektedir. Taberi, bu ikinci görüşün tercihe şayan olduğunu ifade sinden maksadın "Ancak namaz kılınan yerlerden gelip geçenler müstesnadır." demek olduğunu söylemiştir. Çünkü âyetin devamında: "Eğer hasta iseniz veya yolculukta iseniz yahut biriniz tuvaletten gelmişse veya kadınlara dokunmuşsanız ve bu durumda su bulamamışsanız tertemiz bir toprakla teyemmüm edin." buyurulmakta ve cünüp olan yolcunun hükmü beyan edilmektedir. Âyetin bu bölümünde önce zikredilen ifadesini de yolcu olarak izah etmekle âyetin, lüzumsuz bir tekrarda bulunduğu söylenmiş olur ki bu doğru değildir. Diğer yandan kelimesinin türetildiği fiilinin Arapçadaki mânâsı, "Yolun veya nehirin bir yanından diğer yanına geçmektir." Buradaki sıfatı da namazgahın bir tarafından diğer tarafına geçeni ifade etmektedir. Âyet-i kerime’de: "Eğer hasta iseniz veya yolculukta iseniz yahut biriniz tuvaletten gelmişse veya kadınlara dokunmuşsanız ve bu durumda da su bulamamışsanız tertemiz bir toprakla teyammüm edin." buyurulmaktadır. Müfessirler, burada zikredilen hastanın nasıl bir hasta olduğu farklı şekillerde izah etmişlerdir. a- Bazılarına göre burada zikredilen "Hasta"dan maksat, bir yeri kınlan veya yaralanan yahut bir yerinde yara çıkan, su ile yıkandığı takdirde zarar gö receğinden korkan kimselerdir. Bu gibi kimselerin teyemmüm etmeleri caiz olur. Bu görüşte olanlardan Abdullah b. Mes'uda göre burada zikredilen "Hasta"dan maksat, bir yeri kırılan veya yaralanandır. Ebû Malik ve Süddiye göre ise "Bir yeri yaralanandır." Said b. Cübeyre göre "Bir yeri yaralanan ve kendisinde yara meydana gelen yahut çiçek hastalığına yakalanandır." b- İbn-i Zeyde göre ise burada zikredilen "Hasta"dan maksat, suyu kulla namayacak derecede hasta olan ve kendisine su getirin yıkayacak kimsesi de bulunmayan hastalardır. İşte böyle bir hastanın teyammüm etmesi caizdir. Taberi diyor ki: "Âyetin te'vili şöyledir: "Eğer sizler yaralanacak oluşanız veya bir yerinizde yara çıkacak olursa yahut bir yeriniz kırılacak olursa ya da cünüplükten yıkanmaya gücünüz yetmeyecek kadar hasta olursanız ve o sırada yolcu olmayıp meskun iseniz temiz toprakla teyemmüm edin." Âyet-i kerime’de geçen ve "Tuvalet" diye tercüme edilen keli mesinin asıl mânâsı "Geniş bir vadi" demektir. Tuvalet olarak özel yerler yapıl madan önce insanlar beşeri ihtiyaçlarını bu gibi vadilerde giderdikleri için "Tuvalet yeri" mânâsına bu kelime kullanılmıştır. Âyet-i kerime’de geçen ve "Kadınlara dokunmuşsanız" diye tercüme edilen ifadesi, müfessirler tarafından iki şekilde izah edilmiştir. a- Abdullah b. Abbas, Hazret-i Ali, Katade ve Hasan-ı Basriden nakledilen bir görüşe göre burada zikredilen "Kadanlara dokunmak"tan maksat, kadınlarla cin si münasebette bulunmaktır. Bu görüşte olanlara göre âyet-i kerime’de, kadınlar la cinsi münasebette bulunan kimsenin su bulamaması halinde teyemmüm etmesi emredilmektedir. İkrime diyor ki: "Said b. Cübeyr, Ata b. Ebi Rebah ve Ubeyd b. Umeyr bu âyette zikredilen "Dokunmak"tan neyin kastedildiği hususunda ihtilaf ettiler. Said b. Cübeyr ve Ata, buradaki "Dokunmak"tan maksadın, kadınlara cinsi münasebete varmayacak derecede dokunmak olduğunu söylemişler, Ubeyd ise bu rada ifade edilen "Dokunmak"tan maksadın, cinsi münasebette bulunmak olduğunu söylemiştir. Onlar bu meseleyi tartışırken, Abdullah b. Abbas çıkıp gelmiş meseleyi ona sormuşlar o da şu cevabı vermiştir: "Arap olmayan iki kişi hata etmişler, Arap olan kişi ise isabet etmiştir. Buradaki dokunmak'tan maksat, cinsi münasebette bulunmaktır. Fakat Allahü teâlâ, örtülü ve nezih bir şekilde ifadede bulunmuştur. b- Abdullah b. Mes'ud, Ubeyde es-Selmani, Abdullah b. Ömer, Âmir eş-Şa'bi, İbrahim en-Nehai, Hakem, Hammad ve Ebû Ubeydeden nakledilen ikinci bir görüşe göre bu âyette zikredilen dokunmak'tan maksat, erkeğin, kadının vücuduna eli veya herhangi bir azası ile dokunmasıdır. Cinsi münasebette bulun mak değildir. Bunlara göre kadının vücudundan herhangi bir yere çıplak olarak eliyle dokunan veya onu öpen erkeğin abdesti bozulur. O erkeğin yeniden ab-dest alması gerekir. Taberi diyor ki: "Bu iki görüşten tercihe şayan olan görüş, bu âyette zik redilen "Dokunmak"tan maksadın, cinsi münesebette bulunmak olduğunu söyleyen görüştür. Cinsi münasebetin dışındaki diğer dokunmalar değildir. Zira bu hususta Resûlüllah’ın, hanımlarından bazılarını öptükten sonra abdest almadan namaz kıldığına dair sahih haberler zikredilmiştir. Hazret-i Âişe (radıyallahü anhâ) Resûlüllah’ın kendisini öptüğünü ve ondan sonra da ab dest almadığını söylemiştir Ebû Davud, K. et-Taharet, bab: 69, Hadis No : 178 Diğer bir Rivâyette Hazret-i Âişe şöyle demiştir: "Resûlüllah, hanımlarından birini öptü sonra çıkıp namaza gitti ve abdest de almadı. Ebû Davud, K. et-Taharet, bab: 69, Hadis No: 179 Zeyneb eş-Sehmiye, Hazret-i Âişenin, şunları söylediğini rivâyet etmiştir. "Resûlüllah abdest alırdı. Sonra öperdi ve namaz kılardı. Abdest de al mazdı. Bunu bana yaptığı da olmuştu. İbn-i Mace, K. et-Taharet bab: 69 Hadis No ; 503 Taberi, Ümmü Selemenin de Resûlüllahtan benzeri bir hadisi Rivâyet ettiğini söylemiştir. Müfessirler, bu âyet-i kerime’nin kimler hakkında nazil olduğu hususunda iki görüş zikretmişlerdir: a- İbrahim en-Nahai'ye göre bu âyet-i kerime, yaralanmış olan ve yaralı iken cünüp olan sahabiler hakkında nazil olmuştur. Onlar bu durumlarım Resûlüllah'a anlatmışlar bunun üzerine bu âyet inmiş ve onların teyemmüm edeceklerini beyan etmiştir. b- Hazret-i Âişe ve diğer bazı sahabilere göre bu âyet-i kerime, bir yolculuk esnasında cünüp olan ve yıkanmak için su bulamayan sahabiler hakkında nazil olmuş ve onların toprakla teyemmüm etmelerini beyan etmiştir. Bu hususta Hazret-i Âişe (radıyallahü anhâ) diyor ki: "Biz, bir yolculuğu sırasında Resûlüllah ile beraber gitmiştik. "Beyda" veya "Zatülceyş" denen yere vardığımızda gerdanlığım koptu. Resûlüllah onu aramaya girişti. İnsanlar da onunla beraber arıyorlardı. Onlar bir su başında de ğillerdi. İnsanlar Ebubekir'e gittiler ve ona: "Âişenin ne yaptığını görüyor musun? O, Resûlüllah'ı ve insanları yolundan alıkoydu, insanlar ne bir suyun ba-şmdalar ne de onların yanında su bulunuyor." dediler. Bunun üzerine Ebubekir çıkıp geldi. O sırada Resûlüllah başını dizime koymuş ve uyumuştu. Ebubekir: "Sen Resûlüllah'ı ve insanları yolundan alıkoydun. Onlar bir su başında değiller. Yanlarında su da yok." dedi. Babam Ebubekir bana çok sitem etti ve Allah'ın di lediği kadar sözler söyledi. Eliyle böğrüme dürtüyordu. Benim hareket etmeme, Resûlüllah'ın dizimde uyuması engel oluyordu. Nihâyet Resûlüllah sabah olun ca kalktı. Orada hiç su yoktu. İşte o sırada Allah, teyemmüm âyetini indirdi. Orada bulunanlar teyemmüm ettiler. Üseyd b. Hudayr da: "Ey Ebubekir ailesi, bu sizin ilk bereketiniz değildir." dedi. Biz, üzerine binmiş olduğum deveyi kaldırdık. Gerdanlığımı onun altında bulduk." Buhari, k. et-Teyemmüm, bab: 1 Taberi bu hadisi Hazret-i Âişe'den çeşitli şekillerde Rivâyet etmiştir. Âyet-i kerime’de geçen ve "Toprak" diye tercüme edilen ( kelimesi, Katade tarafından "Ağaç ve bitki olmayan yer", İbıvi Zeyd tarafından "Düz yer", Amr b. Kays tarafından, "Toprak", diğer bir kısım âlimler tarafından ise "Toprak ve tozlu yeryüzü" diye izan edilmiştir. Taberi bu kelimeden maksadın, "Bitkilerden, ağaçlardan, binalardan arınmış olan düz yer." olduğunu söyleyen görüşün doğru olduğunu söylemiştir. Âyet-i kerime’de, teyemmüm eden kimseye, yüzünü ve ellerini toprağa sünnesi emredil inektedir. Müfessirler, teyemmüm eden kimsenin, ellerinin ne kadarını toprağa sür me mecburiyetinde olduğu hususunda üç görüş zikretmişlerdir. a- Ammar b. Yasir, Âmir eş-Şa'bi, İkrime, Evzai ve Mekhul'den nakledi len bir görüşe göre, teyemmüm eden kimse ellerini toprağa sürüp bileklerine ka dar mesheder. Bileklerinden yukarı, dirseğe doğru herhangi bir yerini meshetmez. Bunlar, görüşlerine delil olarak, Abdurrahman b. Ebza'dan rivâyet edilen şu hadis-i şerifi göstermişlerdir: "Bir adam Ömer'e geldi. Ben cünüp oldum fakat su bulamıyorum." dedi. Ömer ona "Namaz kılma" dedi. Bunun üzerine Ammar, "Ey mü'minlerin emin, hatırlamıyor musun bir zaman ben ve sen bir müfrezede bulunuyoduk. İkimiz de cünüp olmuştuk ve su bulamamıştık. Sen namaz kılmamıştın. Ben ise toprak ta yuvarlanmış ve namaz kılmıştım. . Resûlüllah da buyurmuştu ki: "Senin iki elini yere vurman sonra da onlara üflemen daha sonra da o ikisiyle yüzünü ve ellerini meshetmen senin için kâfi idi... Müslim, K.el-Hayz, bab; 112, Hadis no: 368 Hadisin diğer bir Rivâyetinde Resûlüllah Ammar'a: "Şöyle yapman senin için yeterliydi." buyurmuş ve Resûlüllah iki elini yere vurmuş, onlara tiflemiş ve onlarla yüzünü ve iki elini meshetmiştir." Buhari, K. et-Teyemmüm, bab: 4 Görüldüğü gibi bu görüşte olanlar, teyemmümde ellerin, sadece bileklere kadar meshedilmesinin yeterli olduğunu, zira Kur'an-ı Kerim'de "El" kelimesi zikredilince bileğe kadar olan kısmının kasdedildiğini söylemişlerdir. Nitekim hırsızlık yapan erkek ve kadının ellerinin kesilmesi emredilmiş ve bunlara hır sızlık cezası uygulanırken de elleri bileklerinden kesilmiştir. Bu da göstermek tedir ki bu âyette teyemmüm hususunda zikredilen "El"den maksat da bileğe ka dar olan el'dir. b- Abdullah b. Ömer, Hasan-ı Basri ve Âmir eş-Şa'bi'ye göre ise teyem mümde ellerin meshedilme sınırı, dirseklere kadardır. Zira abdest alırken eller dirseklere kadar yıkanır. Allahü teâlâ, teyemmüm eden kişiden, başını ve ayaklarını meshetme yükümlülüklerini kaldırmış fakat onların, yüzlerini ve ellerini toprakla meshetmelerini emretmiştir. Bundan anlaşılmaktadır ki, teyemmümde ellerin meshedilme sınırları, abdest alırken yıkanan yerlerdir. Taberi, bu görüşte olanların, Ebû Cüheym'den Rivâyet edilen şu hadisi delil gösterdiklerini zikretmiştir. Ebû Cüheym diyor ki: "Ben, Resûlüllah'ın, küçük abdestini bozduğunu gördüm. Ona selam verdim o benim selamımı almadı. İhtiyacını görünce bir duvarın önünde kalktı. Ellerini duvara vurdu. Onlarla yüzünü mesnetti. Ellerini tekrar duvara vurdu ve ellerini dirseklerine kadar meshetti. Ondan sonra benim selamımı aldı... Not; Taberi bu hadisi bu şekilde Rivâyet etmiştir. Ancak Buhari, Müslim, ve diğer hadis kitaplarında Ebû Cüheym'den bu hadis-i şerif şu şekilde Rivâyet edilmiştir. Ebû Cüheyrn demiştir: "Resûlüllah, Cemel kuyusu tarafından geliyordu. Onunla bir adam karşılaştı. Ve ona selam verdi. Fakat Resûlüllah onun selamını almadı. Bir duvara yöneldi. Yüzünü ve ellerini meshetti. Sonra adamın selamını aldı. (Buhari, K. et-Teyemmüm, b. 3 /Müslim, K. el-Hayz, b. 114 HN. 369) Ebû Davud, Taberinin, ebu Cüheymden Rivâyet ettiği bu hadisi, onun Rivâyetine benzer bir şekilde, Abdullah b. Ömerden Rivâyet etmiş ancak hadisin ravilerinden, Muhammed b. Sabitin, Ahmed b. Hanbel tarafından, teyemmüm hakkındaki hadislerinden dolayı tenkid edildiğini söylemiştir. (Bu hususta Bkz. Ebû Davud, K. et-Taharet b. 124. MN. 330) c- Zühri'ye göre ise teyemmüm eden kimse ellerini omuzlarına ve koltuk altlarına kadar meshetmek zorundadır. Zira yüzünü meshederken bütününü meshettiği gibi ellerini meshederken de bütün kolunu meshetmesi gerekir. Bu görüşte olan âlimler, görüşlerine delil olarak Amrnar b. Yasir'den ri vÂyete dilen şu hadisi zikretmişlerdir; "Resûlüllah, "Ulâtül Ceyş' denen yerde konakladı. Yanında hanımı Âişe de bulunuyordu. Âişe'nin, Zıfar şehri boncuklarından olan gerdanlığı kopup düşmüştü, insanlar onu aramak için hareketten ahkonmuş oldular. Nihâyet tan yeri ağardı. İnsanların yanında su da yoktu. Ebubekir Âişeye kızdı ve ona dedi ki: "İnsanları yolundan alıkoydun. Onların yanında su da yok." Bunun üzerine Aziz ve Celil olan Allah, temiz toprakla teyemmüm etme ruhsatını indirdi. Müslümanlar Resûlüllah ile birlikte kalkıp ellerini toprağa vurdular. Sonra ellerini yukarı kaldırdılar. Toprağa silkelemediler ve elleriyle yüzlerini ve dıştan omuzlarına içten de koltuk altlarına kadar olmak üzere ellerini mesnettiler." Nesâî, K. et-Taharel, bab: 196 / Ebû Davud K. et-Taharet, bab: 123, Hadis No: 318 İbn-i Mace, K. et-Taharet bab: 90, Hadis No: 565, 566 Taberi, zikredilen bu üç görüşten birinci görüşün tercihe şayan olduğunu, teyemmüm eden kimsenin, ellerini bileklerine kadar meshetmek mecburiyetinde olduğunu zira oraya kadar meshetme hususunda icma bulunduğunu ancak bileklerden yukarıya doğru meshetmenin gerekli olmayıp caîz olduğunu, teyemmüm eden kimsenin, dirseklerine veya omuzlarına kadar meshetmesinin bir mahzuru olmadığını söylemiştir. Çünkü Allahü teâlâ, teyemmüm eden kimse için ellerini meshetme hususunda bir sınır koymamıştır. Ancak, bileklere kadar meshetme nin gerekli olduğu icma ile sabittir. Teyemmüm edenin buna uyma mecburiyeti vardır. Bileklerden yukarısının meshedilmesi ise ihtilaflı bir meseledir. Bu iti barla teyemmüm eden kimse bileklerden yukarısını meshedip etmemekte ser besttir. Müfessirler, cünüp olan kimsenin de teyemmüm etme ruhsatından fayda lanıp faydalanamayacağı hususunda iki görüş zikretmişlerdir: a- Abdullah b. Abbas, Hazret-i Ali, Hasan-ı Basri gibi, âyet-i kerime’deki "Ka dınlara dokunma" ifadesini "Kadınlarla cinsi münasebette bulunma" şeklinde izah eden sahabi, tabiin ve tebe-i tabiinler, teyemmüm etme hususunda cünüp olan kimsenin de abdestsiz olan kimse gibi olduğunu, onun da su bulamaması halinde temiz toprakla teyemmüm ederek cünüplükten çıkıp temiz olacağını, ancak su bulduktan sonra yıkanacağını söylemişlerdir. Zira cünüp olan kimse nin, teyemmüm ederek temiz olacağı hususunda Resûlüllah'tan, şüpheyi bertaraf edecek derecede sağlam Rivâyetlerle hadisler zikredilmiştir. b- Abdullah b. Mes'ud, Ömer b. el-Hattab ve İbrahim en-Nehai'den nakle dilen diğer bir görüşe göre cünüp olan kimsenin, yıkanmaktan başka temizlen me yolu yoktur. Böyle bir kimsenin toprakla teyemmüm ederek temizlenmesi mümkün değildir. Zira teyemmüm, cünüp olmayanlar için verilen bir ruhsattır. Bu görüşte olanlar, âyette geçen "Cünüp iken de gusül edinceye kadar namaz kılmayın" ifadessini, "Cünüp iken de gusül edinceye kadar namaz kılınan yere yaklaşmayın. Ancak oradan geçip gitmeniz hariç." şeklinde izah etmişler ve demişlerdir ki "Allahü teâlâ, cünüp olan kimseye, gusül etmeden namaz kılınan ye re yaklaşmamasını ve ona teyemmüm etmesini emretmem iştir. Bundan da anla şılmaktadır ki, cünüp olanın, temizlenmek için yıkanmaktan başka çaresi yok tur. Bu görüşte olan âlimler, âyette geçen "Kadınlara dokunma" ifadesini, "Ka dınlarla cinsi münasebette bulunma" haricinde ve onların avret mahallerinin dı şında herhangi bir yerlerine dokunma şeklinde izah etmişlerdir. Bu hususta Şakiyk diyor ki: "Ben, Abdullah b. Mes'ud ve ebû Mûsa el-Eş'ari ile birlikte otunıyordum. Ebû Mûsa, Abdullah'a dedi ki: "Ey Ebû Abdurrahman, ne dersin, bir adam cü nüp olsa da bir ay su bulamayacak olsa o, namazı ne yapacaktır?" Abdullah dedi ki: "Bir ay su bulamasa dahi teyemmüm yapamaz," Bunun üzerine Ebû Mûsa dedi ki: "Maide süresindeki, "Şâyet su bulamamişsanız temiz toprakla teyemmüm edin. Maide Sûresi, 5/6 âyeti ne olacaktır? Abdullah dedi ki: "Şâyet bu âyette onlara ruhsat verilecek olsa su kendilerine her soğuk geldiğinde büyük bir ihtimalle toprakla teyemmüm etmeye kalkarlar." Bunun üzerine Ebû Mûsa, Abdullah'a dedi ki: "Sen Ammar'ın şu sözünü duymadın mı? Ammar demişti ki: "Resûlüllah beni bir iş için göndermişti. Ben cünüp oldum ve su bulamadım. Hayvanla rın yuvarlanması gibi toprakta yuvarlandım. Sonra Resûlüllah'a geldim ve me seleyi ona anlattım. O da buyurdu ki: "İki elinle şöyle yapman seni için kâfi idi." Sonra Resûlüllah elleriyle yere bir defa vurdu. Sol eliyle sağ elini mesnetti ve iki elinin dış taraflarım ve yüzünü de mesnetti.. Ammar'ın bunu anlatması üzerine Abdullah b. Mes'ud dedi ki: "Sen görmedin mi (Ammar bunu Ömer'e anlattı. Fakat) Ömer, Ammar'in sözüne kanaat getirmedi." Müslim, K. el-Hayz, bab: 110, Hadis No: 368 /Buhari, K. et-Teyemmiim, bab: 8 Abdurrahman b. Ebza diyor ki: "Biz, Ömer b. el-Hattab'in yanında bulunuyorduk. Bir adam gelip ona dedi ki: "Ey mü’minlerin emin, bazan bizler bir ay iki ay bekliyor su bulamıyoruz..." Bunun üzerine Ömer dedi ki: "Ben su bulamayacak olsam, onu buluncaya kadar namaz kılmam." Bunun üzerine Ammar b. Yasir dedi ki: "Hatırlıyor musun ey mü’minlerin emiri, ben şu ve şu yerde bulunuyordum. Biz o zaman deve güdüyorduk. Sen biliyorsun ki ikimiz de cünüp olmuştuk." Ömer dedi ki: "Evet hatırlıyorum." Ammar dedi ki: "Ben toprakta yuvarlanmıştım. Resûlüllah'a gelip yaptığımı anlattım. Bunun üzerine Resûlüllah güldü ve buyurdu ki: "Yeryüzü senin için kâfi idi." Resûlüllah iki elini yere vurdu. Sonra onları üfledi. Elleriyle yüzünü ve kollarının bir kısmını meshetti." Bunun üzerine Ömer dedi ki: "Ey Ammar, Allah'tan kork." Ammar da dedi ki: "Ey mü’minlerin emiri istersen ben bunu kimseye bunu anlatmam." Ömer dedi ki: "Hayır, fakat biz seni bu hususta takibettiğin yolda serbest bırakı rız." Nesâî, K. et-Taharet, bab: 198 / Müslim, K. el-Hayz, bab: 112, Hadis No: 368 Taberi diyor ki: "Bu hususta doğru olan görüş, cünüp olan kimsenin de teyemmüm ederek temizleneceğini söyleyen görüştür. Zira bu âyette zikredilen "Kadınlara dokunmak"tan maksat, daha önce de zikrettiğimiz gibi onlarla cinsi münasebette bulunmaktır. Ayrıca cünüp olan kimsenin, su bulamadığı takdirde teyemmüm ederek temizleneceği hususunda Resûlüllah'tan bir çok sahih hadis nakledilmiştir. Biz bunlardan sadece bir kısmını nakletmekle yetindik. Zira hepin uzatmak istemedik. Müfessirler, su bulamayıp da teyemmüm eden kimsenin, her namaz vakti için teyemmümü yenilemek zorunda olup olmadığı hususunda iki görüş zikretmişlerdir. a- Hazret-i Ali, Abdullah b. Ömer, Şa'bi, Katade, Yahya b. Said, Abdiilkerim b. Rebia ve İbrahim en-Nehai'ye göre teyemmüm eden kimse her namaz vakti için teyemmümü yenilemek zorundadır. Teyemmüm etme abdest almaya benze memektedir. Yani abdest alan kimse abdesti bozulmadıkça o abdestle namaz kılmaya devam edebilir. Fakat teyemmüm eden kimse, teyemmümü bozulmasa dahi her namaz için teyemmümünü yenilemek zorundadır. b- Hasan-ı Basri ve Ata'ya göre ise teyemmüm eden kimse teyemmümü, abdesti bozan şeylerle veya suyun bulunmasıyla bozulmadıkça o teyemmüm ile dilediği kadar nafile ve vakit namazı kılabilir. Bu hususta Hasan-ı Basri'nin şu-nu söylediği rivâyet edilmektedir: "Bir adam, abdesti bozulmadıkça bütün vakit namazlarını bir abdestle kılar. Teyemmüm de bunun gibidir." Taberi diyor ki: "Sahih olan görüş, "Teyemmüm eden kimsenin her namaz vakti için teyemmümünü yenilemesi gerekir." diyen görüştür. Zira, Allahü teâlâ, namaz kılmaya kalkan her insana su ile temizlenmesini, su bulamadığı takdirde de teyemmüm etmesini emretmiştir. Bu emrin gereği olarak aslında her namaz vakti için abdest almak, su bulunmadığında da teyemmüm etmek icabetmektedir. Ancak hadis-i şerifler, abdesti alan kimsenin namaza kalkması halinde, daha önceden var olan abdestinin kendisi için yeterli olduğunu, yeniden abdest alması gerekmediğini beyan etmişler bu sebeple her namaz için, abdest bozulmadıkça yeniden abdest almanın gerekli olmadığını anlatmışlardır. Teyemmüm eden kimse için ise hadislerde böyle bir açıklama olmadığından, âyeti kerime’nin genel ifadesi geçerlidir. Teyemmüm edenin her namaz için teyemmümü yenilemesi gerekmektedir. 44Kendilerine kitaptan bir pay verilenleri görmüyor musun? Onlar sapıklığı satın alıyor ve sizin de doğru yoldan sapmanızı istiyorlar. Ey Rasûlüm, kendilerine ilahi kitaptan bir pay verilen şu Yahudilerin haline bir bakmaz mısın? Onlar imanı bırakıp, senin Peygamberliğini yalanlayarak doğru yolu terkediyor ve sapıklığı satın alıyorlar. Sizin de doğru yoldan sanıp kendileri gibi olmanızı istiyorlar. İkrime ve Abdullah b. Abbas, bu âyet-i kerime’nin, Yahudilerden Rifaa b. Zeyd b. et-Tabut hakkında nazil olduğunu söylemişlerdir. Bu hususta Abdullah b. Abbas'ın şunları söylediği rivâyet edilmiştir: "Ri faa, Yahudilerin ileri gelenlerinden birisi idi. Resûlüllah konuştuğunda bu kişi dilini eğer bükerdi ve "Ey Muhammed, konuşurken bize özen göster ki seni anlayabilelim." derdi. Sonra bu kişi İslâm'a dil uzattı. Onu ayıpladı. Bunun üzerine Allahü teâlâ bu âyeti ve bundan sonra gelen iki âyeti indirdi. Âyet-i kerime’de Resûlüllah'a; "Görmüyor musun?" şeklinde bir soru yö neltilmiştir. Burada ifade edilen "Görmek"ten maksat, bazı âlimlere göre "Sana bildirilmeli mi?" demektir. Diğer bazılarına göre ise "Sen bilmiyor musun?" demektir. Taberi'ye göre ise buradaki "Gönnek"len maksat, kalb gözüyle görmektir. 45Allah, sizin düşmanlarınızı çok iyi bilir. Dost olarak Allah yeter. Yardımcı olarak da Allah yeter. . Allah sizin düşmanlarınız olan Yahudileri çok iyi bilir. Onların telkinleri ni kabul etmeyin. Yoksa helak olursunuz. Dost olarak Allah size yeter. Yardım cı olarak da Allah size kâfidir. Ona güvenin, ondan dileyin. Ondan başka kimse den istemeyin. Çünkü o sizin için kâfidir. 46Yahudilerden bir kısmı, sözü esas manasından kaydırıp: "işittik karşı geldik. Dinle işitmez olası. " derler. Yine dillerini eğerek ve dini kötüleyerek "Raine" derler. Eğer onlar: "İşittik itaat ettik. Dinle ve bizi gözet." deselerdi kendileri için daha hayırlı ve daha doğru olurdu. Fakat Allah onlara, inkârlarından dolayı lanet etmiştir. Onlardan iman eden çok azdır. Düşmanlarınız olan Yahudilerden bazıları, Tevrat'ta bulunan Allah'ın ke lamını asıl yerinden alır başka yere koyarlar. Çeşitli şekillerde yorumlarlar. "Ey Muhammed, sözünü dinledik fakat emrine isyan ettik. Dinle işitmez olası." Ve ya: "Sen bizi dinle biz seni dinlemiyoruz." derler. Yine dillerini eğip bükerek "Raine" derler. Eğer bu Yahudiler "İşittik karşı geldik" diyeceklerine: "Ey Muhammed işittik Ve sana itaat ettik. Sana konuştuklarımızı dinle ve bizlere, konuştuğunu anlamamız için bizi gözet," demiş olsalardı bu kendileri için Allah katında daha hayırlı ve daha doğru bir söz olurdu. Fakat Allah, Yahudileri, senin Peygam berliğini inkâr etmelerinden ve sana gelen apaçık delilleri yalanlamalarından dolayı lanetledi. Rahmetinden uzaklaştırdı. Zaten onların pek azı iman eder. Ve ya onlar, Mûsa'nın Peygamberliği gibi pek az şeye iman ederler. "Raine" kelimesi, Yahudilerin dilinde hem sövmek hem de "Gözet, ko ru" mânâsına geliyordu. Yahudiler bu kelimeyi kullanmakla Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)e hakaret etmek gayesini güdüyordu. 47Ey kendilerine kitap verilenler, bir kısım yüzleri silip belirsiz ya parak, önünü arkasına çevirmeden veya cumartesi ehline lanet ettiğimiz gi bi onlara lanet etmeden, yanınızdaki kitapları tasdik eder olduğu halde indirdiğimiz Kur'an'a iman edin. Allah'ın emri mutlaka yerine gelir. Ey kendilerine kitap verilen Yahudi topluluğu, bir kısım yüzleri silip be lirsiz yaparak önünü arkasına çevirmeden veya soyunuzdan, cumartesi günü kendileri için kutsal olarak seçilen Yahudilere lanet edip onları rezil ve rüsvay ettiğimiz ve onları maymunlar şekline soktuğumuz gibi, sizi de aynı akıbetlere uğratmamızdan önce, elinizdeki Tevrat'ı doğrulayan ve Muhammed'e indirilen Kur'an'a iman edin. Allah'ın emri mutlaka yerine gelir. Onun dilediği her şey anında oluverir. Burada zikredilen ve "Bir kısım yüzleri silip belirsiz yaparak önünü ar kasına çevime" ifadesinden neyin kasdedikliği hususunda çeşili görüşler ilerisürülmüştür. a- Bazılarına göre, yüzlerin silinmesinden maksat, onların silinip kafanın ense tarafı gibi olmalarıdır. b- Abdullah b. Abbas, Atıyye el-Avfî ve Katade'ye göre, yüzlerin silin mesinden maksat, önde bulunan gözlerin silinip kör edilmesi ve gözlerin ense tarafına geçmesidir. Böyle olan kimseler gerisin geri yürümek zorunda kalacaklardır. c- Mücahid, Hasan-ı Basri, Süddi ve Dehhak'a göre yüzlerin silinmesin den maksat, hakkı görmeye karşı kör olmaları, gerisin geri gitmelerinden maksat ise sapıklığa ve inkâra düşmeleridir. d- İbn-i Zeyd'e göre yüzlerin silinmesinden maksat, yaşadıktan yerlerden izlerinin silinmesi, gerisin geri gitmelerinden maksat ise, Yahudilerin tekrar Şam'a döndürülmeleridir. e- Diğer bir kısım müfessirlere göre ise bu ifadeden maksat, yüzlerinin şeklini kaybedip maymunların yüzü gibi olması ve âdeta kafanın ense tarafına benzemesidir. Taberi, burada tercih edilen görüşün "Yüzleri silinip gözleri enseye çevirilecek ve böylece gerisin geri yürümek zorunda kalacaklardır." diyen görüş olduğunu söylemiştir. Taberi bu görüşü tercih edişinin sebebi olarak özetle şunları zikretmiştir: Allahü teâlâ bu âyet-i kerime ile, ellerinde bulunan kitabı verip sapıklığı satın alan Yahudileri tehdit etmiş, onların yüzlerini silip gerisin geri yürümek zorun da bırakacağını bildirmiştir. Bu itibarla burada ifade edilen yüzleri silmekten maksadın, insanların basiretlerini kapatıp onları sapıklığa düşürmek olduğunu söylemek doğru değildir. Zira Yahudiler zaten sapıklık içindedirler. Keza yüzle rin silinmesinden maksat, "Onların yüzleri ense haline getirilecektir." diyen gö rüş de sahabi, tabiin ve onlardan sonra gelen âlimlerin görüşlerine muhalif oldu ğundan şaz bir görüştür, sahih değildir. Yine "Onların yüzlerinin silinmesi'nden maksat. Onların yaşadıkları yerlerdeki izleri silinecek ve Şam'a doğru gitmek zorunda kalacaklardır." diyen görüş de isabetli değkli. Zira "Yüzler" kelimesi Arapçada genelde, ensenin zıddı olan yüz anlamında kullanılır. Allahü teâlânın kitabını, indiği dilin en çok kullanılan şekliyle izah etmek elbetteki daha evladır. Taberi diyor ki: "Şâyet elenecek olursaki: Bu âyet-i kerime, senin izah et tiğin gibi Yahudiler hakkında nazil olmuşsa âyette tehdit konusu olan husus onların başına gelmiş midir?" Cevaben denilir ki: "Hayır gelmemiştir. Zira onlar dan Abdullah b. Selam, Sa'lebe Sa'ye, Esed b. Sa'ye, Esed b. Ubeyd, Muhayrık ve bunların dışında bir topluluk müslüman olmuşlardır. Onların müslüman ol maları da kendilerinden, âyette beyan edilen azabı uzaklaştırmıştır. Bu âyetin Yahudiler hakkında nazil olduğunu ispatlayan bir husus da Ab dullah b. Abbas'tan nakledilen şu hadistir: Abdullah b. Abbas demiştir ki: "Resûlüllah, Yahudi hahamlarından Abdullah b. Suriya ve Ka'b b. Eşref gibi ileri gelenlere konuştu ve onlara dedi ki: "Ey Yahudi topluluğu, Allah'tan korkun, müslüman olun. Allah'a yemih olsun ki sizler benim size getirdiğim şeyin hak olduğunu biliyorsunuz. "Onlar da dediler ki: "Ey Muhammed biz bunu bilmiyoruz." Böylece bildikleri şeyi inkâr ettiler.. Kâfirliklerinde ısrar ettiler. Allahü teâlâ da: "Ey kendilerine kitap verilenler..." âyetini indirdi. İbrahim en-Nehai, Ka'bul Ahbar'ın bu âyet-i kerime’yi işitmesi üzerine, âyetin beyan ettiği azaptan korkarak Yahudi iken müslüman olduğunu söylemiştir. 48Şüphesiz ki Allah, kendisine ortak koşulmasmraffetmez. Bunun dışmdakini dilediği kimse için affeder. Kim Allah'a ortak koşarsa şüphesiz büyük bir günah ile iftira etmiş olur. Şüphesiz ki Allah, kâfir olanı ve kendisine ortak koşam affetmez. Bunla rın dışındaki günahları dilediği kimseden bağışlar. Kim Allah'a oitak koşarsa, Allah'ın birliğini inkâr ettiği için büyük bir iftirada bulunmuş ve büyük bir gü nah işlemiş olur. Bu âyet-i kerime, Allah'a ortak koşmanın dışındaki büyük günahların affedilip edilmemesinin, Allahü teâlânın dilemesine bağlı olduğunu, dilediği kimseden bu günahları affedip dilediğine de azap edeceğini beyan etmektedir. Nitekim diğer âyetlerde de şöyle buyurulmaktadır: "Allah'a samimiyetle iman edin. Ona ortak koşanlardan olmayın. Kim Allah'a ortak koşarsa sanki o, gökten düşüp kuşlar tarafından kapılmış veya rüzgarla uzaklara sürüklenmiş gibidir. Hac sûresi, 22/31Kim allah'a ortak koşarsa şüphesiz ki Allah ona cenneti haram kılmıştır." Maide suheris, 5/72 Abdullah b. Ömer bu âyet-i kerime’nin nüzul sebebi hakkında şunlan soylemistir: "Ey Rasûlüm, kullarıma şöyle dediğimi söyle: Ey kendi aleyhlerine haddi aşan kullarım, Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Şüphesiz ki Allah bütün günahları bağışlar. Zümer sûresi, 39/53âyeti nazil olunca bir kişi ayağa kalktı ve de di ki: "Ey Allah'ın Resulü, Allah'a ortak koşmayı da mı? "Resûlüllah bundan hoşlanmadı ve "Şüphesiz ki Allah, kendisine ortak koşulmasını affetmez." âyetini okudu. Yine Abdullah b. Ömer diyor ki: "Biz sahabiler topluluğu, adam öldürenin, yetim malı yiyenin, yalan yere şahitlik edenin ve akrabalık bağını koparanın cezalandırılacağında hiç şüphe etmiyorduk. Nihâyet, "Şüphesiz ki Allah kendi sine ortak koşulmasını affetmez. Bunun dışındakilerini dilediği kimse için affeder." âyeti nazil oldu. Biz böyle düşünmekten vazgeçtik. Çükü bu âyet beyan etti ki, her büyük günah işleyen, Allah'ın iradesine kalmıştır. Allah dilerse onu affeder dilerse azabeder. Yeter ki işlediği büyük günah, Allah'a ortak koşmak olmasın." 49Kendilerini temize çıkaranları görmüyor musun? Hayır, ancak Allah dilediğini temize çıkarır. Onlara kıl kadar zulmedilmez. Kendilerini temize çıkaran Yahudi ve Hristiyanları görmez misin? Onlar "Biz hata işlemeyiz, biz günah işlemeyiz, biz, Allah'ın oğulları ve dostlarıyız. Maide sûresi, 5/18"Cennete ancak Yahudi olanlar veya Hristiyanlar girecektir." Bakara sûresi, 2/111şeklinde iddialarda bulunurlar. Halbuki yaratıklarından dilediğini temize çıkaracak olan ancak Allah'tır. Hiçbir kimseye de kıl kadar zulmedilmeyecektir. Müfessirler burada, kendilerini temize çıkaranlardan kimlerin kaste dikliği hususunda iki görüş zikretmişlerdir: Bazılarına göre bunlardan maksat, Yahudilerdir, bazılarına göre ise bunlardan maksat, hem Yahudilerdir hem de Hristiyanlardır. Müfessirer, bu âyette kendilerini temize çıkardıkları beyan edilen insanların, kendilerini ne şekilde temize çıkarmak istedikleri hususunda da çeşitli görüşler zikretmişlerdir. a- Katade ve Süddi'ye göre bunlar, Allah düşmanı Yahudilerdir. Bunlar, hadlerine düşmeyen şeyleri söyleyerek kendilerini temize çıkarmak istemişlerdi. "Bizler, Allah'ın oğulları ve dostlarıyız." demişler. "Bizim günahımız yoktur" diye iddiada bulunmuşlardır. b- Hasan-ı Basri ve İbn-i Zeyd'e göre ise burada "Kendilerini temize çı karanlardan maksat, Yahudi ve Hristiyanlardir. Çünkü onlar, "Biz, Allah'ın oğulları ve dostlarıyız." "Cennete ancak Yahudi ve Hristiyan olanlar girecektir." şeklinde iddialarda bulunmuşlardır. c- Mücahid, Ebû Malik ve İkrime'ye göre ise burada kendilerini temize çıkaranlardan maksat, Yahudilerdir. Kendilerini temize çıkarma şekilleri ise na maz kılarlarken, günahsız oldukları kanaatıyla küçük çocukları kendilerine imam edinmeleridir. d- Abdullah b. Abbas'a göre bunlar Yahudilerdir. Kendilerini temize çıkarmaları ise "Çocuklarımız bize şefaatçi olacak ve onlar bizi temize çıkaracaklardır." şeklindeki sözleridir. c- Abdullah b. Mes'ud'a göre ise âyette zikredilen bu insanların, kendilerini temize çıkarmaları, bir kısmının diğerini temize çıkarmasıdır. Taberi diyor ki: "Tercihe şayan olan görüş, burada zikredilen insanların kendilerini temize çıkarmaları, günahsız ve hatasız olduklarını iddia etmeleridir. Zira Allahü teâlâ bu gibi insanların böyle sözlerle kendilerini temize çıkarmaları nı başka âyetlerde de beyan etmiştir. Âyet-i kerime’de geçen ve "Onlara kıl kadar zulmedilmez." şeklinde ter cüme edilen cümledeki "Kıl kadar" şeklinde izah edilen kelime si, müfessirler tarafından iki şekilde izah edilmiştir. a- Abdullah b. Abbas, Ebû Malik ve Süddi'ye göre kelimesi nin mânâsı "Parmakların arasından ve avuçların içinden çıkan kir" demektir. b- Yine Abdullah b. Abbas, Ata b. Ebi Rebah, Mücahid, Katade, Dehhak ve Atiyye'den nakledilen diğer bir görüşe göre kelimesinden maksat, hurma çekirdiğinin ortasındaki yarığın içindeki iplikçiktir. Taberi diyor ki: "Burada zikredilen kelimesinin asıl mânâsı "Bükülmüş olan bir şey" demektir. Allahü teâlâ bu ifadesiyle kullarına, hiç değeri olmayacak bir şey kadar dahi zulmetmeyeceğini beyan etmektedir. Bu sebeple 'Fetil' kelimesini, "Parmakların arasından çıkan kirler." veya "Hurma çekirdeğinin yarığında bulunan iplikçik." şeklinde izah etmek, âyetin genel ifadesine uygundur ve kapsamı dahilindedir. 50Hak, Allah'a nasıl yalını iftira ediyorlar. Apaçık bir günah olarak bu yeter. Âyet-i kerime, kendilerini temize çıkaranların, yalancılar olduklarını "Biz, Allah'ın oğullarıyız." gibi sözler söyleyerek Allah'a karşı iftirada bulunduklarını ve bu yaptıklarının büyük bir günah olduğunu ifade etmekte ve günah olarak bunun, kendilerine yeteceeğini beyan etmektedir. 51Kendilerine kitaptan bir pay verilenleri görmüyor musun? Onlar, puta ve tağuta inanıyorlar ve inkâr edenlere "Bunlar, iman edenlerden daha doğru yoldadır." diyorlar. Kendilerine Allah'ın kitabından bir pay verilen şu ehl-i kitabı görmez misin? Onlar, Allah'tan başka tapınılan her şeye ve tağuta iman ederler ve Kureyş müşrikleri gibi kâfirlere: "Sizler, Muhammed'e iman eden insanlardan daha doğru yoldasınız." derler. Âyette zikredilen ve "Put ve Tağut" diye tercüme edilen kelimeleri, müfessirler tarafından çeşitli şekillerde izah edilmiştir. a- İkrime'ye göre müşriklerin taptıkları iki putun adıdır. b- Abdullah b. Abbas'a göre kelimesinden maksat, "Putlar" kelimesinden maksat ise "Putlar adına konuşan ve onla rın durumlarını izah etmeye kalkışan" kimselerdir. Bunlar, putların önlerine dikilirler, insanları saptırmak için, onların halinden anladıklarını iddia ederek ya lan sözler söylerler. c- Hazret-i Ömer, Mücahid ve Şa'bi'ye göre ise kelimesinden maksat "Sihir", kelimesinden maksat ise "Şeytan"dır. Şeytan insan suretine girer, insanlar da gidip onun önünde muhakeme olmak is terler. d- Said b. Cübeyr, Ebul Âliye ve Rebi'a göre maksat, "Sihirbaz" dan maksat ise "Kâhindir" e- Katade ve Süddi'ye göre kelimesinden maksat, "Şeytan" kelimesinden maksat ise "Kâhindir" f- Said b. Cübeyr'den nakledilen diğer bir görüşe göre kelimesinden maksat "Kâhin"kelimesinden maksat ise "Şeytan" dır. g- Abdullah b. Abbas ve Dehhak'tan nakledilen diğer bir görüşe göre bu rada zikredilen kelimesinden maksat, Huyey b. Ahtab isminde ki Yahudi kelimesinden maksat ise Ka'b b. el-Eşref'tir. h- Mücahid'den nakledilen başka bir görüşe göre kelime sinden maksat, Ka'b b. el-Eşref kelimesinden maksat ise insan şekline giren şeytandır. Taberi diyor ki: "Bu iki kelimenin izahında söylenecek isabetli söz şudur: "Buradaki ifadesinden maksat, Allah'ın dışında, kendilerine tapınılan ve ilâh edinilen iki varlıktır. Bunlar, taşlardan yapılan putlar da olabilir, insan da olabilir, şeytan da olabilir. Bu itibarla bu iki kelime, yu-kanda zikredilen görüşlerin hepsini kapsar mahiyettedir. Âyet-i kerime’nin devamında "Kendilerine kitap verilenler, inkâr edenlere "Bu müşrikler, Muhammed'e iman edenlerden daha doğru yoldadırlar," diyorlar." buyunılmaktadır. Abdullah b. Abbas, İkrime, Süddi, Mücahid ve Katade'ye göre bu âyeti kerime Yahudilerden, Ka'b b. el-Eşref ve benzerleriyle Kureyş müşrikleri hak kında nazil olmuştur. Bu hususta İkrime diyor ki: "Ka'b b. el-Eşref Medine'ye gelince müşrikler ona: "Sen bizim de kavminin de efendisisin. Bizimle (Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)i kastederek) şu kısır arasında hakemlik yap, karar ver." dediler. Yahudi olan Ka'b şöyle cevap verdi. "Vallahi siz ondan daha iyisiniz. Dininiz de onun dininden daha hayırlı." İşte bunun üzerine bu âyet nazil oldu. Abdullah b. Abbas da diyor ki: "Ka'b b. el-Eşref Mekke'ye gelince Kureyşliler ona: "Sen, Medine halkının hayırlı olanı ve efendisisin." dediler. O da "Evet öyledir." dedi. Kureyşliler: "Kavminden kopan çamı görmüyor musun? O, kendisinin bizden daha hayırlı olduğunu zannediyor. Halbuki bizler Hacıları ağırlayan, Kabe'ye hizmet eden, Hacılara su dağıtan insanlarız." dediler. Ka'b da: "Siz ondan daha hayırlısınız." dedi. Bunun üzerine "Asıl soyu kesik olan sana buğuz edendir." Kevser sûresi, 108/3 âyeti ve bu âyet nazil oldu. Peygamber efendimizin erkek çocuklun yaşamadığı için, kız çocuklarının yaşamasına rağmen müşrikler ona "kısır" "nesli kesik" anlamına gelen "Ebter" sözünü söylüyorlardı. Kevser suresinde "Asıl soyu kesik olan sana buğuz edendir" buyurularak, onların bu yakışıksız iddialarına cevap verilmiş oldu. İbn-i Zeyd'e göre ise bu âyette özellikle Yahudilerden Huyey b. Ahtab'a işaret edilmektedir. Müşriklere, Resûlüllah'tan daha hayırlı olduklarını söyleyen kimse bu kişidir. Taberi diyor ki: "Âyet-i kerime, ehl-i kitap olan Yahudileri kasdetmektedir. Bunlar, Yahudilerden bir topluluk da olabilir, Ka'b b. el-Eşref ve Huyey b. Ahtab gibi belli bir kişi de olabilir. 52Allah'ın lanet ettiği kimseler işte bunlardır. Allah kime lanet ederse artık sen ona hiçbir yardımcı bulamazsın. Kendilerine ilahi bir kitap verildiği halde onu bırakıp putlara ve tağutlara tapanları, Allah lanetine uğratmış, rahmetinden kovmuş ve onları rezil etmiştir. Bu onların inkârda inatçılıklarından ve kâfirleri mü’minlerden üstün görnıelen dendir. Ey Rasûlüm, Allah'ın rahmetinden kovup lanetine uğrattığı kimse için ne bir yardımcı ne bir dost görürsün. Ondan, Allah'ın azabını kimse uzak laştıramaz. 53Yoksa onların, mülkte bir payı mı vardır? Eğer böyle olsaydı insanlara zerre kadar dahi bir şey vermezlerdi. Yoksa onların mülkte bir paylan mı vardır? Böyle olsalar dahi, cimriliklerinden dolayı insanlara, hurma çekirdeğinin dışındaki oyuk dolusu kadar bile bir şey vermezler. Bu hususta diğer bir âyet-i kerime’de de şöyle buyunılmaktadır: "Eğer siz, rabbimin rızık hazinelerine sahip olsaydınız bile yine de tükenmesinden korkar cimrilik ederdiniz. Doğrusu insan çok cimridir. isra sûresi, 17/100 Âyette geçen ve "Zerre kadar" diye tercüme edilen kelime si müfessirler tarafından çeşitli şekilde izah edilmiştir. Abdullah b. Abbas, Süddi, Ata b. Ebi Rebeh, Dehhak ve Ebû Malik'e gö re bu kelimeden maksat, huırna çekirdeğinin üzerinde bulunan oyuktur. Mücahid ve Dehhak'tan nakledilen diğer bir görüşe göre, hurma çekirde ğinin içinde bulunan tanedir. Ebul Aliye'ye göre ise parmak ucuyla meydana getirilen herhangi bir izdir. Taberi, burada zikredilen kelimesinin, herhangi bir basit oyuk veya iz mânâsına olduğunu, Allahü teâlânın bu ifade ile kafirlerin çok cimri olduklarını beyan ettiğini söylemiştir. Öyle ki o kâfirler, dünyaya sahip olsalar dahi çekirdeğin üzerinde bulutlan oyuğu dolduracak kadar bir şeyi insanlara vermeyeceklerini bildirmiştir. 54Yoksa Allah'ın, lütfundan insanlara verdiklerini onlardan kıska nıyorlar mı? Şüphesiz biz, İbrahim'in soyuna da kitap ve hikmet vermiş ve onlara büyük bir mülk bağışlamıştık. Yoksa, kendilerine kitaptan bir pay verilen Yahudiler, Allah'ın, Muhammed'e lütfundan verdiği Peygamberliğe kaşı ona haset mi ediyorlar? Riz, İbra him'in soyuna da kitap ve hikmet vermiş ve onlara büyük bir mülk bağışlamış tık. O halde niçin İbrahim'in soyundan gelen diğer Peygamberler'e haset etmi yorlar da Araplar'dan gelen Muhammed'e haset ediyorlar? Âyette zikredilen "İnsanlar"dan maksat, İkrime. Süddi, Abdullah b. Abbas, Mücahid ve Dehhak'a göre, Hazret-i Muhammed'dir. Katade'ye göre ise Arapkir'dir. Taberi insanlardan maksadın, Resûlüllah ve sahabileri olduğunu söylemenin daha isabetli olacağını zikretmiştir. Allah'ın, insanlara rızkından verdiği şeylerden maksat ise; a- Katade ve İbn-i Cübeyr'e göre Peygamberliktir. Buna göre âyetin izahı şöyledir: "Yoksa Yahudiler, Allah'ın Arap kavmine lülfundan verdiği Peygamberliği mi kıskanıyorlar?" b- Abdullah b. Abbas, Süddi ve Dehhak'a göre ise, Allah'ın liitfuntlan verdiği şeylerden maksat, Hazret-i Muhammed'e dilediği kadar kadınla evlenmeyi helal kılmasıdır. Bu izaha göre de âyetin mânâsı şöyledir: Yoksa Yahudiler, Allah'ın Pey gamberi Muhammed'e bir lütuf olarak dilediği kadınla evlenmesini mubah kıl masını mı kıskanıyorlar?" Taberi, birinci görüşün tercihe şayan olduğunu, zira Allah'ın lütfundan verdiği şeyin Peygamberlik olduğu ve bununla Arapları şereflendirdiği muhakkaktır. Çok kadınla evlenme de Allah tarafından verilen bir lütuf ise de bu olay Resûlüllah'ın ve sahabilerinin övülmeleri için yeterli bir sebep değildir. Âyet-i kerime’nin devamında "Şüphesiz ki biz, İbrahim'in soyuna da kitap ve hikmet vermiş ve onlara büyük bir mülk bağışlamıştık." buyurulmaktadır. Hazret-i İbrahim'in soyuna verilen kitaplardan maksat. Hazret-i İbrahim'e ve Mûsa'ya verilen sahifeler, Zebur ve diğer kitaplardır." "Hikmef'ten maksat ise "Okunan bir kitap halinde olmayan vahiylerdir. Hazret-i İbrahim'in soyuna verilen "Büyük mülk"ten maksat ise Mücahide göre. Peygamberlik, Süddi'ye göre. kadınların helal kılınması, Abdullah b. Abbas'a göre, Hazret-i Süleyman'a verilen mülk. Hümam b. el-Haris'e göre ise, meleklerle desteklenmeleridir. Taberi burada Hazret-i İbrahim'in nesline verildiği zikredilen büyük mülkten maksadın Hazret-i Süleyman'a verilen mülk ve iktidar olduğunu söyleyen görüşün tercihe şayan olduğunu söylemiştir. Zira Arapça'da "Mülk" denince anlaşılan mânâ "İktidar ve hükümranlık"tır. Bu kelimeden Peygamberlik ve kadınların helal olması gibi mânâları anlamak bilinen bir şey değildir. 55Onlardan bir kısmı ona iman etti. Bir kısmı da ondan yüz çevirdi. Yakıcı bir aleş olarak cehennem yeter. Yahudilerden bazıları, Muhammed'e indirdiğimize iman etti. Bazıları da ondan yüz çevirdi. Yalanlayanlara, yakıcı bir ateş olarak cehennem yeter. Taberi diyor ki: "Bu âyet-i kerime, yahudilerden bir kısmının Resûlüllah’a ve getirdiği dine iman ettiklerini diğer bir kısmının ise ona ve getirdiğine iman etmekten yüz çevirdiklerini, bu sebeple alev alev yanan cehenneme konu lacaklarını beyan etmiştir. Bu da göstermektedir ki, daha önet de izah edildiği gibi, Yahudilerden bir kısmının iman etmesi, onların yüzlerinin silinip başka şekillere çevirilmesine engel olmuştur. Zira iman edenler böyle bir cezadan kurtulmuşlar, kâfir olanların ise cezaları ahirete ertelenmiştir. 56Âyetlerimizi inkâr edenleri, ilerde cehennem ateşine atacağız. De rileri yandıkça, azabı tatsınlar diye onları başka derilerle değiştireceğiz. Şüphesiz ki Allah, herşeye galiptir, hüküm ve hikmet sahibidir. Şüphesiz ki Muhammed'e indirdiğimiz kitabı ve vahyi inkâr eden Yahudi ve diğer kâfirleri âhirette cehennem ateşine sokup onları orada yakacağız. Onla rın derileri yandıkça tekrar yenileyeceğiz. Tâ ki o azabı tatsınlar. Abdullah b. Ömer (radıyallahü anh) Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle buyurduğunu Rivâyet ediyor: "Cehennemlikler cehennemde irileşecekler. Öyle ki onlardan birinin ku lağının yumuşağı ile omuzunun arası, yedi yüz yıllık bir mesafe kadar olacaktır. Derisinin kalınlığı ise yetmiş arşın olacak, dişleri de Uhut dağı gibi olacaktır. Ahmed b. Hanbel, Müsned,C.2 S.26 Hasan-ı Basri, kâfirlerin derilerinin günde yetmiş bin defa değiştirileceği ni beyan etmiştir. Taberi diyor ki: "Eğer denilecek olursa ki "Derileri yandıkça azabı tatsınlar diye onları başka derilerle değiştireceğiz." cümlesinin mânâsı nedir? Kâfirlerin dünyadaki derileri değiştirilerek onlara başka derilerin verilmesi ve verilen o yeni derilerle onlara azab edilmesi nasıl olur? Eğer sana göre bu müm kün ise kâfirlerin dünyadaki vücutlarının ve canlanılın da değiştirilerek yeni vücut ve canlarla azap görmeleri de mümkün olur. Eğer bunu da mümkün gö rürsen âhirette azap görecek organların, dünyada azap görmekle tehdit edilen organlardan başka organlar olduğunu söylemiş olursun. Böylece kâfirlerin aza bının kaldırılmış olduğunu ifade etmiş olmaz mısın? Cevaben denilir ki: "Müfessirler âyetin bu bölümünü çeşitli şekillerde izah edmişlerdir: a- Bazılarına göre burada zikredilen deriler acı ve ızdırap duymayacaklar, cehennemlik olan kimselerin acı duymaları için derilerinin yanıp biterek ateşin, içlerine işlemesi gerekecektir. Bu sebeple deriler devamlı olarak yanıp değişe cekler ki azabın acısı hissedilsin. Deriler acı hissetmeyeceklerinden, değiştirilen derilerin, dünyada mevcut olan deriler veya âhirette yeniden yaratılacak deriler olmaları farketmeyecektir. Zira azabı hisseden deriler değil kişinin nefsidir. Bu sebeple cehennem ateşinde bulunan her kâfir için bir anda sayılamayacak kadar deri yaratılıp yakılması ve bu yolla azabın o kişinin özüne işletilmesi imkânsız bir şey değildir. b- Diğer bazılarına göre ise, cehennemliklerin derileri, etleri ve organları cehennem azabının acısını hissedeceklerdir. Burada zikredilen derilerin değiştirilmesi meselesine gelince, bunun mânâsı şudur: "Dünyadaki derileri her yandıkça onlar yenilenecektir. Yani dünyadaki deri yandığı halde yeniden yanmamış hale gelecektir. Âdeta belli bir madenden imal edilmiş bir zinet eşyasını kırıp yeniden eriterek imal etmeye benzeyecektir. Aslında bu deriler dünyadaki derilerdir. Fakat devamlı olarak yanıp tekrar yenilendiklerinden, yeni gelen derilerin eskilerinden başka deriler oldukları ifade edilmiştir. c- Diğer bir kısım müfessirlere göre ise bu âyette cehennemliklere ait olan ve değiştirilecekleri beyan edilen derilerden asıl maksat, cehennemliklere giydirilecek olan katrandan gömleklerdir. Cehennemliklerin katrandan olan bu gömlekleri yandıkça yenilenecek tekrar giydirileceklerdir. Bu gömlekler devamlı olarak cehennemliklerin vücudunda bulunacağından onlara mecazi mânâda gömlek denmiştir. Cehennemliklerin böyle bir gömlek giyecekleri şu âyet-i ke rimede beyan edilmiştir: "Gömlekleri katrandandır. Yüzlerini de ateş kaplar." İbrahim sûresi, 14/50 Bu görüşte olan müfessirlere göre, cehennemliklerin derileri tamamen yanıp yok olmayacaktır. Çünkü yok oldukları farzedilmiş olursa cehennemliklerin derilerinin yok olmasıyla yenilenmesi arasında rahat oldukları farzedilmiş olur. Halbuki Allahü teâlâ: "İnkâr edenlere cehennem ateşi vardır. Onların ölümlerine hükmedilmez ki ölsünler. Onlardan cehennem azabı da hafifletilmez. Fâtır sûresi, 35/36 buyurmaktadır. Diğer yandan kâfirlerin derileri, onların vücutlarından bir parçadır. Derilerinin yanarak yok olacaktan kabul edilecek olursa diğer bütün organlarının da yanıp yok olacakları kabul edilmiş olur ki bu da yukarıda zikredilen âyet-i keri meye ters düşmektedir. 57İman edip salip amel işleyenleri ise altından ırmaklar akan cen netlere koyacağız. Orada ebedi olarak kalacaklardır. Onlara orada temiz eşler vardır. Onları koyu gölgeler altında bulunduracağız. Yahudilerden ve diğer ümmetlerden, Allah'a ve onun Peygamberi Muhammed'e iman eden. Allah'ın, Peygamberi Muhammed'e indirdiklerini tasdik eden, Allah'ın kendilerine emrettiği hükümleri yerine getirip haram kıldığı şeylerden kaçınarak salih amel inleyenleri, kıyamet gününde altından ırmaklar akan cennetlere koyacağız. Onlar orada süresiz ve kesintisiz olarak kalacaklardır. Onlara cennette, kirlerden, âdetten, dışkıdan, idrardan, gebe kalmaktan, balgamdan ve benzeri tiksindirici bütün şeylerden arınmış eşler vardır. Biz onları orada, devamlı duran gölgelikler altına yerleştireceğiz. * Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), cennetteki gölgeliyi vasıflandırarak buyurmuştur ki: "Şüphesiz ki cennetle öyle ağaçlar vardır ki, binekli bir kişi, onun gölgesinde yüz yıl gider yine de onu bitiremez." Buhari ,K. Bed'ül Halk, bab: 8/ Müslim, K.el-Cennet, bab: 8. Hadis no: 2827 Peygamber efendimiz, bir hadis-i kudside Allahü teâlânın, cennette verilecek olan nimetleri genel bir şekilde beyan ederek şöyle buyurduğunu zikretmiştir: "Salih kullanma öyle nimetler hazırladım ki onu ne bir göz görmüş ne de bir kulak içilmiştir. Onlar hiçbir beşerin kalbine dahi doğmamıştır. Bulum, K. Tefsir el-Kur'an, Sûre 32, bab: 1/Müslim. K. el-İman, bab: 313, Hadis no: 189 58Allah size, emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmederken adaletle hükmetmenizi emrediyor. Allah size ne güzel nasihat ediyor. Şüphesiz Allah, herşeyi çok iyi işiten, çok iyi görendir. . Ey idareciler, Allah sizlere, ganimet malları, zekâtlar, idare edilenlerin hakları gibi emanetleri ehline vermenizi emreder. İnsanlar arasında hüküm verdiğinizde adaletle hüküm vermenizi, taraf tutmamanızı, haksizlik yapmamanızı emreder. Allah size bu şekilde ne güzel nasihat ediyor. Şüphesiz ki Allah, söy lediklerinizi çok iyi işiten, yaptıklarınızı da çok iyi görendir. İyilikte bulunan iyiliği ile mükâfatlandırılacak, kötülükte bulunan ise kötülüğü ile cezalandırılacaktır. Müfessirler, bu âyette, emanetleri ehline vermeleri emredilenlerin kimler oldukları hususunda çeşitli görüşler zikretmişlerdir. a- Zeyd b. Eşlem, Şehr b. Havşeb, Mekhul ve İbn-i Zeyd'e göre bu âyette emaneti ehline vermeleri emredilenler, müslümanların idarecileridir. Bu hususta Mus'ab b. Sa'd demiştir ki: "Ali (radıyallahü anh) isabetli olan şu sözleri söylemiştir: "İmamın (Devlet Başkanının) Allah'ın indirdiği ile hükmetmesi ve emanetleri ehline vermesi, idare edilenlerin, onun üzerinde bir hakkıdır. İmam bunu yapacak olursa onun, insanlar üzerinde olan hakkı, onu dinlemeleri, ona itaat etmeleri ve davetine icabet etmeleridir." b- İbn-i Cüreyc'e göre ise bu âyetin muhatabı Resûlüllah'tır. Allahü teâlâ ona, Mekke'yi fethettiğinde. Osman b. Talha'dan aklığı Kabe'nin anahtarını tek rar ona vermesini emretmiştir. Zira Hazret-i Ömer demiştir ki: "Ben Resûlüllah'ın, Kâbeden dışarı çıktığında bu âyeti okuduğunu işittim. Babam anam ona feda ot sun. Ben daha önce onun bu âyeti okuduğunu işitmemiştim." Taberi diyor ki: "Bu görüşlerden tercihe şayan olanı, buradaki emanetleri ehline verme emrinin, müslümanların idarecileri için olduğunu söyleyen görüştür. Allahü teâlâ müslümanların idarecilerine, kendilerine emanet edilen ganimet malları ve diğer emanetleri, idare ettikleri kimselere vermelerini ve onlar arasın da hüküm verirken âdil davranmalarını emretmiştir. Bu âyetin muhatabının müslüman idareciler olduğu, bundan sonra gelen ve idare edilenlere, idarecilerine itaat etmelerini emreden âyetten de anlaşılmaktadır. Allahü teâlâ önce idarecilere bu âyetle, hakkaniyete uymalarını, emaneti ehline vermelerini, idare edilenlere karşı adaletli davranmalarını emretmekte daha sonra gelen âyetle ise idare edilenlerin idarecilere karşı adaletli davranmalarını emretmekte daha sonra gelen âyetle ise idare edilenlerin idarecilere itaat emlerini emretmektedir. Böylece emir ve itaatin karşılıklı olarak vazifelerin ye rine getirildiğinde tam olarak tahakkuk edeceğini beyan etmektedir. İbn-i Cüreyc'in: "Bu âyet, Osman b. Talha hakkında nazil olmuştur." gö rüşüne gelince, bu âyetin özel olarak Osman b. Talha hakkında nazil olduğunu, bununla birlikte kendisine bir şeyler emanet edilen herkesi kapsadığını, müslümanların idarecilerinin de bunlardan olduklarını söylemek de caizdir. Bu sebep ledir ki bir kısım âlimler bu âyet-i kerime’nin, bütün borçları ödemeyi, insanların haklarını kendilerine vermeyi kasdettiğini söylemişlerdir. Mesela Abdullah b. Abbas'ın bu âyeti izah ederken "Allahü teâlâ bu âyetle ne zengine ne de fakire kendisine verilen emaneti yerine vermeyip elinde tutmasına dair ruhsat vermiştir." demiştir. Bu hususta Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurmaktadır ki: "Emaneti, sana emanet edene ver. Sana ihanet edene sen de ihanet etme. Ebû Davud, K. el-Büyu, bab: 81, Hadis no: 3535/Tirmizi, K. el-Büyu, bab: 38, Hadis no: 1264 59Ey iman edenler, Allah'a itaat edin. Peygambere ve sizden olan idarecilere de itaat edin. Eğer Allah'a ve âhiret gününe iman ediyorsanız, aranızda herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düştüğünüz zaman onun hük münü Allah'a ve Peygambere havale edin. Bu daha hayırlıdır. Ve netice bakımından da daha güzeldir. Ey iman edenler, Allah'ın kitabı olan Kur'an'a ve onun açıklaması olan Peygamberin sünnetine uyarak bütün emir ve yasaklarda Allah'a ve Resulüne itaat din. Allah'a itaate vesile olacak ve müslümaların menfaatlerini gerçekleşti recek hususlada da sizden olan müslüman idarecilere itaat edin. Eğer gerçekten Allah'a ve âhiret gününe iman ediyorsanız herhangi bir meselede sizlerle idare cileriniz anlaşmazlığa düşerseniz işi Allah'a ve Resulüne havale edin. Bu sizin için Allah katında daha hayırlı ve netice bakımından daha güzeldir. Âyet-i kerime’de Allah'a itaat edilmesi emredilmektedir. Allah'a itaatten maksat, onun bize gönderdiği emirleri tutmak ve yine onun bize yasakladığı şeylerden kaçınmaktır. Yine âyet-i kerime’de Resûlüllah'a itaat edilmesi emredilmektedir. Zira Resûlüllah'a itaat etmek Allah'a itaat etmektir. Bu hususta Peygamber efendimiz bir hadis-i şerifinde şöyle buyurmuştur: "Kim bana itaat ederse şüphesiz ki o, Allah'a itaat etmiş olur. Kim de ba na karşı gelirse şüphesiz ki o, Allah'a karşı gelmiş olur. Kim benim emirime ita at ederse, şüphesiz ki bana itaat etmiş olur. Kim de benim emirime karşı gelirse şüphesiz ki bana karşı gelmiş olur. Buhari, K. el-Ahkam, bab: 1, K. el-Cihad, bab: 109 / Müslim, K. el-İmara bab: 32, 33,Hadis no 1835 Müfessirler, Resûlüllah'a itaatten neyin kasdedildiği hususunda iki görüş zikretmişlerdir. a- Ata'ya göre Resûlüllah'a itaatten maksat onun sünnetine tabi olmaktır. b- İbn-i Zeyd'e göre ise Resûlüllah'a itaatten maksat, kendisi hayattayken ona itaat etmektir. Taberi diyor ki: "Bu hususta doğru olan görüş şudur: "Allahü teâlâ âyet-i kerimesinde Resûlüllah'a, hayatta iken emir ve yasaklarında ona uyulmasını, vefatından sonra da onun sünnetine tabi olunmasını emretmiştir. Çünkü âyetteki itaat emri geneldir. Onu Resûlüllah'ın sadece hayatına veya ölümünden sonrası na tahsis etmek isabetli değildir. Âyet-i kerime’de Ulül Emre itaat edilmesi emredilmektedir. Müfessirler burada zikredilen Ulül Emir'den kimlerin kasdedildiği hususunda çeşitli görüşler zikretmişlerdir. a- Ebû Hureyre, Abdullah b. Abbas, Meymıın b. Mihran, ibn-i Zeyd ve Süddi'ye göre burada zikredilen Ulül Emir'den maksat, idarecilerdir. Abdullah b. Abbas bu âyet-i kerime’nin, Resûlüllah'ın bir müfrezenin başına emir tayin ettiği Abdullah b. Huzafe b. Kays es-Sehmi hakkında nazil olduğunu söylemiş. Süddi ise bu Âyetin, Resûlüllah'ın, bir seriyyenin başına emir tayin ederek gönderdiği Malid b. Velid hakkında nazil olduğunu söylemiş ve bu konuyla ilgili olan bir hadise anlatmıştır. b- Mücahid, İbn-i Ebi Neciyh, Abdullah b. Abbas, Hasan-ı Basri ve Ebul Aliye'den nakledilen diğer bir görüşe göre bu Âyette zikredilen "Ulül Emir"den maksat âlimler ve fakihlerdir. Ebul Aliye olduğuna şu âyeti delil göstermiştir. "Kendilerine emniyet korku hususunda bir haber geldiğinde onu yayarlar. Eğer onu Peygambere ve kendilerinden olan Ulül Emre havale etmiş olsalardı, onlardan hüküm çıkarmaya kadir olanlar onun ne olduğunu bilirlerdi.. Nisa sûresi, 4/83 Görüldüğü gibi burada Ulül Emir olan kimseler, hüküm çıkarmaya kadir olanlar ve meselenin ne olduğunu bilenler şeklinde vasıflandırılmışlardır. Bunlar da âlimlerin ve fakihlerin vasıflandır. c- Mücahidden nakledilen diğer bir görüşe göre bu âyette zikredilen Ulul Emirden maksat, Resûlüllah'ın sahabileridir. d- İkrime'den nakledilen başka bir görüşe göre ise burada zikredilen Ulül Emir'den maksat. Hazret-i Ebubekir ve Ömerdir. Taberi, bu görüşlerden tercihe şayan olan görüşün, buradaki Ulül Emirden maksadın, idareciler ve yöneticiler olduğunu ifade etmiştir. Çünkü idarecilere, müslümanların menfaatları hulusunda itaat edilmesini emreden sahih haberler nakledilmiştir. Resûlüllah efendimiz buyurmuştur ki: "Benden sonra işlerinizi yürütmeyi üzerlerine alan bir kısım idareciler gelecektir. Sizin idarenizi, muttaki olan takvasıyla, facir olan da fücuruyla üzerine almış olacaktır. Onların hakka uyan her sözlerini dinleyin ve itaat edin ve arkalarında namaz kılın. Eğer iyilikte bulunacak olurlarsa bu kendileri için de iyidir, sizin için de iyidir. Şâyet kötülük yapacak olurlarsa bu sizin lehinize onların ise aleyhinedir." Peygamber efendimiz diğer bir hadis-i şerifinde de şöyle buyurmuştur: "Müslüman olan kimsenin sevdiği şeyde de hoşuna gitmeyen şeyde de verilen emiri dinleyip itaat etmesi üzerine gereklidir. Ancak Allah'a isyan etmenin emredilmesi müstesnadır. Şâyet Allah'a isyan ile emredilecek olursa artık dinleme ve itaat etme yoktur." Müslim, K. el-İmare b. 35 Hadis no: 1839/ Ebû Davud, K. el-Cihad, bab: 87 Hadis no: 2625/ Nesai, K. el-Bey'a, bab: 34/İbn-i Mace, K. el-Cihad, bab: 40, Hadis no: 2865 Taberi diyor ki: "Allahü teâlâ, kendisine, Peygamberine ve adil olan halifeye itaat edilmesini emretmiştir. Ancak idarecilerin emirlerinin, Allah'a isyan etmeyi icab ettirmemesi gerekir. Aksi halde idarecilerin emirlerine itaat edilmez. Âyet-i kerime’de "Aranızda herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düştüğünüz zaman onun hükmünü Allah'a ve Peygamber'e havale edin," buyurulmaktadır. Bu ifadeden maksat şudur: "Mü’minler idarecileriyle veya kendi aralarında bir mesele hakkında ihtilafa düştükleri zaman o meseleyi haletmek için Allahü teâlânın kitabı olan Kur'an-ı Kerim'e başvuracaklardır. Eğer onda, bahse konu olan meselenin hükmünü bulamayacak olurlarsa, hayatında iken bizzat Resûlüllah'a vefatından sonra da onun sünnetine başvurup meselenin çaresini arayacaklardır. Nitekim Mücahid, Katade, Süddi ve Meymun b. Mihsan, Âyetin bu bölümünü bu şekilde izah etmişlerdir. 60Sana indirilen Kur'an'a ve senden sonra indirilen kitaplara iman ettiklerini iddia edenleri görmüyor musun? Onlar, tağutun önünde muhakeme olunmak istiyorlar. Halbuki o tağutu inkâr etmekle emrolunmuşlardı. Şeytan onları, derin bir sapıklığa düşürmek istiyor. Ey Rasûlüm, sana indirilen Kur'an'a ve senden önre indirilen kitaplara iman ettiklerini iddia eden şu münafıkları kalb gözünle görmez misin? Onlar, ihtilafa düştükleri hususlarda, saygı gösterdikleri tağutlarının önünde muhakeme olunmak isterler. Allah'ın hükmüne değil onların hükmüne razı olurlar. Halbuki Allah onlara, tağutları reddetmelerini ve Allah'ın kitabını hakem tayin etmelerini emretti. Şeytan onları uzak bir sapıklığa düşürmeyi ve hak yoldan uzaklaştırmayı ister. Müfessirler bu âyet-i kerime’nin nüzul sebebi hakkında çeşitli Rivâyetler zikretmişlerdir. a- Âmir eş-Şa'bi, Hadremi ve Katade'ye göre bu âyet-i kerime, bir münafık ile bir Yahudi hakkında nazil olmuştur. Bunlar bir kâhinin hakemliğini kabul etmişler ve bunu ii üzerine bu âyet nazil olmuştur. Şa'bi'ye göre kâhin, Cüheyn'e kabilesinden bir kimsedir. Hadremi'ye göre bu kâhine başvuran münafık, Yahudi iken müslüman olduğunu söyleyen biridir. Katade'ye göre ise Ensar'dan Bişr adında biridir. Bu hususta Âmir eş-Şa'bi diyor ki: "Yahudilerden biri ile münafıklardan bir kişi arasında anlaşmazlık çıktı. Münafık olan kimse, Yahudilerin rüşvet al dıklarını bildiği için onların huzurunda muhakeme olunmak istiyordu. Yahudi ise müslümanların, rüşvet almadıklarını bildiği için onların huzurunda muhake me olunmak istiyordu. Bu iki kişi Cüheyne kabilesinden bir kâhinin huzurunda muhakeme olmak üzere anlaştılar. İşte bunun üzerine Allahü teâlâ bu âyet-i kerime’yi indirdi. b- Süddi'ye göre ise bu âyet-i kerime, Nadr ve Kureyze oğulları Yahudilerinden, müslüman olduklarını iddia eden münafıklarla, yine bu iki Yahudi kabilesinden, gerçekten müslüman olanlar hakkında nazil olmuştur. Münafıklar, Ebû Berze el-Eslemi adındaki bir kâhine başvurmak istemişler, müslümanlar ise, Resûlüllah'ın hakemliğini istemişlerdir. Bunun üzerine de bu âyet-i kerime inerek münafıkları kınamıştır. Bu hususta Süddi diyor ki: "Yahudilerden bir kısım insanlar müslüman olmuşlardı. Müslüman olduklarını söyleyen bu kişilerden bir kısmı da münafık tı. Cahiliye döneminde Nadr oğulları, daha kuvvetli olduklarından Kureyza oğullarından biri Nadr oğullarından bir kimseyi öldürdüğünde katile kısas tatbik edilirdi. Fakat Nadr oğullarından biri Kureyza oğullarından birini öldürecek olursa katile kısas tatbik edilmezdi. Öldürülen kişinin altmış Vesk yiyecek ölçüsündeki diyeti verilirdi. Kureyze ve Nadr oğullarından bir kısım insanların müslüman olmala rından sonra, Nadr oğullarından biri Kureyza oğullarından bir kimseyi öldürdü. Taraflar Resûlüllah'ın hakemliğine başvurdular. Nadr oğulları dediler ki: "Ey Allah'ın Resulü, biz cahiliye döneminde bu gibi durumlarda onlara diyet veri yorduk." Kureyza oğulları da dediler ki: "Hayır bunu kabul etmeyiz. Biz hem soy bakımından hem de din bakımından sizinle kardeşiz. Bizim kanımız da si zin kanınız gibidir. Fakat sizler cahiliye döneminde bize galip gelmiştiniz. Artık Allah İslamı getirdi." Bunun üzerine Allahü teâlâ da Yahudilerin, birbirlerine karşı haksızlık yapmalarını ayıplayarak şu âyeti indirdi: "Biz Tevrat'ta onlara şu hükümleri farz kılmıştık: Cana can, göze göz buruna burun" Allahü teâlâ Nadr oğullarının diyet vererek kısas uygulamamalarını ayıplayarak da şu âyeti indirdi: "Onlar cahiliye devrinin hükmünü mü istiyorlar?" Bundan sonra Resûlüllah, Nadr kabilesinden olan katili ona kısas tatbik etti. Bundan sonra Nadr ve Kureyza oğulları birbirlerine karşı övünmeye başladılar. Nadr oğulları da "Biz daha üstünüz" demeye başladılar. Yahudiler daha sonra Medine'ye gelip Ebû Berze el-Eslemi adındaki kâhinin yanına gittiler. Ve "Biz Ebû Berze'nin hakemliğine başvuralım da lehimize hüküm versin." dediler. Bu iki kabileden gerçekten müslüman olanlar ise "Hayır, biz Resûlüllah'a gidelim de aramızda o hüküm versin." dediler. Fakat münafıklar bunu kabul etmediler ve Ebû Berze'nin yanına gittiler. Onun, aralarında hakemlik yapmasını istediler. O da dedi ki: "Lokmayı büyük yapın." Onlar da dediler ki: "Sana on vesk ölçüsü yi yecek verelim." Ebû Berze "Hayır almam. Benim diyetim olarak yüz vesk vereceksiniz. Çünkü" ben, Nadr oğullarnın lehine hüküm verecek olsam, Kureyza oğullarının beni öldüreceklerinden korkarım. Kureyza oğullarının lehine hüküm verecek olursam. Nadr oğullarının beni öldüreceklerinden korkanın." Fakat mü nafıklar, Ebû Berze'ye on veskten fazla yiyecek vermemekte direttiler. Ebû Ber ze de bu ücretle- aralarında hüküm vermemekte diretti. İşte bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu. Ve Nadr ve Kureyza oğullarının münafıklarını ve ha kemliğine başvurdukları Ebû Berzc'yi kınadı. Onun bir tağut olduğunu beyan etti. c- Abdullah b. Abbas. Mücahid. İbn-i Güreye ve Ata'ya göre bu âyet-i ke rime. Kâ'b b. el-Eşref adlı Yahuılinin hakemliğine başvuran bir münafıkla bir Yahudi hakkında nazil olmuştur. Bunlara göre münafık olan kişi, Ka'b b. ci-Eşrefe, Yahudi de Resûlüllah'a giderek hakem olmalarını istemişler âyet de bunun üzerine nazil olmuş ve Ka'b b. el-Eşref'in bir tağut olduğunu beyan etmiştir. 61Onlara: "Allah'ın indirdiği Kur'an'a ve Peygambere gelin." de nildiğinde, münafıkların senden şiddetle yüz çevirdiklerini görürsün. Ey Rasûlüm, sana indirilen Kur'an'a iman ettiklerini zanneden şu münafıkları ve senden önce indirilen kitaplara iman ettiklerini iddia eden şu kitap ehlini görmez misin? Onlara: "Allah'ın kitabında indirdiği hükme ve Peygamberinin hükmüne gelin." denildiği zaman onların senden şiddetle yüz çevirdiklerini, başkalarının da sana gelmelerine engel olduklarını görürsün. Çünkü sen her kese eşit muamele yapar, maddi menfaatler gözeterek kimseyi kayırmazsın. Tağutlar ise bunun aksine hareket ederler. 62Kendi yaptıklarından dolayı başlarına bir musibet geldiğinde ni ce olur halleri? Sonra da sana gelip: "Biz iyilik etmek ve uzlaştırmaktan başka bir şey istemedik." diye Allah'a yemin ederler. Ey Rasûlüm, sana ve senden öncekilere indirilen kitaplara iman ettiklerini iddia eden fakat buna rağmen tağutlarm hakemliğine başvuran bu münafıklara, işlemiş oldukları günahlar yüzünden bir musibet geldiğinde bu musibete karşı ne yapabiliyorlar ki? Böyle bir musibete uğradıkları zaman ancak, sana gelip yalan yere Allah'a yemin ediyor ve "Ey Rasûlüm, biz hakeme başvur makla ancak birbirimizin iyiliğini ve aramızı bulmayı istedik." diyorlar. 63İşte bunların kalblerindekini Allah bilir. Onlara aldırma. Onlara nasihat et. Kendilerine tesir edecek güzel söz söyle. Allah işte bu münafıkların kalblerinde bulunan iki yüzlülüğü ve tağutların hükmüne başvurma eğilimini bilir. Bu itibarla sen onlra aldırma. Onları cezalandırmaya girişme. Fakat onları uyar ve nasihat et. Onlara tesir edecek mânâh sözler söyle. Allah'tan korkmalarını emret. 64Biz bütün Peygamberleri Allah'ın izniyle kendilerine ancak itaat edilsin diye gönderdik. Eğer insanlar kendi nefislerine zulmettikleri vakit, sana gelip de Allah'tan, günahlarını bağışlamasını dikseydiler, Peygamber de onların bağışlanmasını isteseydi, muhakkak ki Allah'ı, tevbeleri kabul edici ve çok merhametli bulacaklardı. Biz, hiçbir Peygamber göndermedik ki, emrimizle, ümmeti tarafından ona itaat edilmesini farz kılmış olmayalım. Muhammed bu peygamberlerden bi ridir. Ona da itaat farzdır. Ey Resulüm, şâyet şu münafıklar, tağutun hakemliği ni kabul ederek, kendi kendilerine zulmettikleri zaman, sana gelip de Allah'tan günahlarının bağışlanmasını isteseydiler sen de onlar için af dileseydin, elbette ki Allah'ı, tevbeleri çokça kabul edici ve cezalandırılmalarından vazgeçerek çok merhamet edici bulurlardı. Allahü teâlâ bu âyet-i kerimeyle Resûlüllah'ın hakemliğini bırakıp tağutun hakemliğine başvuran münafıkları kınamaktadır. Çünkü onların, Allah'a ve Resulüne itaat etmeleri ve oların hükümlerine boyun eğmeleri gerekir. Zira Peygamberler boşuna değil, kendilerine itaat edilmeleri için gönderilmiştir. 65Rabbine yemin olsun ki aralarındaki anlaşmazlıklarda seni hakem seçip sonra da verdiğin hükme, içlerinde bir sıkıntı duymadan tamamıyla boyun eğmedikçe iman etmiş olmazlar. Ey Muhammed. kahbine yemin olsun ki insanlar, tartıştıkları konularla seni hakem seçip sonra da senin verdiğin hüküme karşı, içlerinde bir sıkıntı duymayıp, senin kararlarına tam olarak teslim olmadıkça hakkıyla iman etmiş olmazlar. Görülüyor ki âyet-i kerime, aralarında ihtilaf çıkan kişilerin, Resûlüllah'ı hakem tayin edip sonra da verdiği hükme tam bir teslimiyetle boyun eğmedikçe iman etmiş sayılmayacaklarını beyan etmekledir. Bu âyet-i kerimerıin nüzül sebebi hakkında müfessirler iki görüş zikretmişlerdir: a- Bazılarına göre bu âyetin nüzul sebebi. Zübeyr b. Avvam ile Ensar'dan bir kişinin arasında geçen anlaşmazlık üzerine, Resûlüllah’ın Ensardan olan kişinin de bu hükme rıza göstermemesidir. Bu hususta Zübeyr b. Avvam’ın; şunu Rivâyet etmiştir. Zübeyr ile Ensar'dan bir kişi Medine'nin dışında bulunan ve "Harre" diye adlandırılan bir yerdeki su arkı hakkında Resûlüllah'ın yanında münakaşa ettiler. O arktan hurmalarını suluyorlardı. Münakaşa sırasında Ensar'dan olan kişi "Suyu bırak gelsin." dedi. Fakaı Zübeyr kabul etmedi. Bunun üzerine Resûlüllah'tan aralarında hüküm vermesini istediler. Resûlüllah Zübeyre "Ey Zübeyr, hurmalarını sula ve suyu komşuna bırak." dedi. Bunun üzerine, En sar'dan olan kişi kızdı ve "Ey Allah'ın Resulü, bu senin halanın oğlu olduğu için mi?" dedi. Bunun üzerine Resûlüllah'ın rengi değişti ve şöyle buyurdu: "Ey Zü beyr, hurmalarım sula, ağaçlarının köküne işleyinceye kadar suyu bırakma. "İşte bu olay üzerine bu âyet nazil oldu. Müslim, K el-Fadail es-Sahabe, bab: 129, Hadais no: 2357 Bu olayı izah eden Buhari diyor ki: "Resûlüllah son emriyle Zübeyr'in, hakkını tam olarak almasını emretmiştir. Halbuki daha önce söylediği "Sula ve bırak" sözüyle her iki taraf için kolaylık getirecek bir hal tarzını teklif etmişti. Bkz. Buhari, K. tevsiri el-Kuran Sûre h. No: 12 b- Mücahid'e göre ise bu âyet-i kerime, bu surenin altmışıncı âyetinde, uığulların hakemliğine başvurmak istedikleri zikredilen kişiler hakkında nazil olmuştur. Taberi, âyetlerde tagutun hükmüne başvurmak isteyen kimselerin kıssası devam ettiğinden âyet-i kerime’nin nüzul sebebi olarak Mücahid'in orüşünün daha evla olduğunu söylemiştir. Zira bir kıssanın bittiğine dair bir işaret olmayınca aynı kıssanın devam ettiğini söyleyerek âyetleri birbiriyle irtibatlandırmak daha evladır. 66Şâyet onlara "Kendinizi öldürün." yahut " Yurtlarınızdan çıkın" diye yazsaydık içlerinden ancak pek azı bunu yapardı. Eğer onlar kendilerine edileni yapmış olsalardı cihette onlar için daha hayırlı ve daha sağlam olurdu. Şâyet biz o tagutu hakem tayin edenlere, kendi kendilerini öldürmelerini veya vatanlarından hicret etmelerini farz kılacak olsaydık, pek azı hariç onlar bunu yapmazlardı. Eğer bu münafıklar kendilerine öğütlenen, Allah'a itaati yerine getirecek olsalardı elbette ki dünya ve âhiretlerinde onlar için daha hayırlı olurdu. Bu onların imanlarını sağlamlaştırır ve kararlılıklarını artırırdı. Süddi diyor ki: "Sabit b. Kays b. Şemmas ve Yahudilerden bir adam övündüler. Yahudi dedi ki: "Allah'a yemin olsun ki daha önce Allah bize birbirimizi öldürmemizi emretti. Biz de o emri yerine getirdik." Sabit de dedi ki: "Şimdi Allah bize. kendinizi öldürün diye emredecek olsa mutlaka onu biz de yaparız." İşte bunun üzerine bu âyet nazil oldu. 67O zaman elbette ki onlara, katımızdan büyük bir mükâfaat verirdik. 68Ve onları muhakkak ki doğru yola iletirdik. Şâyet onlar emrolunanı yapacak olsalardı, amellerine karşı onlara büyük bir mükâfaat verirdik. Onların niyetlerini sağlamlaştırır, görüşlerini kuvvetlen dirir, amellerini yapmaları için onlara güç ve kuvvet verirdik. Onları mutlaka, kendisinde hiçbir eğrilik bulunmayan doğdoğru bir yol olan İslama iletirdik. Allahü teâlâ, tağutu hakem tayin edenlerin akıbetlerini belirttikten sonra, Allah'a ve Peygambere itaat edenlerin ne gibi derece ve makamları olduğunu da belirterek buyurdu ki: 69Kim, Allah'a ve Peygambere itaat ederse, işte onlar, Allah'ın, kendilerine nimet verdiği Peygamberlerle, doğru olanlar ve salih kimselerle beraberdirler. Onlar ne güzel arkadaştırlar. Kim, Allah'ın ve Peygamberin emirlerine boyun eğip hükümlerine rıza göstererek Allah'a ve Peygambere itaat ederse işte onlar, Allah'ın kendilerine itaat etme nimetini vediği Peygamberlerle, Peygamberlerin izinde giden sadık insanlarla, Allah yolunda öldürülen şehitlerle ve Allah'ın salih kullanyla beraber olacaklardır. Bunlar ne güzel cennet arkadaşlarıdır. Âyet-i kerime’de geçen ve "Doğru olanlar" diye tercüme edilen kelimesinden maksat, bazı âlimlere göre "Peygamberlere uyanlar" demektir. Bunlara "Doğru olanlar" denilmesinin sebebi, Peygamberin yollarını izlemeleri, onlardan sonra da yollarından ayrılmadan devam etmeleridir. Diğer bir kısım âlimlere göre ise bu kelimeden maksat, "Çokça sadaka verenler" demektir. Bu hususta Mikdat b. el-Esved'in şunları söylediği rivâyet edilir. "Dedim ki Ey Allah'ın Resulü, ben senden bir şey işittim ve o konuda şüpheye düştüm. "Resûlüllah da buyurdu ki: "Sizden biriniz bir mesele hakkında şüpheye düşecek olursa onu bana sorsun." Bunun üzerine ben de dedim ki: "Senin, hanımla rın hakkında "Ümit ederim ki benden sonra onlar için sıddıklar olur." diye söy lediğin sözdür." Resûlüllah buyurdu ki: "Hayır bu o değildir. Fakat sıddıklar, sadaka verenlerdir. Taberi diyor ki: "Şâyet bu hadisin senedi sahih olmuş olsaydı, "Sıddik"ın mânâsı hakkında bu hadisin ifadesinin dışında bir şey söylemeyi caiz görmezdik ve bu hadisi bırakıp başka bir şeye başvurmazdik. Fakat bunun senedinde bazı şeyler vardır. Bu sebeple "Siddîkîn" kelimesinin mânâsının, "Sözünü doğruluyanlar" olduğunu söylemek daha isabetlidir. Zira "Sıddîk" kelimesinin Arap ça'da hatıra gelen ilk mânâsı budur. Âyette geçen ve "Şehitler" diye izah edilen kelimesi kökünden türemiştir. Allah yolunda öldürülenlere "Şehit" denilmesi ise onların, Ölünceye kadar, Allah'ın haklı olduğuna dair doğru bir şahitlikte bulunmalarındandır. Âyette geçen "Salihler"den maksat ise hem gizli amelleri hem de açık amelleri salih olanlardır. Bir kısım müfessirler, bu Âyet-i kerime’nin, Resûlüllah'ın vefatından son ra, derecesinin yüceliğinden dolayı âhirette onu göremeyeceklerine üzülen insanlar hakkında nazil olduğunu söylemişlerdir. Bu hususta Said b. Cübeyr diyor ki: "Ensardan bir adam, Resûlüllah'a geldi. O üzgündü. Resûlüllah ona: "Ey filan ne oluyor ki seni üzgün görüyorum?" dedi. O adam da dedi ki: "Ey Allah'ın Peygamberi, senin hakkında dü şündüğüm bir şeyden dolayı üzgünüm." Resûlüllah: "Nedir o?" dedi. O kişi de: "Şimdi biz, sabah akşam senin yanına geliyoruz, yüzüne bakıyoruz. Seninle bir likte oturuyoruz. Yarın sen Peygamberlerle birlikte yüce makamlara çıkarıla caksın. Artık biz sana ulaşamayacağız." dedi. Peygamber efendimiz hiçbir ce vap vermedi. Bunun üzerine Cebrâil (aleyhisselam) "Kim, Allah'a ve Peygamberine itaat ederse işte onlar, Allah'ın, kendilerine nimet verdiği Peygamberler, doğru olanlar, şehitler ve salih kimselerle beraberdirler. Onlar ne güzel arkadaştırlar." âyetini indirdi. Resûlüllah da adamı çağırtıp onu müjdeledi. Bu izahlardan da anlaşıldığı gibi cennetin yüksek derecelerinde bulunan kimseler, daha aşağı derecede bulunanların yanlarına gidip gelebilecekler, cen netin bahçelerinde bir araya gelerek, Allah'ın, kendilerine verdiği nimetlere ka vuşacaklar ve onu göreceklerdir. 70Bu, Allah'tan bir lütuflur. Herşeyi bilen olarak Allah yeter. Allah'a ve Peygambere itaat edenlerin, Peygamberlerle, sıddıklarla, şehitlerle ve salih kullarla beraber oluşu. Allah'tan, itaat edenlere bir lütuftur. Aslın da onlar bunu, kendi amelleriyle hak etmiş değillerdir. Herşeyi bilen olarak Allah yeter. Kullarından kimin itaatkâr, kimlerin isyankâr olduğunu bilir ve onlara buna göre karşılık verir. 71Ey iman edenler, tedbirinizi alın. Bölük bölük veya toplu olarak savaşa gidin. Ey iman edenler, düşmanlarınıza karşı silahlanarak tedbirinizi alın. Bölük bölük veya toplu olarak düşmanlarınıza karşı savaşa çıkın. Âyet-i kerime, kâfirlere karşı her türlü tedbirin eksiksiz olarak alınması lazım geldiğine işaret etmekte ve mü’minlere, kâfilerle savaşmayı ihmal etmemelerini emretmektedir. 72Şüphesiz ki içinizden pek ağır davranan vardır. Size bir musibet geldiği zaman: "Allah bana nimet ihsan etfî de onlarla beraber olmadım". Şüphesiz ki sizin içinizde cihada çıkma hususunda pek ağır davranan ve başkalarının da ağır davranmalarına sebep olanlar vardır. Bunlar münafıklardır. Siza, mağlubiyet, yaralama ve öldürme gibi bir musibet geldiği zaman: "Allah bana lütufta bulundu. Çünkü onlarla beraber savaşla bulunmadım ve benim ba şıma belalar gelmedi." der. Sizden geri kaldığına ve sizin sıkıntılara uğramanı za sevinir. Zira Allah'ın mü’min kullarına, yolunda cihad etmeleri halinde erişe ceklerini vaat ettiği sevaptan şüphe etmektedirler. 73Yemin olsun ki Allah'tan size bir lütuf eriştiğinde de, sizinle onun arasında bir dostluk yokmuş gibi "Keşke onlarla beraber olsaydım da büyük bir başarı elde etseydim." der. Yemin olsun ki şâyet size, zafer ve ganimet gibi, Allah'tan bir nimet eri şecek olsa, cihaddan geri kalan bu münafık, sanki aranızda hiçbir dostluk yokmuş ve o adam, görünürde de olsa sizin dininizde olan birisi değilmiş gibi "Keşke onlarla beraber olsaydım da büyük bir pay elde etseydim." der. Allahü teâlâ bu âyetle münafıkların savaş hakkında tutumlarını bildirmektedir. Şâyet onlar savaşa katılırlarsa sadece ganimet elde etme gayesiyle katılırlar. Eğer katılmazlarsa kalblerindeki şüpheden dolayı katılmazlar. Yoksa onlar ne savaşa katılmaktan sevap ümid ederler ne de katılmamaktan dolayı ceza landırılmaktan korkarlar. Allahü teâlâ, çetin imtihanlardan biri olan savaş karşısında münafıkların hallerini belirttikten sonra hakkıyla iman eden mü’minleri Allah yolunda cihad etmeye teşvik ederek şöyle buyurdu. 74Âhiret hayatına mukabil dünya hayatını satanlar, Allah yolunda savaşsınlar. Kim, Allah yolunda savaşır da öldürülür veya galip gelirse biz ona ilerde büyük bir mükâfaat vereceğiz. Dünya hayatını satan, ona önem vermeyerek karşılığında âhiret sevabını alan ve Allah'ın rızasını talep ederek mallarını harcayanlar, Allah'ın dinini yü celtmek ve Allah'ın şeriatım zafere ulaştırmak için Allah yolunda savaşsınlar. Kim Allah yolunda savaşır da düşmanları tarafından öldürülür veya onlara galip gelirse, biz onlara büyük bir sevap vereceğiz. Bu büyük sevabın ne olduğu hususunda Peygamber efendimiz şöyle buyuruyor: "Evinden ancak Allah yolunda cihad etmek ve Allah'ın kelamını tasdik etmek için çıkıp, Allah yolunda cihad eden kimseye, Allah onu cennete koyaca ğına veya çıkmış olduğu evine mükâfaat yahut ganimetle döndüreceğine dair kefil olmuştur. Buhari, K. el-Hııms bab: 8 / Müslim, K. el-lmara, bab: 104. Hadis no: 1876 75Size ne oluyor da Allah yolunda ve "Ey rabbimiz, halkı zalim olan bu memleketten bizi çıkar. Kendi tarafından bize bir dost gönder. Ve yine kendi tarafından bize bir yardımcı gönder." diye yalvaran erkek, kadın ve çocuklardan güçsüz olanlar uğrunda savaşmıyorsunuz?" Ey iman edenler, size ne oluyor da Allah yolunda savaşmıyorsunuz? Ve yine neden kendilerine İslâm dininden çıkarmak için, müşriklerin eziyet ettikleri erkek, kadın ve çocuklardan güçsüz olanlar "Ey Rabbimiz, bizi, halkı zalim olan bu ülkeden çıkar. Bizlere kendi tarafından işlerimizi idare edecek bir dost gön der. Yine bizlere zalimlere karşı yardım edecek bir yardımcı gönder." diye yalvaran zayıflar uğrunda savaşmıyorsunuz? Müfessirler burada zikredilen ve "Halkı zalim olduğu bildirilen memleketin Mekke olduğunu söylemişlerdir. Zira orada müslüman olan erkeklere, akrabaları zulmetmişler, onlara çeşitli işkenceler yapmışlar ve onları dinlerinden çıkarmak için her yola başvurmuşlardır. Bu sebeple Allahü teâlâ diğer mü’minleri, bunları kurtarmaya teşvik etmiştir. Hasan-ı Basri ve Katade bu âyetin izahında şunları söylemişlerdir: Bir kişi Hicret etmek maksadıyla halkı zalim olan bu memleketten çıkıp halkı salih olan ülkeye gitmek üzere yola koyulmuş ve yolun yarısında ölüm gelip ona çatmış, o da yönünü salih olan ülkeye doğru çevirmiştir. Bunun üzerine rahmet melekleriyle azap melekleri bu kişinin canını alma hususunda ihtilafa düşmüşler ve onlara: Bu kişi hangi memlekete daha yakın ise ona göre muamele yapmaları emredilmiştir. Onlar mesafeyi ölçmüşler, salih olan ülkeye bir karış daha yakın olduğunu görmüşler ve bu sebeple onu rahmet melekleri vefat ettirmişlerdir. 76İman edenler, Allah yolunda savaşırlar. Kâfirler ise tağutun yo lunda savaşırlar. O halde siz de şeytanın dostlarıyla savaşın. Şüphesiz ki şeytanın hilesi zayıftır. Allah ve Peygamberine iman edip Allah'ın vaadine kesinlikle inananlar,' Allah'ın dinini yüceltmek için, onun yolunda savaşırlar. Allah'ın birliğini inkâr edip Peygamberini yalanlayan kâfirler ise, tağutun yolunda ve tağutun dostları için hazırladığı plan üzere savaşırlar. O halde ey mü’minler, siz, şeytanın dostla rına karşı savaşın. Şeytanın hile ve tuzakları pek zayıftır. Bu itibarla onann dostlarından ve taraftarlarından korkmayın. Allahü teâlâ bu âyet-i kerime’de şeytanın ve onun dostlarının hiylelerinin zayıf olduğunu beyan etmiştir. Zira onlar ne Allah'ın sevabını ümitf ederek sa vaşırlar ne de Allah'ın cezalandırmasından korkarak haksız yere savaşmayı bıra kırlar. Onlar sadece bir taassup uğrunda ve Allah'ın, mü’minlere verdiği nimetle ri kıskanma yüzünden savaşırlar. Halbuki mü’minler, Allah'ın sevabını ümid ederek savaşır ve yine Allah'ın cezalandırmasından korkarak haksız yere savaş mayı terkederler. Böylece mü’minler bilinçli bir şekilde savaşırlar. Öldürüldüklerinde Allah katında mükâfaatlandırılacaklarını, zafer kazandıklarında da gani met elde edeceklerini bilerek savaşırlar. Halbuki kâfirler ise öldürülme korku suyla ve âhiretten hiçbir şey beklemeksizin savaşırlar. Bu sebeple onlar manevi bakımdan zayıftırlar ve korku içindedirler. 77Kendilerine "Ellerinizi savaştan çekin. Namazı kılın, zekatı verin," denilenleri görmez misin? Onlara savaş farz kılınınca içlerinden bir kısmı, insanlardan, Allah'tan korkar gibi hatta daha şiddetli bir şekilde korkuyorlar ve "Rabbimiz bize savaşı niçin farz kıldı?" Bizi yakın bir zamana kadar geri bırakmalı değil miydi?" diyorlar. Ey Rasûlüm, de ki: "Dünyanın menfaati pek azdır. Âhiret ise Allah'tan korkanlar için daha hayırlıdır. Ve kıl kadar zulme uğratılmazsınız. Ey Rasûlüm, kendilerine: "Şimdilik müşriklerle savaşmaktan elinizi çekin, namazı dosdoğru kılın, zekatı layık olanlara verin." denilenleri görmedin mi? Onlara, arzuladıkları savaş farz kılındığında, içlerinden bir cemaat, müşriklerden, Allah'tan korkarcasına veya daha şiddetli bir şekilde korkar oldular. Ve sızlanarak, dünyaya meylederek ve rahat yaşamayı tercih ederek şöyle demeye başladılar: "Ey Rabbimiz, savaşmayı bize niçin farz kıldın? Evlerimizdeki yataklarımızda ölünceye kadar bize mühlet verseydin ya." Ey Muhammed de ki: "Dünyadaki geçimliğiniz az bir şeydir. Çünkü dünyanın kendisi geçicidir. Rablerinden korkanlar için âhiret nimetleri daha hayırlıdır. Çünkü âhiret nimetleri devamlıdır. Sizler, hurma çekirdeğinin kovuğunda bulunan kıl kadar bile haksızlığa uğratılmayacaksınız. Müfessirler, bu âyeti kerime’nin nüzul sebebi hakkında iki görüş zikretmişlerdir. a- Abdullah b. Abbas, İkrime, fbn-i Cüreye, Katade ve Süddi'ye göre bu âyet-i kerime, namaz ve zakâtın farz kılınıp cihadın henüz farz kıhnmadığı bir zamanda müslüman olan, nmaz kılma ve zekat vermenin yanında cihadın da farz kılınmasını isteyen fakat cihad farz kılınınca da savaşmak zorlarına giden bir kısım sahabiler hakkında nazil olmuştur. Bu hususta Abdullah b. Abbas diyor ki; "Abdurrahman b. Avf ve arka daşları Resûlüllah'a geldiler ve ona "Ey Allah'ın Resulü, biz müşrik iken güçlüydük, müslüman olunca zelil duruma düştük." dediler. Resûlüllah da "Ben, af fetmekle emrolundum. Kimseyle savaşmayın." buyurdu. Allahü teâlâ Resûlüllah'a, Medine'ye gönderince savaşmayı emretti. Fakat savaşmak bir kısım müslümanlara zor geldi. İşte bunun üzerine bu âyet-i kertme nazil oldu ve dünya ha yatının az bir geçimlik olduğunu, bu itibarla onu tercih etmenin isabetli olmadı ğını, âhiretin ise mü’minler için daha hayırlı olduğunu, Allah yolunda savaşarak âhireti tercih etmenin gerektiğini beyan etmiş oldu. b- Mücahid ve Abdullah b. Abbas'tan nakledilen diğer bir görüşe göre bu âyet-i kerime ve bundan sonra gelen seksen üçüncü âyetin sonuna kadar olan âyetler, Yahudiler hakkında nazil olmuştur. Allahü teâlâ bunların durumuna düğ mekten sakindırmıştır. 78Nerede olursanız, olun ölüm sizi yakalar. Sağlam yapılmış kalelerde bulunsanız bile. Onlara (münafıklara) bir iyilik isabet ettiği zaman "Bu, Allah'tandır." derler. Bir kötülük isabet ettiğinde ise "Bu sendendir." derler. Ey Rasûlüm, de ki: " Hepsi de Allah'tandır. Bu kavme ne oluyor da söz anlamaya yanaşmıyorlar? Ey insanlar nerede olursanız olun ölüm sizi yakalayacaktır. Çünkü sağlam yapılmış kaleler içine sığınsanız bile. O halde savaşmaktan kaçmayın. Ölmek veya öldürmek korkusunla düşmanın karşısına çıkmaktan çekinmeyin. Münafıklara ganimet, zafer bolluk gibi bir iyilik isabet etliğinde onlar "Bu Allah tarafındandır, onun takdiri iledir." derler. Fakat bunların başına mağlubiyet, yaralanma ve acı çekme gibi bir kötülük geldiğinde de "Ey Muhammed, bu sendendir. Senin tedbirsizliğinden ve kıt görüşlü oluşundandır." derler. Ey Muhammed de ki: "Bolluk olsun kıtlık olsun, zafer olsun, hezimet olsun her şey Allah tarafındandır. O halde ne oluyor bu topluluğa da neredeyse söz anlamaz oluyorlar? Her şeyin, Allah'ın takdiriyle olduğunu ve onun kudreti altında olduğunu idrak etmeye yanaşmıyorlar. Âyette zikredilen ve "Sağlam yapılmış kaleler" diye tercüme edilen ifadesi iki şekilde izah edilmiştir. a- Katade, Mücahid ve İbn-i Cüreyc'e göre bu ifadeden maksat, "Müstah kem köşkler"dir. Mücahid bu âyet-i kerime’nin, örümceğin sokmasıyla öleceği haber verilen bu sebeple sağlam bir köşk yaptırarak korunmak isteyen fakat ne ticede ayak parmağını örümcek sokarak ölmüş olan bir kadın hakkında nazil olduğunu zikretmiştir. b- Süddi ve Rebi' b. Enes'e göre ise burada zikredilen den maksat, gökte bulunan belli köşklerdir. Allahü teâlâ, ölümü gelen insanın o köşklerde bulunması halinde bile mutlaka öleceğini beyan etmiştir. kelimesinin asıl mânâsı ise şeddeli okunduğunda "Uzun" demek şeddesiz okunduğunda ise "Süslenmiş" demektir. Bazılarına göre de "Alçı ile süslenmiş" demektir. Küfe âlimleri bu kelimenin şedde ile okunması halinde emeğin çokluğunu ifade edeceğini söylemişlerdir. Burada zikredilen her bir köşkün yapımında çokça emek harcandığından kelimesi şeddeli olarak zikredilmiştir. Az emek sarf ettiği ifade edilecek olsaydı şu âyet-i kerime’de olduğu gibi şeddesiz ifade edilirdi. Bu kelime o âyette şeklindedir. 79Sana ne iyilik gelirse Allah'tandır. Sana ne kötülük de gelirse kendi nefsindendir. Biz seni insanlara Peygamber olarak gönderdik. Şahit olarak Allah yeter. Ey Rasûlüm, sana bolluk, nimet, afiyet ve selâmet gibi herhangi bir iyilik isabet ettiğinde bu Allah'ın sana bir lütfü ve ihsanıdır. Yine sana dokunan zorluk, sıkıntı, eziyet gibi şeyler, senin kazanmış olduğun kötülüklerdendir. Ve onları sana takdir eden de benim. Biz seni kendimize, yaratıklar arasında bir el çi kıldık. Sen onlara, gönderdiğimiz şeyleri tebliğ ile yükümlüsün. Şâyet onlar senin tebliğ ettiğin şeyleri kabul ederlerse onların lehinedir. Reddederlerse onla rın aleyhlerinedir. Sana ve onlara karşı şahit olarak Allah yeter. Zira senin tebli ğinde onların, senin tebliğin karşısındaki tutumları da Allah'a gizli değildir. O herbirinize, yaptığınızın karşılığını verecektir. Abdullah b. Abbas bu âyetin izahında şöyle demiştir: Resûlüllah'a dokun muş olan iyiliklerden maksat, Bedir savaşında kazandığı zafer ve elde ettiği ni metlerdir. Ona dokunan kötülüklerden maksat ise Uhut savaşında başına gelen hallerdir. Mesela, o savaşta Resûlüllah'ın yüzü yaralanmış ve dişi kırılmıştı. Katade ise bu âyetin izahında şunları söylemiştir: Bu hususta Resûlüllah'ın şöyle buyurduğu bize ulaşmıştır: "Kişiye isabet eden hiçbir odun yaralaması ayak kayması ve damar seğirmesi yoktur ki işlemiş olduğu bir günah kar şılığında olmasın. Allahü teâlâ günahların bir çoğunu da affeder." Evet, âyet-i kerime’de kulun, içine düştüğü sıkıntı ve başına gelen belala rın kendi suçundan kaynaklandığı beyan edilmektedir. Bu hususta diğer bir âyet-i kerime’de de şöyle buyurulmaktadır: "Başınıza gelen bir musibet, kendi ellerinizle kazandığınız günahlar yüzündendir. Allah, işlenenlerin birçoğunu da affeder. Şûra sûresi, 42/30 80Kim Peygambere itaat ederse şüphesiz Allah'a itaat etmiş olur. Kim yüz çevirirse, biz seni, onların üzerine koruyucu göndermedik. Kim Peygambere itaat ederse şüphesiz ki o Allah'a itaat etmiş olur. Çün kü Peygamberi o göndermiştir. Kim de Peygambere itaatten yüz çevirirse sorumluluğu kendisine aittir. Ey Rasûlüm, biz seni, onları koruyucu olarak göndermedik. Seni yol gösteren olarak gönderdik. Onları denetleyip hesaba çekecek olan biziz. İbn-i Zeyd diyor ki: "Bu âyet-i kerime cihadı emreden âyet inmeden ön ce nazil olmuş. Peygambere itaat etmeyenlere karşı Peygamberin kişileri amellerinden dolayı hesaba çeken kimse olmadığı beyan edilmiştir. Daha sonra onlara karşı cihad etmesi, müslüman oluncaya kadar onlara sert davranması emredilmiştir. 81Onlar "emrine uyduk." derler. Yanından ayrıldıkları zman da onlardan bir topluluk, senin söylediklerinin aksini geceleyin kurarlar. Allah onların geceleyin ne kurduklarını yazar. Onlara aldırma ve Allah'a gü ven. Allah vekil olarak yeter. Ey Rasûlüm, kendilerine savaş farz kılındığı zaman insanlardan, Allah'tan korktukları kadar veya daha fazla korkan o kimselere bir şey emrettiğin de "Emrettiğine itaat eder. Yasakladığından kaçınırız." derler Fakat onlar senûı yanından ayrıldıkları zaman da içlerinden münafık olanlar, senin onlara söyle diklerini geceleyin değiştirirler. Allah senin sözlerinden değiştirdikleri şeylerin cezasını onların amel defterlerine kaydettirmektedir. Sen bu münafıklara aldırış etme. Allah'a tevekkül et. Vekil olarak Allah yeter. 82Kur'an'ı düşünmüyorlar mı? Eğer Kur'an, Allah'tan başkası ta rafından indirilmiş olsaydı onda birbirine zıt olan bir çok şey bulurlardı. Ey Rasûlüm, senin, kendilerine söylediklerini geceleyin değiştiren o insanlar, Allah'ın kitabı olan Kur'an'ı düşünüp o kitabın, sana itaat etmelerine dair aleyhlerine bir delil olduğunu idrak etmezler mi? Kur'an Allah tarafındandır. Zira onun mânâları birbiriyle uyum içindedir, hükümleri birbirine uygundur. Ve onun bir kısmı diğer bir kısmını tasdik etmekle ve doğruluğuna şahitlik etmektedir. Şâyet bu Kur'an, Allah tarafından değil de başka biri tarafından gönderilmiş olsaydı elbette ki onlar, Kur'an'ın içinde birbirleriyle çelişen bir çok hükümler, birbirini bozan birçok mânâlar bulurlardı. 83Kendilerine emniye veya korku hususunda bir haber geldiğinde onu yayarlar. Eğer onu Peygambere ve kendilerinden olan idarecilere havale etmiş olsalardı, onlardan hüküm çıkarmaya kadir olanlar, onun ne olduğunu bilirlerdi. Allah'ın, üzerinize olan lütfü ve merhameti olmasaydı, pek azınız müstesna, şeytana uyardınız. Resûlüllah'ın söylediklerini geceleyin değiştiren o münafıklara, müslümanların müfrezelerinin savaşı kazanmaları veya mağlup olmaları gibi güven veya korku ile ilgili bir gizli haber geldiğinde o haberi Resûlüllah'tan ve müfrezenin komutanından önce insanlara yayarlar. Eğer bunlar işi Peygambere ve kendilerinden olan idarecilere havale edip sussalar ve haberi yaymasalardı bu haberi inceleme gücünde olanlar, onun gerçek yüzünün ne olduğunu bilirler ve onun doğru veya yanlış olduğuna karar verir ve ona göre insanlara bildirirlerdi. Eğer Allah'ın lütfü ve merhameti olmasaydı çok azınız hariç, bu münafikar gibi siz de şeytana tabi olurdunuz. Görüldüğü gibi âyet-i kerime mü’minlerin savaşları hakkında gelen ha berleri acele yayan bir kısım münafıkları ve zayıf iradeli insanları uyarmakla, bu gibi ciddi haberleri Resûlüllah'a ve haberi inceleyip doğruluğunu veya yalan oluşunu tesbit edebilecek güçteki ordu komutanlarına ve ilim sahiplerine bırakmalarını emretmektedir. Nitekim bu hususta Peygamber efendimiz bir hadis-i şerifinde şöyle buyurmaktadır: "Kişinin, duyduğu herşeyi konuşması, yalan olarak ona kâfidir. Müslim, K. el-Mukaddime, bah: 5, Hadis no: 5 Âyet-i kerime’nin sonunda "Allah'ın, üzerinize olan lütfü ve merhameti olmasaydı pek azanız müstesna, şeytana uyardınız." buyurulmaktadır. Bu ifadenin izahı şöyledir: Ey mü’minler, Allah'ın, sizi hayırlarda muvaf fak kılması, lütfü ve merhameti olmasaydı Resûlüllah'ın yanında iken "Emrine itaat ettik." deyip de onun yanından ayrıldıktan sonra geceleyin, onun dedikle rini değiştiren şu münafıklar gibi şeytana tabi olurdunuz. Bundan pek azınız kurtulabilirdi." Müfessirler burada zikredilen "Bundan pek azınız müstesna olurdu." ifa desini çeşitli şekillerde izah etmişlerdir: a- Katade'ye göre istisna edilen pek az kimseler, gelen haberlerden hü küm çıkaran kimselerden istisna edilmişlerdir. Bu izaha göre âyetin mânâsı şöy ledir: "Eğer o haberi Peygambere ve kendilerinden olan idarecilere havale etmiş olsalardı, onlardan hüküm çıkarmaya kadir olanlar, pek azı müstesna onun ne olduğunu bilirlerdi. b- Abdullah b. Abbas'a göre ise burada istisna edilen pek az kimseler, kendilerine emniyet veya korku hususunda heber geldiğinde onu çevreye yayan kimselerden istisna edilmişlerdir. Bu izaha göre âyetin mânâsı şöyledir: "Resûlüllah'ın yanında bulunduklarında "Sana itaat ediyoruz." deyip onun yanından ayrıldıktan sonra da söylediklerinin tersini planlayan kimselere emniyet veya korku hakkında bir mesele geldiğinde onların pek azı müstesna hemen o mese leyi çevreye yayarlar." Bu izaha göre, burada, haber yaydıkları beyan edilen kimselerden maksat, münafıklar, haber yayanlardan istisna edilenlerden maksat ise mü’minlerdir. c- Dehhak'a göre ise, âyette istisna edilen az kimseler, şeytana tabi olabi lecekleri muhtemel olan kimselerden istisna edilmişlerdir. Buna göre âyetin iza hı şöyledir: "Şâyet, Allah'ın lütfü ve merhameti olmasaydı şeytana uyardınız. Bundan pek azınız müstesna olurdu. Bu az olanlar da şeytana uyma temayülün de olmayanlarınizdır." Bu hususta Dehhak şöyle demiştir: "Âyet-i kerime, şeytanın vesveselerin den bir kısım vesveseleri içlerinden geçiren sahabileri kastedmektedir. Onlardan az bir topluluğun bu vesveselerden uzak oldukları beyan edilmiştir. d- Diğer bir kısım müfessirlere göre burada "Pek azınız müstesna" şek linde zikredilen cümle, zahirde bir istisna ise de aslında yukanda geçen hükmü pekişti mı edir. Bunlara göre âyetin bu bölümünün mânâsı şöyledir: "Şâyet size Allah'ın lütfu ve merhameti olmasaydı hep birlikte şeytana uymuş olurdunuz." Bu görüş te olan âlimler, Arapçada, istisnaların te'kid mânâsına da gediğini, buradaki is tisnaların da bu türden olduğunu söylemişlerdir. Taberi diyor ki: "Bu görüşlerden tercihe şayan olanı burada istisna edilenlerin duydukları haberleri derhal yayanlardan istisna edildiklerini söyleyen görüştür. Zira, bu istisna edilenlerin şeytana tabi olabileceklerden istisna edildiklerini söylemek caiz değildir. Çünkü, burada şeytana tabi olmayanların, Allah'ın lütfü ve merhametiyle tabi olmadıkları beyan edimiştîr. Allah'ın lütfü ve merhameti olduktan sonra artık kimsenin şeytana tabi olması beklenemez. Diğer yandan, burada zikredilen istisnayı Arapça'da yaygın olan bir üsluptan çıkarıp onun pekiştirme ifade ettiğini söylemek de caiz değildir. Çünkü Allahü teâlânın kitabi ni Arapça'da yaygın olan üsluplara göre tefsir etmek isabetli değildir. Keza burada, istisna edilen az kimselerin, haberi bilme yetkilerinde olanlardan istisna edildiklerini söylemek de doğru değildir. Çünkü haberi bilme yetkisinde olanlar, aynı seviyededirler. Onlardan bazılarının haberleri bileceklerini, diğerlerinin bilemeyeceklerini söylemek doğru değildir. İşte bu üç izah şekli de doğru olmadığından, buradaki istisnanın, haber yayanlardan istisna edildiklerini söylemekten başka bir yol yoktur. Biz de bunu tercih ettik. 84Ey Rasûlüm, Allah yolunda savaş. Sen ancak kendinden so rumlusun. Mü’minleri de savaşa teşvik et. Umulur ki Allah, kâfirlerin şerri ni önler. Allah'ın azabı çok şiddetlidir. İbret alınacak cezası da pek şiddetlidir. Ey Rasûlüm, Allah düşmanlarına karşı Allah yolunda bizzat cihad et. Sen bütün gücünle gayret et. Bu hususta sana uymayanlara üzülme. Allah seni, ancak gücünün yettiği ile mükellef tutar. Mü’minleri de müşriklerle savaşmaya teşvik et. Umulur ki Allah, kâfirlerin şerrini sizden uzaklaştırır. Allah'ın belası pek çetindir. Cezası da pek şiddetlidir. Taberi diyor ki: "Umulur" kelimesi, Allah için kullanıldığında "Şüphe siz" anlamına gelir. Bu âyetteki "Umulur ki Allah, kâfirlerin şerrini önler." demek "Şüphesiz ki Allah, kâfirlerin şerrini sizden önler" demektir. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) kâfirlerle savaş hususunda birhadis-i şerif te şöyle buyuruyor: "Kim, bir savaşa katılmadan veya savaşa katılma niyetini taşımadan ölürse, bir nevi münafık olarak ölmüş olur." 85Kim, İyi bir işe aracılık ederse, onun sevabından hissesi vardır. Kim de kötü bir işe aracılık ederse, onun günahından payı vardır. Allah, herşeye kadirdir. Ey Rasûlüm, kim senin sahabilerinin zor durumda olanlarına yardımcı olur, düşmanlarına kaşı cihadlarında ve Allah yolunda savaşmalarında onlara yardımda bulunacak olursa, onun yapmış olduğu bu yardımdan dolayı, Allah'ın vereceği sevaptan bir payı vardır. Kim de, Allah'ı inkâr eden kâfirlere yardımcı olur, onlarla birlikte olarak mü’minlere karşı savaşacak olursa onun da günahtan bir payı vardır. Allah, herşeye kadirdir. Taberi diyor ki: "Bu âyet-i kerime, Resûlüllah'a savaşmayı ve mü’minle ri savaşmaya teşvik etmesini emreden âyetten sonra geldiği için bu âyetteki şey tan ve yardım etmekten maksadın, bu savaşta yardım etme olduğu anlaşılmaktadır. Bununla birlikte her hayıra yardım edenin onun sevabından bir nasip ve şer re yardımcı olanın da onun günahından bir pay alacağını da ifade etmektedir. Âyet-i kerime’nin sonunda geçen ve "Kadirdir" diye tercüme edilen kelimesi, Abdullah b. Abbas ve Mücahid tarafından "Herşeye ka dir olan" şeklinde izah edilmiştir. Abdullah b. Kesir tarafından "Herşeyi sevk ve idare eden" şeklinde izah edilmiştir. Süddi ve İbn-i Zeyd tarafından ise "Herşe ye kadir olan" şeklinde izah edilmiş Taberi de bu görüşü tercih etmiştir. Çünkü bu kelime Kureyşlilerin şivesinde bu mânâda kullanılmıştır. Ebû Mes'ud el-Ensâri diyor ki: "Bir adam Resûlüllah'a geldi ve "Benim bineğim telef oldu, bineksiz kal dım. Beni savaşa götürecek bir bineğe bindir." dedi. Resûlüllah ise "Bende, seni bindirecek binek yoktur." buyurdu. Oradan birisi "Ey Allah'ın Resulü, ben ona, bineceği bir binek verecek olanı göstereyim mi?" dedi. Bunun üzerine Resûlüllah "Kim, bir hayır işleme yolunu gösterecek olursa ona, hayırı işleyenin sevabı kadar sevap vardır." buyurdu. Müslim, K. el-imare, bab: 133, Hadis no: 1893 / Ebû Davud, K. el-Edeb bab: 124, Hadis no: 5129 /Tirmizi, K. el-İlm, bab: 14, Hadis no: 2670,2671 86Size selam verildiği zaman siz de ondan daha güzeli ile karşılık verin veya aynisiyla mukabele edin. Şüphesiz Allah, herşeyi hesap edendir. Ey iman edenler, sizlere ömrünüzün uzun olması, sağ ve salim olmanız dileğiyle selam verildiğinde, size bu gibi dileklerde bulunanlara daha güzeliyle dileklerde bulunarak selamlarını alın veya onların dileklerinin aynısını ifade eden selamlarla onların selamını alın. Şüphesiz ki Allah, yaptığınız her ameli muhafaza etmekte ve hesaplamaktadır. Herkese yaptığının karşılığını verecektir. Müfessirler, bu âyette zikredilen "Verilen selama daha güzeliyle veya aymsıyla karşılık vermek"ten neyin kasdedildiği hususunda iki görüş zikretmişlerdir. a- Süddi, Ata, İbn-i Cüreyc ve İbrahim en-Nehai'ye göre bu âyette zikre dilen iki türlü selam alma da mü’minlerin verdikleri selamı almakla ilgilidir. Bir müslüman diğer bir müslümana "Esselamüaleykümu değiğinde, diğer müslüman, selam verenin sözlerine ilavede bulunarak "Ve aleyküm Selam ve Rahmetulah" diyecek olursa işte o zaman onun selamına daha güzeliyle karşılık vermiş olur. Şâyet "Esselamü aleyküm." diyene "Ve Aleyküm Selam" veya "Esselamü aleyküm" diyecek olursa işte o zaman verilen selama aynısıyla karşılık vermiş olur, b- Abdullah b. Abbas, Katade ve İbn-i Zeyd'e göre bu âyette zikredilen "Selamı alanın daha güzeliyle karşılık vermesinden maksat" müslüman kimse nin vermiş olduğu selama, daha güzeliyle karşılık vermektedir. Selam verene aynısıyla mukabele etmekten maksat ise, müslüman olmayanın vermiş olduğu selamı aynen almaktır. Bunlara göre, selâm veren, müslüman olsun kâfir olsun onun selamını almak gerekmektedir. Ancak müslümanm selamı daha fazla hayır temennisiyle alınır. Kâfirin ise verdiği selam aynen iade edilir. Taberi diyor ki: "Bu görüşlerden tercihe şayan olanı, bu âyette zikredilen selam alma şekillerinden ikisi de müslümanların venniş oldukları selamı alma ya aittir. Zira, kâfirlerin verdikleri selamların daha az temennilerle alınmasının gerekli olduğuna dair Resûlüllah'tan sahih haberler zikredilmiştir. Bu âyette ise selam verenin selamının verilenden daha güzel veya verilenin aymsıyla alınması emredilmektedir ki, bu da selam verenin müslüman olmasını gerektirmektedir. Taberi diyor ki: "Eğer denilecek olursa ki Allahü teâlânın kitabında emredildiği üzere selam almak farz mıdır?" Cevaben denilir ki: "Evet, selef alimle rinden bir topluluk, bu görüştedir. Nitekim Cabir b. Abdullh ve Hasan-ı Basri bunlardandır. Hasan-ı Basri, "Selam vermek nafile bir amel ise de onu almak farzdır." demiştir. Resûlüllah, mü’minleri, aralarında selamı yaymaya teşvik etmiş ve buyur muştur ki: "Sizler iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız. Size, yaptığınız takdirde, birbirinizi sevmiş olacağınız bir şeyi göstereyim mi? Aranızda selamı yayın." Müslim, K. el-İman, bab: 93, Hadis no: 54/Tirmizi, K. el-Kıyame, bab: 56 H.no: 2510 İbn-i Mace, K. el-Mukaddime, bab: 9 H.no: 68 Müslüman olmayan kimselere selam verilmez. Şâyet onlar selam verirlerse, verilecek cevapta "Selam" kelimesi kullanılmaksızın sadece "Ve aleyke" denir. Bu hususta Peygamber efendimiz buyuruyor ki: 'Size ehl-i kitap selam verdiğinde "Ve aleyküm" deyin. Buhari, K. el-Mürteddîn, bab: 4 87O öyle bir Allah'tır ki, ondan başka hiçbir ilâh yoktur. Sizi, kıya met gününde mutlaka toplayacaktır. Bunda asla şüphe yoktur. Allah'tan daha doğru sözlü kim vardır? Allah, kendinden başka, hakkıyla ibadet edilecek hiçbir ilâh bulunmayandır. O sizi, ölümünüzden sonra mahşer meydanında hesaba çekmek için, gelece ğinde şüphe olmayan kıyamet günüde mutlaka bir araya toplayacaktır. Söyleyin bakalım, hangi varlık Allah'tan daha doğru bir söz söyleyebilir? O halde Allah'ın vermiş olduğu haberlerin doğruluğundan şüphe etmeyin. 88Ne oluyor size de münafıklar hakkında iki zümreye ayrılıyorsunuz? Halbuki Allah, yaptıklarından dolayı onları baş aşağı çevirmiştir. Allah'ın saptırdığı kimseyi hidâyete mi erdirmek istiyorsunuz? Allah kimi saptırırsa onun için bir çıkış yolu bulamazsın. Ey mü’minler, size ne oluyor da, münafıklar hakkında ikiye ayrılıyorsunuz? Bazınız onların öldürülmelerini, bazınız da serbest bırakılmalarını istiyor sunuz? Halbuki Allah, onları, işledikleri kötülükler sebebiyle müşriklerin hük müne tabi tutarak baş aşağı çevimıiştir. Ey mü’minler, Allah'ın terk ettiği ve sap tırdığı bir insanı İslam hidâyetine kavuşturmayı mı istiyorsunuz? Allah, kimi saptırırsa onun için bir çıkış yolu bulamazsınız. Müfessirler, bu âyet-i kerime’nin nüzul sebebi hakkında çeşitli görüşler zikretmişlerdir. a- Zeyd b. Sabit'e göre bu âyet-i kerime, sahabilerin Uhut savaşında Resûlüllah'tan ve müslumanlardan ayrılıp Medine'ye gelen ve müslümanlara "Şâyet biz savaşmayı bilseydik size tabi olurduk." diyen münafıkların düştükleri ihtilaf hakkında nazil olmuştur. Abdullah b. Yezid el-Ensari bu hususta Zeyd b. Sabit'in şunları söylediği ni rivâyet etmiştir. "Sahabilerden bazıları Resûlüllah ile birlikte Uhut savaşma gittikten sonra oradan savaşa katılmadan geri döndüler. İşte bu kimseler hakkında müslümanlar iki gruba ayrıldılar. Bir kısmı bunların öldürülmesini istiyordu. Diğer bir kısmı ise bunaln mü’min kabul ederek "Hayır öldürülmesinler." diyorlardı. İşte bunun üzerine bu âyet nazil oldu ve "Ne oluyor size de münafıklar hakında iki zümre ye ayrılıyorsunuz?" buyuruldu. Resûlüllah da şöyle buyurdu: "Medine pak ve temiz bir yerdir. O, ateşin, gümüşün posasını attığı gibi murdar olanı dışarıatar. Buhari, K. Tefsir el-Kur'an Sûre 4, bab: K. Tefsir el-Kur'an Sûre: 4, bab: 14, Hadis no: 3028 b- Mücahid'e göre ise bu âyet-i kerime, sahabilerin, Mekke'den Medi ne'ye gelen, müslüman olduklarını açıklayan, daha sonra da Mekke'ye dönerek müşrik olduklarını ilan eden münafıklar hakkında ihtilafa düşmeleri üzerine nazil olmuştur. Bu hususta Mücahid diyor ki: "Bir kısım insanlar, Mekke'den çıkıp Medine'ye geldiler ve muhacir olduklarını iddia ettiler. Daha sonra da dinden çıktılar. Resûlüllah'tan, Mekke'ye gidip eşyalarını getirmelerine ve onlarla tica ret yapacaklarına dair izin istediler, Ve gittiler. İşte mü’minler, bu kimseler hak kında ihtilafa düştüler. Bazıları, onların münafık olduklarını bazıları da mü’min olduklarını söylediler. Allahü teâlâ, bu âyeti indirerek, onların münafık oldukları nı açıkladı ve onlarla savaşmayı emretti. c- Abdullah b. Abbas, Ma'mer b. Raşid, Katade ve Dehhak'a göre ise bu âyet-i kerime, sahabilerin, Mekke'de müslüman olduklarını açığa vuran bununla birlikte, müslümanlara karşı müşriklere yardım eden bir kısım münafıklar hak kında ihtilafa düşmeleri üzerine nazil olmuştur. Bu hususta Abdullah b. Abbas'ın şunları söylediği rivâyet edilmiştir: "Mekke'de yaşayan bir kısım insanlar, dilleriyle müslüman olduklarını söylediler. Fakat onlar müşriklere yardım ediyorlardı. Onlar, bazı işleri için Mekke'den çıktılar ve kendi kendilerine şöyle dediler: "Eğer biz, Muhammedin sahabileriy-; le karşılaşacak olursak bize bir zararları dokunmaz." İşte mü’minler bunların, Mekke'den çıktıkları haberini ahnea kendi aralarında ihtilaf ettiler. Bir kısım mü’minler, dediler ki: "Bineklere binin ve gidin o murdarları öldürün. Çünkü onlar, size karşı, düşmanlarınıza yardım ediyorlar." Diğer bir kısım mü’minler de bunlar hakkında şöyle demişlerdir: "Sübhanallah, sizler, sizin söylediklerinizi söyleyen insanları mı öldüreceksiniz? Onla rın, sırf memleketlerini bırakıp hicret etmedikleri için mi, kanlarını ve mallarını helal görüyorsunuz?" İşte mü’minler bu insanlar hakkında iki gruba ayrılmışlardır. Resûlüllah, onların yanında bulunduğu halde o gruplardan herhangi birini görüşlerinden vazgeçimye çalışmamıştır. İşte bunun üzerine "Ne oluyor size de, münafıklar hakkında iki zümreye ayrılıyorsunuz? Halbuki Allah, yaptıklarından dolayı onları baş aşağı çevirmiştir..." âyeti nazil olmuştur. d- Süddi'ye göre ise bu âyet-i kerime, sahabilerin, Medine'de yaşayan ve münafıklarından dolayı oradan ayrılmak isteyen kişiler hakkında ihtilafa düşmeleri üzerine nazil olmuştur. Bu hususta Esbat, Suudi'nin şunları söylediğini zikretmiştir: Münafıklar dan bir kısım insanlar, Medine'den çıkmak istemişlerdi. Onlar, mü’minlere "Biz Medine'de hasta olduk. Buranın havası bize ağır geldi. Bizler dağlara çıksak ve eski halimize geldikten sonra geri dönsek daha iyi olur. Çünkü bizler köy halkı idik." dediler ve Medine'den ayrılıp gittiler. Sahabiler bunlar hakkında ihtilafa düştüler. Bazıları "Bunlar, Allah düş manı münafıklardır. İsteriz ki, Resûlüllah bize izin versin de onlarla savaşalım." dediler. Diğer bazıları ise "Bilakis bunlar, kardeşlerimizdir. Medine'nin havası bunları bunalttı ve bunlar buranın havasını ağır buldular ve dağlara çıkıp hava almak istediler. İyileşince tekrar geri döneceklerdir." dediler. Bunun üzerine Allahü teâlâ da buyurdu ki: "Ne oluyor size de münafıklar hakkında iki zümreye ayrılıyorsunuz?" e- İbn-i Zeyd'e göre ise bu âyet-i kerime, sahabilerin, Hazret-i Âişe'ye yapılan iftira hususunda ihtilafa düşmeleri hakkında nazil olmuştur. Abdullah b. Übey gibi bazı münafıklar, Hazret-i Âişe aleyhine konuştular. Sa'd b. Muaz gibi samimi mü’minler ise Abdullah'ın bu davranışlarından beri olduklarını bildirmişlerdir. Taberi diyor ki: "Bu görüşlerden tercihe şayan olan görüş, bu âyet-i keri menin, Resûlüllah'ın sahübilerinin, müslüman olduktan sonra dinden çıkan Mekkeliler hakkında ihtilaf etmeleri üzerine nazil olmuştur." diyen görüştür. Zira bu âyetten sonra gelen âyette de "... Allah yolunda hicret etmedikçe onlardan dostlar edinmeyin..." buyıırulmakta ve bu insanların, Medineli olmadıkları, ora ya henüz hicret etmedikleri anlaşılmaktadır. Müfessirler de bu kişilerin ya Mekke veya Medineli oldukları huusunda ittifak etmişlerdir. Bunların Medineli olmadıkları bu âyetten anlaşıldığına göre Mekkeli oldukları kesindir. Âyet-i kerime’nin: "Halbuki Allah, yaptıklarından dolayı onları baş aşağı çevirmiştir." cümlesinde geçen ve "Baş aşağı çevirmiştir." diye tercüme edilen cümlesi Ata'nın Rivâyetine göre Abdullah b. Abbas tarafından "Allah onları, müşriklerin hükmüne düşürmüştür. Yani karılarını ve mallarını helal kılmıştır." şeklinde izah edilmiş, Ali b. Ebi Talha'nın Rivâyetine göre, yine Abdullah b. Abbas tarafından "Allah onları yere düşürmüş" şeklinde izah edilmiş, Katade ve Süddi tarafından ise "Allah onları saptırmış ve helak etmiştir." şeklinde izah edilmiştir. Âyet-i kerime’nin devamında "Allah'ın saptırdığı kimseyi hidâyete mi er dirmek istiyorsunuz?" buyurulmaktadır. Burada hitap, münafıkları savunan müslümanlaradır. Allahü teâlâ onlara, bu gibi savunmalarından vazgeçmelerini emretmiştir. 89Onlar, kendileri gibi sizin de inkâr edip onlarla bir olmanızı is terdiler. Allah yolunda hicret etmedikçe onlardan dostlar edinmeyin. Eğer bundan yüz çevirirlerse onları yakalayın ve bulduğunuz yerde öldürün. Onlardan ne bir dost ne de bir yardımcı edinin. Şu münafıklar sizin de inkâr edip kendileri gibi kâfir olmanızı ve Allah'a ortak koşmakta onlarla eşit hale gelmenizi isterler. O halde onlar, şirk yurdun dan çıkıp İslam yurduna hicret etmedikçe, onlardan dostlar edinmeyin. Şâyet Allah'a ve Resulüne iman etmekten ve şirk yurdunu bırakıp İslam diyarına hic ret etmekten yüz çevirirlerse, onları yakalayın ve nerede bulursanız öldürün. Onlardan ne dost edinin ne de düşmanlaınıza karşı bir yardımcı edinin. Çünkü onlar kâfirdir. Sizin için ellerinden gelen kötülüğü yapmaktan geri kalmazlar. Allahü teâlâ, bu âyet-i kerime ile, mü’minlerin, haklarında ihtilaf ettikleri insanların, gerçekten münafık olduklarını, bu durumlarım değiştirmedikleri tak dirde öldürülmelerinin gerektiğini beyan etmiştir. 90Ancak aranızda anlaşma bulunan bir kavme sığınanlar yahut ne sizinle ne de kendi kavimleriyle savaşmak istedikleri için yürekleri sıkıntıya düşerek size gelenlerle savaşmayın. Allah dileseydi onları size musallat ederdi de sizinle savaşırlardı. Eğer onlar, sizden uzak dururlar, sizinle savaşmazlar ve size barış teklif ederlerse Allah size, onların aleyhine bir yol vermemiştir. Ancak sizinle anlaşması bulunan bir topluluğa gidip sığınan münafıklar bu hükümden müstesnadır. Sığındıkları topluluklara verdiğiniz eman bunlar için de geçerlidir. Veya bunlar, sizinle savaşmaktım kaçındıkları için yahut kendi topluluklarıyla savaşmaktan kaçındıkları için yüreklen sıkıntıya düşerek size geldikleri takdirde bunlar için de eman vardır. Eğer Allah dileseydi sizinle an laşmalı olanlara sığınanları ve savaşmaktan dolayı usanıp sıkıntıya düşerek size gelenleri size sataştırırdı da, düşmanlarınız olan müşriklerle birlikte bunlar da size karşı savaşırlardı. Fakat Allah, lütfuyla onların şerrini sizden uzaklaştırdı. Eğer onlar sizden uzak durup sizinle savaşmaz ve size barış teklif ederlerse, Allah size, onların aleyhine bir yol vermemiştir. O bade böyle davrananlara do kunmayın. Rivâyet ediliyor ki, Bedir ve Uhud savaşlarından sonra, müslümanların sayısı çoğalınca Resûlüllah, Halid b . Velid'i Müdlic kabilesine göndererek onları İslama davet etmek istemiştir. Bu kabilelerden olan Süraka, Peygamber efendimize gelerek şöyle demiştir: "Ey Allah'ın Resulü, kavmime adam gönde receğini öğrendim. Onlara dokunmamanı arzu etdiyorum. Şâyet, senin kavmin olan Kureyşliler müslüman olurlarsa onlarda İslama girerler. Şâyet kavmim müslüman olmazsa onlara düşmanlık beslerler." Bunun üzerine Resûlüllah, Ha lici b. Velid'e "Bununla beraber git ve islediğini yap." buyurdu Halid b. Velid gitti ve Müdlic kabilesiyle Resûlüllah'ın aleyhinde bulunmayacaklarına, Kureyşliler müslüman olursa onların da müslüman olacaklarına dair bir anlaşma yaptı. İşte âyet-i kerime iki sınıf insanın öldürülmemesini bildirmektedir ki bunların birisi, kendisiyle sulh anlaşması yapılan bu Müdlic kabilesine katılan ve onların anlaşmasından istifade edenlerdir. Diğeri de Abbas gibi Bedir savaşında müslümanlarla savaşmak istemedikleri halde kabilelerinin baskısıyla gelip savaşa katılanlardır. Ancak müfessirler bu ve bundan sonra gelen âyet-i kerime’nin, Tevbe suresinin beşinci âyetiyle neshedildiğini, bu itibarla münafıklar, müslümanlardan uzak dursalar, onlarla savaşmasalar ve onlara banş teklifinde bulunsalar bile, müşrikliğe devam ettikleri ve müslüman olmadıkları müddetçe onlarla savaşılacağını söylemişlerdir. Nitekim İkrime, Hasan-ı Basri, Katade ve İbn-i Zeyd bu âyet-i kerime’nin ve benzeri âyetlerin, Tevbe suresinin beşinci âyetiyle neshedildiğini söylemişlerdir. Bu hususta İkrime ve Hasan-ı Basri'nin müşrikler hakkında şu dört âyetin Tevbe suresinin beşinci âyetiyle neshedildiğini söyledikleri Rivâyet edilmiştir. Neshedilen bu âyetler de şunlardır; "Ancak aranızda anlaşma bulunan bir kavme sığınanlar yahut ne sizinle ne de kavimleriyle savaşmak istemedikleri için yürekleri sıkıntıya düşerek size gelenlerle savaşmayın. Allah dileseydi, onları size musallat ederdi de sizinle savaşırlardı. Eğer onlar sizden uzak dururlar, sizinle savaşmazlar ve size barış teklif ederlerse, Allah size onların aleyhine bir yol vermemiştir." "Onlardan diğer bir kısmını da hem sizden hem kendi kavimle rinden emin olmak ister bulacaksınız. Fakat her fitneye döndürmüşlerinde onun içine tepetaklak dalarlar. Şâyet onlar, sizden uzaklaşmaz, size barış teklif etmez ve ellerini sizden çekmezlerse, onları yakalayın ve onları bulduğunuz yerde öldürün. İşte bunların aleyhine size apaçık bir ferman verdik. Nisa sûresi, 4/90, 91Allah, din hususunda sizinle savaşmayan ve sizi yurdunuzdan çıkarmayan kimselere iyilik yapmanızı ve onlara âdil davranmanızı yasaklamaz. Şüphesiz Allah, adaletli davrananları sever." "Allah, ancak sizinle din hususunda savaşanları, sizi yurtla rınızdan çıkaranları ve çıkarılmanıza yardım edenleri dost edinmenizi yasaklar. Kim onları dost edinirse, işte onlar, zalimlerdir. Miîmtahine sûresi, 60/8, 9 Bu âyetleri nesneden âyet ise şudur; "Mukaddes olan haram aylar çıkınca, müşrikleri nerede bulursanız öldürün. Onları yakalayın çember içine alın. Her gözetilecek yerden onları gözetleyin. Eğer tevbe ederler, namazı kılıp zeka tı verirlerse, artık yollarını serbest bırakın. Şüphesiz ki Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir. Tevbe sûresi 9/5 91Onlardan diğer bir kısmını da hem sizden hem kendi kavimlerin den emin olmak ister bulacaksınız. Fakat her fitneye döndürülüşlerinde onun içine tepe takla dalarlar. Şâyet onlar, sizden uzaklaşmaz, size barış teklif etmez ve ellerini sizden çekmezlerse, onları yakalayın ve onları bul duğunuz yerde öldürün. İşte bunların aleyhine size apaçık bir ferman ver dik. Münafıklardan diğer bir güruh da, kâfir oldukları halde size karşı canlarını ve mallarını emniyete almak için müslüman olduklarını açığa vururlar. Ken di toplumlarına karşı kendilerini emniyete almak için de onların taptıkları batıl şeylere taparlar. İşte bunlar, toplulukları tarafından Allah'a ortak koşma fitnesi ne her davet edildiklerinde baş aşağı dönerler. Şirkin içine gömülürler. Şâyet bunlar, sizden uzak durmaz, sizinle barışa girişmez ve sizinle savaşmaktan elle rini çekmezlerse onları yakalayın ve büklüğünüz yerde öldürün. İşte bunların aleyhine savaşmak için size apaçık bir yetki verdik. Müfessirler, bu âyette zikredilen insanlardan kimlerin kasdedikliği hususunda çeşitli görüşler zikretmişlerdir. a- Mücahid ve Abdullah b. Abbas'a göre bu âyette zikredilen insanlar Mekke halkından, müslüman olmadıkları halde canlarını, mallarını ve soylarını güven altına almak için müslüman olduklarını söyleyen münafıklardır. Bunlar, Allah'a ortak koşmaya davet edildiklerinde, İslamdan çıkıp hemen müşrik ol duklarını ilan ediyorlardı. Böylece müşrikler nezdinde de canlarını ve mallarını emniyet altına alıyorlardı. İşte âyet-i kerime bunları vasıflandırmaktadır. b- Katade'ye göre ise burada zikredilen insanlardan maksat, hem Resûlüllah'ın ve sahabilerinin nezdinde hem de müşriklerin nezdinde, güvende olmak için Resûlüllah'tan eman isteyen, Tihamede yaşayan müşriklerdir. c- Süddi'ye göre ise bu âyette sıfatları zikredilen insanlardan maksat, Nuaym b. Mes'ud el-Eşcai'dir. Bu kişi, Resûlüllah ile müşrikler arasında söz götürüp getirerek her iki topluluk nezdinde de kendisini güven altına almaya çalışı yordu. 92Hata dışında bir mü’min diğer bir münini öldüremez. Kim bir münîni hata ile öldürürse, bir mü’min köle azad etmesi bir de ölünün ailesi ne diyet teslim etmesi gerekir. Ancak, ölünün ailesinin bağışlaması müstes nadir. Eğer ölen, size düşman olan birkavimden olur da münin olursa, öl dürenin sadece mü’min bir köle azad etmesi gerekir. Eğer ölen sizinle arala rında anlaşma olan bir kavimden ise, öldürenin, ölenin ailesine diyet teslim etmesi ve bir mü’min köle azad etmesi gerekir. Bunu bulamayan kimsenin, Allah tarafından tevbesinin kabulü için arka arkaya iki ay oruç tutması ge rekir. Allah, herşeyi çok iyi bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir. Bu âyet-i kerime’de Allahü teâlâ, bir mü’minin diğer bir mü’min kardeşi nin canına hata dışında kasdedemeyeceğini beyan ediyor. Ve bir mü’minin, başkasını hata ile öldürmesi halinde, öldürenin, yaptığı hatanın cezasının ne olaca ğını beyan ediyor. Bir mü’min hata ile başka bir mü’mini öldürürse, öldüren kişinin, ceza ola rak mü’min bir köle azad etmesi bir de ölenin ailesine diyet vermesi gerekir. Bu diyeti sadece öldüren değil, öldürenin baba tarafından olan akrabaları da üstle nir. Bu akrabalara "Asabe" denir. Ödenecek diyetin miktarı yüz deve veya bin altın dinar yahut on bin gümüş dirhemdir. Şâyet öldürülenin akrabaları, diyeti almaktan vazgeçerse, öldürenin bu diyeti ödeme yükümlülüğü düşer. Şâyet bir mü’min, müşriklerle beraber bulunan bir mü’mini öldürecek olursa, bu takdirde öldürenin cezası sadece mü’min bir köle azad etmektir. Burada öldürülenin aile sine diyet ödenmez. Çünkü onlar, müslümanlarla savaşan Allah düşmanlarının içinde bulunmaktadırlar. Onlara diyet verildiği takdirde dolaylı yolla içlerinde yaşadıkları müşrik topluluk güçlendirilmiş olur. Şâyet bir mü’min, müslümanlarla anlaşması bulunan topluluktan birisini veya zımmi statüsünde bulunan bir kimseyi öldürürse, Öldürenin, ölenin ailesine diyet vermesi ve bir mü’min köle -a azad etmesi gerekir. Azad edecek mü’min bir köle bulamayan kimsenin, Allah tarafından tevbesinin kabulü için arka arkaya iki ay oruç tutması gerekir. Allah, herşeyi çok iyi bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir. Müfessirler, bu âyet-i kerime’nin kimin hakkında nazil olduğu hususunda iki görüş zikretmişlerdir. a- Mücahid, İkrime ve Süddi'ye göre bu âyet-i kerime, Manzum kabile sinden olan Ayyaş, b. Ebi Rebia hakkında nazil olmuştur. Zira o, müslüman olduğunu bilmediği bir kimseyi öldürmüştü. Bu hususta Süddi diyor ki: "Bu âyet-i kerime, Ayyaş b. Ebi Rebia hakkında nâzii olmuştur. Ayyaş, Ebû Cehil'in anne bir kardeşiydi. O, müslüman olmuştu. Resûlüllah hicret etmeden önce muhacirlerle birlikte hicret etmişti. Ebû Cehil, Haris b. Hişam ve Âmir oğullarından bir kişi Medine'ye Ayaş'ın yayına geldiler. Ayyaş, kardeşleri arasında en çok sevileni idi. Onlar, Ayyaş'la konuştular. Ve dediler ki: "Annen seni görmedikçe herhangi bir evin gölgesi altına gir meyeceğine dair yemin etti. Şu anda güneşin altında yaşıyor. Gel seni görsün. Sonra geri dönersin." Bunlar, Ayyaş'a tekrar Medine'ye dönmesine engel olma yacaklarına dair Allah'a yemin edip, söz verdiler. Bazı arkadaşları, Ayyaş'a iyi bir deve verdiler, ve dediler ki: "Bunlardan korkacak olursan deveden inme." Fakat onlar, Medine'den çıkınca Ayyaş'ı tutup bağladılar. Âmir oğullarından olan kişi Ayyaş'ı dövdü. O da bu kişiyi öldüreceğine dair yemin etti. Ayyaş Mekke'nin fethine kadar hapishanede kaldı. Fetih günü hapisten çıkınca Âmir oğullarından kendisini döven adamla karşılaştı. O adam müslüman olmuştu. Fa kat Ayyaş bunu bilmiyordu. Adamı tutup dövdü sonra da öldürdü. İşte bunun üzerine bu âyet nazil oldu. b- İbn-i Zeyd'e göre ise bu âyet, Ebudderda'nın öldürdüğü bir kişi hak kında nazil olmuştur. Bu hususta İbn-i Zeyd diyor ki: "Ebudderda bir müfezede bulunuyordu. Bir ihtiiyacı için müfrezeden ayrılıp bir vadiye gitti. Orada koyunlarıyla birlikte bir adam gördü. Kılıcını çekip adamın üzerine yürüdü, adam da "Lailahe İllallah" dedi. Buna rağmen Ebudderda onun boynunu vurdu. Koyunla rını alıp arkadaşlarının yanına geldi. Fakat yaptığı işten huzursuz oldu. Bu se beple Resûlüllah'ın yanına geldi ve olayı Resûlüllah'a anlattı. Resûlüllah da: "Kalbini varsaydın ya." dedi. Ebudderda "Kalbini varsaydım ne bulacaktım ki ey Allah'ın Resulü, onun kalbinde kan ve sudan başka ne olubilirdi?" dedi. Re sulullah da "O sana diliyle müslümon olduğunu söyledi, fakat sen ona inanma dın." dedi. Ebudderde, "Ey Allah'ın Resulü, benim halim ne olacak?" dedi. Resûlüllah da: "Lailahe İllallah'ın hali ne olacak?" dedi. Ebudderda yine: "Ey Allah'ın Resulü, benim halim ne olacak?" dedi. Resûlüllah da tekrar "Lailahe İllallah'ın hali ne olacak?" diye cevap verdi. Ebudderda diyor ki: "İşte o anda iste dim ki, yeni müslüman olmuş olsaydım." İşte bu hususta "Hata dışında bir mü min diğer bir mü’mini öldüremez." âyeti indi. Taberi diyor ki: "Allahü teâlâ bu âyet-i kerime’de, genel olarak bir mü’mini hata ile öldüren kimsenin keffaret ve diyetle yükümlü olduğunu beyan etmiştir. Bu itibarla âyetin, Ayyaş b; Ebi Rebia ile öldürdüğü kimse hakkında inmiş ol ması da mümkündür. Kimin hakkında inmiş olursa olsun Allahü teâlâ bu âyette, bizim zikrettiğimiz bu hükmü beyan etmiştir. Mü’min kullan bunu anlamışlardır. Âyetin kimin hakkında indiğini bilmemelerinin onlara herhangi bir zararı yoktur. Âyet-i kerime’de bir mü’min kardeşini hata ile öldüren kimsenin keffaret olarak mü’min bir köle azad etmekle yükümlü olduğu beyan edilmektedir. Müfessirler burada zikredilen mü’min kölenin, erginlik çağma geldikten sonra kendi iradesiyle müslüman olan köle mi yoksa müslüman ana baba köle den doğan küçük köle mi olduğu hususunda iki görüş zikretmişlerdir. a- Abdullah b. Abbas, Şa'bi, İbrahim en-Nehai, Hasan-ı Basrı ve Katade'ye göre burada zikredilen mü’min köleden maksat, erginlik çağına geldikten sonra kendi iradesiyle müslüman olan, namaz kılan ve oruç tutan köledir. Bunlara göre bir mü’mini hata ile öldüren kimsenin keffaret olarak, erginlik çağına gelmiş olan küçük bir köleyi azad etmesi yeterli değildir. Çocuğun anne ve ba bası müslüman olsalar da durum aynıdır. b- Ata'ya göre ise burada zikredilen mü’min köle, erginlik çağına gelmiş olan mü’min köle de olabilir, henüz erginlik çağına gelmemiş fakat müslüman anne ve baba köleden doğmuş küçük bir köle de olabilir. Taberi diyor ki: "Hata ile öldürme keffaretinde, yeterli olacak mü’min kö leden maksat, erginlik çağına geldikten sonra kendi iradesiyle müslüman olmuş köle ve müslüman anne ve babadan doğan küçük yaştaki köledir. Bu sıfatları ta-Şiyan, küçük yaştaki bir kölenin de yeterli olacağının delili, bütün âlimlerin böyle bir kölenin miras hükümleri, cenaze namazının kılınması, evlenmesi, ce zalandırılması ve haklarının korunması bakımından, müslüman sayılacağına da ir ittifak etmeleridir. Madem ki müslüman anne ve babadan doğan küçük çocuk, diğer İslami hükümlerde mü’min olarak kabul edilmiştir o halde hata ile adam öldürme keffaretinde de mü’min köle sayılması gerekir. Âyet-i kerime’de: "Eğer ölen size düşman olan bir kavimden olursa öldürenin, sadece mimün bir köle azad etmesi gerekir?" buyurulmaktadır. a- İkrime, Abdullah b. Abbas, Süddi, Katade, İbrahim en-Nehai ve İbn-i Zeyd'e göre, âyetin bu bölümü şunu ifade etmektedir: "Eğer hata ile öldürülen mü’min kimse, kâfir bir kavimden ise onun kavmine diyet ödenmez. Katilin sa dece mü’min bir köle azad etmesi gerekir. Bunlara göre bu durum, Darül Harp'te yaşayan insanlar için geçerlidir. Yani, Darül Harp'te yaşayan bir mü’min, hata ile yine orada yaşayan başka bir mü’mini öldürecek olursa ve hata ile öldürdüğü kişinin kavmi de kâfir ise onlara diyet verilmez. b- Abdullah b. Abbas'tan nakledilen diğer bir görüşe göre, âyetin bu bö lümünde zikredilen bu durum müslüman olarak, İslam ülkesine gelen sonra da Darül Harbe giden İslam ordusu Darül Harbin üzerine yürüdüğünde kâfir olan kavmi kaçıp kendisi kaçmayarak yerinde kalan ve müslüman ordusu tarafından, kâfir olduğu zannedilerek öldürülen müslüman kimse için söz konusudur. İşte böyle bir durumda öldürülen müslümanın, kâfir olan ailesine diyet ödenmez. Âyet-i kerime’nin devamında: "Eğer ölen sizinle aralarında antlaşması olan bir kavimden ise, öldürenin, ölenin ailesine diyet teslim etmesi ve bir mü’min köle azad etmesi gerekir." buyurulmaktadır. Müfessirrler burada, hata ile öldürülmüş olacağı zikredilen kişiden müslüman mı yoksa kâfir mi kasdedildiği hususunda iki görüş zikretmişlerdir. a- Abdullah b. Abbas, Zühri, Şa'bi, İbrahim en-Nehai, Katade ve İbn-i Zeyd'e göre, âyetin bu bölümü nde, öldürülmüş olacağı zikredilen kimseden maksat, kâfir olan kimsedir. Bu görüşte olan âlimlere göre bir mü’min kendile riyle anlaşma yapılmış olan kâfir bir kavimden bir kâfir kişiyi, hata ile öldüre cek olursa, o mü’minin hem anlaşmalı olan kavme öldürülen kişinin diyetini ödemesi hem de mü’min bir köle azad etmesi, bu mümkün değilse iki ay peşpeşe oruç tutma keffaretini yerine getirmesi gerekir. Görüldüğü gibi bu görüşte olanlara göre antlaşma ile müslümanların hi mayesinde olan gayr-i müslim zimmilerin diyetleri, müslümanların diyeti gibidir. b- İbrahim en-Nehai ve Cabir b. Zeyd'e göre ise âyetin bu bölümünde zikkredilen kişiden maksat, mü’min olan kişidir. Bunlara göre, âyetin bu bölümünün mânâsı şöyledir: "Şâyet hata ile öldürülen mü’min kimse, kâfir bir ka vimden ise ve o kavim de sizinle anlaşmalı ise hata ile öldürülen mü’minin, kâfir olan ailesine diyet verilmesi bir de mü’min bir kölenin azad edilmesi gerekir. Taberi, âyette öldürülen kişinin mü’min olma sıfatı zikredilmediğinden bu kişinin, mü’min bir kimse olduğunu söylemenin İsabetli olmadığını bu itibarla birinci görüşün tercihe şayan olduğunu, müslümanlarla antlaşmalı olan kavimden kâfir bir kimsenin öldürülmesi halinde bile o kavme, öldürülenin diyetinin ödeneceğini söylemiştir. Âyette zikredilen "Hata"dan neyin kasdedildiği, ibrahim en-Nehai tara fından şöyle izah edilmiştir: Hata ile öldünnek, bir şeyi atarken istemediğin halde bir insana isabet ettirmendir. İşte hata budur. Bunun diyeti, öldürenin babası tarafından olan erkek akrabalarına aittir. Taberi diyor ki: "Eğer denilecek olursa ki: "Bu âyette bir müslümanın veya antlaşmalı bir gayr-i müslimin, zımmi veya muahedeli kimsenin öldürülmesi halinde ödenmesinin gerekli olduğu zikredilen diyet ne demektir?" Ceva ben denilir ki: "Bir kişiyi hata ile öldürenin ödemesi gereken diyet, hata ile öl dürülen kişinin müslüman veya antlaşmalı gayr-i müslim olması halinde farklıdır. Keza öldürenin, babası tarafından olan erkek akrabalarının deve veya altın yahut gümüşle muamele yapmaları durumunda da diyetin cinsi farklıdır. Buna göre: 1- Öldürülen kimse müslüman ise öldürenin ailesine bakılır: a- Öldürenin âkilesi (babası tarafından olan erkek akrabaları) deve ile muamele yapıyorsa (bu gibi muamelelerde deveyi ölçü alıyorsa) Öldürenin ailesi nin, öldürülenin mirasçılarına yüz deve ödemesi gerekir. Ancak bu develerin kaçar yaşlarında olmaları hususunda üç görüş zikredilmiştir. aa- Hazret-i Ali'ye göre ödenecek yüz deve, yaşlarına göre dörde ayrılır. Bunlardan yirmi beşi "Bint-i Mehad" iki yaşına girmiş dişi deve, yinni beşi "Bint-i Lebun" Üç yaşma girmiş dişi deve, yinni beşi "Hikka" Dört yaşma girmiş dişi deve yinni beşi de "Cezeatün" Beş yaşına girmiş dişi devedir. bb- Abdullah b. Mes'ud'a göre ise ödenecek yüz deve, yaş ve cinslerine göre beşe ayrılır. Bunlardan yinnisi iki yaşına girmiş dişi deve, yirmisi üç yaşı na ginniş dişi deve, yirmisi üç yaşına girmiş erkek deve, yirmisi dört yaşına görmiş dişi deve, yirmisi de beş yaşına girmiş dişi devedir. Bu hususta Abdullah b. Mes'ud Resûlüllah'ın, hata ile öldürülen kimsenin diyetini beş kısım deveye ayırdığını Rivâyet etmiştir. cc- Zeyd b. Sabit'e göre de ödenecek bu develer, yaşlarına ve cinslerine göre dört kısma ayrılırlar. Bunlardan yinnisi iki yaşına grimiş dişi deve, yinnisi üç yaşına ginniş erkek deve, otuzu üç yaşına ginniş dişi deve, otuzu da dört ya şma ginniş dişi devedir. Taberi diyor ki: "Hata ile adam öldüren kimsenin, deve ile muamele yap ması halinde diyet olarak ödenecek develerin yüz deve olduğu hakkında ittifak edilmiş fakat bunların yaşlan hakkında ihtilaf edilmiştir. Ancak âlimlerin hepsi bu develerin belli bir yaştan daha aşağı ve daha yukarı olmayacağı hususunda ittifak etmişlerdir. Bu sebeble hata ile adam öldüren kimsenin, yukarıda zikredilen şıklardan herhangi birini seçerek diyetini ödemesi caizdir. Zira ne Allahü teâlâ ne de Resûlüllah, bu develerin belli yaşlarda olmalarım tayin etmişlerdir. Bu itibarla diyet ödeyecek kimsenin, her iki taraf için de faydalı olacak şıkkı seçme hakkı vardır. b- Öldürenin âkilesi (baba tarafından olan erkek akrabaları) altın ile mua mele yapıyorsa, öldürenin âkilesi, ölenin mirasçılarına bin dinar altın vermesi gerekir. Âlimlerin çoğunluğu bu görüştedir. Ancak bazı âlimler, bin dinar altı nın, Hazret-i Ömer'in altınla muamele yapan insanlara, yüz devenin değeri olarak takdir ettiğini bu itibarla her zaman yüz devenin değeri takdir edilerek altına çe-virilmesi icabettiğini söyelmişlerdir. Bu görüş Mekhul'den nakledilmiştir. Mekhul demiştir ki: "Diyet yükselip düşüyordu. Resûlüllah vefat ettiğinde diyet se kiz yüz dinar idi. Resûlüllah'tan sonra Ömer, haksızlıktan korktu ve idyeti on iki bin dirheme veya bin dinara çıkardı. Ancak diyetin her zaman bin dinar altın olacağını söyleyen âlimler bu hükmün Resûlüllah tarafından konulduğunu söy lemişlerdir. Taberi de bu görüşü tercih etmiştir. Zira develerin fiyatı çok değişir. Böylece diyetin miktarında bariz farklar meydana gelebilir. c- öldürenin âkilesi (baba tarafından olan erkek akrabalarıı) gümüş ile muamele yapıyorlarsa: aa- Bazı âlimlere göre bu âkilenin on iki bin dirhem gümüş ödemesi ge rekir. bb- Diğer bazı âlimlere göre ise bunların on bin dirhem gümüş ödemesi gerekir. 2- Öldürülen kimse muahedeli bir gayr-i müslim ise (zımmi veya kendi siyle banş antlaşması yapılan bir kavimden ise) buna ödenecek diyetin miktarı hususunda üç görüş zikredilmiştir. a- Hazret-i Ebubekir, Hazret-i Osman, Abdullah b. Mes'ud, İbrahim en-Nehai, Şa'bi, Mücahid, Ata ve Hasan-ı Basri'den nakledilen bir görüşe göre böyle bir gayr-i müslümin diyeti ile müslümanın diyeti aynıdır. Bunlara göre müslümanlara cizye vererek canlarını ve mallarını emniyet altına alan, Yahudi, Hristiyan veya Mecusilerden bir kişi bir müslüman tarafından hata ile öldürülecek olursa öldürülenin ailesine yüz deve veya bin dinar altın yahut on bin dirhem gümüş ödenir. b- Hazret-i Ömer'den ve Ömer b. Abdülaziz'den nakledilen diğer bir görüşe göre ise böyle bir gayr-i müslimin diyeti, müslümanın diyetinin yarısıdır. c- Yine Hazret-i Ömer ve Süleyman b. Yesar'dan nakledilen diğer bir görüşe göre böyle olan bir gayr-i müslimin diyeti, müslümanın diyetinin üçte biridir. Nitekim Merv şehrinin kadısı olan Ebû Osman, Hazret-i Ömer'in, Yahudi ve Hristiyanların diyetlerinin dört bin dinar olduğuna hükmü verdiğini söylemiştir. Âyet-i kerime’de 'Bunu blamayan kimsenin Allah tarafından tevbesinin kabulü için arka arkaya iki ay oruç tutması gerekir." buyurulmaktadır. Burada, bulunmayacağı zikredilen şeyden maksadın, azad edilecek köle mi yoksa verilecek diyet mi yahut her ikisi de mi olduğu hususunda iki görüş zikredilmiştir. a- Mücahid'e göre burada, bulunamayacağı bahsedilen şeyden maksat azad edilecek olan köledir. Buna göre âyetin bu bölümünün mânâsı şöyledir: "Kim de hata ile öldürdüğü kimsenin keffareti olarak azad edeceği mü’min bir köle bulamayacak olursa onun, bu keffaretin yerine iki ay peşpeşe oruç tutması gerekir. b- Mesruk'a göre ise burada, bulunamayacağı zikredilen şeyden maksat hem diyet parası hem de köledir. Buna göre âyetin bu bölümünün mânâsı şöyle dir; "Hata ile birini öldüren kimsenin vereceği diyet parası ve azad edecek mü min bir köleyi bulamaması halinde onun iki ay peş peşe oruç tutması gerekir." Taberi birinci görüşün tercihe şayan olduğunu söylemiş, bulunamayacağı zikredilen şeyden maksadın, azad edilecek mü’min bir köle olduğunu söylemiştir. Zira hata ile öldürülenin, diyeti şahsen bulup bulamaması söz konusu değil dir ki diyeti bulamadığı takdirde iki ay peşpeşe oruç tutmuş olsun. O kimse şah sen mü’min bir köle azad etmekle yükümlüdür. İşte onu bulamadığı takdirde keffaret olarak oruç tutar. 93Kim bir mü’mini kasden öldürürse onun cezası cehennemdir. Orada ebedi olarak kalacaktır. Allah ona gazap ve lanet etmiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır. Haksız yere adam öldürmenin haram olduğunu beyan eden âyet-i keri me ve hadis-i şerifler pek çoktur. Bazı âyetlerde adam öldürmeme emri, Allah'a ortak koşmama emriyle beraber zikredilmiştir. Nitekim Allahü teâlâ diğer bir âyette şöyle buyuruyor: "... Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmayın, ana babaya iyilik yapın. Fakirlikten dolayı çocuklarınızı öldürmeyin. Sizi de onları da biz rızıklandırırız. Hayasızlıkların açığına da gizlisine de yaklaşmayın. Allah'ın, Öldürülmesini haram kıldığı cana, haklı bir sebep olmadıkça asla kıymayın. Allah, aklınızı kullarlasınız diye size bunları emretti. En'am sûresi, 6/151 "Onlar, Allah'ın yanında bir başkasını ilâh edinip ona kullak etmezler. Ölümü hak edenler dışında, Allah'ın haram kıldığı cana kıymazlar. Zina etmezler. Kim de bunları yaparsa işlediği günahın cezasını görür. Furkan sûresi, 25/68 Bu hususta Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) de şöyle buyuruyor: "Kıyamet gününde insanlar arasında görülecek ilk hesap, (haksız yere dö külecek) kan hususundadır. Müslim K. el-Kasame, bab: 28, Hadis no: 1678 "Allah katında, dünyanın yıkılıp gitmesi, müşlüman bir kişinin öldürül mesinden daha hafiftir. Tirmizi, K. ed-Diyat, b. 7 Hadis no: 1395 Müfesirler, âyet-i kerime’de zikredilen ve yapılması halinde onu yapanın ebedi olarak cehennemde kalacağı bildirilen kasıtlı öldürmeden neyin kasdedildiği hususunda farklı görüşler zikretmişlerdir. a- Atâ, Said b. el-Müseyyeb, İbrahim en-Nehai, Tavus ve Haris'e göre, kasıtlı bir şekilde öldürmekten maksat, kişiye kesici veya yaralayıcı yahut koparıcı ve parçalayıcı bir demirle, öldürünceye kadar vurmaktır. Bunlara göre her hangi bir değnekle veya kamçı ile yahut taş ile dövülme neticesinde öldürülen bir kimse kasıtlı bir şekilde öldürülmüş sayılmaz. Çünkü bu hususta Numan b. Beşir, Resûlüllah'in şöyle buyurduğunu Rivâyet etmiştir. "Her şeyin hatası vardır, kılıç hariç. Her hatanın ise bir diyeti vardır. Ahmed b. Hanbel, Müsned, C. 4 S. 272 b- Ubeyd b. Umeyr ve İbrahim en-Nehai'ye göre ise, kişinin genellikle öldürücü olan herhangi bir âletle ve öldürme kastıyla birine vurup öldürmesi, onu kasden öldürmektir. Mesela bir kişi diğer bir insanı, ölünceye kadar değ nekle dövecek olursa veya iple boğazını sıkarak öldürecek olursa o kimse o ki şiyi kasden öldürmüş olur ve öldüren katile kısas uygulanır. Bunların delilleri ise Enes b. Malik'in rivâyet ettiği şu hadis-i şeriftir. Enes diyor ki: "Bir Yahudi bir cariyeyi, gümüşten yapılmış süs eşyalarım elinden almak için, başını taşla ezerek öldürdü. Cariyenin daha canı çıkmadan Resûlüllah'a getirildi. Resûlüllah ona: "Seni filan mı öldürdü?" (Yani seni bu ölüm haline geti rinceye kadar dövdü?) dedi. Cariye başıyla işaret ederek "Hayır" dedi.. Resûlüllah başka birini sordu. Cariye yine başıyla "Hayır." Resûlüllah üçüncü bir kim seyi sordu. Cariye başıyla işaret ederek "Evet" dedi. Bunun üzerine Resûlüllah, o adamın da başını iki taş arasında ezerek öldürdü Müslim, K. el-Kasame, bab: 15, Hadis no: 1672/ Buhari, K. ed-Duyat bab: 7 (Yani o şekilde öldü rülmesini emretti ve öldürüldü.) Görüldüğü gibi Resûlüllah'ı, cariyeyi taşla öldüren Yahudiye kısas uygu lamış ve onu taş ile öldürtmüştür. Resûlüllah, öldürme aleti demir olmadığı hal de öldürmeyi kasıtla yapılan bir fiil olarak kabul etmiş ve kısas uygulamıştır. Bundan da anlaşılmaktadır ki kişinin, genellikle öldürücü olan herhangi bir âletle ve öldürmek kasdıyla birine vurup öldürmesi, onu kasden öldürmedir. Taberi bu ikinci görüşün tercihe şayan olduğun zira Resûlüllah'ın hadısınin bunu ispatladığını söylemiştir. Âyet-i kerime’de geçen "Onun cezası cehennemdir, orada ebedi olarak ka lacaktır." ifadesi müfessirler tarafından çeşitli şekillerde izah edilmiştir. a- Ebû Miclez ve Ebû Salih bu ifadeyi şu şekilde izah etmişlerdir. "Eğer Allah, onu cezalandırmayı dileyecek olursa onun cezası cehennemdir. Allah dilerse onu affedebilir de." Görüldüğü gibi bunlara göre kasıtlı olarak bir mü’mini öldürenin büyük günah işlemesine rağmen affedilmesi muhtemeldir. b- İkrime ve İbn-i Cüreyc'e göre de bu ifadenin izahı şöyledir: "Kim ka sıtlı bir şekilde ve öldürülmesini helal sayarak bir mü’mini öldürecek olursa işte onun cezası cehennemdir ve o orada ebedi olarak kalacaktır. Görüldüğü gibi bu izaha göre kasıtlı olarak bir mü’mini öldürenin, ebedi olarak cehennemde kalması söz konusu değildir. Fakat öldüren kişi bu öldürme nin helal olduğuna inanırsa, haramı helal saydığı için dinden çıkar ve bu sebep le de ebedi olarak cehennemde kalmayı hak etmiş olur. c- Mücahid'e göre ise bu ifadenin mânâsı şudur: "Kim kasıtlı olarak bir mü’mini öldürecek olursa onun cezası cehennemdir. O orada devamlı olarak kalacaktır. Ancak tevbe etme durumu müstesnadır. Görüldüğü gibi bu izaha göre tevbe edenin affedileceği ümit edilmektedir. d- Abdullah b. Abbas'tan nakledilen başka bir görüşe göre ise bu ifade den maksat, "Kim bir mü’mini kasıtlı olarak öldürecek olursa onun cezası cehen nemdir. O orada ebedi olarak kalacaktır. Tevbe etse de tevbesi kabul edilmeye cektir." demektir. Görüldüğü gibi bu görüşte olanlara göre bir mü’mini kasden öldüren, bu günahından tevbe etse dahi ebedi olara cehennemde kalacaktır. Bu görüşte olan âlimlere göre Furkan suresinin altmış sekiz altmış dokuz ve yetmişinci âyetleri bu âyetten sonra inmişlerdir. Bu itibarla onlarda zikredilen, bir mü’mini kasden öldürenin tevbe edip salih ameller işlediği takdirde affedileceği hükmü bu âyet-i kerime’yi meshetmemiştir. Bu hususta Salim b. Ebil Ca'd diyor ki: "Biz, Abdullah b. Abbas, gözleri ni kaybettikten sonra yanında bükmüyorduk. Ona bir adam geldi ve "Ey Abdul lah b. Abbas, bir mü’mini kasden öldüren kişi hakkında görüşün nedir?" diye sordu. Abdullah b. Abbas da dedi ki: "Onun cezası cehennemdir. Orada ebedi olarak kalacaktır. Allah ona gazap ve lanet etmiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır. Adam da; Ne dersin o tevbe etse, imanında samimi olsa, salih amel işlese ve hidâyete kavuşsa da mı?" diye sordu. Abdullah b. Abbas ise: "Vay annesi kaybedesi, ona tevbe nereden, hidâyet nereden? Ruhum, kudret elinde olan Allah'a yemin olsun ki Peygamberinizin şöyle buyurduğunu işittim: "Vay annesi kaybedesi, o öyle bir kişidir ki, kasıtlı olarak birini öldürmüştür. Öldürdüğü kimse kıyamet gününde öldürenin kaküllerinden yakalamış bir şekil de tutup getirir. Onun kendi başı elindedir. Damarlarından kan fışkırmaktadır. Öldürülen kişi der ki: "Ey Rabbim, işte beni öldüren budur." "Onu arşa kadar çekip götürür." Abdullah b. Abbas, sözlerine devamla diyor ki: "Abdullah'ın ruhu kudret elinde olan Allah'a yemin olsun ki bu âyet indi ve Peygamberinizin ruhu alınıp âhirete intikal etmesine kadar bu âyeti nesneden herhangi bir âyet inmedi. Bkz. Tirmzî. K. Tefsir el-Kur'nn, Sûre 4, Hadis No: 3029 Abdullah b. Abbas demiştir ki: "Bir adam müslüman olur, İslamın hü kümlerini ve emirlerini öğrenir sonra da bir mü’mini kasten öldürecek olursa artık onun tevbesi kabul edilmez." Daha önce Furkan süresindeki, "Onlar Allah'ın yanında bir başkasını ilâh edinip ona kulluk etmezler. Ölümü hak edenler dışın da Allah'ın haram kıldığı cana kıymazlar. Zina etmezler. Kim de bunları yapar sa, işlediği günahın cezasını görür.." Kiyamet gün azabı kat kat olur. O korkunç azabın içinde hor ve hakir bir halde ebediyyen kalır. Furkan sûresi, 25/68,69âyetleri nazil olunca Mekke halkından müşrik olanlar dediler ki: "Biz Allah'a ortak koştuk. Allah'ın, öldürülmesini haram kıldığı kimseleri haksız yere öldürdük, fuhuş işledik. Artık islam bize fayda vermez." İşte bunun üzerine: "Ancak tevbe eden, iman eden ve salih amel işleyen bunun dışındadır. İşte Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah, çok affeden ve çok merhamet edendir." Furkan sûresi, 25/70 âyeti nazil oldu. Abdulah b. Abbas, Furkan süresindeki bu âyetlerin imandan ümit kesen müşrikler hakkında nazil olduğunu, bahse konu olan âyetin ise bunlardan sonra indiğini ve bir mü’mini kasten öldüren mü’minin hükmünü beyan ettiğini ve mensuh olduğunu söylemiştir. Abdullah b. Mes'ud ve Zeyd b. Sabit'in de bu âyetin neshedilmediğini söyledikleri Rivâyet edilmiştir. Taberi diyor ki "Bu hususta doğru olan görüş, âyetin mânâsının şöyle ol duğunu söyleyen görüştür. "Kim kasıtlı olarak bir mü’mini öldürecek olursa ve Allah da onu cezalandıracak olursa onun cezası cehennemdir. O orada ebedi olarak kalmaya layıktır. Fakat Allah, mü’minlere lütufta bulunarak onları affe der, onları orada ebedi olarak bırakmaz. Onları ya lütfuyla affedip hiç cehenne me sokmaz yahut da oraya koyar sonra da lütfü ve merhametiyle cehennemden çıkarır. Zira o, mü’min kullarına şöyle vaad etmiştir. "Ey Rasûlüm, kullanma deki: "Ey kendi aleyhlerine haddi aşan kullanın, Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Şüphesiz ki Allah bütün günahları bağışlar. Muhakkak ki o, çok affeden ve çok merhamet edendir. Zümer sûresi, 39/53 Taberi diyor ki: "Eğer denilecek okusa ki "Kasıtlı olarak bir mü’mini öl düren kişi, bu âyette zikredilen bütün günahların affedilmesi vaadine dahil ise Allah'a ortak koşan da bu vaade dahildir. Zira, Allah'a ortak koşmak da bir gü nahtır." Buna cevaben denilir ki: "Allahü teâlâ, kendisine ortak koşanı affetmeye ceğini şu âyetle açıkça beyan etmiştir. "Şüphesiz ki Allah, kendisine ortak ko şulmasını affetmez. Bunun dışında dilediği kimseyi affeder. Kim Allah'a ortak koşarsa şüphesiz büyük bir günah ile iftira etmiş olur. Nisa sûresi, 4/48 94Ey iman edenler, Allah yolunda cihada çıtığınız zaman iyice araş tırın. Size selam verene, dünya hayatının menfaatini gözeterek "Sen mü min değilsin." demeyin. Allah katında çok ganimetler vardır. Daha önce siz de öyleydiniz. Allah, size îütufta bulundu. O halde iyice araşitırın. Şüphesiz ki Allah, yaptıklarınızdan haberdardır. Ey Allah'a iman eden ve ondan getirdiği şeyler hususunda Peygamberini tasdik edenler, düşmanlarınızla savaşmak üzere, Allah yolunda sefere çıktığınız zaman düşmanlarınızdan, öldürülmesi caiz olup olmayanları iyice araştırın. Acele edip de kim oludğunu tesbit edemediğiniz kişileri öldürmeyin. Ancak, Allah'a ve Peygamberine karşı kesin olarak savaş açtığım bildiğiniz kimseleri öldürün. Size teslim olan ve size karşı savaşmadığını açıklayan ve sizin dininiz den olduğunu beyan eden bir kimseye "Sen mü’min değilsin." deyip sırf dünya menfaatini elde etmek için onu öldürmeyin. Zira Allah katındaki nimetler, o öl dürülen kişiden elde edeceğiniz ganimetlerden pek çoktur. Ve sizin için de daha hayırlıdır. Sizler de, Allah'ın sizi dini ile aziz kılıp müslüman yapmasından önce sizin, öldürmeye teşebbüs ettiğiniz o teslim olan kimseler gibiydiniz. Şimdi di niniz olan İslamı onlar gibi gizliyordunuz. Allah size dini aziz kılarak ve taraf tarlarını çoğaltarak Îütufta bulundu. O halde kâfir olup olmadığını kesin olarak bilmediğiniz kişileri öldürmede acele etmeyin. İyice araştırın. Ola ki, Allah o kimseye size lütfettiği gibi, İslamı lütfetmiştir. Şüphesiz ki Allah, düşmanları nızdan kimi öldürdüğünüzü, kimden el çektiğinizi ve diğer bütün işlerinizi bilir. Kıyamet gününde herkese, yaptığını karşılğuni vermek için sizin de onların da amellerinizi muhafaza ettirir. Müfessirler bu âyet-i kerime’nin Resûlüllah'ın gönderdiği bir müfrezenin müslüman olduğu veya kelime-i şehadet gelinliği yahut elindeki koyunlarını ve mallarını teslim etiği halde bir kişiyi öldürmeleri üzerine nazil oludğunu söylemişlerdir. Taberi, müslüman olduğunu beyan ettiği halde öldürülen bu kişinin ve bunu öldürenin kimler oldukları hususunda çeşitli Rivâyetler zikretmiştir. a- Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Ebi Hardet, Abdullah b. Abbas, Urve b. Zübeyr ve diğer bir kısım âlimlerden Rivâyet edilen bir görüşe göre bu âyetin nüzul sebebi olan olay, Muhallim b. Cessamc'nin Âmir b. el-Edbad el-Eşcai'yi öldütmesidir. Bu hususta Abdullah b. Ebi Hadret diyor ki: "Resûlüllah bizi, müslümanlardan bir grup olarak "İdam" denen yere gönderdi. İçimizde, Ebû Katade ve Muhallim b. Cessame b. Kays da bulunuyordu. Biz yola çıktık. İdam'ın tam ortasına varınca yanımızdan Âmir b. el-Edbad el-Eşcai, üzerine bindiği bir devesi ile yanımızdan geçti. Onun çok az eşyası bir kova da sütü var dı. Yanımızdan geçerken bizi, İslam'ın selamıyla selamladı. Biz onu yakaladık. Muhallim ona saldırdı. Daha önce aralarında geçmiş bir olaydan dolayı onu öl dürdü. Onun devesini ve eşyalarını aldı. Biz Resûlüllah'ın yanına gelip olayı an latınca, işte bizim hakkımızda bu âyet nazil oldu, Bkz. Siret-i İbn-i Hişam, C. 2 S. 226 Urve b. Zübeyr, babasının ve dedesinin bu olayı şöyle anlattıklarını zikretmiştir. "Muhallim b. Cessame el-leysi, İslam geldikten sonra, Eşca kabilesinden bir kişiyi öldürdü. Resûlüllah'ın hükmettiği ilk diyet, öldürülen bu kişinin diyeti idi. Uyeyne b. Hısn, kısas uygulanmasını istedi. Akra b. Habis ise Muhallim'in affedilmesini istedi. Bunun üzerine sesler yüksekli. Suçlamalar ve gürültüler çoğaldı. Resûlüllah buyurdu ki: "Ey Uyeyne sen diyeti kabul etmez mi sin?" Uyeyne "Hayır etmem vallahi bizim hanımlarımızın düştüğü, savaş ve üzüntüye, onların hanımlarını da düşürmedikçe bundan vaz geçmem dedi. Tekrar sesler yükseldi. Yine gürültü ve suçlamalar çoğaldı. Resûlüllah tekrar, "Ey Uyeyne diyeti kabul etmez misin? dedi. Uyeyne yine aynı sözleri söyledi. Nihâyet Leys oğullarından, üzerinde silah, elinde deriden bir kalkan bulunan, Mükeytil adında bir adam ayağa kalktı ve dedi ki: "Ey Allah'ın Resulü, ben İslamın ilk zamanlarında bu adamın yaptığına bir örnek olarak ancak şunu görüyorum. Bir kısım koyunlar, suya gelmişler, onların önce gelenleri vurulmuş arkada olanları ise kaçıp gitmişler. Bugün yap yarın boz. (Yani eğer bugün sen buna kısas tatbik etmezsen, yarın senin ümmetin de bu gibi olaylarda kısas tatbik etmez) Bunun üzerine Resûlüllah, "Elli deve bu yolculuğumuz sırasında, elli deve de Medine'ye döndüğümüzde vereceğiz." dedi. Muhallim uzun boylu esmer tenli bir kişiydi. O sırada bir kenarda oturuyordu. Yerinden kalkıp geldi ve Resûlüllah'ın önüne oturdu. Gözlerinden yaşlar akıyordu. Dedi ki; "Ey Allah'ın Resulü, ben sana bildirilen işi yaptım. Ben Allahü teâlâya tevbe ediyorum, ey Allah'ın Resulü, sen aziz ve celil olan Allah'tan benim affımı dile." Resûlüllah da buyurdu ki: "Sen onu silahınla İslamın ilk döneminde mi öldürdün?" Ve yüksek sesle: "Ey Allah'ım sen Muhaliimi affetme." diye dua etti. Muhallim kalkıp gitti. Giderken cübbesînin ucuyla gözyaşlarını siliyordu. Fakat onun kavmi, Resûlüllah'ın daha sonra onun için af dilediğini zannediyorlardı." Bkz. Ebû Davud K. ed-Diyal, bab: 3,1 indis no: 4503 b- Abdullah b. Abbas, Süddi ve Katade'den nakledilen diğer bir görüşe göre bu âyet-i kerime, Resûlüllah'ın müfrezesinin, Mirdas b. Nehiyk isimli birisini öldürmesi üzerine nazil olmuştur. Bu hususta Süddi diyor ki: "Resûlüllah, Üsame b. Zeyd'in komutasında Damre oğullarına bir müfreze gönderdi. Müfreze bu kabileden Mirdas b. Ne hiyk isimli bir kişiyle karşılaştı. Onun kuzuları ve kırmızı bir devesi vardı. Adam müfrezeyi görünce dağdaki bir mağaraya sığındı. Üsame onu takib etti. Mirdas mağaraya girince kuzularını orada bıkanp dışarı çıktı ve müslümanlara karşı "Esselamü aleyküm. Eşhedü en Lailahe illallah ve Eşhedü enne Muhammeden Resûlüllah." dedi. Üsame ona saldırdı ve onu öldürdü. Resûlüllah Üsame'yi bir yere gönderirken onun hayırla anılmasını isterdi ve arkadaşlarından onun hakkında malumat alırdı. Bu müfreze dönünce Resûlüllah onlara Üsame'yi sormadı. Fakat insanlar Resûlüllah'a konuştular ve dediler ki: "Ey Allah'ın Re sulü, Üsame bir adamla karşılaştı. Adam "Lailahe İllallah Muhammeden Resûlüllah" demesine rağmen ona hücum edip öldürdü." Resûlüllah bu söylenenlere pek kulak asmadı. Fakat konuşanlar ısrar edince başını kaldırıp Üsame'ye baktı ve ona: "Seninle Lailahe İllallah'ın haline ne olacak?" dedi. Üsame: "Ey Allah'ın Resulü o bu sözü kendisini kurtarmak için söyledi." dedi. Resûlüllah da "Sen onun kalbini yarıp içine baksaydin ya." dedi. Üsame: "Ey Allah'ın Resulü, onun kalbi vücudunun bir parçasıdır." dedi. İşte bunun üzerine Allahü teâlâ bu âyet-i kerime’yi indirdi. Üsame de artık ondan sonra "Lailahe İllallah" diyen bir kimseyi öldürmeyeceğine dair yemin etti. Bkz. Siret-i İbn-i Hişam. C. 2 S. 623 c- Said b. Cübeyr'e göre ise bu âyet-i kerime Resûlüllah'ın, Mikdat b. el-Esved'in komutasında gönderdiği bir müfrezenin müslümanlardan bir kimseyi öldürüp koyunlarını almaları üzerine nâzil olduğunu söylemiştir. d- İbn-i Zeyd'e göre ise bu âyet-i kerime Ebudderda'nın ve öldürdüğü kimsenin hakkında nazil olmuştur. e- Bu âyet-i kerime’nin nüzul sebebi hakkında Abdullah b. Abbas da şöyle diyor: "Süleym kabilesinden bir adam, otlattığı koyunlarıyla birlikte Resûlüllah'ın sahabilerinin yanından geçti ve onlara selam verdi. Sahabiler "Bu adam, kendisini korumak için, korkusundan selam verdi." dediler ve onu öldürdüler. Koyunlarını alıp Resûlüllah'a getirdiler. İşte bunun üzerine bu âyet nazil oldu." Timizi, K. Tefsir el-Kur'an, Sûre 4, Hadis no: 3030 Âyet-i kerime’de geçen ve "Size selam verene 'Sen ümin değilsin' deme yin" diye tercüme edilen cümlesin deki kelimesi bütün Mekke, Medine ve Küfe kurraları tarafın dan Elif harfi olmaksızın şeklinde okunmuştur. Bu kıraata göre bu kelimenin mânâsı "Teslim olmak ve boyun eğmektir" ve âyetin bu bölümünün mânâsı da "Size teslim olup boyun eğenlere, "Sen mü’min değilsin."' demeyin." şeklindedir. Küfe ve Basra kurralarından bazıları ise bu kelimeyi, elif harfiyle birlikte şeklinde okumuşlardır. Bu kıraata göre bunun mânâsı da "Selam vermek"tir. Taberi birinci kıraat şeklini tercih etmiş ve kelimesinin mânâsının "Tevhid inancına boyun eğmek, müslümanların dininde olduğunu ifade etmek ve teslim olmak demek olduğunu söylemiştir. Zira bu kelimenin bu kıraat şekliyle okunmasını kabul edip mânâsının da "Teslim olmak" demek olduğunu söylemek yukarıda âyetin nüzul sebebi olarak zikredilen görüşlerin hep sini kuşatmış olur. Çünkü bu görüşlerden bazıları, öldürülen kimsenin, teslim olup kelime-i şehadet getirdiğini, diğerleri, öldürülen kişinin "Ben müslümanım" dediğini başka bir gurup ise onun "Selamün aleyküm" diye selam verdiği ni söylemişlerdir. Teslim olmak, selam vermek de dahil tüm görüşleri kuşat maktadır. Âyet-i kerime’de geçen "Daha önce siz de öyle idiniz." ifadesi müfessirler tarafından iki şekilde izah edilmiştir. Said b. Cübeyr'e göre bu ifadeden maksat şudur: "Nasıl ki size selam ver dikten sonra öldürdüğünüz o kimse canından korkarak kavmi içinde dinini gizli yor idiyse sizler de Allah'ın sizleri aziz kılmasından önce canınızdan korkarak kavminizin içinde onlar gibi dininizi gizliyordunuz.. O halde dinini gizleyen bu çobanı nasıl öldürürdünüz?" İbn-i Zeyd ise âyetin bu bölümünü şöyle izah etmiştir: Nasıl ki size tes lim olduktan sonra öldürdüğünüz kimse kâfir idiyse sizler de öyle kâfir idiniz. Allah sizi hidâyete erdirdiği gibi onu da hidâyete erdirdi." Taberi birinci görüşün tercihe şayan olduğunu söylemiştir. Zira Allahü teâlâ o kişiyi öldüren müslümanı kınamıştır. Halbuki kâfir bir kimseyi öldürenin kınanması söz konusu değildir. Âyet-i kerime’de geçen "Allah size lütufta bulundu." ifadesi Said b. Cübeyr tarafından "Allah dinini ortaya çıkararak ve o dine tabi olanları aziz kılarak size lütufta bulundu" şeklinde izah edilmiş. Süddi tarafından ise "Allah size, teslim olanı öldürmenize rağmen tevbenizi kabul ederek size lütufta bulundu." şeklinde izah edilmiştir. Taberi birinci izah şeklini tercih etmiş, burada zikredilen Allahü teâlânın lütfundan maksadın, müslümanların aziz kılınması ve İslam dininin açığa çık ması olduğunu söylemiştir. Zira öldürülen kişi, kavminden korkarak müslüman olduğunu açığa vuramamış bu sebeple müslüman olduğu bilinmeyerek öldürül müştür. Halbuki, onu öldüren müslümanlar da İslamın güçlenmesinden önce aynen o kişi gibi dinlerini gizleme durumunda idiler. Fakat Allah, lütfuyla onları güçlendirdi. Onlar da müslüman olduklarını açıkça söyleyebildiler. 95Mü’minlerden, özür sahibi olanlardan başka oturanlarla, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenler bir değildir. Allah, mallarıyla ve canlarıyla cihad edenleri, derece bakımından, oturup geri kalanlardan daha üstün kılmıştır. Allah, hepsine de güzelliği (Cenneti) vaad etmiştir. Allah, cihad edenleri, oturanlara büyük bir mükâfaatla üstün kılmıştır. Mü’minlerden, gözleri kör, ayağı topal gibi özür sahipleri hariç, cihaddan geri kalıp oturanlarla malları ve canlarıyla Allah yolunda cihad edenler, hiçbir zaman eşit değillerdir. Allah, malanyla ve canlarıyla cihad edenleri, özürlerin den dolayı oturup kalanlardan bir derece daha üstün kılmıştır. Allah, cihad edenlere de özürlerinden dolayı cihada gitmeyenlere de güzel bir vaadde bulunmuştur ki o da cennettir. Allah, cihad edenleri, özürsüz olrak cihada gitmeyenlerden üstün kılmıştır. Bera b. Âzib, Zeyd b. Erkam, Zeyd b. Sabit, Abdullah b. Abbas, Said b. Cübeyr, Abdullah b. Şeddad, Süddi ve Ebû Abdurrahman nakledildiğine göre bu âyet-i kerime, önce "Mü’minlerden, oturanlarla, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenler bir değildir." şeklinde nazil olmuştur. Bunun üzerine, İbn-i Ümmi Mektum ve Ebû Ahmed b. Ceyş gibi körlerin, cihada katılmadıkla rından dolayı üzüntülerinin Resûlüllah'a bildirilmesi üzerine âyet-i kerime’nin, "Özür sahibi olanlar hariç." bölümü de inmiş ve âyet "Mü’minlerden, özür sahibi olanlardan başka, oturanlarla Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenler bir değildir." şeklini almıştır. Mervan b. Hakem, Zeyd b. Sabit'in şunları söylediğini rivâyet etmiştir. "Resûlüllah, Zeyd'e "Mü’minlerden geri kalanlarla Allah yolunda cihad edenler bir değildir." âyetini yazdırırken, İbn-i Ümmi Mektum çıkagelmiş ve "Ey Allah'ın Resulü, Allah'a yemin olsun ki, eğer cihada gücüm yetseydi elbette cihad ederdim." demiştir. İbn-i Ümmi Mektum kör bir kişiydi. Zeyd iyor ki: "Bunun üzerine Allahü teâlâ, Peygamberine vahiy indirdi. Onun dizi benim dizi min üzerindeydi. Dizi ağırlaştı. Öyle ki ben, dizimin ezileceğinden korktum. Sonra vahiy bitince Resûlüllah açıldı ve Allahü teâlâ "Özür sahibi olanlar müs tesnadır." bölümünü indirdi. Buhari, K. Tefsir el-Kur'an Sûre, 4, bab: 18 Bera b. Âzib diyor ki: "Mü’minlerden oturup kalanlarla Allah yolunda cihad edenler" âyeti inin ce Resûlüllah, "Filanı çağırın gelsin." dedi. Ona, yanında mürekkep hokkası ve bir levha yahut da kürek kemiği ile birlikte Zeyd b. Sabit geldi. Resûlüllah ona dedi ki: "Mü’minlerden oturup kalanlarla Allah yolunda cihad edenler bir değildir." diye yaz." O sırada Resûlüllah'ın arkasında İbn-i Ümmi Mektum bulunu yordu. Dedi ki: "Ey Allah'ın Resulü, ben âmâ biriyim." İşte bunun üzerine âyet-i kerime "Mü’minlerden özür sahibi olanlardan başka, oturanlarla, Allah yolunda mallarıyla canlarıyla cihad edenler bir değildir." şeklinde nazil oldu." Buhari, K. Tefsir el-Kur'an Sûre, 4, bab: 18 Abdullah b. Abbas, bu âyet-i kerime’de, bir kısım mü’minlerin gitmeyip diğer mü’minlerin gittiği zikredilen, Allah yolunda cihaddan maksadın, Bedir savaşında cihad etmek olduğunu söylemiş ve Bedir savaşına katılmayanların da savaşanların derecelerine ulaşmasalar bile, Allah'ın, hepsine de güzel vaadlerde bulunduğunu zikretmiştir. Bkz. Buharî, K. Tefsir el-Kur'an Sûre 4, bab: 18 96Bu da, onlara, Allah tarafından verilen dereceler, mağfiret ve rahmettir. Allah, çok bağışlayan ve çok merhamet edendir. Allah, cihad edenleri, özürsüz olarak cihada gitmeyenlerden büyük bir mükâfaatla üstün kılmıştır. Bu mükâfaat ta Allah'ın ikram ettiği yüksek dereceler, günahlarını affetmesi ve Allah yolunda verdikleri imtihan dolayısıyla onla ra, merhametli davranmasıdır. Zira Allah, çok bağışlayan ve çok merhamet edendir. Peygamber efendimiz bir lıadis-i şerifinde şöyle buyuruyor: "Allah, kendi yolunda cihad edenler için cennette yüz derece hazırlamış tır. Her derecenin arası gökle yer arası kadardır. Buhari, K. el-Cihad, bab: 4 Müslim, K. el-İmare, bab: 116 1 indis No: 1884 Müfessirler, burada zikredilen derecelerden neyin kastedildiği hususunda çeşitli görüşler zikretmişlerdir. Katade'ye göre bu derecelerden maksat, müslüman olma, müslüman iken hicret etme, hicret ettikten sonra cihad etme, cihad etme sırasında düşman öl dürme gibi derecelerdir. Bunların her biri başlı başına birer derecesidir. İbn-i Zeyd'e göre ise burada zikrdilen derecelerden maksat, Allahü teâlâ'nın, tevbe suresinin yüz yirmi ve yüz yirmi birinci âyetlerinde zikrettiği yedi derecedir. Bu âyetlerde şöyle buyurulmaktadır. "Medine halkı ve çevresinde bu lunan Bedevilere, Peygamberle birlikte savaşa çıkmaktan geri kalmaları, kendi canlarını, onun canından daha çok sevmeleri yakışmazdı. Çünkü onlar için, Allah yolunda uğrayacakları susuzluk, yorgunluk, açlık, düşmanlarını kızdıracak bir yere ayak basmaları ve düşmana verdikleri her zarar karşılığında salih bir amel yazılır. Şüphesiz ki Allah, iyilik yayanların mükafaatını zayi etmez." "Sarfettikleri az veya çok herhangi bir mal ve Allah yolunda aştıkları herhangi bir vadi, onlar için îesbit edilip yazılacaktır ki Allah onları yaptıklarının en güzeliyle mükâfaatîandırsın." Tevbe sûresi 9/120, 121 İbn-i Muhayriz ise bu âyette zikredilen derecelerden maksadın, cennette ki dereceler olduğunu söylemiştir. Taberi, bu görüşü tercih etmiştir. Zira, bundan önceki âyette Allahü teâlânin, cihad edenleri, oturup kalanlardan büyük bir mükâfaatla üstün kıldığı zikre dilmiştir. Bu âyette ise o büyük mükûfaatın ne olduğu açıklanmış, onun, bir kı sım dereceler, Allah'ın affı ve merhameti olduğu zikredilmiştir. 97Melekler, o kendilerine zulmedenlere, canlarını aldıklarında "Ne yaptınız?" derler. Onlar da "Biz yeryüzünde zayıf düşürülmüştük." derler. Melekler ise "Allah'ın yeryüzü geniş değil miydi? Orada hicret edeydi niz." derler. İşte bunların varacağı yer cehennemdir. O, ne kötü bir yerdir. Hicret etmedikleri için Allah'ın gazabına uğrayan ve böylece kendi ken dilerine zulmedenlerin canlarını melekler alırken onlara şöyle derler: "Gelin ba kalım ne yaptınız?" Neden, olduğunuz yerde kaldınız da hicret etmediniz? Onlar şu cevabı verirler: "Bizim, hicret etmeye gücümüz yetmiyordu. Çünkü müş rikler bizleri kendi topraklarımızda zayıf düşürmüşlerdi." Bunun üzerine melekler şunu sorarlar: "Allah'ın yeryüzü geniş değil miydi ki kendi memleketinizden çıkıp başka bir yere hicret edesiniz? Müşriklerden ve sapıklardan uzaklaşasmiz. İşle bunların vanp sığınacakları yer, cehennemdir. O, ne kötü bir varılacak yerdir. Müfessirler bu âyet-i kerime’nin ve bundan sonra gelen âyetlerin Mekke halkından müsülman olan fakat Resûlüllah hicret ettiğinde onunla birlikte hicret etmeyen veya edemeyen, bilahare de dinden çıkarılma fitnesine düşürüldükle rinde imtihan veremeyen müşriklerin, Resûlüllah'a karşı yaptıkları davranışta onların sayılarını çoğaltan bir kısım insanlar hakkında nazil olduğunu ve bu âyetin, bu insanların beyan ettikleri mazeretlerin, Allahü teâlâ tarafından kabul edilmediğini bildirdiğini söylemişlerdir. Bu hususta Abdullah b. Abbas diyor ki: "Mekke halkından bir topluluk müslüman olmuştu. Onlar müslüman olduklarını gizliyorlardı. Müşrikler, Bedir Savaşında onları da götürmüşlerdi. Onlardan bazıları öldürüldüler. Bunun Üzeri ne müslümanlar, "Öldürülen şu arkadaşlarımız müslüman idiler. Onlar buraya zorla getirildiler. Siz onlar için af dileyin." dediler. İşte bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu. Müslümanlar, Mekke'de kalan diğer müslümanlara bu âyeti yazıp gön derdiler. Ve özürlerinin kabul edilmediğini bildirdiler. Bunun üzerine onlar da Mekke'yi terkedip hicret etmek için yola çıktılar. Fakat müşrikler onları yakala dılar ve dinlerinden döndürerek fitneye düşürmek istediler. Bu sefer Mekke'de kalan bu müslümanlar hakkında şu âyet nâziloldu. "İnsanlaın bir kısmı Allah'a iman ettik." der fakat Allah yolunda eziyt görünce insanların yaptığı eziyeti Allah'ın azabı gibi kabul eder... Ankebut sûresi, 29/10 Müslümanlar bu âyeti de yazıp onlara gön derdiler. Onlar da çok özüldü ve bütün hayırlardan ümitlerini kestiler. Bundan sonra Mekke'deki o müslümanlar hakkında şu âyet nazil oldu. "Ey Rasûlüm, şüphesiz ki Rabbin, mihnete uğrattıktan sonra hicret eden sonra da cihad eden ve işkencelere sabredenleri affeder. Nahl sûresi, 16/116 Bu defa müslümanlar, Mekke'deki müslümanlara bu âyeti yazıp gönderdiler ve onlara "Allah, sizin için bir çıkar yol gösterdi." dediler. Bunun üzerine Mekke'deki müslümanlar hicret için yola çıktılar. Müşrikler de geriden gelip onlara kavuştular ve birbirleriyle vuruştular. Ölen öldü kurtulan da kurtulmuş oldu. Abdullah b. Abbas, başka bir Rivâyette şunları söylemiştir: "Müslümanlardan bir kısım insanlar müşriklerle aynı yerde yaşıyorlardı.. Resûlüllah'a karşı onların sayılarını kabartmış oluyorlardı. Savaş sırasında bir ok gelip onlardan birine isabet ediyor ve öldürüyordu. Yahut bir kılıç darbesiyle ölüyorlardı. İşte Allahü teâlâ bunlar hakkında: "Melekler o kendilerine zulmedenlere, canlarını aldıklarında "Ne yaptınız?" derler. Onlar da "Biz yeryüzünde zayıf düşürülmüştük." derler.." âyetini indirdi." Buhari, K. Tefsir el-Kur'an Sûre 4, bab: 19 İkrime bu-âyetin, sıfatlarını belirttiği kimselerin, Kays b. el-Fakıh, Haris b. Zema b. el-Esved, Kays b. Velid b. el-Muğire ve Ebul Ass'b. Münebbih b. el-Haccac ve Ali b. Ümeyye b. Halef olduklarını söylemiş ve demiştir ki: "Kureyşliler ve onlara katılanlar Ebû Süfyan'ı ve Kıtreyş kervanını Resûlüllah'tan ve sahabilerden kurtarmak için yola çıkınca, kendileriyle birlikte, daha önce müslüman olmuş bir kısım gençleri de, istemedikleri halde getirdiler. İki ordu, her hangi bir kararlaştırma olmaksızın Bedir'de karşılaştılar. Bu gençler de İslamdan döndüler ve Bedir savaşında kâfirler olarak öldürüldüler. Süddi diyor ki: "Hazret-i Ali'nin kardeşi Akiyl ve Nevfel esir düşünce Resûlüllah. Ahbas'a dedi ki: "Hem kendi fidyeni hem de kardeşinin oğlu Akiyl'in fidyesini ödeyeceksin." Abbas dedi ki: "Ey Allah'ın Resulü, senin kıblene karşı namaz kılmadık mı? Senin getirdiğin şehadeti getirmedik ki?" Resûlüllah da bu yurdu ki "Ey Abbas, sizler, savaştınız ve mağlup oldunuz." Sonra âyetin şu bölümünü okudu: "Allah'ın yeryüzü geniş değilmiydi? Orada hicret etseydiniz." derler. İşte bunların varacağı yer cehennemdir. O, ne kötü bir yerdir." Süddi diyor ki: "Bu" âyet-i kerime’nin indiği gün müslüman olup da hicret etmeyen kimse kâfir sayılıyordu. Ancak bir çare bulamayan, hicret etmek için malı olmayan ve yolu bilmeyenler bundan müstesna idi, 98Erkek, kadın ve çocuklardan, zayıf düşürülüp bir çare bulmaya gücü yetmeyen ve yol bulamayanlar müstesnadır. Bu âyet-i kerime, kimlerin, hicret etmedikleri halde sorumlu olmayacaklarını açıklamakta ve bunların, bizzat hicret etmeye gücü yetmeyen ve bir başka imkân da bulamayan âciz, erkek kadın ve çocuklar olduğunu bildirmektedir. Abdullah b. Abbas, bu âyet-i kerime’yi okuduktan sonra "Benim annem de Allah'ın, burada mazur kıldığını bildirdiği kimseler dendi." demiştir. Buhari, K. Tefsir el-Kur'an Sûre 4 bab: 20 Diğer bir Rivâyette. Abdullah b. Abbas demiştir ki: "Ben ve annem, Allah'ın burada mazur kıldığını bildirdiği kimselerdendik." Ebû Hureyre diyor ki: "Resûlüllah, yatsı namazını kılarken dedikten sonra secdeye varmadan önce şöyle dua etti: "Ey Allah'ım, sen Ayyaş b. Ebi Rebia'yi kurtar. Ey Allah’ım sen Seleme b. Hişam'ı kurtar. Ey Allah'ım, sen Velid'in oğlu Velid'i kurtar. Ey Allah’ım sen mü’minlerin zayıf düşürülmüş olanlarını kurtar. Ey Allah’ım sen, Mutlar kabilesine üzerindeki baskını artır. Ey Allah’ım, sen onların yıllarını Yusuf un yıllan gibi kıtlık yıllan kıl. Buhari, K. Tefsir el-Kur'an Sûre 4, bab: 21 99İşte bunları, umulur ki Allah affeder. Allah, çok affeden ve çok bağışlayandır. Umulur ki Allah, işte bu zayıf düşürülenlerin, hicret etmeme hususundaki mazeretlerini kabul eder. Hicret etmeme kusurlarını affetme lütfunda bulunur. Çünkü onlar kendi istekleriyle küfür diyarını tercih etmemişler, imkân bulama dıkları için hicret edememişlerdir. Şüphesiz ki Allah, kullarının işledikleri gü nahların cezasını vermeyi terkederek onları çokça bağışlayan ve çok affedendir. 100Kim, Allah yolunda hicret ederse, yeryüzünde çok barınacak yerler, genişlik ve bolluk bulur. Kim evinden, Allah ve Resulü için hicret etmek gayesiyle çıkar da sonra ona ölüm gelirse, şüphesiz ki onun mükâfaatı Allah'a aittir. Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir. Kim müşriklerden ayrılır da dini uğruna kaçarak İslam topraklarına ve mü’minlere hicret edecek olursa, Allah'ın, sağlam dini olan İslam uğruna hicret eden bu kimse, yeryüzünde gezip dolaşacağı çok yer ve bolluk bulur. Hem dini nin emirlerini rahatlıkla yerine getirir hem de rızık yönünden zorluk çekmez. Kim de, Allah'a ve Resulüne hicret etme niyetiyle kâfir diyarında bulunan evini terkeder de hicret edeceği yere varmadan ölüm ona gelir çatarsa şüphesiz ki onun yaptığı bu güzel amelin sevabı, Allah'a aittir. Şüphesiz ki Allah, kullarının günahını örten ve onlara karşı şefkatli olandır. Ahmed b. Hannbel, Müsned, C. 4 s. 36 Âyet-i kerime, mü’minleri, İslamı yaşamayacakları toplumların içerisin den ayrılıp hicret emye eteşvik etmekte ve mü’minlerden, hicret ettikleri takdirde sıkıntıya düşecekleri endişesini kaldırmakta, onlara, daha iyi bir hayat yaşaya cakları müjdesini vermektedir. Bu hususta Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) de hadis-i şerifinde şöyle bu yurmaktadır: "Kim evinden, Allah yolunda cihada çıkacak olur da bineğinden düşüp ölürse -Ki nerde o mücahidler?- onun mükâfaatını Allah mutlaka verecektir.. Veya bir haşere ısırır da ölürse, yine onun mükâfaatını Allah mutlaka verecektir. Yahut kendiliğinden ölürse yine onun mükâfaatını Allah mutlaka verecektır. "Kim Allah yolunda evinden ayrılıp gider, ölür veya öldürülürse o şehittir. Veya atı yahut katırı kendisini öldürürse, yine kendisini bir haşere sokarak öldürürse ya da Allah'ın dilediği herhangi bir ölümle yatağında ölürse o kimse şehittir. Onun için cennet vardır. Ebû Davud, K. el-Cihad, bab: 15, Hadis no: 2499 Said b. Cübeyr, Katade, İkrime, Dehhak, Süddi, İbn-i Zeyd ve Abdullah b. Abbas bu âyet-i kerime’nin, müslüman olduktan sonra Mekke'de ikamet eden, ancak bundan önceki iki âyt-i kerime inip, özürsüz olduğu halde hicret etme yenleri kınayınca, hasta olmasına rağmen hicret etmek için yola çıkan ve Medi ne'ye varmadan yolda ölen bir kişi hakkında nazil olduğunu söylemişlerdir. An cak bu kişinin isminin, Damre b. el-İys mi yoksa İys b. Damre mi yahut, Damre b. Cündeb mi veya Cündeb b. Damre mi olduğu hususunda farklı Rivâyetler zik redilmiştir. Bu âyetin izahında Said b. Cübeyr diyor ki: "Huzaa oğullarından Damre b. el-îys veya İys b. Damre isminde birisi vardı. Müslümanlara hicret etmeleri emredildiğinde o hastaydı. Ailesine, kendisi için bir sedye yapmalarını ve ken disini Resûlüllah'ın yaşadığı yere götürmelerini emretti. Ailesi, emrini yerine getirdi. Fakat o, "Ten'im" denen yere varınca vefat etti. İşte bunun üzerine bu âyet nazil oldu. Müfessirler bu âyet-i kerime’de geçen ve "Barınak" diye tercüme edilen kelimesinin mânâsı hakkında farklı görüşler zikretmişlerdir. Abdullah b. Abbas, Dehhak, Robi' b. Enes, Hasan-ı Basri, Katade ve Mücahid'e göre bu kelimenin mânâsı, "Bir yerden başka bir yere intikal etmek" de mektir. Yani, değiştirilecek çok yer demektir. Süddi'ye göre, "Rizık aranacak yer" demektir. İbn-i Zeyd'e göre "Hicret edilecek yerler"dir. Âyet-i kerime’de geçen ve "Genişlik ve bolluk" diye tercüme edilen kelimesinin mânâsı: Abdullah b. Abbas, Rebi' b. Enes ve Üchhuk'a göre "Bol rızık" demektir. Katade'ye göre ise "Mânevi genişlik" demektir. Yani hicret eden kişi sapıklıktan çıkıp idÂyete erişmiş olur. Fakirlikten kurtulup zenginliğe ulaşmış olur." demektir. Taberi'ye göre, kelimesinin izahındaki doğru olan görüş bunun mânâsının, "Değiştirilecek yer" olduğunu söyleyen görüştür. kelimesinin izahında doğru olan görüş ise, bunun mânâsının "Bolluk" olduğunu söyleyen görüştür. Bu bolluk, hem rızık bolluğu nu hem de sıkıntıdan kurtulup genişliğe kavuşmayı ifade eder. Taberi diyor ki: "Yezid b. Ebi Habib'in naklettiğine göre Medine halkı bu âyet-i kerimeye dayanarak cihad yapmak için evinden ayrılan ve savaş meyda nına varmadan yolda ölen kimseye ganimetten pay verileceğini söylemişler ve bu âyetin gaziler hakkında indirildiğini bildirmişlerdir. 101Yeryüzünde yolculuğa çıktığınız zaman, kâfirlerin size fenalık yapmalarından korkarsamz, namazı kısaltmanızda size bir günah yoktur. Şüphesiz, kâfirler sizin apaçık düşmanıdır. Ey mü’minler, sizler yeryüzünde yolculuğa çıktığınızda namaz kılarken kâfirlerin hücum edip sizi öldüreceklerinden veya esir alacaklarından yahut na mazınıza engel olarak sizi Allah'ı birlemekten alıkoyacaklarından korkacak olursanız, mukim iken tam olarak kıldığınız namazları kısaltarak yarısını kılmanızda sizin için günah yoktur. Çünkü Allah'ın birliğini inkâr eden kâfirler, sizin Allah'a ve Resulüne iman etmeniz ve putlara tapmamanız ve sapıklıkta kendile rine uymamanız yüzünden sizin apaçık düşmanlarınızdir. Müfessirler bu âyet-i kerime’de kısaltılabileceği zikredilen namazın han gi hallerde ve ne kadar kısaltılabileceği hususunda çeşitli görüşler zikretmişlerdir. a- Yalâ b. Ümeyye'nin, Hazret-i Ömer'den, Ebû Eyyub'un da Hazret-i Ali'den ri vÂyet ettiğine göre burada, kısaltılabileceği beyan edilen namaz, kişinin yolcu luk halindeyken kılacağı farz namazdır. Kılastılacak miktar ise, dört rekatlı farz namazların iki rekt olarak kılınmasıdır. Âyette geçen "Kâfirlerin size fenalık yapmalarından korkarsamz" ifadesi, namazın kısaltılması için esasla ilgili bir şart olmayıp sadece o zamandaki müslümanların genel durumunu belirtmektedir. Bu hususta Ya'lâ b. Ümeyye diyor ki: "Ömer b. el-Hattab'a "Kâfirlerin size kötülük yapmalarından korkarsamz, namazı kısaltmanızda size bir günah yoktur." âyetini okudum ve "Bugün artık insanlar güven içindedirler. (Namazı yine kısıltacaklar mı?) dedim. Ömer b. el-Hattab şöyle dedi: "Senin hayret ettiğin bu hususa ben de hayret etmiş ve bunu Resûlüllah'a sormuştum. Resûlüllah da şöyle buyurmuştu: "Bu (namazı kısalt ma) Allah'ın size verdiği bir sadakadır. Sadakasını kabul edin." Müslim, K. el-Müs: ıfırîn, bab: 4 Hadis no: 6.S6 / Ebû Dııvutl, K. es-Sefer bab: 1 Hadis No: 1199 b- Hazret-i Âişe ve Sa'd b. Ebi Vakkas'tan nakledilen diğer bir görüşe güre ise bu âyette, kısaltılabileceği zikredilen namazdan maksat, yolculuk yaparken düş mandan korkma halindeki namazdır. Yolcu olan kimse, düşmandan korkacak olursa, dön rekatlı farz namazları iki rekat kılarak kısaltır. Şâyet düşmandan korkmayacak olursa kısaltmaz. Bu hususta Abdullah b. Muhammed, Hazret-i Âişe'nin şöyle dediğini işittiğini söylemiştir: "Yolculukta iken namazı tam kılın." Hazret-i Âişe'nin bu sözü üzerine kendisine denildi ki: "Resûlüllah yolculuk yaparken dört rekath farzları iki rekat kılıyordu." O da "Resûlüllah savaş halindeydi o korkuyordu. Siz de korkuyor musunuz?" diye cevap verdi. Atâ da Resûlüllah'ın sahabilerinden Hazret-i Âişe ve Sa'd b. Ebi Vakkas'in, yolculuk yaparken namazları tam kıldıklarını söylemiştir. c- Mücahid, Ebû Ayyaş ez-Züraki ve Cabir b. Abdullah'dan nakledilen diğer bir görüşe göre bu âyette, kısaltılacağına ruhsat verilen namazdan maksat, fiilen savaşma dışında düşmandan korkulduğu sırada kılınacak olan namazdır. Bunlara göre âyet-i kerime, müslümanların, böyle bir korku içinde bulundukla rı bir sırada nazil olmuştur. Bu hususta Ebû Ayyaş ez-Züraki diyor ki: "Biz , Resûlüllah ile birlikte "Usfan" denen yerde bulunuyorduk. Resûlüllah bize öğle namazım kıldırdı. Müşriklerin başında komutan olarak Halid b. Velid bulunuyordu. Müşrikler birbirlerine dediler ki: "Biz onların aklanacakları ve gafil oldukları bir zamana rastlamıştık." (Yani namaz kılarken onlara hücum etmeliydik. Çünkü o anda onları gafil avlayabilirdik) İşte bunun üzerine öğle ile ikindi vakti arasında, korku namazını beyan eden hüküm indi. Resûlüllah bizle ri iki gruba ayırarak ikindi namazını kıldırdı. Bir grup, Resûlüllah ile birlikte namaz kılıyor diğeri ise onu bekliyordu. Resûlüllah, arkasında bulunan gruba da onları koruyan gruba da birlikte tekbir aldırdı. Ve hep birlikte rükuya vardılar. Sonra, Resûlüllah'ın arkasında bulunan grup secde etti. Geri çekildi. Daha sonra diğer grup ilerleyip secde etti. Sonra hep birlikte ayağa kalktılar ve hep birlikte ikinci rükuu yaptılar. Arkasında bulunanlar da onu koruyanlar da. Sonra Resûlüllah'ın arkasında bulunanlar secde ettiler ve geri çekildiler. Arkadaşlarının bu lundukları safta ayağa kalktılar. Diğer grup ileri geçti secde etti ve Resûlüllah hepsiyle birlikte selam verdi. "Böylece, herkes imamla birlikte iki rekat namaz kılmış oldu. Resûlüllah böyle bir namazı bir defasında da Süleym oğulları yur dunda kıldı." Nesâî, K. Sakıt el-Havf, bab: 22 / Ebû Davud, K. es-Sefer, bab: 12 Hadis no: 1236 d- Süddi, Abdullah b. Ömer, Said b. Cübeyr ve Kâ'b'dan nakledilen diğer bir görüşe göre bu âyette, kısaltılacağı belirtilen namazdan maksat, fiilen savaş ma dışında, düşmandan korkma halinde kısaltılan namazdır. Ancak bu namaz, seferi halde kılınan ve iki rekat olan namazın kısaltılarak bir rekat şeklinde kı lınmasıdır. Bu görüşte olan âlimlere göre kişi mukim iken, dört rekath farzları dört olarak kılar. Seferi iken de iki rekat olarak kılar. Seferi iken iki rekat kılması, namazları kısaltma değil namazı seferi olarak tam kılmaktır. Ancak kişi seferi olduğu halde düşmanlardan da korkuyorsa işte bu takdirde tam sayılan iki rekat seferi namazını kısaltıp tek rekat olarak kılar. İşte bu âyet-i kerime, kısaltılan bu tek rekatlı namazı kasdetmiştir. Bunlar, görüşlerine delil olarak şu hadisleri zikretmişlerdir. Sa'lebe b. Zehdem diyor ki: "Biz, Said b. el-Ass ile birlikte Taberistanda'ydık. O ayağa kalktı ve dedi ki: "Sizden hanginiz Resûlüllah ile birlikte korku namazı kıldı?" Huzeyfe kalktı ve dedi ki: "Ben kıldım. Resûlüllah korku anında insanları iki gruba ayırdı. Bir gurupla bir rekat, diğer bir grupla da bir rekat kıldı. Bunlardan hiçbiri bir şey kaza etmediler. Ebû Davud, K. Salat el-Havf, bab: 2S7, Hadis no: 1246 Diğer bir Rivâyette, Huzeyfe ayağa kalkmış, insanları arkasında iki sağ. yapmış bir safı arkasında bırakmış diğer safı düşmanın karşısına koymuş, arka sında bulunmalara bir rekat namaz kıldırmış onlar ayrılıp düşmanın karşısında duranların yerine gitmişler, bu defa onlar gelip Huzeyfe ile bir rekat namaz kılmışlar, hiçbiri de namazlarını tamamlamamışlardır." Nesâî, K. Salât el-Havf, bab: 2 Abdullah b. Abbas şöyle demiştir: "Allahü teâlâ, Peygamberinin lisanıyla namazı yolcu olmama halinde dört rekat, yolcu iken iki rekat ve korku anında da bir rekat olarak farz kılmıştır." Ebû davud, K. es-Salah, bab: 287, Hadis No: 1247 Diğer bir Rivâyette, Abdullah b. Abbas şunları söylemiştir: "Resûlüllah, "Zikared" denen yerde namaz kıldırdı. İnsanlar onun arkasında iki saf oldular. Bir saf, onun arkasında bulunuyor, diğer saf ise düşmanın karşısında duruyordu. Arkasında bulunan safa bir rekat namaz kıldırdı. Onlar ayrılıp düşmanın önünde bulunan diğer safın yerine gittiler. Bu defa onlar geldiler. Resûlüllah onlara da bir rekat kıldırdı. Bundan sonra, herhangi bir saf, na mazı bitirmedi. Nesâî, K. Salat el-Havf, bab: 5 Cabir b. Abdullah diyor ki: "Resûlüllah onlara korku namazı kıldırdı. Bir saf. Resûlüllah'ın önünde, diğer bir saf da arkasında durdu. Arkasında bulunan safa bir rüku ve iki secdeli bir rekat kıldırdı. Onlar, öne geçip arkadaşlarının yerini aldılar. Onlar da gelip diğerlerinin yerinde Resûlüllah'ın arkasında durdular. Resûlüllah onlara da bir rüku ve iki secdeli bir rekat kıldırdı. Sonra selam verdi. Böylece Resûlüllah iki rekat kılmış oldu. Onlar da birer rekat kılmış oldular. Nesâî, K. Salat el-Havf, bab: 17 Ebû Hureyre (radıyallahü anh) diyor ki: "Resûlüllah, müşriklerin engel oldukları zaman "Dacnan" ve "Usfan" de nen yerlerin arasında konakladı. O anda müşrikler, kendi kendilerine şöyle dediler: "Bunların öyle bir namazları var ki bu namaz onlar için, oğullarından ve kızlarından daha sevimlidir. Siz, ne yapacağınıza karar verin sonra bunlara sa dece bir hamle yapın." (Yani bir hamlede işlerini bitirin) Bu arada Cebrâil (aleyhisselam) geldi. Resûlüllah'a, sahabilerini iki kısma ayırmasını, onlardan bir gruba namaz kıldırırken diğer gruba, tedbir alarak silahlarıyla birlikte düşmanlarının önünde durmalarını, arkasında bulunanlara bir rekat kıldırdıktan sonra geri çekilmesini, düşmanın önünde bulunanların ileri gelerek onlara da bir rekat namaz kıldırma sını böylece onların her birinin Resûlüllah'la birer rekat kılmış olacaklarını Resûlüllah'ın ise iki rekat kılmış olacağını bildirdi." Nesâî, K. Salât el-Havf, bab: 16 e- Abdullah b. abbas'dan nakledilen diğer bir görüşe göre bu âyette kısal tılması zikredilen namazdan maksat, sefer halinde ve düşmanla çarpışma anında kısaltılacak olan namazdır. Bu âyet-i kerime, çarpışan mücahidlerin, namaz kıl mak istedikleri zaman yüzleri hangi tarafa dönük olursa o tarafa doğru başlarıy la işaret ederek bir rekat namaz kılmalarına ruhsat vermiştir. Abdullah b. Abbas'ın, bu âyetin izahında şunları söylediği rivâyet edilmiştir: "Sen düşmanla karşılaşırsan namaz vakti de gelmiş olursa, "Allahu Ek-ber" diyerek başım eğer ve işaretle namaz kılarsın. İster binekli ol, ister bineksiz. İşte namazı kısaltma budur. Taberi diyor ki: "Âyetin izahında tercihe şayan olan görüş, şöyle diyen görüştür: "Bu âyette kısaltılması beyan edilen namazdan maksat, düşmanla ça tışma ve vuruşma anında rükunlan eksilterek kılınan namazdır. Yani, rüku ve secdeleri tamamlanmayan, istenilen her yöne dönülerek kılınabilen, bineğin üzerinde ve yerde eda edilebilen namazdır. Nitekim Allahü teâlâ farz namazları nın böyle bir şekilde kılınacağını başka bir âyet-i kerimesinde şöyle zikretmiştir: "Eğer korku içinde bulunursanız, yaya olarak yahut binekli iken namazınızı kılın. Bakura sûresi, 2/239 Taberi diyor ki: "Bu görüşü tercih etmemizin sebebi, bundan sonra gelen âyette: "Emniyete kavuştuğunuzda namazı gereği gibi kılın." buyurulmasidır. Çünkü namazı gereği gibi kılmak onun rükuunu, secdelerini ve diğer farzlarını artırıp eksiltmeksizin yerine getirmektir. Bundan da anlaşılmaktadır ki kişi, kor ku anında kısaltılacak namazın bazı rükunlarını yerine getirmeyebilir. 102Ey Rasûlüm, savaşta mü’minler arasında bulunur da onlara namaz kıldırırsan, onlardan bir kısmı seninle namaza dursun ve silahlarını da yanlarına alsınlar. Bunlar secde ederken, namaza durmamış olan diğer kısım arkanızda bulunsun. Bunlar namazı bitirince, namazı kılmayan kıs mı gelsin seninle namaz kılsın. Onlar da namazda tedbirlerini ve silahlarını alsınlar. Kâfirler isterler ki, silah ve eşyanızdan gafil olasınız da size aniden hücum etsinler. Eğer yağmur size eziyet verir veya hasta olursanız silahı nızı bırakmanızda bir günah yoktur. Yine de tedbirinizi alın. Şüphesiz ki Allah, kâfirlere alçaltıcı bir azap hazırlamıştır. Âyet-i kerime’de zikredilen, "Silahlarım da yanlarına alsınlar." emrini, namaz kılan ve düşmanın önüde duracak olan gruplardan hangisine ait olduğu hususunda iki görüş zikredilmiştir. a- Bazılarına göre bu emir, Resûlüllah ile birlikte namaz kılmakta olan gruba aittir. Bunlara, namaz kılarken kılıçlanın kuşanmalan, bıçak ve hançer gi bi şeyleri, elbise veya zırhlarım asmalan emredilmiştir. b- abdullah b. Abbas'a göre ise burada, silahlanın yanlarına almaları emreclilen grup, namaz kılan grup değil, düşmanın önünde nöbet bekleyen gruptur. Âyet-i kerime’de geçen ve "Bunlar, secde ederken, namaza durmamış olan diğer kısım arkımızda bulunsun." diye tercüme edilen cümlesi, müfessirler tarafından üç şekilde izah edilmiştir: 1- Bir kısım müfessirler, âyetin bu bölümünün izahında, şunu söylemişlerdir: "Namaza başlayan grup namazını kılıp bitirdikten sonra arkanızda dur sunlar." Ancak bu şekilde izahta bulunanlar, namaz kılan bu birinci grubun, na mazlarını nasıl bitirmiş olacağı hususunda iki görüş zikretmişlerdir. a- Bazılarına göre bu birinci grup imamla birlikte bir rekat kıldıktan son ra selam verir, oradan ayrılıp arkadaşlarının yerine düşmanın önüne gider. Böy lece bunların bir rekat kılmakla namazları bitmiş olur. Bu görüşte olan âlimler, bundan önceki âyette zikredilen "Namazı kısaltmaktan maksadın, onu tek reka ta düşürmek olduğunu söyleyen âlimlerdir. Bunların bu görüşlerine dair olan delilleri bundan önceki âyetin izahında zikredilmiştir. Bunlara göre, düşmanın önünde bulunan ikinci grup da gelir, imamla birlikte bir rekat kılar, onların na-mazlan da bitmiş olur. Böylece imam iki rekat, cemaat da birer rekat kılmış ve namazlarını bitirmiş olurlar. b- Diğer bir kısım müfessirler ise imamla birlikte birinci rekatı kılan ilk grubun namazlarını bitirmesi, imamla bir rekat kıldıktan sonra namaz kıldıkları yerde kendi kendilerine, geriye kalan namazlarını da tamamlamaları ve selam verip namazlarını bitirmeleriyle olur. Bu görüşte olanlara göre, imam, cemaati iki kısma ayırır. Bir kısmı imamın arkasında namaza durur, diğer kısmı ise düş manın önünde bekler, imamın arkasında olanlar, imamla birlikte bir rekat na maz kılarlar, imamla birlikte ayağa kalkarlar. İmam, ayakta bekler. Bir rekat kı lan bu grup namazın geriye kalan kısmını kendi başına tamamlar. Selam verip namazdan çıkar. Düşmanın önünde bulunan arkadaşlarının yerine giderler. Bu defa onlar gelirler, ayakta bekleyen imama uyarlar. Onunla birlikte bir rekat na maz kılarlar. Ancak ikinci rekattan sonra imamın ne yapacağı ve ikinci grubun namazını nasıl tamamlayacağı hususu, bu görüşte olan âlimlerce ihtilaflıdır. aa- Bazılarına göre imam kendisine göre ikinci, o gruba göre ise birinci olan rekatı bitirdikten sonra, tahiyatta bekler, ikinci grup kalkıp diğer rekatını kılar ve tahiyyatı bitirir. Böylece imam selam verir onlar da imamla birlikte selam verirler. Böylece namazı bitirirler. Böylece savaş halinde kılman namazın bu şekilde olacağı Sehl b. Ebi Hasme ve Salih b. Havvad'dan rivâyet edilmiştir. Sehl diyor ki: "Resûlüllah, sahabilerine korku namazı kıldırdı. Onları arkasında iki saf yaptı. Tam arkasında bulunanlara bir reket kaldırdı. Sonra ayağa kalktı bekledi. Bir rekat kılan bu gaip kendi başlarına diğer rekatlarım da kılıp bitirdiler. İlerle yip düşmanın önüne gittiler. Düşmanın önünde bulunanlar geri gelip Resûlüllah'ın arkasında saf tuttular. Resûlüllah onlara da bir rekat kıldırdı. Sonra tahiyyata oturup bekledi. Onlar da kendi başlarına bir rekatlarını kılıp tamamladılar. Sonra Resûlüllah selam verdi ve namazı bitirdiler. Müslim, K. el-Mlisafirin bab: 309, Hadis no: 841 Salih b. Havvat da "Zatürrika" savaşında, Resûlüllah ile birlikte korku namazı kılan bir sahabinin şunları söylediğini rivâyet etmiştir. Müslümanlardan bir grup Resûlüllah ile birlikte saf tuttu. Diğer bir grup da düşmanın onunde durdu. Resûlüllah, kendisiyle birlikte bulunanlara bir rekat kıldırdı, ikinci rekata kalktığında ayakta bekledi. Cemaat ise kendi kendine namazını tamamladı ve namazdan ayrılıp düşmanın önüne gittiler. Orada sıraya dizildiler. Bu defa ikin ci grup geldi. Resûlüllah onlara, geriye kalan ikinci rekatı kıldırdı. Tahıyyatta bekledi. Onlar da kalkıp namazlarını tamamladılar. Sonra Resûlüllah onlaıla birlikte selam verdi. Ve namazı bitirdiler. Müslim, K. el-Müsafirin bab: 310, Hadis no: 842 bb- Diğer bir kısım âlimlere göre ise, imamla birlikte bir rekat namaz kı lan ikinci grup imamla birlikte tahiyyatı okurlar, imam selam verip namazı biti rir. Bundan sonra cemaat kalkıp diğer rekatı kılar. Bu görüş de Sehl b. Ebi Hasme, Salih b. Havvat ve Abdullah b. Abbas'dan nakledilmiştir. 2- Diğer bir kısım müfessirler ise "Bunlar secde ederken namaza durmamış olan diğer kısım ar kanızda bulunsun." cümlesini şöyle izah etmişlerdir. "Savaş halinde iki kısma ayrılan müslumanlardan birinci grup birinci rekatın iki secdesini yaptıktan sonra namazdan çıkmasınlar bu halleriyle gidip düşmanın önünde dursunlar. Düşma nın önünde bulunan grup gelsin, Peygamber onlara da bir rekat kıldırsın ve se lam verip namazdan çıksın." Ancak âyeti bu şekilde izah eden âlimler, her iki grubun da geriye kalan namazlarını nasıl tamamlayacakları hakkında çeşitli görüşler zikretmişlerdir. a- Abdullah b. Mes'ud'dan nakledilen bir görüşe göre imam, iki gruba ay-nlan cemaatten birinci gruba bir rekat namaz kıldırır, onlar birinci rekatın ikinci secdesini bitirdikten sonra imamın arkasından ayrılır düşmanın önüne giderler. Bu durumda onların namazı tamamlanmamıştır. Bundan sonra düşmanın önün de bulunan diğer grup gelir. İmamla birlikte bir rekat kılar. İmam selam verdik ten sonra bu ikinci grup aynı yerde namazını tamamlayıp düşmanın önüne gi der. Bu defa birinci grup namaz kılınan yere gelir. Onlar da kendi kendilerine ikinci rekatlarını tamamlarlar. b- Diğer bir kısım âlimlere göre ise, düşmanın önünde iki kısma ayni an cemaatten birinci kısım imamla birlikte bir rekat kılıp düşmanın önüne gittikten sonra orada bulunan ikinci grup gelir. İmamla birlikte bir rekat namaz kılar, na mazın geriye kalan kısmını bitirmeden tekrar düşmanın önüne gider. Bu defa imamla birlikte birinci rekatı kılan birinci grup gelir, birinci rekatı kıldığı yerde ikinci rekatını tamamlar. Ancak bu rekatı tamamlarken, bazılarına göre hiçbir şey okumaz, bazılarına göre bir şeyler okur. Sonra selam verir ve düşmanın önüne gider. Bu defa imamla birlikte ikinci rekatı kılar, ikinci grup namaz kıldı ğı yere gelir. O da ikinci rekatını kıraatini okuyarak bitirir. Böylece hep birlikte düşmanın karşısına giderler. Bu görüş, İbrahim en-Nehai ve Süfyah es-Sevri'den nakledilmiştir. c- Ebû Mûsa el-Eş'ari, Abdullah b. Ömer ve Abdullah b. Abbas'tan nakle dilen diğer bir görüşe göre imamla birlikte birer rekat kılan bu gruplardan her biri ikinci rekatlarını, önce namaz kıldıkları yerde değil de imkân buldukları her yerde kılabilirler. Abdullah b. Ömer diyor ki: "Resûlüllah korku namazını şöyle kıldırdı. Müslümanlar iki gruba ayrıldı. Bir grup Resûlüllah ile beraber namaz kılıyor, diğer bir grup düşmanın karşısında duruyordu. Resûlüllah, birinci gruba bir rekat namaz kıldırınca onlar ayrılıp düşmanın karşısına gittiler. Düşmanın karşısında bulunan grup geldi. Re sulullah bir rekat da onlara kıldırdı. Sonra selam verdi. Bundan sonra ise her grup eksik kalan birer rekatını kendi kendilerine tamamladılar. Müslim, K. el-Müsafırin bab: 305, 306, Hadis no: 839 3- Abdullah b. Abbas, Mücahid, Cabir b. Abullah ye Ebû Ayyaş ez-Züraki tarafından âyet-i kerime’nin "Namaza durmamış olan diğer kısım arkanızda bulunsun." bölümü, şu şekilde izah edilmiştir: "İmam, önlerinde bulunan düşman karşısında cemaati iki saf yapar, hep birlikte namaza başlarlar, hep birlikte rükua vanp doğrulurlar. İmam, birinci rekatın secdesini yaparken onun arkasında bulunan birinci saf da onunla birlikte secde eder. Fakat ikinci saf ayakta durur, secdeye varmaz. Böyece secde edenleri düşmandan korumuş olur. Birinci saf secdeden kalktıktan sonra ikinci saf kendi kendine secde eder sonra ayağa kalkar. Ayağa kalktıktan sonra birinci saf ile ikinci saf yer değiştirir. Yine hep birlikte rükua varırlar. Rükudan doğrul duktan sonra bu defa imamın arkasına gelmiş olan ikinci saf imamla birlikte secde eder. Arkaya geçmiş olan birinci saf ise ayakta durur. İmamın arkasındaki saf, ayağa kalkınca bu defa, arkaya geçmiş olan birinci saf secdesini yapar hep birlikte oturup selam verirler. Cabir b. Abdullah diyor ki: "Resûlüllah ile beraber, Cüheyne kabilesinden bir topluluk ile savaştık. Onlar bizimle şiddetli bir şekilde çarpıştılar. Öğle namazını kıldığımızda o müş rikler şöyle dediler: "Onlara ani bir saklında bulunsaydık, köklerini keserdik," Cebrâil aleyhisselam onların bu niyetini Resûlüllah'a bildirdi. Resûlüllah da bi ze haber verdi. O müşrikler yine şöyle demişlerdi: "Onların şu anda öyle bir na maz vakitleri yaklaşıyor ki o namaz onlara evlatlarından daha sevgilidir." İkindi vakti girince, biz Resûlüllah'in arkasında iki saf olarak dizildik. Müşrikler ise kıble tarafımızda bulunuyorlardı. Resûlüllah tekbir aldı biz de tekbir alıp nama za başladık. O rükua eğilince hep beraber biz de rükua eğildik. Fakat Resûlüllah secdeye varınca onunla birlikte sadece birinci saftakiler secdeye vardı. (Arka ta-rafındakiler düşmanı gözetleyerek ayakta beklediler) Onlar ayağa kalkınca arka saftakiler secde ettiler. Sonra birinci saftakiler arkaya ikinci saftakiler öne geç tiler. Bu sefer Resûlüllah tekbir aldı biz de onunla beraber tekbir aldık. Rükua vardı biz de hep beraber rükua vardık. Fakat Resûlüllah secdeye varınca onunla birlikte yine sadece birinci saftakiler secdeye vardılar. (İkinci saftakiler ayakta durdu) Secdeye varanlar secdeyi bitirince, ikinci saftakiler de secde ettiler. Hep birlikte oturduk ve Resûlüllah ile birlikte selam vererek namazı bitirdik." Müslim, K. el-Müsafirin, bab: 308, Hadis no: 840 Bu hadis, Ebû Ayyaş ve Abdullah Bkz. Nesaî, K. Salat el-Havf, bab: 21 b. Abbas'dan da Rivâyet edilmiştir. Taberi diyor ki: "Âyet-i kerime’yi bu şekilde yorumlayanlara göre onun mânâsı şöyledir: "Ey Rasûlüm, sen, korku anında sahabilerinin arasında bu lunduğun ve namazı onlara tam olarak kıldırmak istediğin zaman, seninle na maza başlayanlardan bir grup ayakta dursun. Bir grup seninle birlikte secde edip secdeden kalktıktan sonra diğer grubun yerine geçsin. Henüz seninle birlikte secde etmemiş oları o grup üne geçsin. Bu defa da onlar seninle birlikte secde etsinler. Daha önce seninle birlikte secde edenler ise seni ve onları korumuş ol sunlar. Nöbet tutanlar tedbirlerini alsın, silahlarını yanlarında bulundursunlar." Taberi, bu görüşlerden tercihe şayan olan görüşün şöyle diyen görüş ol duğunu söylemiştir: "İmam cemaati ikiye ayırır. Bir kısmı düşmanın önünde nöbet bekler, diğer kısmı imamla birlikte bir rekat namaz kılar. Sonra kendi başına diğer rekatını kılar ve düşmanın önüne gider. Bu defa düşmanın önünde bulunan grup gelir. İmamla birlikte bir rekat da o kılar. İmam namazını bitirir. Onlar da kendi namazlarını tamamlarlar. Nitekim Sehl b. Ebi Hasme'den ve Salih b. Havvat'tan rivâyet edilen hadisler, Resûlüllah'ın bu namazı bu şekilde kıldırdı ğını beyan etmişlerdir. Bununla birlikte imamlardan herhangi biri bu namazı, Resûlüllah'tan nakledilen herhangi bir şekilde kılacak olursa namazı tamamdır. Çünkü Resûlüllah'tan bu konuyla ilgili olarak Rivâyet edilen haberler sahihtir. Bu namaz da, Resûlüllah'ın, ümmetine değişik şekillerde öğrettiği bir namazdır. Ümmetin bu namazı bu şekillerden herhangi birisiyle kılması mubah sayılmış tır. 103Namazı kıldıktan sonra ayakta iken otururken ve yanlarınız üzerine yatarken Allah'ı zikredin. Emniyete kavuştuğunuzda namazı gere ği gibi kılın. Şüphesiz ki namaz, mü’minler üzerine belli vakitlerde farz kılınmıştır. Âyet-i kerime’de "Namazı kıldıktan sonra, ayakta iken, otururken ve yanlarınız üzerine yatarken Allah'ı zikredin." buyurulmaktadır. Bu hususta Abdullah b. Abbas şunlan söylemiştir: "Allahü teâlâ kullarına neyi farz kılmışsa onun için belli bir mükâfaat tayin etmiştir. Kulların, özürleri bulunması halinde de onları mazur görmüştür. Ancak, Allah'ı zikretme ibadeti böyle değildir. Zira Allahü teâlâ zikir için belli bir sınır koymamış, aklı olmayanların dışında onu terkedenleri mazur görmemiş ve buyurmuştur ki: "Allah'ı ayakta iken otururken, yanlarınız üzerine yatarken, gece ve gündüz, karada ve denizde, yolcu iken, mukim iken, zengin iken, fakir iken, hasta iken, sıhhatli iken, gizli olarak, açık olark ve her halükârda zikredin." Allah'ı zikretme hususunda başka bir âyette de şöyle buyurulmuştur: "Ey iman edenler, bir düşman topluluğu ile karşılaştığınız zaman sebat edin ve Allah'ı çokça zikredin. Umulur ki kurtulaşa erersiniz." Enfal sûresi, 8/45 Âyet-i kerime’nin devamında "Emniyete kavuştuğunuzda namazı gereği gibi kılın." buyurulmaktadır. Müfessirler bu ifadeyi iki şekilde izah etmişlerdir: a- Mücahid ve Katade'ye göre bu ifadenin mânâsı şudur: "Sizler, vatanla rınızda karar kılıp şehirlerinizde ikamet ettiğiniz zaman, yolculuk yaparken kor ku anında, kısaltmanıza izin verilen namazı artık tam olarak kılın." b- Süddi, ibn-i Zeyd ve Mücahid'den nakledilen diğer bir görüşe göre âyetin bu bölümünün mânâsı şöyledir: "Sizler, korkudan sonra emniyete kavuşup sükunet bulduğunuz zaman namazın bütün farzlarını tamamlayarak kılın. Artık onu, bineğin üzerinde veya yürüyerek yahut oturarak kılmayın." Taberi, âyetin bu bölümünü bu son şekliyle izah etmenin daha evla oldu ğunu söylemiştir. Âyet-i kerime’de geçen ve "Şüphesiz ki namaz mü’minler üzerine belli va kitlerde farz kılınmıştır." şeklinde tercüme edilen cümlesi, müfessirler tarafından çeşitli şekillerde izah edilmiştir: a- Atiyye el-Avfı, Abdullah b. Abbas, Süddi ve Mücahid'den nakledilen bir görüşe göre bu cümlenin mânâsı şöyledir: "Şüphesiz ki namaz mü’minlerin üzerine farz kılınmış bir farzdır." b- Hasan-ı Basri, Mücahid, Abdullah b. Abbas ve Ebû Cafer'den nakle dilen diğer bir görüşe göre bu cümlenin mânâsı şöyledir: "Şüphesiz ki bu namaz, mü’minlerin üzerine gerekli bir farzdır." c- Abdullah b. Mes'ud ve Zeyd b. Eslem'den nakledilen diğer bir görüşe göre bu cümlenin mânâsı şöyledir: "Şüphesiz ki namaz mü’minler üzerine vakitlere bölünmüş bir farzdır. Onlar onu vakitlerinde eda ederler." Taberi diyor ki: "Bu görüşler birbirlerine yakın olan görüşlerdir. Bununla birlikte bu âyetin izahında evla olan yorum: "Şüphesiz ki namaz, mü’minlerin üzerine, vakitlere ayrılmış bir farzdır." şeklindeki yorumdur. Zira kelimesinin mânası, "Vakitlendirilmiş" "vakitlere ayrılmış" demektir. 104O kâfir kavmi takib etmekte gevşeklik göstermeyin. Eğer siz acı duyuyorsanız onlar da sizin kadar acı duyuyorlar. Üstelik siz, Allah'tan, onların ummadığı şeyleri umuyorsunuz. Allah, herşeyi çok iyi bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir. Ey mü’minler, düşmanlarınızı takib etmekte gevşek davranmayın. Şâyet sizler, aldığınız yaralardan acı duyuyorsanız, onlar da sizin acı duyduğunuz gibi , aldıkları yaralardan acı duymaktadırlar. Üstelik sizler, Allah'tan sevap umu yorsunuz. Onlar ise bunu da ummuyorlar. Çünkü sizler, Allah'ın sevabının kesin olduğuna iman ediyorsunuz. Onlar ise bunu yalanlıyorlar. Allah, yarattıklarının menfaatini çok iyi bilendir, yaptıklarında hüküm ve hikmet sahibidir. Bu âyet-i kerime, Uhud savaşında zayiat veren müslümanları teselli et mektedir. Bu hususta Abdullah b. Abbas diyor ki: "Uhut savaşında müslümanlar zayiat verince Resûlüllah Uhut dağına çıktı. Ebû Süfyan da oraya geldi ve şöyle dedi: "Ey Muhammed, yara ancak yaraya karşılıktır. Savaş nöbetleşedir. Bir gün bize, bir gün de sizedir." Bunun üzerine Resûlüllah, sahabilerine buyurdu ki: "Şuna cevap verin." Onlar da dediler ki: "Aramızda eşitlik yok. Çünkü biz den öldürülenler cennette sizden öldürülenler ise cehennemdedir." Bunun üzeri ne Ebû Süfyan dedi ki: "Bizim Uzza putumuz var sizin ise Uzza putunuz yok." Resûlüllah da buyurdu ki: "Ona deyin ki: "Allah bizim dostumuzdur. Sizin ise dostunuz yoktur." Ebû Süfyan dedi ki: "Ey Hübel putu yücel, ey Hübel putu yü cel." Resûlüllah da buyurdu ki: "Deyin ki: Allah daha yüce ve daha büyüktür." Ebû Süfyan dedi ki: "Buluşacağımız yer, küçük Bedir mevkiidir." İşte müslü manlar orada yaralı halleriyle uyudular. Bu âyet-i kerime ve şu âyetler bunlar hakkında nazil oldu. "Eğer siz bir yara almişsanız aynı yarayı, düşmanlarınız olan o topluluk da almıştır. Biz bu günleri insanlar arasında evirip çeviririz ki Allah, iman edenleri belirtsin. İçinizden şahitler meydana çıkarsın. Allah, zalimleri sevmez. Al-iîmran sûresi, 3/140 105Ey Rasûlüm, şüphesiz ki Allah'ın gösterdiği şekilde insanlar arasında hükmetmen için biz Kur'an'ı sana hak olarak indirdik. Sen, hainlerin savunucusu olma. 106Allah'tan bağışlanma iste. Şüphesiz ki Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir. Ey Rasûlüm, şüphesiz ki biz sana Kur'an'ı indirdik ki Allah'ın sana, kitabında gösterdiği şekilde insanlar arasında hüküm veresin. Onların ihtilafları nı çözesin. Ey Rasûlüm, sakın sen, bir müslümana veya müslümanlarla ant laşması olan birine ihanet eden kimseyi savunma. Başkasının malına ihanet eden birini savunmandan dolayı yaptığın yanlışlığın, Allah tarafından affedil mesini iste. Şüphesiz ki Allah, af dileyen kullarını, hak ettikleri cezayı vermeye rek çokça affeden ve onlara karşı çok merhametli davranandır. Müfessirler, bu âyetlerin ve bundan sonra gelen yüz on altıncı âyete ka dar olan âyetlerin, hırsızlık yapan veya kendilerine verilen bir emaneti inkâr ederek ihanette bulunan, Resûlüllah'ın da bilmeden savunduğu bir kişi hakkında nazil olduğunu söylemişlerdir. Bu hususta Katade b. Numan diyor ki: "Bizde bir aile vardı. Onlara "Übeyrikin oğulları" deniyordu. Bunlar, "Bişr" "Beşir" ve "Mübeşşir" isimli kişilerdi. Beşir münafıktı, şiirler yazar onunla Resûlüllah'ı ve sahabilerini hicvederdi. Sonra da bu şiirleri başka kimselere isnad ederek "Falan kişi böyle söyledi" "Filan kişi şöyle söyledi." derdi. Sahabiler bu şiirleri duyunca "Vallahi bu şiiri ancak bu habis herif söyler. Bunu Übeyrikin oğlu söylemiştir." derlerdi. Bu aile, cahiliye döneminde de, İslamın gelişinden sonra da fakir ve muhtaç bir aile idi. O sırada Medine halkının gıdası, hurma ve arpa ekmeğinden ibaretti. Eğer bir insanın imkânı varsa, Şam'dan un taşıyan kervan geldiğinde ondan un satın alır ve sadece kendisi yerdi. Çocukları ise ancak hurma ve arpa ekmeği yiyebilirlerdi. İşte o günlerde Şam'dan bir kervan geldi. Amcam Zeyd oğlu Rifaa, bir hayvan yükü un satınaldı. Onu kilere koydu. Orada silah, zırh ve kılıçlar da bu lunuyordu. Kilerin altından delik açılarak yiyecekler ve silahlar çalındı. Sabah olunca amcam Rifaa bana geldi ve "Yeğenim bu gece soyulduk. Kilerimize de lik açılarak yiyeceklerimiz ve silahlarımız çalındı." dedi. Bunun üzerine evde inceleme yaptık. Sağa sola sorduk. Bazıları: "Biz bu gece Übeyrikin oğullarının ateş yaktıklarını gördük. Kanaatimiz odur ki bunlar sizin yiyeceklerini zin bir kısmı için bu ateşi yakmışlardı." Biz olayı çevreden soruştururken Übeyrikin oğulları şöyle diyorlardı. "Vallahi biz bu işi Lebid b. Şehrin yaptığı kanaatindeyiz." Katade diyor ki: "Halbuki Lebid aramızda salih ve dinine bağlı bir insandı. Lebid bunu işitince silahını çekip onlara hücum etti ve "Ben çaldım ha? Vallahi ya bu kılıç sizi doğrar veya bu hırsızlığın mahiyetini ortaya çıkarırsınız." dedi. Bunun üzerine Übeyrikin oğulları: "Bizden uzak ol be adam, bunu sen yapmadın." dediler. Bundan sonra çevreden tekrar soruşturduk ve kesinlikle an ladık ki bu işi Übeyrikin oğulları yapmış. Amcam bana: "Yeğenim, Resûlüllah'a gidip hadiseyi anlatsana." dedi. Ben de Resûlüllah'a gittim ve ona: "Bizden fakir ve şerir bir aile, amcam Zeyd oğlu Rifuarım kilerini yarıp silah ve yiyeceklerini aldı. Bari silahlarımızı bize iade etsinler, yiyeceklere ihtiyacımız yok." dedim. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) "Bunu emredeceğim." buyurdu. Übeyrikin oğulları bunu işitince akrabaları olan ve adına "Esir b. Urve" denen bir kişiye vardılar ve bu hususu ona anlattılar. Bunun üzerine çevre halkı toplandı ve Resûlüllah'ın yanına gelip şöyle dediler: "Ey Allah'ın Resulü, Kata de b. Numan ve amcası, aramızda müslümanlıkları ve salih kişilikleriyle tanınan bir aile aleyhine kalkıştılar. Onları hiçbir delil ve ispat olmadığı halde hırsızlıkla itham ettiler." .Katade b. Numan sözlerine devamla diyor ki: "Ben de Resûlüllah'ın ya nına vardım ve onunla konuştum. Resûlüllah bana: "Müslümanlıkları ve salih kişilikleri anlatılan bir aile aleyhine kalkışmışsın. Onları, hiçbir delilin olmadan hırsızlıkla suçluyormuşsun." dedi. Bunun üzerine geri döndüm ve "Keşke bir kı sım mallarımı kaybetseydim de Resûlüllah'a bu hususu anlatmadaydım." diye pişmanlık duydum. Amcak Rifaa bana geldi ve "Yeğenim ne yaptın?" dedi. Ona, Resûlüllah'ın bana söylediği şeyleri haber verdim. O da "Allah yardımcımız olsun." dedi. Çok geçmeden işte bu surenin yüz beşinci âyetinden yüz on altıncı âyetine kadar olan âyetler nazil oldu. O âyetlerde şöyle buyuruluyordu: "Ey Rasûlüm, şüphesiz ki Allah'ın gösterdiği şekilde, insanlar arasında hükmetmen için biz Kur'an'ı sana hak olarak indirdik. Sen, hainlerin savunucusu ol ma." (Yani Übeyrikin oğullarının savunucusu olma. Katade'ye söylediklerinden dolayı da) "Allah'tan bağışlanma iste. Şüphesiz ki Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir." "Kendi nefislerine hainlik edenleri savunma. Şüphesiz ki Allah, hain günahkârı sevmez. Yaptıkları günahları insanlardan gizlerler de Allah'tan gizlemezler. Oysa geceleyin, Allah'ın razı olmadığı sözü tertipledikleri vakit Allah onlarla beraberdi. Allah onların yaptıklarım ilmiyle kuşatıcıdır." "Dünya hayatında onları siz savunuyorsunuz peki kıyamet gününde Allah'ın huzurunda onları kim savunacaktır? Yahut onlara kim vekil olacaktır?" "Kim bir kötülük işler veya nefsine zulmeder de sonra Allah'tan bağışlanmasını dilerse Allah'ı mağfiret ve merhamet edici olarak bulur." "Kim bir günah kazanırsa an cak kendi aleyhine kazanmış olur. Allah her şeyi bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir." "Kim bir hata yapar veya günah işler de sonra (Übeyrikin oğullarının, Lebide attıkları gibi) onu suçsuz birinin üzerine atarsa şüphesiz o, iftira ve apa çık bir günah yüklenmiş olur." "Eğer Allah'ın sana lütfü ve merhameti olmasay dı onlardan bir topluluk seni saptırmaya çalışırdı. Halbuki onlar ancak kendi ne fislerini saptırırlar. Sana hiçbir zarar veremezler. Allah sana kitap ve hikmet indirmiş ve sana bilmediğin şeyleri öğretmiştir. Allah'ın sana olan lütfü büyüktür." "Sadaka vermeyi, iyilik yapmayı ve insanlar arasında sulh yapılmasını emreden kimse müstesna, onların fısıltılarının çoğunda hiçbir hayır yoktur. Kim bunları Allah'ın rızasını kazanmak için yaparsa ilerde ona büyük bir mükâfaat vereceğiz." Katade b. Numan diyor ki: "Bu âyetler inince çalınan silahlar Resûlüllah'a getirildi. Resûlüllah onları Rifa'ya verdi. Silahları amcam Rifaa'ya ben teslim ettim. Amcam, ömrünü cahiliye döneminde geçirmiş, ihtiyar birisiydi. Ben onun, istemeyerek müslüman olduğu kanaatindeydim. Ona silahları götürünce şöyle dedi: "Yeğenim bunları Allah yoluna veriyorum." İşte o zaman sağlam bir şekilde müslaman olduğu kanaatine vardım." Bu âyetler inince Übeyrikin oğullarından Beşir, müşriklerin safına geçti. Sa'd'in kızı Sülaka'nın yanında kalmaya başladı. Bunun üzerine Allahü teâlâ: "Kendisine doğru yol açıklandıktan sonra kim Peygamberle ayrılığa düşer ve mü’minlerin yolunun dışında bir yol takib ederse onu gittiği yolda bırakırız ve cehenneme atarız. O cehennem ne kötü bir yerdir." "Şüphesiz Allah kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz. Bunun dışında dilediğini bağışlar. Kim Allah'a ortak koşarsa muhakkak ki derin bir sapıklığa düşmüştür." Nisa sûresi, 4/115, 116 Âyetlerini indirdi. Katade b. Numan diyor ki: "Beşir, Sülaka'nın yanında kalırken Hassan b. Sabit, kadının o erkekle ilişkisi olduğuna dair aleyhine bir şiir yazdı. Bunun üzerine kadın, Beşir'in bineğinin eğerini alıp başının üzerinde taşıyarak götürüp "Ebtah" denen yere attı ve ona: "Sen bana, Hassan'ın şiirlerini mi hediye getirdin? Zaten senden bana hiçbir hayır gelmemiştir." dedi. Tirmizi, K. Tefsir el-Kur'an, Sûre 4, Hadis no: 3036 Bu hususta Taberi birkaç Rivâyet daha zikretmiştir. a- Katade b. Dumc'ye göre bu âyetler, Ensar'dan bir kişi olan Übeyrikin oğlu Tu'me hakkında nazil olmuştur. Tu'me, amcasının kendisine emanet ettiği zırhı çalmış sonra onu, Zeyd b. es-Semin diye adlandırılan bir Yahudinin çaldığını söylemiştir. Yahudi gelip Resûlüllah'a şikâyette bulununca Tu'me'nin kabilesi gelip Resûlüllah'ın Tu'me'yi savunmasını istemişler Resûlüllah da onu savunmak isterken Allahü teâlâ, hakkında bu âyetleri indirmiş ve Tu'me'yi savunmamasını emretmiştir. Bu olaydan sonra Tu'me dinden çıkıp Mekke'deki müşriklerin yanına gitmiş Allahü teâlâ da onun hakkında "Kendisine doğru yol açıklandıktan sonra kim Peygamberle ayrılığa düşer ve mü’minlerin yolunun dışında bir yol takibederse onu takibettiği yolda bırakırız ve cehenneme atarız. O cehennem ne kötü bir yerdir. Nisa sûresi, 4/115 buyurmuştur. b- Abdullah b. Abbas'tan nakledilen diğer bir Rivâyete göre Resûlüllah ile beraber savaşa çıkan Ensar'dan birinin zırhı çalındı. Zırhın sahibi onu, Tu'me b. Übeyrik'in çaldığını söyledi. Tu'me Resûlüllah'a getirildi. Hırsız bunu görünce zırhı götürüp suçsuz bir adamın evine attı ve kendi akrabalarına: "Ben zırhı or tadan kaldırdım, onu götürüp filanın evine attım. O zırh o kişinin evinde bulu nacaktır." dedi. Bunun üzerine hırsızın akrabaları geceleyin Resûlüllah'a gide rek "Ey Allah'ın Resulü, bizim adamımız bundan beridir. Zırhı çalan falandır. Biz bunu öğrendik. Sen insanların huzurunda arkadaşımızın suçsuz olduğunu ilan et ve onu savun. Zira Allah onu senin vasıtanla korumayacak olursa o helak olur." dediler. Resûlüllah da insanların huzurunda o kişinin suçsuz olduğunu söyledi. İşte bunun üzerine bu âyetler nazil oldu. Resûlüllah'ı ve hırsızı himaye edenleri uyardı. c- İbn-i Zeyd'e göre ise olay şöyledir; Resûlüllah zamanında demirden bir zırh çalınmış ve suç, bir Yahudinin üzerine atılmıştır. Yahudi kendisini savu nunca hırsızın komşuları, hırsızlık yapanı temize çıkamuşlar, hırsızlığı Yahudi nin yaptığını söylemişler ve Resûlüllah'a "Ey Allah'ın Resulü, bu murdar Yahu di, Allah'ı inkâr etmektedir. Sen onu getirip hesaba çeksen iyi olur." dediler. Re sulullah da Yahudiye bir kısım sözler söyledi. İşte bunun üzerine bu âyetler nazil oldu. Resûlüllah'a sistem etti. Hırsızı savunan komşularını da kınadı. d- Süddi'ye göre ise bu âyet-i kerimeler, bir Yahudinin, kendisine zırhını emanet ettiği Übeyrikin oğlu Tu'me hakkında nazil olmuştur. Yahudi, Tu'me'ye emanet ettiği zırhını, onunla beraber Tu'menin evinde belli bir yere gömdüler. Sonra Tu'me orayı eşip zırhı çıkardı. Yahudi gelip zırhını isteyince Tu'me onu inkâr etti. Yahudi, akrabalarına gidip: "Benimle birlikte gelin. Ben zırhın nereye gömüldüğünü biliyorum." dedi. Tu'me onların geleceklerini öğrenince zırhı alıp Ebû Müleyl el-Ensari adındaki kişinin evine attı. Yahudi gelip zırhını aradı fakat bulamadı. Bunun üzerine Tu'me ve akrabaları, Yahudiye hakaret ettiler. Tu'me Yahudilere: "Siz beni ihanetle mi suçluyorsunuz?" dedi. Gelenler Tu'me nin evinde zırhı aradılar. Bir ara Ebû Müleyl'in evine yukardan bakarken zırhın orada olduğunu gördüler. Bunun üzerine Tu'me, "Bu zırhı Ebû Müleyl almış." dedi. Ensardan olanlar Tu'meyi savundular. Tu'me onlara: "Haydin Resûlüllah'a gidelim ona söyleyin beni savunsun ve Yahudilerin delilini çürütsün. Zira ben yalancı çıkacak olursam Yahudi bütün Medine halkına karşı yalan söyler." dedi. Bunun üzerine Ensardan bir kısım insanlar Resûlüllah'a gidip "Ey Allah'ın Re sulü, sen Tu'me'yi savun ve Yahudiyi yalancı çıkar." demişler. Resûlüllah da bunu yapmak istemiş ve bunun üzerine Allahü teâlâ: "Sen, hainlerin savunucusu olma." âyetini ve ondan sonra gelen âyetleri indirmiş ve Resûlüllah'ı uyannış ve ihanet edeni savunanları da kınamıştır. e- İkrime'ye göre ise bu âyet-i kerimeler, Übeyrikin oğlu Tu'me hakkında nazil olmuştur. Ensardan birisi buna, içinde bir zırhı bulunan deposunu emanet etmiş daha sonra gelip orayı açtığında zırhını bulamamış ve onu Tu'me'ye sormuş, Tu'me de: "Zeyd b. es-Semin" diye adlandırılan bir Yahudinin onu aldığını söylemiş fakat zırhın sahibi, Tu'me'nin yakasını bırakmamıştır. Onun akrabaları bu hali görünce Resûlüllah'a gidip, Tu'meyi savunmasını istemişler, bunun üzerine de bu âyetler nazil olmuş ve Resûlüllah'ı uyarmış, Tu'me'nin kavmini de kınamıştır. 107Kendi nefislerine hainlik edenleri savunma. Şüphesiz ki Allah, hain günahkârı sevmez. Ey Rasûlüm, hırsızlık yaparak haram mal yiyip nefislerine zulmedenleri savunma. Çünkü Allah, hiçbir haini ve günahkarı kevmez. Yukarıda da izah edildiği gibi, burada, nefislerine hainlik ettikleri zikre dilenlerden maksat, Übeyrikin oğullarıdır. 108Onlar, yaptıkları günahları insanlardan gizlerler de Allah'tan gizlemezler. Oysa, geceleyin, Allah'ın razı olmadığı sözü tertipledikleri vakit Allah onlarla beraberdi. Allah onların yaptıklarını ilmiyle kuşatıcıdır. Bu hainler, işledikleri günahları ve yaptıkları ihanetleri, utandıkları ve çekindikleri için kendilerini ayıplamaktan başka hiçbir şey yapmayacak olan insanlardan gizlerler. Fakat bütün yaptıklarını gören, onları cezalandıracak olan ve bu sebeple kendisinden gizlenilmeye daha layık olan Allah'tan gizlemezler. Halbuki geceleyin, Allah'ın razı olmadığı sözü tertipledikleri vakit Allah öfılarla beraberdi. Allah onların yaptıklarını ilmiyle kuşatıcıdır. Geceleyin tertiplendiği zikredilen şeylerden maksat, hırsızlık veya iha net eden kişiyi Resûlüllah'ın huzurunda temize çıkarma planlandır. Bu planı ya panlardan maksat ise Übeyrikin oğullarını savunanlardır. 109Dünya hayatında onları siz savunuyorsunuz. Peki kıyamet gününde Allah'ın huzurunda onları kim savunacaktır. Yahut onlara kim vekil olacaktır? Yaptıkları kötülükleri ve işledikleri suçları bilmeyerek de olsa Übeyrikin oğullarını siz savunuyorsunuz. Fakat âhirette Allah'ın, kendilerinin suçlu olduklarını kesin olarak bildiği bu kimseleri orada kim savunacaktır? Buradan anlaşılıyor ki herhangi bir hususta bir teşebbüse geçmeden önce o husus iyice incelenmeli ve yapılan iş sağlam yapılmalı, hatalardan sakınılmalıdır. Aksi takdirde bunun da mânevi bir sorumluluğu vardır. 110Kim bir kötülük işler veya nefsine zulmeder de sonra Allah'tan bağışlanmasını dilerse Allah'ı, mağfiret edici olarak bulur. Bir kısım müfessirler, bu âyet-i kerime’nin, bundan önce geçen yüz yedinci âyette kendi nefislerine ihanet ettikleri zikredilen kimseler hakkında nazil olduğunu söylemişler diğer bir kısım müfessirler ise bu âyetin, yüz dokuzuncu âyette beyan edilen, kendi nefislerine hainlik edenleri savunanlar hakkında nazil olduğunu söylemişlerdir. Taberi diyor ki: "Âyet-i kerime, hainler ve hainleri savunanlar hakkında nazil olsa da her kötülük işleyen veya kendi nefsine zulmedeni ifadesi içine al maktadır. Ve bu âyet, Muhammed ümmeti için büyük bir lütuftur. Bu hususta Ebû Vâil diyor ki: "Abdullah b. Mes'ud dedi ki: "İsrailoğullarından biri bir günah işlediğinde onun günahının keffareti kapısının üzerine yazılırdı. Onlardan birinin bir yerine idrar dokunsa orayı makasla kesmek zorundaydılar." Abdullah b. Mes'ud'un bu sözleri üzerine bir adam: "Şüphesiz ki Allah, İsrailoğullarına hayırlı şeyler vermiş." dedi. İbn-i Mes'ud da "Allah'ın size ver diği, onlara verdiğinden daha hayırlıdır. Allah sizin için suyu temizleyici kılmıştır. Günahlarınızın affedilmesi için de şöyle buyurmuştur "O takva sahipleri bir haksızlık yaptıkları veya nefislerine zulmettikleri zaman Allah'ı hatırlarlar ve hemen günahlarının bağışlanmasını isterler Âl-i imran sûresi, 3/135 Kim bir kötülük işler veya nefsine zulmeder de sonra Allah'tan bağışlanmasını dilerse Allah'ı affedici ve merhamet edici olarak bulur." Habab b. Ebi Sabit diyor ki: "Bir kadın Abdullah b. Muğaffel'e geldi ve ona, bir kadının fuhuş yaparak hamile kaldığını daha sonra da doğurduğu çocuğu öldürdüğünü ve bu kadının durumunun ne olacağını sordu. Abdullah da: "Onun için cehennem ateşinden başka bir şey yoktur." dedi. Kadın ağlayarak . ayrılıp gitti. Abdullah kadını geri çağırdı ve ona: "Ben senin meseleni şu iki günahtan biri olarak görüyorum," dedi. Ve "Kim bir kötülük işler veya nefsine zulmeder de sonra Allah'tan bağışlanmasını dilerse Allah'ı mağfiret ve merhamet edici olarak bulur." âyetini okudu. Abdullah b. Abbas da bu âyeti izah ederken şunları söylemiştir: "Allahü teâlâ bu âyet-i kerime’de, kullarına karşı affedici olduğunu, yumuşak davrandığını, rahmetinin ve lütfunun bol olduğunu beyan etmektedir. Kul, büyük küçük herhangi bir günah işler de sonra Allah'tan onun affını dilerse Allah'ın affedici ve merhamet edici olduğunu görür. Günahı çok olsa bile. 111Kim bir günah kazanırsa ancak kendi aleyhine kazanmış olur. Allah, herşeyi çok iyi bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir. Kim, bilerek ve kasıtlı olarak bir günah işlerse, günahının vebali ve ayıbı kendisine aittir. Zira âhirette kimse kimsenin günahını yüklenmeyecektir. O halde ey akrabalar, içinizden günahkâr olanları savunmaya kalkmayın. Yoksa siz de günahkâr olursunuz. Allah herşeyi çok iyi bilendir, hüküm ve ihkmet sahibidir. Herkese yaptığının karşılığını verecektir. Daha önce de zikredildiği gibi bu âyetin de Übeyrik oğulları hakkında nazil olduğu Rivâyet edilmiştir. 112Kim bir hata yapar veya günah işler de sonra onu suçsuz birinin üzerine atarsa şüphesiz o, iftira ve apaçık bir günah yüklenmiş olur. Kim, kasıtsız olarak bir hata işler veya Übeyrikin oğullarının yaptıkları gibi kasıtlı bir şekilde günah işler sonra da hatasını veya günahını, masum olan bir başkasına yüklemeye kalkarsa işte böyle bir insan şüphesiz ki büyük bir iftirada bulunmuş ve apaçık bir günah işlemiş olur. Âyette zikretilen "Hata", kasıtlı veya kasıtsız olarak işlenen günahtır. "Günah" diye tercüme edilen kelimesi ise, kasıtlı olarak işlenen günahı ifade eder. Bu sebeple bu kelimeler ayrı ayrı zikredilmişlerdir. Müfessirler bu âyette, işlediği günahı başkalarının üzerine attığı zikredilen kişiden maksadın, Übeyrikin oğlu olduğu hususunda ittifak etmişler, ancak üzerine suç atılan masum kişinin kim olduğu hususunda farklı görüşler zikretmişlerdir. Bazılarına göre bu kişi, Lebid b. Sehl bazılarına göre ise Zeyd b. es-Semin adlı bir Yahudidir. 113Eğer Allah'ın sana lütuf ve rahmeti olmasaydı onlardan bir topluluk seni saptırmaya çalışırdı. Halbuki onlar ancak kendi nefislerini saptırırlar. Sana hiçbir zarar veremezler. Allah sana kitap ve hikmet indirmiş ve sana bilmediğin şeyleri öğretmiştir. Allah'ın sana olan lütfü büyüktür. Ey Rasûlüm, eğer Allah, hainlerin durumunu açıklayarak seni koruma lütfunda bulunmayıp sana merhamet etmeseydi, onlardan bir fırka, o hıyanet eden kimsenin durumunu gizleyerek ve suçsuz olduğuna dair şahitlik ederek seni doğru yoldan kaydırdı. Halbuki onlar ancak kendilerini doğru yoldan saptırırlar Onlar sana bir zarar veremezler. Çünkü Allah seni davanda kararlı kılmış ve hataya düşmeni önlemiştir. Allah sana Kur'an'i ve Allah'ın hükümlerini bilme hikmetini indirdi. Geçmişe ve geleceğe dair haberler gibi bilmediğin şeyleri sana bildirdi. Allah'ın sana olan lütfu pek büyüktür. Bu sebeple sana vermiş ol duğu nimetlere karşı ona şükret. Âyet-i kerime’de, "Eğer Allah'ın sana lütfü ve merhameti olmasaydı onlardan bir topluluk seni saptırmaya çalışırdı." buyurulmaktadır. Burada topluluğun Resûlüllah'ı saptırmaya çalışması, ihanet edenin durumu hakkında Resûlüllah'ı tereddüde düşünneleri, o kişinin suçsuzluğuna dair şahitlik eüneleri ve Resûlüllah'tan onu temize çıkarmasını istemeleridir. Âyet-i kerime’de: "Halbuki onlar ancak kendi nefislerini saptırırlar." buyurulmaktadır. Bundan maksat ise bunların, Allah'ın kendilerine mubah kılmadığı bir şeye kendilerini sokmaları ve kendilerini günaha sürüklemeleridir. Zira Allahü teâlâ, başka bir âyette mü’minlere: "İyilikte ve takvada yardımlasın. Günah işleme ve düşmanlık yapmakta yardımlaşmayın... Maide sûresi, 5/2 buyurulmuştur. Hain kimselere yardım etmeye kalkışanlar, kendilerini hak yoldan saptırmış olurlar. Âyet-i kerime’de, Allahü teâlânın, Resûlüllah'a, kitabın yanında hikmeti de indirdiği beyan edilmektedir. Buradaki "Hikmet"ten maksat, Kur'an'da mücmel olarak zikredilen helallar, haramlar, emirler, yasaklar, hükümler, vaadler ve teh ditlerdir. 114Sadaka vermeyi, iyilik yapmayı veya insanlar arasında sulh ya pılmasını emreden kimse müstesna, onların fısıltılarının çoğunda hiçbir hayır yoktur. Kim bunları, Allah'ın rızasını kazanmak için yaparsa ilerde ona büyük bir mükâfaat vereceğiz. İnsanların fısıltılarının çoğunda hiçbir hayır yoktur. Sadaka vermeyi, iyilikte bulunmayı veya anlaşmazlık içerisinde bulunan insanların arasını bulmayı emredenin fısıltısı müstesnadır. Kim bu hayırları Allah'ın rızasını kazanmak için yaparsa ileride ona büyük bir mükâfaat vereceğiz. Taberi bu âyet-i kerime’deki çeşitli kıraat şekillerini zikrettikten sonra demiştir ki: "Âyetin mânâsını, fısıltılarda hayır yoktur. Sadece bazılarında hayır vardır. O da sadaka vermeyi veya iyilikte bulunmayı emretmek yahut insanların arasını bulmaktır." şeklinde izah etmek doğru değildir. Şu şekilde izah etmek daha doğrudur. Fısıltı yapanların çoğunda hayır yoktur. Ancak sadaka vermeyi veya iyilikte bulunmayı emreden yahut insanların arasım düzeltenler müstesnadır. İşte fısıldaşanlardan hayırlı olanlar bunlardır." Birinci izah şekli Basralıların, ikinci izah şekli ise Kufelilerin kıraatlarına göredir. 115Kendisine doğru yol belli olduktan sonra kim Peygamberle ayrı lığa düşer ve mü’minlerin yolunun dışında bir yol takib ederse onu gittiği yolda bırakırız ve cehenneme atarız. O cehennem ne kötü bir yerdir. Kim Muhammed'in, Allah'ın Peygamberi olduğunu ve getirdiklerinin de Allah katından olduğunu, insanları doğru yola ilettiğini anladıktan sonra Allah'ın Peygamberi Muhammed'e karşı çıkar, ona düşman kesilip ondan ayrılırsa ve Muhammed'i tasdik edenlerin yolunun dışında bir yol tutacak olursa biz onu, tuttuğu yolda bırakır onu, yardım dilediği putlarına terkederiz. Onlar da ona hiç bir fayda sağlayamazlar ve Allah'ın azabını ondan uzaklaştıramazlar. Biz de onu cehenneme sokarız. O cehennem ne kötü bir yerdir. Daha önce de açıklandığı gibi bu âyet-i kerime, Tu'me b. Übeyrik gibi, ihanet eden, ihanetinden sonra tevbe etmeyen, aksine mü’minleri bırakıp putlara tapan müşriklere sığman ve dinden dönerek Resûlüllah ile ayrılığa düşen kimseler hakkında nazil olmuştur. Bu âyet-i kerime, serî delillerden sayılan İCMA'ın, dinî hükümlere delil olduğunu göster mekledir. Zira âyette "...Kim, mü’minlerin yolunun dışında bir yol takib ederse onu, gittiği yolda bırakırız ve cehenneme atanz." buyurulmaktadır. Sahih hadislerde de beyan edildiği gibi İslam ümmetinin sapıklık üzerinde ittifak etmeleri mümkün değildir. Bu itibarla ümmetin üzerinde ittifak ettiği husus, mü’minlerin tuttuğu yoldur. Bu yola uymak mecburiyeti vardır. Bundan ayrılanların akıbeti, Âyet-i kerime’nin ifade ettiği gibi cehenneme konulmaktır. 116Şüphesiz Allah, kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz. Bunun dışında dilediğini bağışlar. Kim Allah'a ortak koşarsa muhakkak ki derin bir sapıklığa düşmüştür. Şüphesiz ki Allah, Tu'me b. Übeyrik gibi, kendisine ortak koşan ve müş rik olarak ölenleri affetmez. Allah'a ortak koşma dışında başka bir günah işle yen kimselerin ise affedilmeleri Allah'a kalmıştır. Allah onlardan dilediğini af feder, dilediğini ise cezalandırır. Kim Allah'a ibadetinde ortak koşmuş olursa şüphesiz ki o, hak yoldan kaymış, derin bir sapıklığa düşmüştür. Zira o, Allah'a ibadette ona ortak koşmasıyla şeytana itaat etmiş ve onun yolundan gitmiş olur. Bu da büyük bir sapıklık ve açık bir hüsrandır. Allah'a ortak koşmaktan daha büyük bir günah yoktur. Bu hususta Ab dullah b. Mes'ud şöyle diyor: "Ben Resûlüllah'tan "Allah katında en büyük günah hangisidir?" diye sordum. Resûlüllah buyurdu ki: "Başka bir şeyi, seni yarattığı halde Allah'a eş koşmandır." Dedim ki: "Bunun büyük olduğu muhakkak. Bundan sonra hangisi büyüktür?" Buyurdu ki: "Seninle beraber yemek yiyeceğinden korkarak çocuğunu öldürmendir." Dedim ki: "Bundan sonra hangisidir?" Buyurdu ki: "Komşunun karısıyla zina etmendir." Buhari, K, el-Tefsir el-Kur'an, Sûre 2, bab: 3, Sûre 25, bab: 2. K. el-edeb, bab: 20 Müslim, K. et-imam, bab: 141, Hadis no: 86 117Onlar, Allah'ı bırakıp da sadece bir takım dişilere taparlar. Böylece ancak inatçı şeytana tapmış olurlar. Allah'a ortak koşan müşrikler, Allah'ı bırakıp da dişilerin adlarını taktıkları, Lat, Uzza, Menat gibi putlara taparlar. Bunların ilâh ve rab oldukların iddia ederler. Onlar bu davranışlarıyla ancak, Allah'a isyan eden şeytana tapmış olurlar. Bu da onların, sapıklık ve inkâr içinde olduklarının ve doğru yoldan ayrıl dıklarının en büyük delilidir. Zira onlar herşeyin dişisini o şeyin kötüsü sayarlar. Buna rağmen onu ilâh kabul edip ona taparlar. Müşreklir, taptıkları varlıklara dişi adlanın koyuyarlar hatta meleklerin de Allah'ın kızları olduklarını iddia ediyorlardı. Âyet-i kerime bu hususa işaret ederek insanların ötedenberi tanrıça edinme sapıklıklarını kınamaktadır. Müfessirler Âyet-i kerime’de, müşriklerin taptıkları zikredilen dişilerden neyin kasdedildiği hususunda çeşitli görüşler zikretmişlerdir. a- Ebû Malik, Süddi ve İbn-i Zeyd'e göre burada müşriklerin taptıkları zikredilen dişilerden maksat, kendilerine dişi adlarını verdikleri putlardır. Mesela, Lût, Uzza, Menat, Naile vb. putlar, kendilerine dişi adları takılan putlardır. b- Abdullah b. Abbas, Katade ve Hasan-ı Basri'den nakledilen diğer bir görüşe göre bu âyette kendilerine tapınıldıktan belirtilen dişilerden maksat, taş ve ağaçlar gibi cansız varlıklar ve putlaştırılan ölülerdir. c- Dehhak'a göre ise âyette zikredilen dişilerden maksat, meleklerdir. Çünkü müşrikler, meleklerin Allah'ın kızlan olduklarını zannediyorlardı. d- Hasan-ı Basri'den nakledilen diğer bir görüşe göre bu âyette zikredilen dişiden maksat, putlar demektir. Zira müşrikler putlarına "Dişiler" derlerdi. Bu hususta Ebû Reca, Hasan-ı Basri'nin şunları söylediğini rivâyet etmiştir. Arap kabilelerinden her bir kabilenin kendisine ait bir putu bulunuyordu. Onlar, putlarını kasdederek "Filan kabilenin dişisi." diyorlardı. c- Mücahid ve Urve'den nakledilen diğer bir görüşe göre burada zikredi len "Dişiler"den maksat, putlar demektir. Taberi diyor ki: "Bu âyette zikredilen dişilerden maksat, kendilerine dişi adları takılan Lat, Uzza, Naile, Menat gibi putlardır. Doğru olan görüş de budur. Zira dişi kelimesinin Arapçadaki en açık mânâsı "Dişi olmak" demektir. Bu kelimeyi en açık manâsıyla yorumlamak icabeder. Bu mânâda yorumlandığında da bundan maksadın, kendilerine dişi adları takılan putlar olduğunu söylemek gerekir. 118Bak. Âyet 119. 119O şeytan ki Allah ona lanet etti. O da şöyle dedi: "Yemin olsun ki kullarından belirli bir kısmını alacağım. Onları mutlaka saptıracağım. Onları boş kuruntulara sokacağım ve onlara emredeceğim. Hayvanların kulaklarını yaracaklar. Yine onlara emredeceğim, Allah'ın yaratışını değiştirecekler." Kim, Allah'ı bırakıp da şeytanı dost edinirse şüphesiz ki o, apaçık bir hüsrana uğramış olur. Allah'ı bırakıp da dişilerin adlarını taktıkları bir kısım putlara tapan ve böylece Allah'ın huzurundan kovulmuş olan şeytana tapmış olan bu müşriklerin varacakları yer cehennemdir. Tapmış oldukları o şeytanı ise, Allah, rahmetinden uzaklaştırmış ve rüsvay etmiştir. Şeytan da rabbine, aldatmaları ve vesveseleriyle kullarından belli bir kısmını yakalayacağını, onları İslamdan saptırıp inkâra düşüreceğini ve bir kısım boş kuruntularla onların kalblerini kaydıracağını ve o kullara emrederek bir kısım hayvanların kulaklarını yardırıp putlara adatacağını yine onlara emredip Allah'ın yarattığı şekli değiştirmeye sürükleyeceğini söylemiştir. Allah da şeytanın aldatıp kendisine bağladığı bu kimselere, apaçık bir hüsrana düşeceklerini beyan etmiştir. Taberi diyor ki: "Eğer denilecek olursa ki "Şeytan, Allah'ın kullarından bir kısmını kendisine nasıl bağlayabilir?" Cevaben denilir ki "Şeytan onları doğru yoldan saptırarak, onları kendisine itaat etmeye çağırarak ve onlara sapıklığı ve İnkârı süslü göstererek onların ayaklarını doğru yoldan kaydınr. İşte bunlar dan, şeytanın çağırışına ve süslü gösterdiği şeylere uyanlar ve bu âyette zikredilen, şeytanın kendisine bağladığı belli kimselerdir. Allahü teâlâ şeytanın bu davranışını zikrederek, doğru yolu gördükten sonra Peygamberle ayrılığa düşenle rin şeytanın payına düştüklerini beyan etmiştir. Âyet-i kerime’de, şeytanın bir kısım kullara emrederek onlara, hayvanların kulaklarını yardırdığı beyan edilmiştir. Burada, kulaklarının yardırılacağı beyan edilen hayvanlardan maksat, bu şekilde işaretlenerek tağutlara ve putlara tahsis edilen "Bahire" ve "Saibe" gibi isimlerle isimlendirilen hayvanlardır. Bu hususta Katade ve Süddi demişlerdir ki: "Şeytanın müşriklere verdiği vesvese üzerine onlar hayvanların kulaklarını yarıp "Bahire" ve "Saibe" adını takıyor ve putlarına adıyorlardı." Âyet-i kerime’de, şeytanın, kendisine uyan insanlara emrederek Allah'ın yaratışım değiştireceği zikredilmektedir. Müfessirler, âyette geçen ve "Allah'ın yaratışı" diye tercüme edilen ifadesini çeşitli şekillerde izah etmişlerdir. a- Abdullah b. Abbas, Enes b. Malik, Rebi' b. Enes, İkrime ve Ebû Salih'e göre burada bir kısım insanların, şeytanın kendilerine emretmesiyle değiştirdikleri "Allah'ın yaratışı"ndan maksat, hayvanları kısırlaştırmaktır. Ancak Hasan-ı Basri'nin, koçlarını kısırlaştırılmasında bir mahzur görmediği, Mücahid'in de buradaki (......) dan maksadın, "Allah'ın dini" demek olduğu Rivâyet edilmiştir. b- Abdullah b. Abbas, İbrahim en-Nehai, Mücahid, İkrime, Hasan-ı Basri, Katade, Kasım, Süddi, Dehhak ve İbn-i Zeyd'den nakledilen diğer bir görüşe göre âyette bir kısım insanların, şeytanın emriyle değiştirdikleri zikredilen "Allah'ın yaratışından maksat, "Allah'ın dinidir" Buna göre şeytana tabi olanlar, onun emriyle Allah'ın dinini değiştirmeye kalkışırlar." demektir. c- Hasan-ı Basri ve Abdullah b. Mes'ud'dan nakledilen diğer bir görüşe göre burada "Allah'ın yaratışını değiştirme" diye zikredilen şeyden maksat, insanların "Dövme" yaptırmaları, dişlerini törpületerek aralarını açtırmaları, tüylerini aldırmaları vb. şeylerdir. Bu hususta Abdullah b. Mes'ud'un şunları söylediği rivâyet edilmiştir. "Allah, vücuduna dövme yaptıran kadına da yapan kadına da, tüylerini alan kadına da aldıran kadına da, güzeleşmek için dişlerini torpilleterek aralarını açan kadına da, hasılı, Allah'ın yarattığını değiştiren her kadına da lanet eder. Buhari, K. Tefsir el-Kur'an, Sûre 59, bab: 4 Taberi diyor ki: "Bu görüşlerden tercihe şayan olanı, "Allah'ın yarattığın dan maksat Allah'ın dinidir." diyen görüştür. Zira diğer bir âyet, bu âyetteki "Allah'ın yarattığından maksadın", Allah'ın dini olduğunu ifade etmektedir ki o âyet de şudur: "Ey Rasûlüm, hakka yönelerek yüzünü dosdoğru bir şekilde dine çevir. Bu, Allah'ın insanlara verdiği bir fıtrattır. Rum sûresi, 30/30 Âyet-i kerime’de geçen "Allah'ın yaratışından maksadın din olduğu söylendiği takdirde burada zikredilen diğer bütün görüşler bunun içine girmiş olur. Zira, Allah'ın, kısırlaştırmasını yasakladığı varlığı kısırlaştırmak, dövme yapmak gibi yasakladığ işeyleri yapmak, Allah'a karşı gelmektir ve onun dininin hükümlerini değiştirmeye kalkmaktır. Âyeti genel bir şekilde yorumlayarak dinin herhangi bir hükmünü değiştirmeye kalkmanın burada zikredildiğini söylemek dinin sadece belli hükümlerinin değiştirilmesini kasdettiğini söylemekten daha evladır. Âyetin sadece kısırlaştırmayı veya dövme yaptırmayı yasakladığını söylemek onu geniş mânâsından çıkarıp dar bir mânâda izah etmek olur ki bu da isabetli değildir. Âyet-i kerime’nin sonunda "Kim Allah'ı bırakıp da şeytanı dost edinirse şüphesiz ki o, apaçık bir hüsrana uğramış olur." buyurulmaktadır. Allahü teâlâ âyet-i kerime’nin bu bölümünde, kendilerine doğru yol belli olduktan sonra Allah ve Resulüyle ayrılığa düşen, dolayısıyla şeytanın taraftan olan insanların ha lini bildirmekte ve buyurmaktadır ki, "Kim Allah'a isyanda ve emirlerine karşı gelmekte şeytana itaat eder, onu dost edinir ve yardımcı kabul edecek olursa şüphesiz ki o apaçık bir şekilde hücrana sürüklenmiş ve kendisine yazık etmiş olur. Zira Allah'a karşı günahlarından dolayı Allah'ın onu cezalandırması halin de şeytanın ona yardım etmeye hiçbir gücü yoktur. Bilakis onun şeytana muhtaç olduğu bir sırada onu yalnız bırakıp ondan uzaklaşacaktır. Şeytan öyle bir kişi ile dünyada yaşadığı sürece ve cezalandırılması ertelenmiş olduğu müddetçe be raber olur. Nitekim bu husus, bundan sonra gelen âyette açıklanmaktadır. 120Şeytan onlara vaadlerde bulunur ve onları kuruntulara sokar. Halbuki şeytan onlara, aldatıcı şeylerden başkasını vaad etmez. Şeytan o müşriklere yardım edeceğini ve onları savunacağını vaad eder. Onları, düşmanlarına karşı muzaffer olacakları kuruntusuna kaptırır. Halbuki şeytan onlara, aldatmacadan başka bir şey vaad etmez. *Bu hususta diğer bir âyet-i kerime’de de şöyle buyurulmaktadır: "Allah'ın emri yerine gelince şeytan şöyle der. "Şüphesiz Allah size gerçek bir va-adde bulunmuştu. Ben de size vaadde bulunmuştum. Fakat vaadimi bozdum. Benim, sizin üzerinizde bir nüfuzum yoktur. Fakat sizi sapıklığa çağırdım siz de bana uydunuz. O halde beni kınamayın, nefsinizi kınayın. Artık ne ben sizi kurtarabilirim ne de siz beni. Daha önce beni, Allah'a ortak koşmanızı reddediyo rum." Elbette zalimlere can yakıcı bir azap vardır. İbrahim sûresi, 14/22 Yine şeytan, yaptıkları amelleri kendilerine süslü gösterdiği müşriklere Bedir savaşında şunları söylemiştir: Bu hususu şu âyet-i kerime şöyle beyan etmiştir: "O zaman şeytan onların yaptıklarını kendilerine güzel göstermiş "Bu gün insanlardan sizi yenecek hiçbir kimse yoktur. Ben de mutlaka sizin yanınız dayım." demişti. İki tkopluluk birbirine görününce de geri dönüp "Ben sizden uzağım. Ben sizin görmediğiniz şeyleri görüyorum. Ben Allah'tan korkuyorum. Allah, cezası pek şiddetli olandır." demiştir. Enfal sûresi, 8/48 Evet, Allah düşmanı şeytanın aldattığı kimselerin, tam kendilerine muh taç olduğu bir sırada vaadleri boşa çıkmış, veridği vesveseleri, engin çöllerdeki serap gibi olmuştur. Allahü teâlâ bu hususta da şöyle buyurmaktadır: "İnkâr edenlerin amelleri düz bir arazideki serap gibidir. Susayan onu su zanneder. Fa kat oraya vardığında umduğundan hiçbir şey bulamaz. Yanında sadece Allah'ı bulur. O da onun hesabını eksiksiz görüverir. Allah, hesabı sür'atli olandır." Nur sûresi, 24/39 121işte bunların varacakları yer cehennemdir. Orada kaçacak bir yer de bulamayacaklardır. Şeytanın vesveselerine kanan ve vaadlerine inanan insanların, kıyamet gününde varıp kalacakları yer cehennemdir. Orada ebedi olarak kalacaklardır. Onlar kendilerini oradan kurtaracak bir kimse de bulamayacaklardır. Orayı başka bir yerle de değiştiremeyeceklerdir. Nesei K. es-Salah el-Iydeyn, bab: 22 / Müslim, K. el-Cümüa, bab: 43, H.N. 867 Ebû Davud, K. es-Sünne, bab: 5, Hadis no: 4607 122İman edip salîh ameller işleyenleri ise altlarından ırmaklar akan cennetlere koyacağız. Orada ebedi olarak kalacaklardır. Allah bunu hak olarak vaad etmiştir. Allah'tan daha doğru sözlü kim vardır? Allah'ı ve Resulünü tasdik eden", Allah'ın birliğini ve elçisinin Peygamberliğini ikrar eden, Allah'ın farz kıldığı amelleri yerine getiren kimseleri, kıyamet gününde Allah'ın huzuruna varınca, dünyadayken yapmış oldukları amelle rinin karşılığı olarak altlarından ırmaklar akan cennetlere koyacağız. Onlar ora da ebedi olarak kalacaklardır. Bu, Allah'ın, dünyada onlara, gerçek ve kesin olan bir vaadidir. Allah'ın vaadi, bir kısım kuruntular vaadeden şeytanın vaadi gibi yalan bir vaad değildir. Ey insanlar, Allah'tan daha doğru sözlü kim olabilir? O halde nasıl oluyor da Allah'ın size vaad ettiği şeylere ulaştıracak olan amelleri yapmıyorsunuz? Onu inkâra kalkışıyor, emrine muhalefet ediyorsunuz? Halbki sizler, hiçbir kimsenin, Allah'tan daha doğru söz söyleyemeyece ğini biliyorsunuz. Yine nasıl oluyor da şeytanın vaad ettiği bir kısım kuruntulara ulaşacağınız ümidiyle onun emrettiği şeyleri yapıyorsunuz? Halbuki sizler, şey tanın vaadlerinin, bir kısım aldatmalar, gerçek dışı şeyler olduğunu biliyorsunuz. Bununla birlikte Allah'ı bırakıp şeytanı dost ediniyor ve Allah'a itaat etmi yorsunuz? Allahü teâlâ bu âyet-i kerime’de, İslam çerçevesi dışında bulunan ve şeyta nın aldatıcı kuruntularına kapılan müşriklere mukabil, iman edip güzel amel iş leyenlerin varacakları mevki ve makamları belirtmekte ve bunun, kendi tarafın dan gerçek bir vaad olduğunu, buna mukabil şeytanın vaadlerinin ise aldatmalardan ibaret olduğunu beyan etmektedir. Böylece mü’minleri müjdelemektedir. Âyet-i kerime’de: "Allah'dan daha doğru sözlü kim vardır?" buyurulmaktadır. Peygamber efendimiz de, Allah'tan daha doğru söz söyleyecek hiçbir kimsenin bulunmadığım, hutbelerinin başında belirtir ve şöyle buyururdu: "Allah kimi hidâyete erdirirse onu saptıracak hiçbir kimse yoktur. Kimi de saptıracak olarsa onu da doğru yola iletecek kimse yoktur. Şüphesiz ki sözlerin en doğrusu Allah'ın kitabı, hidâyet ve irşadın en güzeli de Muhammed'in hidâyet ve irşadıdır. İşlerin en şerli olanı, dinde olmadığı halde sonradan icad edilenlerdir. Sonradan icad edilen herşey bid'attir. Her bid'at da sapıklıktır. Her sapıklığa düşen ise cehennem ateşindedir. Nesei K. es-Salah el-lydeyn, bab: 22 / Müslim, K. el-Cümüa, bab: 43, H.N. 867 Ebû Davud, K. es-Sünne, bab: 5, Hadis no: 4607 123Durum ne sizin kuruntunuza ne de kitap ehlinin kuruntusuna göredir. Kim bir kötülük işlerse onun cezasını cehennemde görecektir. O, kendisine Allah'tan başka ne bir dost ne de bir yardımcı bulabilir. Ey şeytanın dostları ve taraftarları, durum ne sizin arzunuza göre ne de kitap ehlinin arzusuna göredir. Kim, büyük veya küçük bir kötülük işlerse Allah ona, cezasını verecektir. Ve o kendisi için Allah'tan başka, işlerini üzerine alacak ne bir dost ne de Allah'ın azabına karşı yardım edecek bir yardımcı bulabilecektir. Müfessirler, âyette geçen: "Durum ne sizin kuruntunuza ne de kitap eh linin kuruntusuna göredir." ifadesindeki "Sizin" ve "Kitap ehlinin" kelimeleriyle kimlerin kasdedildiği hususunda farklı görüşler zikretmişlerdir: a- Mesruk, Süddi, Dehhak, Abdullah b. Abbas ve Ebû Salih'e göre bura da zikredilen "Sizin" kelimesinden maksat, müslümanlar, "Kitap ehlinin" ifade sinden maksat ise Yahudi, Hristiyan ve benzerleridir. Bu âyetin izahında Mesruk diyor ki: "Müslümanlarla, ehl-i kitap, birbirle riyle münazara yaptılar. Müslümanlar: "Biz sizden daha doğni yoldayız." dediler. Ehl-i kitap da: "Biz daha doğru yoldayız." dediler. Bunun üzerine Allahü teâlâ: "Durum ne sizin kuruntunuza ne de kitap ehlinin kuruntusuna göredir. Kim bir kötülük işlese onun cezasını görecektir. O, kendisine Allah'tan başka ne bir dost ne de biryardımcı bulabilir." âyetini indirdi. Bundan sonra kitap ehli olanlar, müslümanlara: "Biz sizinle eşitiz." dediler. Bunun üzerine de "Erkek olsun kadın olsun, kim mü’min olur da güzel amellerden işlerse işte onlar, cennete gi rerler. Zerre kadar da zulme uğratılmazlar." Nisa sûresi, 4/124 âyeti nazil oldu ve mü’minleri kitap ehline galip getirdi. Abdullah b. Abbas da bu âyetin izahında şöyle demiştir: "Çeşitli dinler den olan insanlar, kendi aralarında tartıştılar. Tevrata tabi olanlar dediler ki: "Bizim kitabımız diğer bütün kitaplardan daha hayırlıdır. Çünkü o, sizin kitaplalarınızdan daha önce inmiştir. Peygamberimiz de Peygamberlerin en hayırlısıdır.." İncile tabi olanlar da buna benzer sözler söylediler. Müslümanlar da: "Artık İslamdan başka din yoktur. Bizim kitabımız ondan önceki he kitabı neshetmiştir. Peygamberimiz, Peygamberlerin sonuncudur. Sizler de bizler de sizin ki taplarınıza iman etmekle ve bizim kitabımızda amel etmekle emrolunduk." de diler. Bunun üzerine Allahü teâlâ, aralarında hüküm verdi ve buyurdu ki: "Du rum ne sizin kuruntunuz ne de kitap ehlinin kuruntusuna göredir. Kim, bir kötü lük işlerse onun cezasını görecektir. "Böylece Allahü teâlâ dine uyan insanları serbest bıraktı ve buyurdu ki: "İyilik yaparak kendisini Allah'a teslim eden ve İbrahim'in hanif dinine tabi olandan, din bakımından daha iyi kim olabilir? Allah, ibrahim'i bir dost edinmişti. Nisa sûresi, 4/124 âyetini indirdi. b- Mücahid ve İbn-i Zeyd'den nakledilen diğer bir görüşe göre bu âyette zikredilen "Sizin" ifadesinden maksat, müşrikler, "Kitap ehli"nden maksat ise Yahudi ve Hristiyanlardır. Bu hususta Mücahid şunları söylemiştir: "Müşrik olan Kureyşliler ve di ğer Araplar: "Biz, Öldükten sonra diriltilmeyeceğiz ve azap görmeyeceğiz." de diler. Yahudi ve Hristiyanla da "Cennete ancak Yahudi veya Hristiyan olanlar girecektir. Cehnnem ateşi bizlere ancak sayılı günlerde dokunacaktır." dediler. Allahü teâlâ da bu âyeti indirdi ve buyurdu ki: "Durum ne sizin kuruntuzuna ne de kitap ehlinin kuruntusuna göredir. Kim bir kötülük işlerse onun cezasını gö recektir." Bu hususta İbn-i Zeyd de şunları söylemiştir: "Yahudi olan Huyey b. Ah-tab, Mekke müşriklerini Resûlüllah'ın aleyhine kışkırtmak için oraya gitmiştir. Müşrikler ona: "Ey Huyey, sizler ehl-i kitapsınız biz mi daha hayırlıyız yoksa Muhammed ve arkadaşları mı?" Huyey: "Siz onlardan daha hayırlısınız." dedi. İşte bu husus şu âyette ifade edilmektedir. "Kendilerine kitaptan bir pay verilenleri görmüyor musun? Onlar puta ve şeytana inanıyorlar ve inkâr edenlere "Bunlar, iman edenlerden daha doğru yoldadır." diyorlar." "Allah'ın lanet ettiği kimseler işte bunlardır. Allah kime lanet ederse artık sen ona bir yardımcı bula mazsın. Nisa sûresi, 4/51, 52 âyetlerini indirdi. Müşrikler hakkında da : "Durum ne sizin ku runtunuza ne de kitap ehlinin kuruntusuna göredir. Kim bir kötülük işlerse onun cezasını görecektir..." âyetini ve bundan sonra gelen âyeti indirdi. c- Dehhak'tan nakledilen diğer bir görüşe göre burada zikredilen her iki grup insandan maksat da kitap ehlidir. Taberi, bu görüşlerden, Mücahid'den nakledilen ikinci görüşün tercihe şayan olduğunu, burada zikredilen insanlardan maksadın, Kureyş müşrikleriyle kitap ehli olan kimseler olduklarını söylemiştir. Zira bundan önceki âyetlerde müslümanlarm kuruntuları zikredilmemiş, şeytanın taraftarlarının kuruntuları zikredilmiş ve şeytanın onlara: "Ben onları boş kuruntulara sokacağım." dediği beyan edilmiştir. Bu sebeple bu âyetteki "Sizin kuruntunuz" ifadesinden mak sat, "Siz, şeytana uyan Kureyş müşriklerinin kuruntularıdır. Müslümanların kuruntulan değildir. Çünkü bir âyeti, kendisinden önce geçen âyetlere uygun olarak tefsir etmek daha evladır. Aksine, bir âyeti, hakkında Kur'an'dan sünnetten ve müfessirlerin icmalarından herhangi bir delil olmaksızın, kendisinden önce geçen âyetlere uygun olmayacak bir şekilde izah etmek isabetli değildir. Allahü teâlâ bu âyet-i kerime’de, müşriklerin kuruntularını ehl-i kitabın ku-nıntulanyla beraber zikretmiştir. Zira her iki fırkanın kuruntuları da şeytanın onlara verdiği kuruntulardır. Nitekim yüz on dokuzuncu âyette bu husus açıkça zikredilmiştir. Âyet-i kerime’nin devamında: "Kim bir kötülük işlerse onun cezasını gö recektir." buyurulmaktadır. Müfessirler burada zikredilen "Kim" ifadesinden, hangi insanların ve "Kötülük"ten de ne gibi bir kötülüğün kasdedildiği hususun da farklı görüşler zikretmişlerdir. a- Übey b. Ka'b, Hazret-i Âişe ve Mücahid'den nakledilen diğer bir görüşe gö re buradaki "Kim" ifadesinden maksat, mü’min olsun kâfir olsun her günah işle yendir. "Kötülük"ten maksat ise büyük küçük hertürlü günahtır. Bu izaha göre her günah işleyen, işlediği günahın cezasını mutlaka görür. Bazılarının cezasını dünyada bazılarının da âhirette görmüş olabilir. Bu hususta Rebi' b. Zeyd diyor ki: "Ben, Übey b. Ka'b'dan, Allahü teâlânın, "Kim bir kötülük işlerse onun cezasını görecektir." âyetini sordum ve de dim ki: "Vallahi, eğer biz, işlediğimiz herşeyin cezasını göreceksek biz helak olduk demektir." O da bana dedi ki: "Vallahi ben seni, şu anda gördüğümden daha anlayışlı sanıyordum. Herhangi bir kimseye isabet eden yaralanma ve ayak sürçmesi, işlediği bir günahtan dolayıdır. Allah'ın bağışlamayıp cezalandırdıkla rı ise bunlardan daha çoktur. Hatta (hayvanlar tarafından) ısırılma ve sıkıntıya düşme de bu günahların cezalarındandır." Hazret-i Âişe de bu âyette zikredilen her kötülüğün cezasının verileceği hük münün, dünyada gerçekleşeceğini, kulun, dünyada başına gelen musibetlerin, kötülüklerinin bir cezası olduğunu söylemiştir. b- Hasan-i Basri, ibn-i Zeyd ve Dehhak'tan nakledilen diğer bir görüşe göre âyetin bu bölümünde zikredilen "Kim" ifadesinden maksat, Yahudi, Hristiyan, ateşperest ve Arap müşrikleri gibi kâfirlerdir. "Kötülük"ten maksat ise kâfirlerin yaptıkları kötülüklerdir. Bu görüşte olanlara göre Allahü teâlâ, mü’min olduğu halde günah işleyenlerin günahlarını bağışlayabileceğim vaad etmiş, kâfirlerin, herhangi bir günah işlemeleri halinde ise bağışlanmayacaklarını ve mutlaka cezasını göreceklerini bu âyetle bildirmiştir. c- Abdullah b. Abbas ve Said b. Cübeyr'den nakledilen diğer bir görüşe göre ise bu âyette zikredilen "Kim" ifadesinden maksat, müşrikler "Kötülük" ifadesinden maksat ise, Allah'a oıtak koşmaktır. Taberi diyor ki: "Bu görüşlerden tercihe şayan olan, Übey b. Ka'b ve Hazret-i Âişe'den nakledilen birinci görüştür. Yani âyetin bu bölümünde zikredilen "Kim" ifadesinden maksat, günah işleyen herhangi bir insan, "Kötülük"ten mak sat ise büyük küçük herhangi bir günahtır. Zira âyet genel bir ifade kullanmıştır. Bu ifadeyi, âyet ve hadisten harhangi bir delil bulunmaksızın özel bir mânâda yorumlamak isabetli değildir. Taberi sözlerine devamla diyor ki: "Eğer denilecek olursa ki "Sizlerin bu âyeti, "Herhangi bir kul, herhangi bir kötülük yapacak olursa onun cezasını mutlaka görür." şeklinde izah etmeniz karşılığında "Eğer yasaklandığınız büyük günahlardan kaçınırsanız kötülüklerinizi öner sizi güzel bir makama koyarız. Nisa sûresi, 4/31 âyetinin hükmü ne olacaktır? Allahü teâlânın, affedeceğini vaad ettiği bir kötülüğün cezasını vereceği nasıl düşünülebilir?" Cevaben denilir ki: "Allahü teâlânın "Kötülüklerinizi örteriz." buyurması, onları cezalandırmayacağız anlamı na gelmez. Allahü teâlâ bu ifadesi ile kıyamette müşrikleri, işledikleri günahlardan dolayı rezil ve rüsvay ettiği halde mü’minleri kötülüklerinden dolayı rüsvay etmeyeceğini beyan etmiştir. Mü’minleri işledikleri bu gibi günahlarından dolayı affetmesi ve onları cennetine kavuşturması için dünyada iken bu kötülüklerinden dolayı onlara bir kısım musibetler vermesi işte bu kötülükleri örtmesi ve silmesidir. Nitekim Resûlüllahtan, âyetin bu şekilde izah edilmesine işaret eden bir çok hadis-i şerifler zikredilmiştir. Ebû Hureyre (radıyallahü anh) diyor ki: "Kim bir kötülük işlerse onun cezasını görecektir." âyeti inince bunun hükmü müslümanlara ağır geldi. Bu hususu Resûlüllah'a açtılar. Resûlüllah da "Amellerinizi, emredildiğiniz gibi yapmaya yaklaştırın. Onları tam yapmaya ça lışın (ve bilin ki) mü’minin başına gelen her felaket onun günahlarının bir keffaretidir. Hatta ayağına dokunan bir şey, kendisine batan bir diken dahi bundan dı" Müslim, K. el-Birr, bab: 52, Hadis no; 2574 Hazret-i Ebubekir diyor ki: "Ben, Resûlüllah'ın yanında bulunuyordum. Ona "Kim bir kötülük işlerse onun cezasını görecektir. O kendisine Allah'tan başka ne bir dost ne de bir yar dımcı bulabilir." âyeti nazil oldu. Bunun üzerine Resûlüllah bana buyurdu ki: "Ey Ebubekir, bana inen bir âyeti sana okuyayım mı?" dedim ki: "Evet Ya Resûlallah." Bunun üzerine Resûlüllah onu bana okudu. Ben o anda sanki belimin kırıldığını hissettim ve bundan (bu âyetten) dolayı sıkıntıya düştüm. Resûlüllah "Ey Ebubekir, ne oluyor sana?" dedi. Dedim ki: "Ey Allah'ın Resulü, babam anam sana feda olsun. Hangimiz kötü amel işlemiyoruz ki? Bu âyette de yaptıklarımızdan dolayı cezalandırılacağımız beyan ediliyor. (Her kötü amelimizden dolayı cezalandırılacağımıza göre halimiz ne olacaktır?) Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Ey Ebubekir sen, (ve diğer mü’minler) yaptıklarınızın cezasını dünyada göreceksiniz ki rabbinizin huzuruna günahsız çakısınız. Diğer insanların ise, kötülüklerinin cezası biriktirilir ki kıyamet gününde onun cezasını görsünler. Tirmizi, K. Tefsir el-Kur'an, Sûre 4, Hadis no: 3039 Hazret-i Âişedediyorki: "Dedim ki: "Ben Allah'ın kitabında hangi âyetin da ha şiddetli olduğunu biliyorum." Resûlüllah da bana dedi ki "O, hangi Âyettir?" Ben de dedim ki: "O, Kim bir kötülük işlerse onun cezasını görecektir." âyetidir." Bunun üzerine Resûlüllah buyurdu ki "Mü’min kul, dünyada iken yap tığı amellerin en kötüsüyle cezalandırılır." Sonra Resûlüllah, bu cezalardan ba zılarını zikretti. Hastalık ve yorgunluk da bunlardandır. Resûlüllah'ın zikrettiği cezalardan en sonuncusu da, kişinin ayağına bir şeyin dokunmasıydı. Resûlüllah buyurdu ki: "İşte bütün bunlar, kulun yaptığı amelin cezasıdır. Ey Âişe, kıya met gününde hesaba çekilecek hiçbir kimse yoktur ki ona azap edilmiş olma sın." Ben de dedim ki: "Allahü teâlâ âyetlerinde "Amel defteri sağından verilen , kolay bir hesaba çekilecektir. Ailesine sevinçle dönecektir. İnşikak sûresi, 84/7-9 buyunnuyor mu? Resûlüllah da buyurdu ki: "Buradaki hesap sadece yapılan amelleri göster mektir. Kim hesaba çekilmede incelenecek olursa mutlaka azap görür. Resûlüllah, incelemeyi izah ederken parmağıyla elinin içine dürtmüş ve yeri eşeler gibi yapmıştır." 124Erkek olsun kadın olsun, kim mü’min olur da güzel amellerden işlerse, işte onlar cennete girerler. Zerre kadar da zulme uğratılmazlar. Ey müşrikler, durum sizin ve kitap ehlinin, kuruntuları gibi değildir. Cen nete, sizler girmeyeceksiniz, oraya ancak, erkek olsun kadın olsun bana iman eden, birliğimi kabul eden, Peygamberim Muhammed'i ve onun, benim katımdan getirdiklerini tasdik eden, bunlarla birlikte salih amel işleyenler, işte bunlar, cennete gireceklerdir. Allah, iman edip salih amel işleyen bu kullarına hurma çekirdiğinin üzerindeki oyuk kadar dahi zulmetmeyecektir. Yani, Allah onlara, yaptıkları amellerinin karşılığını tam olarak verecektir. *Süddi bu âyetin izahında şöyle demiştir: "İman etme, ancak salih amellerle, müslüman olma da ancak iyiliklerde bulunma ile kabul edilmiştir. Yani kişinin, sadece "Ben mü’minim" veya "Müslümamm" demesi yeterli değildir. Ayrıca salih ameller işlemesi gerekir. Taberi diyor ki: "Eğer denilecek olursa ki "Niçin âyet-i kerime’de "Kim salih ameller işlerse" denilmiyor da amel kelimesine "Den" takısı eklenerek "Salih amellerden" deniliyor? Cevaben denilir ki: "Bunun izahında iki yon vardır. Birincisi şudur: Allahü teâlâ mü’min kullarının bütün salih amelleri işleme ye gücünün yetmeyeceğini bildiğinden, mü’min kullarının, salih amelden bazılarını işleyenleri de vaadinden mahrum etmek istememiştir. İkinci izah ise şudur: Allahü teâlâ büyük günahlardan kaçınıp farz kıldığı amelleri yerine getiren kullarına, görevlerinin bazılarında kusur etseler de onlra olan vaadlerini gerçekleştireceğini beyan etmiştir. Bu da Allahü teâlâdan mü’min kullarına bir lütuftur. Zira, Allah'ın iman ehline karşı müsamahakâr olması, onun şanına daha layıktır. 125İyilik yaparak, kendisini Allah'a teslim eden ve İbrahim'in Ha-nif dinine tabi olandan, din bakımından daha iyi kim olabilir? Allah İbrahim'i bir dost edinmişti. Allah'ın emirlerini tutup yasaklarından kaçınarak ona itaat edip boyun eğenden ve hakka yönelen İbrahim'in dinine tabi olandan daha güzel din sahibi kim olabilir? İbrahim'in samimiyetinden ve Allah'ı sevmesinden, Allah'ın da on dan razı olmasından dolayı Allah onu dost edinmiştir. Bu âyet-i kerime, müslümanların, diğer semavi din sahiplerinden daha üstün olduklarını beyan etmektedir. Çünkü müslümanlar, Allah tarafından gön derilen ve hiçbir değişikliğe uğramayan ilahi din üzeredirler. O da Hazret-i İbra him'in de dini olan Hanif dinidir. Âyet-i kerime’de "Allah, İbrahim'i bir dost edinmişti" buyurulmaktadır. Burada zikredilen "Dostluk"tan maksat, şöyle izah edilmiştir: "Hazret-i İbrahim'in dostluğu, insanlara Allah rızası için düşman olması, Allah rızası için buğuz et mesi yine onları Allah rızası için dost edinmesi ve Allah rızası için sevmesidir. Yani, insanlarla olan münasebetlerini Allah'ın rızasına göre tanzim etmesidir. Allahü teâlânın, Hazret-i İbrahim'i dost edinmesi ise, onun, İbrahim'e kötülük yapan Nemrut gibi kimselere karşı yardım etmesi, onu kendisinden sonra gelen salih kullarına önder yapması ve itaatte rehber yapmasıdır. Bir kısım âlimler, Hazret-i İbrahim'in "Allah'ın dostu" diye adlandırılmasının sebebi olarak şunu zikretmişlerdir: "Hazret-i İbrahim, ailesine yiyecek temin etmek için Musul veya Mısır halkından bir kişiden yiyecek maddeleri istemiş o kişi Hazret-i İbrahim'in ihtiyacını karşılamamıştır. Bunun üzerine Hazret-i İbrahim evine dönerek, ailesini üzmemek için çuvallara kum doldurarak evine dönmüş ve gece yatıp uyumuştur, çuvallarda bulunan kumlar Allah tarafından una dönüştürülmüş, Hazret-i İbrahim'in ailesi çuvalları açınca onların un ile dolu olduklarını görmüşler ve ondan ekmek yapmışlardır. Hazret-i İbrahim uyanınca ailesine, ekmekleri nasıl yaptıklarını sormuş onlar da: "Dostundan getirdiğin undan yaptık" demişlerdir. Hazret-i İbrahim meseleyi anlamış ve "Evet, o benim dostum Allah'tandır." demiştir. İşte bu sebeple Allah, Hazret-i İbrahim'e Allah dostu" unvanını vermiştir. 126Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'a aittir. Allah her şeyi kuşatıcıdır. Allah, ibrahim'i dost edinmiştir. Onu dost edinmesinin sebebi, İbrahim'in Allah'a itaati, ona ibadette samimi olması ve onun rızasına koşmasındandır. Yoksa İbrahim'in dostluğuna ihtiyacı olduğundan değildir. Allah, İbrahim'e nasıl muhtaç olabilir ki, göklerde ve yerde bulunan herşeyin var edilişi, mülkiyeti, gözetimi ve denetimi ancak Allah'a aittir. O, yaratıkları üzerinde dilediği gibi tasarrufta bulunur. Onun verdiği hükme kimse itiraz edemez, yaptıkların dan kimse hesap soramaz. Zira o adaletlidir, hikmet sahibidir, lütuf ve merhameti herşeyi kuşatmıştır. 127Kadınlar hakkında senden fetva istiyorlar. De ki: "O kadınlar hakkında size fetvayı Allah veriyor. Yazılan haklarını verdiğiniz ve kendileriyle evlenmek istediğiniz yetim kadınlar, zayıf düşürülen çocuklar hak kındaki ve yetimlere adaletle davranmanız hususundaki hükümlere de Kur'an'da size okunan âyetler fetva verir. Ne hayır işlerseniz şüphesiz ki Allah onu çok iyi bilendir. Müfessirler bu âyet-i kerime’nin bölümünü gramer yönünden çeşitli şekillerde tahlil etmişlerdir, a- Bazılarına göre bu cümle mübteda olarak merfudur. Haberi ise daha önceki cümlenin haberi olduğunda hazfedilmiş, düşürülmüştür. Cümlenin tam şekli şöyledir: Mâ'nâs'ı ise şöyledir: "Ey Rasûlüm, kadınlar hakkında senden fetva istiyorlar. De ki: "Kadınlar hakkında fetvayı Allah Ve kitapta okunan âyetler verir." b- Diğer bir kısım müfessirlere göre cümlesi mübteda cümlesi ise haberdir. Bu izaha göre âyetin mânâsı şöyledir: "Ey Rasûlüm, kadınlar hakkında senden fetva isti yorlar. De ki: "Onlar hakkında size fetvayı Allah veriyor. Bu kitapta size oku nan âyetler levh-i mahfuzda bulunmaktadır." c- Diğer bir kısım âlimlere göre cümlesi yemin cümlesidir. harfi de yemindir. Buna göre âyetin mânâsı şöyledir. "Ey Rasûlüm, kadınlar hakkında senden fetva istiyorlar. De ki: "Kitaptan size okunan âyetlere yemin olsun ki o kadınlar hakkında fetvayı size Allah veri yor." d- Diğer bir kısım müfessirler ise cümle sinin, hazfedilmiş bir haıf-i ceriyle mecrur olduğunu söylemişlerdir. Bunlara göre âyetin mânâsı şöyledir: "Ey Rasûlüm, kadınlar hakkında senden fetva istiyorlar. De ki: "O kadınlar hakkında ve kitapta size okunup zikredilen meseleler hakkında size fetvayı Allah veriyor." Âyet-i kerime’nin meali birinci izah şekline göre hazırlanmıştır. Taberi ise dördüncü ve sonuncu izah şeklini almış ve âyeti şu şekilde izah etmiştir: "Ey Rasûlüm, ashabın sana kadınlar hakkında fetva soruyorlar. Haklarının ve va zifelerinin ne olduğunu öğrenmek istiyorlar. Onlara de ki: "O kadınlar hakkında size fetvayı Allah verir. Allah'ın, peygamberine indirmiş olduğu kitapta durumları size anlatılan, Allah'in kendileri için farz kılmış olduğu miras paylanın ver mediğiniz ve kendileriyle evlenme arzusunda bulunduğunuz yetim kadınlar hakkında da size fetvayı Allah verir." Taberi, âyeti bu şekilde izah ettikten sonra kitapta zikredilen, hükümlerden hangi hükümlerin kasdedildiği hususunda müfessirlerin ihtilaf etlikleri özetle şu şekilde anlatılmaktadır: 1- Hazret-i Âişe, Said b. Cübeyr, Şu'be, İbrahim en-Nehai, Süddi, Mücahid, Katade ve Abdullah b. Abbas'a göre, kitapta zikredilen hükümlerden maksat bu surenin baş tarafında geçen ve miras hükümlerini açıklayan on birinci ve on ikinci âyetteki hükümlerdir. Bunlara göre âyetin izahı şöyledir: "Ey Rasûlüm, kadınlar hakkında senden, fetva soruyorlar. Onlara de ki: "O kadınlar hakkında size fetvayı Allah veriyor ve bu Kur'an'da zikredilen miras hükümleri bakımından kendilerine farz kılınan haklarını vermediğiniz ve kendileriyle evlenmek istediğiniz yetim kadınlar hakkında kendilerine mirastan pay verilmeyerek zayıf düşürülen çocuklar hakkında ve yetimlere adaletle davranmanız hususun da da size fetvayı Allah veriyor. Cahiliye döneminde, çocukları ve kadınları, mirasçı saymadıklarından, Allahü teâlâ, bu âyet-i kerime’de kadınların ve çocukların da bu surenin on birin ci ve on ikinci âyetlerinde zikredildiği gibi mirasçı olacaklarını beyan etmiştir. Bu âyetin izahında Said b. Cübeyr diyor ki: "Cahiliye döneminde, sadece erginlik çağına girmiş olan erkekler mirasçı oluyorlar, çocuklar ve kadınlar ise mirasçı olmuyorlardı. Nisa süresindeki, miras hükümlerini beyan eden âyetler inince, bu insanlara ağır geldi ve dediler ki: "Artık şimdi inal kazanmayan ve onu idare etmeyen çocuklar ve kadınlar da, mal kazanmak için çalışan erkekler gibi mirasçı oluyorlar." Bu şekilde konuşan insanlar bu hususta bir âyet gelece ğini ümit ediyorlardı. Bir süre beklediler. Böyle bir şey gelmediğini görünce şöyle dediler: "Yemin olsun ki, bu böyle kalırsa, mutlaka yerine getirilmesi ge reken bir farz olur. Gidin bunu sorun." Bunun üzerine gidip Resûlüllah'a sordular. Allahü teâlâ da bu âyeti indirdi ve buyurdu ki "Ey Rasûlüm, sana kadınlar hususunda fetva soruyorlar. De ki: "Onlar hakkında da, bu kitabın bu suresinin baş tarafında zikredilen miras hükümleri bakımından yetim kadınlar hakkında da size fetvayı Allah veriyor." Hazret-i Âişe diyor ki: "Bu âyet şu gibi erkeklerin durumunu açıklamaktadır, O erkeğin yanında velisi ve mirasçısı olduğu yetim bir kız bulunur. O kız ona, bir hurmanın salkımında bile ortaktır. Bu erkek onunla evlenmek istemez. Onu, malında kendisine ortak olur korkusuyla başka bir erkekle de evlendirmez. Böy lece onun evlenmesine engel olur. İşte bu âyet, bu gibi erkekler hakkında nazil olmuştur. 2- Said b. Cübeyr'den nakledilen diğer bir görüşe göre kitapta zikredilen hükümden maksat, bu surenin son âyetinde kardeşlerin miras payı zikredilen âyetteki hükümlerdir. Bu izaha göre âyetin mânâsı şöyledir: "Ey Rasûlüm, kadınlar hakkında senden fetva soruyorlar. De ki: Onlar hakkında fetvayı Allah veriyor. Bu surenin son âyetinde size okunan âyetin hükmü bakımından kendilerine farz kılman haklarını vermediğiniz ve kendileriyle evlenmek istediğiniz yetim kadınlar hakkında mirastan pay verilmeyerek zayıf düşürülen çocuklar hakkında ve yetimlere adaletli davranmanız hususunda da size fetvayı Allah ve riyor. Cahiliye döneminde, erginlik çağına gelmemiş olan çocuklara, mirastan pay vermiyorlardı. Bunlar, ölenin bacısı ve kardeşi de olsalar mirastan pay alamıyorlardı. Bu âyet indi ve büyük olsun küçük olsun kardeşlerin de mirastan pay alacaklarını beyan etti. 3- Hazret-i Âişe'den nakledilen diğer bir görüşe göre, kitapta zikredilen hükümden maksat, bu surenin üçüncü âyetinde zikredilen ve mehirleri verilmeden, yetimlerle evlenmeyi yasaklayan âyet-i kerime’nin hükmüdür. Zira cahiliye dö neminde kişiler, velÂyeti altında bulunan, malında kendisine ortak olan ve gü zelliği de yerinde olan yetimlerle evleniyor onlara mehir vermiyorlardı. Bu su renin dördüncü âyeti indi, yetimlere karşı adaletli davranamayanlara, diğer ka dınlarla evlenmeyi emretti. İşte bu âyet-i kerime’de o hüküm zikredilmektedir, ve "Kitapta size okunan" şeklinde ifade edilmekte ve bu hükmü de Allah'ın koy duğu bildirilmektedir. 4- Muhammed b. Mûsa'ya göre ise kitapta zikredilen hükümlerden mak sat, Resûlüllah'tan sormadıkları ve kocasıyla geçinemeyeceğinden korkan kadı nın hükmüdür. Bu hüküm de bu âyetten sonra gelen âyette zikredilmektedir. Bu izaha göre âyetin mânâsı şöyler'ir: "Ey Rasûlüm, sana kadınlar hakkında feva soruyorlar. De ki: "Sorduğunuz o kadınlar hakkında da fetvayı Allah veriyor. Bu surenin yüz yirmi sekizinci âyetinde size okunan, kocasıyla geçinememekten korkan kadının durumu hususunda da size fetvayı Allah verir. O sordukları kadınla da, yazılan haklarını vermediğiniz ve kendileriyle evlen mek istediğiniz yetim kadınlardır." Bu hususta, Muhammed b. Mûsa diyor ki: "Sahabiler, Resûlüllah'tan bu âyette hükümleri belirtilen yetim kızlar ve küçük çocuklar hakkında soru sor muşlardır Zira cahiliye döneminde çirkin olan yetim kızlarla ne evleniyorlar ne de mallarını kendilerine veriyorlardı ki onlar mallarını kendilerle harcasınlar. Küçük çocukları da mirasçı saymıyorlardı. İşte Allahü teâlâ, sormuş oldukları bu soruların fetvasını verdiği gibi, sormadıkları, kocasıyla geçinmesinden korkan kadın hakkında da bundan sonra gelen âyette fetva verdiğini bildirdi. Böylece bu âyette, sormadıkları şeyden de fetva vereceğini zikretti. Taberi diyor ki: "Bu görüşlerden tercihe şayan olanı birinci görüştür. "Ki tapta size okunan şeyler"den maksat, bu surenin baş tarafında ve en sonunda zikredilen ve miras hükümlerini beyan eden âyetlerdir. Buna göre âyetin izah ışöyledir: "Ey Rasûlüm, kadınlar hakkında senden fetva soruyorlar. De ki: "Kadınlar hakkında size fetvayı Allah verir ve Kur'an'da size okunan miras âyetlerindeki hükümler yönünden Allah'ın kendileri için mirastan pay takdir et mesine rağmen sizlerin kendilerine mirastan pay vermediğiniz ve kendileriyle evlenmek istediğiniz yetim kadınlara ait olan fetvayı da Allah verir. Yine ergin lik çağına gelmedikleri için kendilerine mirastan pay verilmeyerek zayıf düşürü len çocuklara ait ve sizin, yetimlere karşı adaletli davranmanız hakkındaki fet vayı da Allah verir." Âyet-i kerime’de geçen ve "Evlenmek istediğiniz" şeklinde tercüme edi len cümlesi, Hasan-ı Basri ve Hazret-i Ai şe tarafından "Kendileriyle evlenmek istemezsiniz." şeklinde izah edilmiştir. Onlara göre âyetin bu bölümü, güzel olmadığından veya malı az olduğundan kendisiyle evlenilmek istenilmeyen yetim kızları beyan etmekte ve bunlara mi rastan paylarının verilmesi, kendileriyle evlenmek isteyenlere engel olunmama sı istenmektedir. Âbide es-Selmani ve Abdullah b. Abbas'a gör ise bu ifadeden maksat, "Kendileriyle evlenmek istediğiniz kadınlar." demektir. Bunlara göre Allah tea la, âyet-i kerime’nin bu bölümünde velÂyeti altında yetim kızlar bulunan velile re, güzel gördükleri ve zengin buldukları yetimlerle zorla evlenmelerini yasak lamış ve çirkin olan yetimlerin evlenmelerine engel olarak mallarını almayı arzu eden velilerden de bu çeşit davranışlarını yasaklamıştır. Taberi birinci görüşü tercih etmiştir. Çünkü âyet-i kerime, evlenmelerine engel olunarak mallarına el konulan yetim kızlara bu şekilde davranilmamasını emretmektedir. Yoksa kendisiyle evlenilmesi halinde veliye böyle bir şeyin ya saklanmasını gerektiren herhangi bir durum yoktur. Görüldüğü gibi âyet-i kerime’de, yetim olan kız çocuklarına iyi davranılması emredildiği gibi küçük çocuklara da mirastan paylan verilerek iyi davranılması emredilmiş, ayrıca genel olarak yetimler hakkında adeletli davranılması emredilmiştir.. İbrahim en-Nehai. diyor ki: "Ömer b. el-Hattab'a, yetim bir kızın velisi geldiğinde eğer o kız güzel ve zengin ise Ömer ona derdi ki: "Sen bunu başka biriyle evlendir. Sen bu kız için senden daha hayırlı birini ara." Şâyet kız çirkin olur ve malı bulunmazsa bunun velisine de "Sen bununla evlen. Çünkü bununla evlenmeye sen daha layıksın." derdi. Hasan-ı Basri de diyor ki: "Bir adam, Ali b. Ebi Talib'e geldi ve ona dedi ki: "Ey mü’minlerin emiri, benimle yetimimin durumu ne olacaktır?" Ali: "Hang hususunuzda?" dedi. Adam meseleyi anlattı. Ali, "O, zengin ve güzel olursa sen onunla evlenir misin?" dedi. Adam: "Evet vallahi evlenirim." dedi. Ali: "O halde sen onunla çirkin ve malı olmadığı halde de evlen." dedi. Ali sözlerine devmala "Eğer sen onun için hayırlı olursan onunla evlen. Şâyet senden başkası onun için hayırlı olursa sen onu, hayırlı olana ver." dedi. 128Bir kadın, eğer kocasının geçimsizliğinden yahut kendisinden yüz çevirmesinden korkarsa, karı kocanın, aralarında anlaşarak sulh ol malarında bir sakınca yoktur. Sulh daha hayırlıdır. Ne var ki nefisler cimri olarak meydana getirilmiştir. Eğer iyilik yapar, Allah'tan korkarsanız, şüphesiz ki Allah, yaptıklarınızdan haberdardır. Eğer bir kadın, yaşlılık ve çikinlik gibi sebeplerle kocasının kendisini kö tü görerek kendisiyle geçimsizliğinden veya kendisinden yüz çevirmesinden korkarsa, koca ve kandan her birinin, nikah akdini devam etmek için, bir kısım haklarından vazgeçerek uzlaşmalarında veya başka bir yolla anlaşmalarında bir sakınca yoktur. Sulh daha hayırlıdır. Yani anlaşarak evliliği devam ettirmek, an-Iaşamayip boşanmaktan daha hayırlıdır. Ne var ki nefisler cimri olarak meydana getirilmiştir. Yani kadın ve erkekten her biri hakkından vazgeçmek hususunda çok cimridir, hakkını almakta çok hırslıdır. Eğer sizler, hanımlarınıza karşı iyi davranır onların nafaka ve sıralarında adaleti gözeterek Allah'tan korkarsanız, şüphesiz ki Allah, yaptıklarınızdan haberdardır. İyilik yapanı iyilikle, kötülük yapanı da kötülükle cezalandıracaktır. Hazret-i Ali, Hazret-i Ömer, Abdullah b. Abbas, Said b. Cübeyr, Hazret-i Âişe, Âbide es-Selmani, Mücahid, İbrahim en-Nehai, Hakem, Katade, Süleyman b. Yesar, Süddi, İbn-i Zeyd ve Dehhak bu âyette zikredilen koca ile karının uzlaşmalarını şöyle izah etmiştir. Bir erkek, karısının çirkinliğinden veya yaşlılığın dan yahut başka bir şeyinden dolayı onu sevmeyecek olur bununla birlikte onu boşamak istemezse kadının, sırasını kumasına bırakarak veya nafakasından ya hut mehilinden bir kısmını bırakarak kocasıyla uzlaşmasında bir mahzur yoktur. Şâyet kadın, böyle bir fedakârlıkta bulunmazsa kocasının onu razı etmesi veya ona eşit davranması yahut da onu boşaması gerekir. Bu hususta Hazret-i Âişe (radıyallahü anhâ) diyor ki: "Bu uzlaşma şu şekilde olabilir: "Kişin iki hanımı bulunur, hanımlarından biri ihtiyardır veya pek güzel değildir. Bu hanım kocasına "Beni boşama fakat benden yana serbest ol." der. Böylece uzlaşmış olurlar. Bkz. Buhari, K. Tefsir el-Kur'an, Sûre 4, bab: 24 Âyet-i kerime’de "Nefisler pek cimri olarak yaratılmıştır" buyurulmaktadır. Abdullah b. Abbas, Said b. Cübeyr, Ata ve Süddî'ye göre âyetin bu bölümü her ne kadar erkek ve kadın ayırımını yapmadan genel bir hüküm ifade ediyorsa da bu ifadeden maksat, kadındır. Zira, gerek sırasından gerekse nafakasından fe dakarlıkta bulunacak olan ve bu yolla, kocasının kendi sile uzlaşmasını sağlaya cak olan kadındır. İbn-i Zeyd'e göre ise âyetin bu bölümündeki hüküm, hem kocayı hem de karıyı ifade eder. Koca da malından bir şey vererek kadını razı etmekte cimri davranır, Kan da haklarının bir kısmından vaz geçerek kocasının sevgisini ka zanmakta cimri davranır.. Taberi, birinci görüşü tercih etmiş ve erkeğin mallarından bir şeyler vere rek kadını razı etmesi caiz olmadığından, erkeğin cimriliğinin söz konusu olma yacağını söylemiştir. Zira, erkeğin kadına, bir kısım mallarını vermesi, herhangi bir karşılık olmaksızın verilmiş olacaktır. Bu da başkasının malını haksız yere yemiş olmaktır ki caiz değildir. 129Ne kadar isteseniz de kadınlar hakkında adaleli sağlamaya gü cünüz yetmez. Bîrine tamamen meyledip diğerini askıda bırakmayın. Eğer sulh olur Allah'tan korkarsanız muhakkak ki Allah çok affeden ve çok merhamet edendir. Ey erkekler, sevgi ve gönül bağlama gibi hususlarda ne kadar isteseniz de kadınlar arasında adaletli davranmaya gücünüz yetmez. Bununla beraber, birine sevginizle tamamen meyledip diğerini, kocasız kadınmış gibi askıda bırakma yın. Eğer sizler, sıra mevzuunda ve benzeri hususlarda kadınlar arasında adalet le davranarak yahut da kadınlar kendi rızalanyla sıralarının ve nafakalarının bir kısmından vazgeçerek anlaşırsanız ve emir ve yasaklan hususunda Allah'tan korkarsanız şüphesiz ki Allah, çok affeden ve çok merhamet edendir. Günahlarınızı örter ve size merhametli davranır. Âyet-i kerime’de, adaletin tam olarak sağlanamayacağı belirtilen hususlar, sevgi ve gönül verme hususlarıdır. Yoksa nafaka ve kadınlar arasında günle rin taksimi hususu değildir. Çünkü Allahü teâlâ: "..Hoşunuza giden kadınlardan iki, üç ve dörde kadar evlenebilirsiniz. Eğer aralarında adaleti yerine getirememekten korkarsanız o zaman tek bir kadınla evlenin... Nisa sûresi, 4/3 buyurulmaktadır. Burada zikredilen adaletten maksat ise, nafaka ve kadınlar arasındaki günlerin taksimindeki adalettir. Böyle bir adaleti yerine getiremeyenin, birden fazla ev lenmesi yasaklanırken bu hususlarda adaleti yerine getirip fakat sevgi ve mu habbet bakımından adaletli davranamayan erkeğin birden fazla evlenmesi ser best bırakılmıştır. Hazret-i Âişe (radıyallahü anhâ) diyor ki: "Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) nafaka ve günlerin taksimi bakımından hanımları ara sında adaletli davranıyor, bununla beraber şöyle buyuruyordu: "Ey Allah’ım, bu benim gücümün yettiği şeyleri taksim etmemdir. Senin gücünün yettiği, benim ise gücümün yetmediği şeylerin taksiminden dolayı beni kınama (hesaba çek me)" Ebû Davud, K. en-Nikah, bab: 39 Hadis no: 2134 Tirmizi, K. en-Nikah bab: 42, Hadis no: 1140 / İbn-i Mace K. en-Nikâh bab: 47, Hadis no: 1971 / Ebû Davud bu hadisi zikrettik ten sonra "Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bu sözüyle kalbini kasdetmiştir" diyor Burada Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) in, taksiminde gücünün yetmediğinden bahset tiği husus, kalbi sevgidir. Nitekim âyetteki: "Birine tamamen meyledip diğerini askıda bırakmayın." ifadesi bunu göstermektedir. Müfessirler, âyet-i kerime’nin: "Ne kadar isteseniz de kadınlar arasında adaleti sağlamaya gücünüz yetmez." bölümünde zikredilen ve erkeklerin, karıla rı arasında sağlamaya güçlerinin yetmeyeceği bildirilen hususu şu şekilde izah etmişlerdir. a- Abdullah b. Abbas, Âbide es-Selmani, Süfyan es-Sevri ve İbn-i Zeyd'e göre erkeklerin, karıları arasında adaleti sağlayamayacakları şeyden maksat, sevgi ve cinsel ilişkidir. b- Dehhak'a göre şehvani arzular ve cinsel ilişkidir. c- Hazret-i Ömer'e göre ise kalben meyletme ve gönül vermedir. Katade, Hazret-i Ömer'in bu hususta şöyle dua ettiğini rivâyet etmiştir: "Ey Allah’ım, ben kalbime malik değilim, ama bunun dışındaki şeylerde adaletli ol duğumu umarım." Nitekim bu hususta Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) de şöyle buyurmuştur: "Ey Allah’ım, bu benim, gücümün yettiği şeyleri taksim etmemdir. Sen beni, senin gücünün yettiği ve benim gücümün yetmediği şeylerin taksimi husu sunda kınama." (Yani kalben sevgi hususunda kınama)" Ebû Davud, K. en-Nikah, bab: 39, Hadis no: 2134 Nesâî, K. el-îşret en-Nisa, bab: 2 / Tirmizi, K. en-Nikah, bab: 42, Hadis no: 1140 Âyet-i kerime’de "Kadınlardan (hanımlarınızdan) birine tamamen meyletmeyin..." buyurulmaktadır. Âbide es-Selmani'ye göre burada tamamen meyledilmesi yasaklanan husustan maksat, kişinin bizzat kendisinin bir tarafa meyletmesidir. Yani sevgide ve cinsel ilişkide tamamen meyletmesidir. Hasan-ı Basri'ye göre cinsel ilişki ve günlerin taksiminde tamamen mey letmektir. Mücahid'e göre, kasıtlı olarak kötü davranmaya meyletmektir. İbn-i Zeyd'e göre, kadının yanında bulunduğu günde ondan faydalanacağı şeylerde tamamen meyletmesidir. Süddi'ye göre, nafaka hususunda ve günlerin taksimin de tamamen bir tarafa meyletmesidir. Peygamber efendimiz, bu gibi bir meyilde bulunan erkek hakkında şöyle buyurmuştur: "Kimin iki karısı bulunur da onlardan birine meyledecek olursa o kimse kıyamet gününde bir tarafına doğru eğilmiş olarak gelecektir." Ebû Davud, K. en-Nikah, bab: 39,1 ladis no: 3133 / Nesâî, K. İşret en-Nisa, bab: Diğer bir Rivâyette şöyle buyurmuştur: "O kimse kıyamet gününde vücudunun yarısı yok olduğu halde gelecektir. Tirmizi, K. en-Nikah, bab; 42, Hadis no: 1141 Âyet-i kerime’de "Diğerini askıda bırakmayın." buyurulmaktadır. Abdullah b. Abbas, Said b. Cübeyr, Mücahid, İbn-i Ebi Neciyh ve Süddi'ye göre bu ifadeden maksat, "Meyletmediğiniz diğer kadını ne dul ne evli gibi bir şekilde askıda bırakmayın." demektir. Hasan-i Basri ve Rebi' b. Enes'e göre "Ne boşanmış ne de evli bir şekilde ortada bırakmayın." Katade'ye göre: "Hapsedilmiş gibi bırakmayın." demektir, İbn-i Zeyd'e göre "Ne kocalı ne kocasızmış gibi ortada bırakmayın." demektir. Âyet-i kerime’nin sonunda "Eğer sulh olur Allah'tan korkarsanız muhak kak ki Allah çok affeden ve çok merhamet edendir." buyurulmaktadır. Bu ifade nin izahı şöyledir: "Ey insanlar, eğer amellerinizi düzeltir, karılarınız arasında günlerin taksimini, nafakanın bölüştürülmesi ve örfe göre davranışlarda adaletli davranırsanız, bu hususlarda haksızlık yapmazsanız ve birini askıda bırakarak diğerine tamamen meyletmeyip Allah'tan korkarsanız bilin ki Allah sizin daha önce böyle yaptıklarınızı ceza 1 andırmayarak sizleri affedendir ve bu gibi davra nışlardan vazgeçerek tevbe etmenizi de kabul ederek sizlere karşı merhametli olandır. 130Eğer karı koca, birbirlerinden ayrılacak olurlarsa Allah onla rın herbirini, geniş lütfuyla muhtaç bırakmaz. Allah'ın lütfü geniştir, hü küm ve hikmet sahibidir. Eğer kocası kendisine kötü davranan veya kendisinden yüz çevirip güzel liğinden yahut gençliğinden veya diğer bir hususundan dolayı kumasına meyle den bir kadın, günlerinin bir kısımmdan vaz geçmemekte diretecek olur da ko casından boşanmak isterse koca da bu karısına diğer karısı gibi eşit davranma makta ısrar eder de bu karısından ayrılmak isterse ve bunlar boşanarak birbirle rinden ayrılacak olurlarsa Allah, ayrılan koca ve kadından herbirini lütfuyla muhtaç bırakmaz. Karıya eski kocasından, kendisi için daha iyi bir koca kocaya da o karısından daha iyi bir kadın lütfeder ve herbirine daha fazla rızık verir. Yahut da iffet nasib eder. Allah, bunları ve diğer yaratıklarını rızıkiandırmada rızkı bol olandır. Karı koca ve diğer yaratıklar arasında verdiği hükümlerde sevk ve idaresinde hüküm ve hikmet sahibidir. 131Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. Sizden önce ken dilerine kitap verilenlere ve size, Allah'tan korkmanızı emrettik. Eğer inkâr ederseniz bilin ki, göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. Allah hiçbir şeye muhtaç değildir, hamde layıktır. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'a aittir. Sizden önce kendilerine Tevrat ve İncil verilen ehl-i kitaba ve sizlere: "Allah'tan korkun." diye vahyettik. Buna rağmen şâyet sizler, Allah'ın birliğini inkâr eder ve emrine karşı gelir seniz elbetteki sizler ona hiçbir zarar veremezsiniz. Çünkü göklerin ve yerin hü kümranlığı sadece ona aittir. Şüphesiz ki Allah, yarattıklarından hiçbirisine muhtaç değildir. Yaptıklarında ve verdiği nimetlerinde övülmeye layıktır. Taberi diyor ki: "Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır." âyet-i kerimesinin, "Eğer karı koca birbirlerinden ayrılacak olurlarsa Allah onların herbirini geniş lütfuyla muhtaç bırakmaz." âyetinin hemen arkasından gelmesi nin sebebi, Allahü teâlânın, kullarının, sıkıntıya düşmeleri ve gariplik hisssetmeleri halinde başvuracakları ve ihtiyaçlarını isteyecekleri yeri bildimıesidir. Böy lece kullan, herhangi bir sıkıntıya düştüklerinde veya muhtaç kaldıklarında yahut eşlerinden ayrılarak yalnızlık hissettiklerinde, isteklerin mercii olan Allah'a başvursunlar, ondan yardım istesinler. Zira göklerin ve yerin bütün mülkü ona aittir. Bu itibarla her isteyenin isteğini karşılaması ve her muhtacın ihtiyacını gi-dermesi onun için imkansız değildir. Taberi diyor ki: "Allahü teâlâ âyet-i kerime’nin baş tarafında, kendisine başvuracak olanların isteklerini karşılamada kuvvet ve kudret sahibi olduğunu, göklerin ve yerin mülkünün kendisine ait olduğunu beyan ettikten sonra, âyet-i kerime’nin devamında, daha önce kıssaları yüz beşinci ve ondan sonra gelen âyetlerde zikredilen ve hainlik yaptıkları belirtilen Übeyrikin oğullarına yar dımcı olmak isteyenleri zikretmiş ve buyurmuştur ki: "Ey insanlar, sizden önce kendilerine Tevrat ve İncil verilen ehl-i kitaba da size de emrettik ki, Allah'ın emir ve yasaklarına karşı gelmekten kaçının. Şâyet sizler, Allah'ın size verdiği bu emri inkâr eder ve onu çiğneyecek olursanız, bilin ki siz bu davranışınızla ona hiçbir zarar veremezsiniz. Sadece kendinize zarar vermiş olursunuz. Ey mü’minler, böyle yaparsanız, sizden önce ki kitap ehlinin müreffeh yaşantısını ve güven içinde olmasını bozup onları maymunlara ve domuzlara çevirdiği gibi cezalnıdınr. Zira göklerde ve yerde ne varsa hepsi ona aittir. Onun aziz kıldığına karşı çakacak veya zelil kıldığın sa vunacak hiçbir kimse yoktur. Çünkü her şey onun yaratığıdır, ona muhtaçtır. Onları ayakta tutacak olan da O'dur, helak edecek olan da O'dur. O zengindir, hiçbir şeye muhtaç değildir. Yaptığı işlerinden ve lütfettiği nimetlerinden dolayı . övülmeye layıktır. 132Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. Vekil olarak Allah yeter. Şüphesiz ki göklerin ve yerin ihtiva ettiği herşeyin mülkiyeti Allah'a aittir. Onların hepsini sevk ve idare eden ve koruyan O'dur. Orada bulunanların herhangi birinin bilgisi Allah'ın bilgisi dışında değildir. Onları korumak ve sevk ve idare etmek Allah için zor değildir. Taberi diyor ki: "Eğer denilecek olursa ki: "Bundan önceki âyette ve bu âyette peşpeşe göklerin ve yerin Allah'a ait olduğunun tekraren zikredilmesinin sebebi nedi?" Cevaben denilir ki: "Her iki âyette, Allahü teâlânın, göklerin ve yerin maliki olduğunun zikredilmesi, Allahü teâlânın sıfatlarından, farklı şekillerde haber verilmesine binaendir. Zira birinci âyette kulların, yaratıcılarına muhtaç oldukları, yaratıcının da, göklere ve yere malik olduğu, bu itibarla da kullanılın ihtiyacını giderecek güçte olduğu beyan edilmiştir. Bu âyette ise Allah'ın kullarını himaye ettiği, onların ne yaptıklarını bildiği ve onları sevk ve idare ettiği beyan edilmekte ve göklerle yerde bulunan herşeyin himayesi ve idaresinin Allah'a ait olduğu bildirilmektedir. Eğer denilecek olursa ki: "Birinci âyetin sonunda "Allah hiçbir şeye muh taç değildir, hamde layıktır." buyurulduktan sonra bu âyetin sonundaki "Vekil olarak Allah yeter." ifadesi de zikredilecek olsaydı göklerin ve yerin Allah'a ait olduğunu tekrar etmeye ihtiyaç kalmamış olurdu. Çünkü önceki âyetten, Allah'ın hiçbir kimseye muhtaç olmadığı, övülmeye layık olduğu ve kullarını hi maye ettiği, onları sevk ve idare ettiği anlaşılmış olurdu. O halde neden Allahü teâlânın, göklerin ve yerin sahibi olduğu ifadesi tekrarlanmak suretiyle iki ayrı âyet oldu?" Cevaben denilir ki: "Birinci âyette Allah'ın zengin olduğunu ve övülmeye lakıyk olduğunu açıklamayı icabettiren hususlar zikredildi. Orada Allahü teâlânın koruyuculuğunu ve sevk ve idare ediciliğini zikretmeyi icabettiren bir husus zikredilmedi. Bu itibarla önceki âyetin sonunda bu sıfatların zikredilmesi münasip olmadı. Allahü teâlânın, göklerin ve yerin maliki olduğu tekrar zikredildi. Onların koruyucusu ve idare edeninin de Allahü teâlâ olduğu beyan edildi. 133Ey insanlar, eğer Allah dilerse sizi yok eder de yerinize başkala rını getirir. Ve Allah buna kadirdir. Ey insanlar, eğer Allah dilerse sizleri helak edip yok eder. Başkalarını si zin yerinize getirir. Çünkü Allah herşeye kadirdir. Sizi helak edip yerinize başkalarını getirmek onun için güç bir şey değildir. Taberi diyor ki: "Allahü teâlâ bu âyet-i kerimesiyle bu surenin yüz beşin ci ve ondan sonra zikredilen âyetlerinde kıssaları beyan edilen ve başkasına ait olan bir zırhı çalarak veya saklayarak emanete ihanet ettikleri bildirilen kişileri kınamakta, Resûlüllah'ın sahabilerini de onlar gibi olmaktan sakındırmakta ve sahabilere, zırh olayında ihanet edip dinden çıkarak müşriklere katılan kimse gi bi olmamalarını emretmektedir. Aksi takdirde böyle bir kişinin sadece kendisi ne zarar vermiş olacağı beyan edilmektedir ve buyurulmaktadır ki: "Ey insanlar, eğer Allah dilerse sizi yok edip de yerinize başkalarını getirir." Yani Allah, Übeyrikin oğullarının yaptıklan gibi yapanlan helak edip köklerini kurutur. Muhammed'e ve sahabilerine, Allah'ın dini hususunda yardım edecek başka insanlar getirir. Nitekim bu hususta diğer âyetlerde de şöyle buyurulmaktadır: "Eğer haktan yüz çevirirseniz Allah, yerinize başka bir kavim getirir de sonra onlar sizin gibi olmazlar. Muhammed sûresi, 47 / 38 "Ey Peygamber, Allah'ın, gökleri ve yeri yerli yerince yarattığını görmez misin? Eğer dilerse sizi yok eder, yerinize yeni bir kavim getirir. Bu, Allah için asla zor değildir. İbrahim Sûresi, 14 / 19, 20 Ebû Hureyre (radıyallahü anh) diyor ki: "Bir gün Resûlüllah, "Eğer haktan yüz çevirirseniz Allah yerinize başka bir kavim getirir de sonra onlar sizin gibi olmazlar.." âyetini okudu. Orada bulu nanlar: "Ey Allah'ın Resulü, bizim yerimize kim getirilecektir?" diye sordular. Resûlüllah da: "Selmanın omuzuna vurdu ve dedi ki: "İşte bu ve kavmidir. İşte bu ve kavmidir." Tirmizi, K. Tefsir el-Kur'an, Sûre 47, bab: 2, Hadis No : 3260 134Kim dünya nimetini isterse bilin ki dünya ve âhiret nimeti Allah katındadır. Allah, herşeyi çok iyi işiten ve çok iyi görendir. Kim, Muhammed'e iman ettiğini açığa vurmasına rağmen içinde inkârı - gizler ve münafık olarak, sadece dünya malını isteyecek olursa o kimse bilsin ki onun dünyadaki amelinin karşılığı da Allah katındadır. O da kendisine, müslüman göründüğü için ganimetten pay verilmesi, canının, malının ve soyunun em niyet içinde olması gibi nimetlerdir. Onun dünyadaki bu amelinin âhiretteki kar şılığı da Allah'ın katındadır. O da cehennem ateşidir. Bu hususta başka âyetlerde de şöyle buyurulmaktadır: "Kim dünya ha yatını ve onun zinetlerini isterse, biz onlara, dünyada yaptıklarının tam karşılığı nı veririz. Onların orada bir şeyleri de eksiltilmez." "İşte onlara âhırette de ce hennem ateşinden başka bir şey yoktur. Orada yaptıkları boşa çıkmıştır. Zaten işledikleri bâtıldır." Hud sûresi, 11/15,16 Taberi diyor ki: "Bu âyet-i kerime’de, Übeyrikin oğullarına yardımcı ve şefaatçi olmak isteyen ve nifaklarında ve amellerinde onlara benzeyen kimseler kastedilmektedir. 135Ey iman edenler, Allah için şahitlik ederek adaleti ayakta tu tanlar olun. Kendiniz veya ana babanız ve akrabanız aleyhinde de olsa. Hakkında şahitlik yapacağınız kimse zengin de olsa fakir de olsa. Allah o ikisine daha yakındır. Adalet hususunda heva ve hevesinize uymayın. Eğer eğri davranır veya yüz çevirirseniz şüphe yok ki Allah, yaptıklarınızdan haberdardır. Ey iman edenler, verdiğiniz hükümlerde adaleti ayakta tutun. Allah için hakkıyla şahitlik edenler olun. Yaptığınız şahitlik kendi aleyhinize veya ana ba banız aleyhine yahut diğer akrabalarınız aleyhine de olsa. Hakkında şahitlik edi len kimse zengin de olsa fakir de olsa. Kişinin zenginliği veya fakirliği sizi ya lancı şahitliğe itmesin. Çünkü Allah o ikisine sizden daha yakındır. Onlar için neyin faydalı olduğunu çok iyi bilmekte ve hükümlerini ona göre göndermektedir. Keyfi davranışlarınız sizi adaletsizliğe sürüklemesin. Şâyet şahitliği eğip büker, tahrif ederseniz veya şahitlik yapmayıp meseleyi gizlerseniz bilin ki Allah, yaptıklarınızdan haberdardır ve ona göre size karşılığını verecektir. Allahü teâlâ bu âyet-i kerime’de mü’minlere, emanet zırhı saklayarak veya çalarak ona ihanette bulunan Übeyrikin oğullarına, fakir ve muhtaç oldukları için Resûlüllah'ın yanında yardımcı olmak isteyen ve onları savunan insanların durumuna düşmemelerini emretmekte ve onlara buyurmaktadır ki "Adaletli davranmak sizin ahlakınız olsun. Şahitliğinizi, kendiniz ve yakınlarınız aleyhi ne dahi olsa doğru olarak yapm." Taberi diyor ki: "Eğer denilecek olursa ki: "Kişi kendi aleyhine nasıl ada letli bir şahitlikte bulunacaktır? Kişinin kendi aleyhine şahitliği nasıl olacaktır?" Cevaben denilir ki: "Kişinin üzetinde, başkasına ait olan bir hak bulunur da o da bunu itiraf edece olursa kendi aleyhine şahitlik etmiş olur." Bu âyet-i kerime’nin aslında neye işaret ettiği hususunda farklı görüşler zikredilmiştir. a- Daha önce de zikredildiği gibi bu âyet-i kerime, mü’minleri, Übeyikin oğullarını mazur gören ve onları savunan kişilerin durumuna düşmemeleri için uyarmakta ve bu hususta onları eğitmektedir. b- Süddi'ye göre ise bu âyet-i kerime, bir hüküm verme niyetinde olan Resûlüllah'i ikaz etmektedir. Bu hususta Süddi diyor ki: "Bu âyet, Resûlüllah hakkında nazil oldu. Sebebi de şuydu: Biri zengin diğeri fakir iki kişi gelip birbirleri hakkında Resûlüllah'a şikâyette bulundular. Resûlüllah'ın eğilimi fakirin lehine idi. Zira bir fakirin bir zengine haksızlık yapamayacağı kanaatinde idi. Fakat Allahü teâlâ zenginin de fakirin de hakkında adaletin ayakta tutulmasında ısrar etti ve buyurdu ki: "Aleyhinde şahitlik ettiğiniz kimse zengin de olsa fakir de olsa adaletten ayrılmayın. Zira onları korumaya ve savunmaya Allah daha layıktır." c- Abdullah b. Abbas'a göre ise bu âyet-i kerime, mü’minlerin, şahitlikle rini doğru bir şekilde yapmaları hususunda nazil olmuştur. Öyle ki Allahü teâlâ mü’minlere, kendi aleyhlerine veya babalan ve oğulları aleyhine de olsa hakkı söylemelerini, bu hususta zenginliğinden dolayı bir kişiyi kayırmamalarını, bir kişiye de fakirliğinden dolayı merhamet etmemelerini emretti. İbn-i Zeyd ve Katade de âyeti bu doğrultuda izah etmişlerdir. İbn-i Şihab ez-Zühri diyor ki: "Self-i salihin döneminde, babanın oğula, oğulun babaya, kardeşin kardeşe, kişinin hanımına şahitlik etmesi kınanmıyor du. Onlar bu âyeti delil gösteriyorlardı. Fakat daha sonra insanlar karıştı. Onlar dan, şahitlikleri hakkında suçlanmalarını gerektiren durumlar görüldü. Bunun üzerine akrabaların şahitliği kabul edilmez oldu. Onlar da evlat, baba, kardeş, karı koca olarak tesbit edildi. İşte son zamanlarda sadece bunların birbirleri hak kında şahitlikleri kabul edilmez oldu." Âyet-i kerime’nin sonunda: "Şâyet eğri davanır veya yüz çevirirseniz şüp he yok ki Allah, yaptiklarınızdan haberdardır." buyurulmaktadır. Abdullah b. Abbas'a göre bu âyet, hâkimlere ve hakemlere hitab etmektedir. Dâvâcı ve dâvâlı, hâkimin huzurunda bulunur da hakim onlardan birine yumuşak davranır yahut ondan yüz çevirecek olursa onun bu davranışı, âdil olmasına ters düşer. Bu sebeple böyle bir davranışta bulunmamalıdır. Yine Abdullah b. Abbas, Mücahid, Katade, Süddi, İbn-i Zeyd, Atiyye ve Dehhak'tan nakledilen diğer bir görüşe göre ise âyetin bu bölümünde ifade edi lenler şahitlerdir. Allahü teâlâ inşalara, şahitlik yaparken doğru söylemelerini, dillerini eğip bükmemelerini, şahitlikten kaçmamalarını ve şahitlik edecekleri meseleyi gizlememelerini emretmektedir. Taberi bu son görüşün doğru olduğunu, zira âyetin başında: "Ey iman edenler, Allah için şahitlik ederek adaleti ayakta tutanlar olun." buyurulduğunu bu itibarla âyetin sonunda da şahitlere hitab edildiğini söylemenin daha isabetli olacağını ifade temiştir. 136Ey iman edenler, Allah'a, Peygamberine, Peygamberine indirdi ği kitaba ve daha önce indirdiği kitaba iman edin. Kim, Allah'ı, melekleri ni, kitplarını, Peygamberlerini ve âhiret gününü inkâr ederse şüphesiz ki o, derin bir sapıklığa düşmüştür. Ey daha önce Tevrat ve İncile iman eden kitap ehli, Allah'a, size indirilen kitaplarda vasıflarını bulduğunuz Muhammed'e ve ona indirdiği Kur'an'a ve Muhammed'den önce indirdiği, sizlerin de bir kısmınızın birine bir kısmınızın da diğerine iman ettiğinizi söylediğiniz Tevrat ve İncile iman edin. Kim, Allah'ı, meleklerini, kitaplarım, Peygamberlerini ve âhiret gününü inkâr ederse şüphesiz ki o, doğru yoldan ayrılmış, sapıklık durumuna düşmüştür. Taberi diyor ki: "Eğer denilecek olursa ki: "Allahü teâlâ "Ey iman edenler," şeklinde hitab ettikten sonra bu kişilerin iman etmelerini tekrar emretmesinin sebebi nedir?" Cevaben denilir ki: "Burada ifade edilen "İman edenler"den maksat, iki kısma ayrılan ehl-i kitaptır. Onlardan, Tevrata iman edenler, İncile, Kur'an'a, Hazret-i İsa'ya ve Hazret-i Muhammed'e iman etmemişlerdir. Allahü teâlâ, işte ehl-i kitap olan ve belli bir kitaba iman ettikleri için "İman edenler" diye vasıf landırılan bu insanlara, tevhid inancının gereği olarak, bütün Peygamberlere ve kitaplara iman etmelerini emretmiş ve buyurmuştur ki: "Ey, Tevrata veya İncile iman edenler, Allah'ı tasdik edin. Onun Peygamberi olan Muhammed'i ve Muhammed'e indirdiği Kur'an'i ve ondan önce indirdiği İncil ve Tevratı hep birlikte tasdik edin. Zira kim, Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, Peygamberlerini ve âhiret günün inkâr edecek olursa onun başka şeylere iman etmesi geçerli değildir. Bi lakis o, derin bir sapıklığa düşmüştür. 137İman edip sonra inkâr eden sonra iman edip tekrar inkâr eden sonra inkârlarında ileri gidenleri Allah ne bağışlayacak ne de doğru yola eriştirecektir. Allah, Önce Tevrata iman edip sonra onun hükümlerine karşı çakarak onu yalanlayan sonra İsa'ya ve İncile iman edip daha sonra ona da karşı çıkıp onu yalanlayan sonra da Muhammed'i ve Kur'an'ı yalanlayarak inkârlarını artıran ehl-i kitabı affedecek değildir. Onlara yol gösterecek de değildir. Müfessirler bu âyette zikredilen kişilerden kimlerin kasdedildiği husu sunda farklı görüşler zikretmişlerdir: a- Katade'ye göre burada zikredilenlerden maksat, Yahudi ve Hristiyanlardır. Yahudiler Tevrata iman etmişler sonra da onu terketmişler böylece onu inkâr eder olmuşlardır. Hristiyanlar ise İncile iman etmişler sonra onu bırakmışlar böylece onlar da onu inkâr etmiş duruma düşmüşlerdir. Daha sonra ise Hazret-i Muhammed'i ve Kur'an'ı inkâr ederek inkârlarını iyice artırmışlardır. Allahü teâlâ da bunları affetmeyeceğini ve kendilerini doğru yola iletmeyeceğini bildirmiştir. Bu izaha göre âyette zikredilen birinci iman edip sonra inkâr edenlerden maksat, Yahudiler, ikinci iman edip sonra inkâr edenlerden maksat ise Hristiyanlardır. Her iki sınıf da Hazret-i Muhammed'e ve Kur'an'a iman etmemekle inkârlarım artırmışlardır. b- Mücahid ve İbn-i Zeyd'e göre ise bu âyette tekrar tekrar iman edip inkâr ettikleri, daha sonra da inkârlarını artırdıkları zikredilen insanlardan maksat, münafıklardır. Bunlar önce iman etmiş sonra dinden çıkmışlar sonra da inkârcılıklanyla birlikte öldüklerinden, inkârlarını iyice artırmışlardır. İşte Allahü teâlâ bunları affetmeyeceğini bildirmiştir. c- Ebul Âliye'den nakledilen diğer bir görüşe göre bu âyette zikredilenler, ehl-i kitap olan Yahudi ve Hristiyanlardır. Bunlar Allah'a ortak koşarken günah işlemişler sonra da işledikleri günahlardan tevbe etmişler fakat müşrik oldukları için Allah onların bu günahları için yaptıkları tevbeyi kabul etmemiştir. Taberi, birinci görüşün tercihe şayan olduğunu, zira bundan önceki âyetin ehl-i kitap hakkında olduğunu bu âyetin de onunla irtibatlı olduğunu söyleme nin daha doğru olacağını bildirmiştir. Âyet-i kerime’de, Allahü teâlânın bu gibi insanları bağışlamayacağı zikre dilmiştir. Bundan maksat, Allahü teâlânın, onların günahlarını örtmemesi, ceza landırmaktan vazgeçememesi ve onları şahitler huzurunda rüsvay etmesidir. Âyet-i kerime’de Allahü teâlânın, bu gibi insanları doğru yola eriştirmeye ceği beyan edilmektedir. Bundan maksat ise Allahü teâlânın, onları doğru yola muvaffak kılmaması, rablerine karşı büyük cür'etlerinin bir cezası olarak onları sahipsiz bırakmasıdır. Taberi diyor ki: "Hazret-i Ali ve Abdullah b. Ömer'den nakledilen bir görüşe göre, onlar bu âyete dayanarak dinden çıkan kimselerin üç kere tevbe ettirilme sini söylerlermiş. Bu hususta Şa'bi, Hazret-i Ali'den "Ben, dinden çıkan kimseyi üç kere tevbe ettiririmi." dediğini sonra da "İman edip sonra inkâr eden sonra iman edip tekrar inkâr eden sonra da inkârlarında ileri gidenleri Allah ne bağışlayacak ne de doğru yola eriştirecektir." âyetini okuduğunu söylemiştir. Görüldüğü gibi bu görüşte olanlara göre bu bir kişi dinden çıkacak olursa tevbe ettirilir. Dine döner de tekrar çıkacak olursa tekrar tevbe ettirilir. Bundan sonra artık tevbe ettirilmez ona, mürted'e ait hükümler uygulanır. İbrahim en-Nehai'ye göre ise kişi, her dinden çıktığında tevbe ettirilir. Taberi bu son görüşü tercih etmiş ve mürtedde birinci defa tevbe ettirme sebebinin, her dinden çıkması halinde mevcut olduğunu, bu itibarla belli bir sa yıda tevbe ettirmeyi durdunnanın doğru olmayacağını zira birinci inkâr duru mundaki tevbe ettirme ile ondan sonraki inkârlarındaki tevbe ettirmelerinin sebepleri aynıdır, farklı değildir. O da, inkâr eden bu kişiyi İslama döndürerek hayatını kurtarmaktır. 138Ey Rasûlüm, münafıklara, kendilerine can yakıcı bir azap olduğunu müjdele. Aslında müjde, sevindirici şeylerin haber verilmesiyle olur. Kötü haberlerin duyurulmasına müjde denilmesi ise, haber verilenlerle alay etmek ve onları küçük düşürmektir. Bu itibarla münafıkların cehenneme girecekleri müjdelenmistir. 139Onlar, mü’minleri bırakıp kâfirleri dost ediniyorlar. Onların ya nında izzet ve şeref mi arıyorlar? Halbuki bütün izzet ve şeref Allah'a aittir. Münafıklar, mü’minleri bırakıp kâfirleri dost edinirler. Acaba onlar mü’minleri bırakıp kâfirleri dost edinmekle kâfirlerden bir izzet, bir şeref ve bir kuvvet mi bekliyorlar? Halbuki bütün izzet ve şeref, güç ve kuvvet ancak Allah'a aittir. O halde mü’minleri dost edinseler de Allah da kendilerini güçlü ve muzaffer kılsa olmaz mı? 140Allah size Kur'an'da: "Allah'ın âyetlerinin inkâr edildiğini ve onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman, başka bir söze geçmedikleri müd detçe o kâfirlerler oturmayın. Aksi halde siz de onlar gibi olursunuz." diye hüküm indirdi. Muhakkak ki Allah, münafıkların ve kâfirlerin hepsini ce hennemde toplayacaktır. Bu âyet-i kerime, Allah'ın âyetlerini inkâr eden veya onlarla alay eden insanlarla oturulup kalkılmamasını ve onlardan uzak durulmasını, aksi takdirde böyle yapanların da onların durumuna düşeceğini ve bunların akıbetinin de ce hennem olduğunu bildirmekte, bu hususta mü’minlerin tedbirli olmalarını emret mektedir. Müfessirler bu âyete dayanarak, bid'at ehlinden veya fâsıklardan yahut benzeri, haktan ayrılan kimselerden uzak durulmasının gerektiğini, âyet-i kerime’nin, bu gibi insanlarla oturup kalkmayı yasakladığını söylemişlerdir. İbrahim et-Teymi diyor ki: "Ebû Vâil dedi ki: "Kişi bulunduğu bir mec liste, arkadaşlarını güldürmek için bir yalan söyler. İşte bu durumda Allah onla ra gazap eder." Bun bunu İbrahim en-Nihai'ye anlattım. O da dedi ki: "Ebû Vâil doğru söylüyor. Allahü teâlânın kitabının şu âyetinde buyurulmuyor mu ki: "Allah size kur'an'da, Allah'ın âyetlerinin inkâr edildiğini ve onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman başka bir söze geçmedikleri müddetçe o kâfirlerle oturmayın. Aksi halde siz de onlar gibi olursunuz..." Hişam b. Urve diyor ki: "Ömer b. Abdülaziz, içki masasında bulunan bir kısım insanları yakalayıp onlara içki içme cezası verdi. İçlerinden biri de oruç luydu. Onlar: "Bu adam oruçlu." dediler. Bunun üzerine Ömer: "Başka bir söze geçmedikleri müddetçe onlarla oturmayın. Aksi halde siz de onlar gibi olursunuz." âyetini okudu. Bu âyet-i kerime’de: "Muhakkak ki Allah, münafıkların ve kâfirlerin hep sini cehennemde toplayacaktır." buyurulmaktadır. Bu ifadeden maksat, nasıl ki kâfirler ve münafıklar, dünyada iken mü’minlerin aleyhine birleşmekte ve ittifak etmekte iseler, âhirette de Allah onları birleştirecek ve bir yere koyacaktır. Fa kat orada birleştikleri yer, cehennem olacaktır. 141Onlar sizi gözetlerler. Eğer Allah tarafından size bir zafer nasib olursa, "Biz sizinle değil miydik?" derler. Şâyet kâfirlerin (zaferden) bir payı olursa: "Sîze üstünlük sağlayarak sizi mü’minlerden korumadık mı?" derler. Allah, kıyamet gününde aranızda hükmünü verecektir. Allah, mü minlerin aleyhine kâfirlere hiçbir yol vermeyecektir. Bu münafıklar sizin, devamlı olarak kötülüğe uğramanızı beklerler. Eğer siz düşmanlarınıza galip gelir, ganimet gibi bazı menfaatler elde ederseniz onlar: "Biz de sizinle beraber düşmanlara karşı cihad etmedik mi? Ganimetten bize de pay verin." derler. Şâyet kâfirlerin, sizin aleyhinize olan galibiyetten bir paylan olursa onlar kâfirlere: "Size yardım ederek üstün olmanızı sağlamadık mı? Sizi, mü’minlerin mağlup etmelerinden korumadık mı?" derler. Allah kıyamet gününde siz mü’minlerle münafıklar arasında âdil olan hükmünü verecektir. Allah, mü’minlerin aleyhine, kâfirlere hiçbir yol ve fırsat vermeyecektir. Yani kâfirlere, mü’minlere karşı, ileri sürecekleri herhangi bir delil ve dayanak vermeyecektir. Allahü teâlâ böylece mü’minleri koyduğu cennete kâfirleri koymayacağını ve münafıkları koyduğu cehenneme de mü’minleri koy mayacağını vaad etmiştir. Çünkü Allah, mü’minler aleyhine kâfirlere hiçbir yol vermeyeceğini beyan etmektedir. Böylece kâfirler "Bizim dostumuz sizin de düşmanınız olan münafıklar nasıl oldu da sizinle birlikte cennete konuldu?" di yerek mü’minlere karşı herhangi bir gerekçe zikredemeyeceklerdir. Nesî' el-Hadremi diyor ki: "Bir adam Hazret-i Ali'ye dedi ki: "Ey mü’minlerin emiri, Allahü teâlânin "Allah, mü’minlerin aleyhine kâfirlere hiçbir yol vermeye cektir." âyeti hakkında ne dersin? Çünkü kâfirler bizimle savaşıyor, bize galip geliyor ve bizi öldürüyorlar." Hazret-i Ali de dedi ki: "Yaklaş, yaklaş." Sonra buyur du ki: "Allah, kıyamet gününde mü’minlerle kâfirler arasında hükmünü verecek ve yine kıyamet gününde mü’minlerin aleyhine kâfirlere hiçbir yol vermeyecektir. Yani hiçbir delil vermeyecektir. 142Münafıklar, Allah'ı aldatmaya çalışırlar. Halbuki Allah onları aldatır (Onların oyunlarını başlarına geçirecektir) Onlar namaza kalktıkları vakit tembel tembel kalkarlar. İnsanlara gösteriş yaparlar. Allah'ı pek az anarlar. Şüphesiz ki münafıklar, canlanın kurtarmak için, kâfirliklerini gizleyip iman ettiklerini söyleyerek Allah'ı aldatmaya çalışırlar. Halbuki Allah, cehenneme girmelerine kadar onlara mühlet verecek ve yaşadıkları sürece, kendilerine ağır gelen İslami hükümleri onlara tatbik ederek onları aldatmakta ve oyunlarını başlarına geçirmektedir. Bu münafıklar namaza kalktıkları zaman, üşenerek tembel tembel kalkarlar. Onlar, mü’minlere gösteriş olsun diye namaz kılarlar. Çünkü onlar, ne öldükten sonra dirilmeye ne de sevap ve cezaya inanırlar. Onlar Allah'ı ancak gösterişe vesile olacak şekilde ve pek az anarlar. Allah'ı birleyenin ve kesin olarak iman edinin andığı gibi anmazlar. Süddi, İbn-i Cüreyc ve Hasan-ı Basri'ye göre bu âyette zikredilen, Allahü teâlânın, münafıkları aldatmasından maksat, Allahü teâlânın kıyamet gününde mü’minlere verdiği nur gibi münafıklara da nur vermesi, daha sonra onların ay dınlıklarını alarak onları karanlıkta bırakması, mü’minlerle münafıklar arasın abir set çekmesidiri. Nitekim bu hususta başka bir âyette şöyle buyurulmaktadır: "O gün münafık erkek ve kadınlar mü’minlere "Bize bakın da nurunuzdan istifade edelim." derler. Onlara "Arkanıza dönün de nur isteyin." denir. Mü’minlerle münafıklar arasına, kapısı olan bir sur çekilir. Onun, içinde rahmet, dış ta rafında da azap vardır. Hadid sûresi, 57/13 Âyet-i kerime’de: "Münafıklar namaza kalktıkları vakit tembel tembel kalkarlar. İnsanlara gösteriş yaparlar." buyurulmaktadır. Münafıklar, âhirete, se vaba ve cezaya kesin olarak iman etmediklerinden, Allah'ın farz kıldığı ibadetleri ona yaklaşmak için yapmazlar. Sadece canlarını ve mallarını emniyet altına almak için mü’minlere bir gösteriş olarak yaparlar. Ta ki onlar kendilerini mü min sansınlar ve mü’min muamelesi yapsınlar. Bu sebeple münafıklar, namaza, tembel tembel ve üşenerek kalkarlar. Namazı mü’minlere gösteriş olsun diye kılarlar. Âyet-i kerime’den anlaşılmakladır ki, namaza üşenerek kalkmak münafıkların sıfatlarındandır. Mü’minler bu Âyeti göz önünde bulundurarak namazı isleyerek ve zinde bir şekilde kıl malıdırlar. Çünkü namaz mü’minin kalbine huzur verir. Onu rahatlatır. Nitekim Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hadis-i şerifinde buyuruyor ki: "Benim gözümün aydınlığı namazdır." (Nesâî K. en-Nisa, bab: 1) Âyet-i kerime’de, münafıkların, Allah'ı pek az anacakları zikredilmektedir. Münafıklar, Allah'ı, canlarını ve mallarını korumak maksadıyla ve gösteriş için andıklarından, samimi bir şekilde anmadıklarından onların Allah'ı anmaları çok dahi olsa az olarak vasıflandırılmıştır. 143Münafıklar (inkâr ile iman arasında) bocalamaktadırlar. Ne bunlara (mü’minlere) bağlanırlar ne de şunlara (kâfirlere) Allah, kimi doğru yoldan saptırırsa sen artık ona bir yol bulamazsın. Bu münafıklar, iman ile inkâr arasında bocalayıp dururlar. Onlar ne tam olarak mü’minlerle beraberdirler ki gerçekten inanmış insanlar gibi amel etsinler ne de müşriklerle beraberdirler ki açıkça müşrik olduklarını söylesinler. Onlar iki sürü arasında kalan koyun gibi şaşkınlık içerisindedirler. Allah'ın, doğru yola muvaffak kılmadığı bir kimse için hakka götürecek hiçbir yol bulamazsın. Münafıkların bu durumunu Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) de bir hadis-i şerifinde şöyle açıklıyor: "Münafık, iki sürü aasmda şaşkınca tereddüt eden bir koyuna benzer. Bazan birine tabi olmak ister bazan diğerine." Müslim, K. el-Münafıkîn, bab: I7,lladisno: 2784/ Nesâî, K. el-îman, bab: 31. Süddi, Katade ve İbn-i Cüreyc bu âyette zikredilen münafıkların tereddüt içinde olmalarını şöyle izah etmiştir: Onlar ne müşriktirler ki Allah'a ortak koş tuklarını açığa vursunlar ne de samimi mü’minlerdir ki imanlarının icabını yap sınlar. Mücahid ise bu ifadeyi: "Münafıklar, ne Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın sahabilerîne tabi olurlar ne Yahudilere." şeklinde izah etmiştir. İbn-i Zeyd de: "Münafıklar İslamla inkâr arasında bocalayıp dururlar. Ne müslümanlara ne de kâfirlere bağlanırlar." şeklinde izah etmiştir. Âyet-i kerime’nin sonunda: "Allah kimi doğru yoldan saptırırsa sen artık ona bir yol bulamazsın." buyurulmaktadır. Bu ifadeden maksat, "Allah kimi, da vet ettiği İslam yolunda yardımsız bırakır ve onu İslama tabi olmaya muvaffak kılmazsa, Ey Rasûlüm, artık sen ona, hak olan İslama götürecek hiçbir yol bulamazsın." demektir. Allahü teâlâ, İslam dininden başka bir dini din edinenin, dininin kabul edilmeyeceğini ve saptırdığı kimseyi de doğru yola iletecek herhangi bir kimsenin bulunmadığını beyan etmektedir. 144Ey iman edenler, mü’minleri bırakıp da kâfirleri dost edinmeyin. Allah'a, kendi aleyhinize olan apaçık bir delil mi vermek istiyorsunuz. Ey iman edenler, mü’minlerin dışında kâfirleri dost ve arkadaşlar edinme yin. Aksi tekdirde sizler de cehennemlik olursunuz. Sizler kendi aleyhinize, Allah'a apaçık bir delil mi vermek istiyorsunuz? Böyle yaptığınız takdirde Allah'ın gazabına uğrar, münafıkların hak etmiş oldukları cezaya siz de çarpılmış olursunuz. 145Şüphesiz ki münafıklar, cehennem ateşinin en aşağı tabakasındadırlar. Onlar için bir yardım edici de bulamazsın. Şüphesiz ki münafıklar, âhiretle, bu gizli inkârlarının cezası olarak ce hennemin en alt tabakasına atılacaklardır. Onları oradan hiç kimse kurtaramaya caktır. Zira onlar, mü’minler için, açıkça kâfir olduklarını söyleyenlerden daha zararlı ve İslam için daha tehlikelidirler. Abdullah b. Mes'ud, "Münafıklar, cehennem ateşinin en aşağı tabakasındadırlar." ifadesinin izah ederken şöyle demiştir: "Münafıklar, üzerlerine kilit lenmiş demir tabutlarda ateşin içine atılacaklardır." Ebû Hureyre (radıyallahü anh) da âyetin bu bölümünü bu şekilde izah etmiştir. 146Tevbe edenler, kendilerini düzeltenler, Allah'ın emirlerine sım sıkı sarılanlar ve Allah için dinlerine ihlasla bağlananlar müstesna, işte bunlar, mü’minlerle beraberdirler. Allah, mü’minlere büyük bir mükâfaat verecektir. Ancak Allah'ın birliğini, Peygamberinin doğruluğunu ve onun Allah ka tından getirdiği şeyleri tasdik edip münafıklığından vazgeçerek tevbe edenler,Allah'ın, kendilerine emrettiği şeyleri yapıp, yasakladığı şeylerden vazgeçerek kendilerini düzeltenler, Allah'a vermiş oldukları iman etme sözüne sımsıkı sarı lanlar ve dinlerinin gereği olarak amellerini, insanlara gösteriş için değil sadece Allah için yapanlar müstesnadır. İşte bunlar, mü’minlerle beraber cennettedirler. Münafıklarla birlikte cehennemin en alt tabakasında değildirler. Yakında Allah, mü’minlere, iman etmelerine mukabil büyük bir mükâfaat verecektir. Yani Allah, ikiyüzlülüklerine karşı münafıkları cehennemin en alt tabakasına koyduğu gibi mü’minleri de cennetin en yüce derecelerine erdirecektir. 147Eğer şükreder ve iman ederseniz Allah sîze niye azab etsin ki? Allah, şükredenlerin mükafaatım veren ve herşeyi bilendir. Ey münafıklar, şâyet Allah'a tevbe eder, hakka yönelir, size vermiş oldu ğu nimetlere karşı şükreder ve tevhid inancına dönüp iman ederseniz artık Allah size niçin azab etsin ki? Allah'ın sizleri, cehennemin en alt derecesine koymaya ihtiyacı yoktur. Zira size azab etmek, Allah'a ne zarar ne de fayda getirir. Onun, yaratıklarına venniş olduğu cezanın sebebi, kendisine karşı haddi aşmak ve onu tanımamaktır. Allah, böyle olanlara haddini bildirir. 148Allah, kötü sözün açıkça söylenmesini sevmez. Zulme uğrayan müstesnadır. Allah, herşeyi çok iyi işiten ve çok iyi bilendir. Müfessirler bu âyet-i kerime’yi farklı kıraat şekillerine göre farklı şekillerde izah etmişlerdir: 1- Bazı kurralar bu âyetteki kelimesi "Zulime" şeklinde okumuşlardır. Bu kıraata göre âyet-i kerimeye şu şekillerde mânâ verilmiştir: a- Abdullah b. Abbas, Katade ve Hasan-ı Basri'ye göre âyetin izahı şöy ledir: Allah, bir kimsenin aleyhine açıktan beddua yapılmasını sevmez. Ancak kendisine zulmedilmiş olan kimse müstesnadır. O, zulmedenin aleyhine açıkça bedduada bulunabilir. b- Mücahid'e göre ise âyetin izahı şöyledir: Allah, kimsenin açıktan kötü söz söylemesini sevmez. Ancak zulmedilen kimse müstesnadır. Kendisine zul medilen kimse, zulmedinin yaptığı kötülükleri açıkça söyleyebilir. c- Mücahid'den nakledilen başka bir görüşe göre burada zulme uğrayan dan maksat, ev sahibi tarafından gereği gibi ağırlanmayan misafirdir. Kişi, mi safir olduğu yerden ayrıldıktan sonra "Bu adam beni iyi misafir etmedi." der. Kötü sözün açıkça söylenmesi de işte budur. Zulme uğrayan da bu misafirdir. Misafirin, kendisine ev sahibi tarafından iyi muamele yapılmadığını söylemesi caizdir. Ukbe b. Âmir diyor ki: "Dedik ki: Ey Allah'ın Resulü, sen bizi bir yere gönderiyorsun, bazı kavimlere misa fir olmak istiyoruz onlar bizi misafir etmiyorlar. Bu hususta ne buyuruyorsunuz? Peygamber efendimiz şu cevabı verdi: "Siz bir topluluğa misafir olursunuz da onlar da size, misafire layık olacak şekilde davranırlarsa siz onlardan bunu kabul edin. Şâyet bunu yapmazlarsa onlardan, misafirin hakkı olanı alın. Buhari, K. el-Mezalim, bab: 18 /Müslim K. el-Lukata bab: 17 Hadis no: 1727 Ebû Davad, K. el-Et'ime bab: 5, Hadis no: 3752 d- Süddi'ye göre ise bu âyetin izahı şöyledir: Allah, kötü sözün açıktan söylenmesini sevmez. Ancak zulme uğrayanın hakkını alması ve zulmü durdur ması müstesnadır. 2- Diğer bir kısım kurralar ise kelimesini "Zaleme" şekline okumuşlardır. İbn. Zeyd bu kıraat şeklini esas alarak âyeti şöyle izah etmiştir: "Allah, kötü süzün açıkça söylenmesini sevmez. Ancak zulmeden kimse yani münafık bu hükmün dışındadır. Onun aleyhine, münafıklığından vazgeçinceye kadar açıkça kötü söz söylemek caizdir. Yani herhangi bir kimse bir münafıkm aleyhi ne "Sen münafıksın, sen şöyle ve şöyle yaptın." diyemez. Ancak münafıklığın dan vazgeçmeyen ve böylece zalim olan münafıklar için bunları söyleyebilir. İbn-i Zeyd diyor ki: "Allahü teâlâ bundan önceki âyetlerde, münafıkların, cehennemin en alt tabakalarında olduklarını bildirdikten ve iman edenlere azab etmeye itiyaci olmadığını beyan ettikten sonra bu âyette de herhangi bir kimse aleyhine açıkça kötü bir söz söylenmesini sevmediğini beyan etmiş ancak münafık olarak zalim olanları istisna etmiştir. İbn-i Zeyd, Übey b. Ka'b'ın, âyet-i kerime’nin bu bölümünü bu şekilde okuduğunu ve âyeti böylece izah ettiğini söylemiştir. Taberi, birinci kıraat şeklinin, çoğunluğun kıraat şekli olması, ikinci kıra at şeklinin ise şaz bir kıraat olması dolayısıyla birinci kıraat şeklini terci ettiğini söylemiş, âyetin şu şekilde izahının da daha doğru olacağını zikretmiştir: "Ey insanlar, Allah, herhangi bir kimsenin, başka birine açıkça kötü söz söylemesini sevmez. Ancak kendisine zulmedilmiş olan kimse bundan müstesnadır. Onun, kendisine yapılan kötülüğü açıkça söylemesinde bir mahzur yoktur." Taberi diyor ki: "Âyet bu şekilde genel olarak izah edildiği takdirde yu karıda zikredilen görüşlerin tümü âyetin kapsamına girmiş olur. Zira misafir edilmeyen veya malında yahut canında bir haksızlığa uğrayan kimsenin, gördü ğü haksızlıkları açıkça söylemesi veya haksızlık yapanın aleyhine açıkça beddu ada bulunup Allah'ın yardımını istemesi, haksızlığa uğrayanın gördüğü kötülükleri açıkça söylemesidir. Âyet-i kerime de bunu ifade etmektedir. Âyet-i kerime’nin sonunda: "Allah herşeyi çok iyi işiten ve çok iyi bilendir." buyurulmaktadır. Bu ifadeden maksat, "Allah, kimlerin kimler için açıkça kötü söz söylendiğini işiten, kimlerin de kimler hakkında açıkça kötü söz söyle meyip gizlediğini bilendir. Herkese işlediği amelin karşılığını verecektir, İyilik yapana iyiliğinin, kötülük yapana da kötülüğünün karşılığını verecektir. 149Bir hayırı açıklar yahut gizler veya bir kötülüğü affederseniz şüphesiz ki Allah, çok affeden ve herşeye gücü yetendir. Ey insanlar, şâyet sizler, bir kimsenin size yaptığı iyiliği açığa vurur ve ona teşekkür eder veya gizlerseniz yahut size kötülük yapanı affeder onu açıkça söylemezseniz şüphesiz ki bu davranışınız sizi Allah'a yaklaştırır ve onun katın daki sevabınızı artırır, Çünkü cezalandırmaya gücü yettiği halde affetmek, Allah'ın sıfatlarındandır. Allah, kullarından, böyle davrananları sever. Zira Allah, çok affeden ve herşeye gücü yetendir. 150Bak. Âyet 151. 151Allah'ı ve Peygamberini inkâr edenler, Allah ve Peygam berleri arasında ayrılık gözetenler, "Onların bir kısmına inanır bir kısmını inkâr ederiz." diyerek ikisi arasında bir yol tutmak isteyenler, işte onlar, gerçekten kâfir olanlardır. Biz, kâfirler için alçaltıcı bir azap hazırlamışızdır. Allah'ı ve Peygamberini inkâr eden Yahudi ve Hristiyanlar, Peygambe rin, Allah'a karşı yalan söylediğini iddia ederek Allah ve Peygamberi arasında ayrılık gözetenler, Yahudilerin Mûsa'yı tasdik etip İsa ve Muhammed'i yalanla maları, Hristiyanların da İsa'yı ve ondan önceki Peygamberleri tasdik edip Muhammed'i yalanladıkları gibi "Biz, Peygamberlerin bir kısmına iman eder, diğerlerini inkâr ederiz." diyenler ve hidâyetle sapıklık ortasında bir yol icad etmek isteyenler yok mu? İşte onlar, gerçekten kâfirlerin ta kendileridir. Çünkü Peygamberlerin bir kısmını tasdik edip diğerlerini yi ani ayanlar, Allah'ı yalanlamış olurlar. Ve dolayısıyla inkâra düşerler. Biz, İnkârcılar için hor ve hakir dü şüren bir azap hazırladık. Bu âyetin izahında Katade diyor ki: "Bu âyette zikredilenler, Allah düş manı Yahudi ve Hristiyanlardir. Yahudiler Tevrat'a ve Mûsa'ya iman etmiş, İncil'i ve İsa'yı inkâr etmişlerdir. Hristiyanlar da İncil'e ve İsa'ya iman etmiş Kur'an'ı ve Hazret-i Muhammed'i inkâr etmişlerdir. Yahudiler Yahudiliği, Hristiyanlar da Hristiyanlığı din edinmişlerdir. Halbuki bu iki din de bu halleriyle Allah tarafından gönderilmiş değillerdir. Sonradan icad edilmiş bid'atlardır. Bu Yahu di ve Hristiyanlar, Allah'ın bütün Peygamberlerine göndermiş olduğu hak din İslamı terkettiler. 152Allah'a ve Peygamberine iman edip onlar arasında hiçbir ayrı lık gözetmeyenlere gelince işte onlara, Allah, mükâfaatlarını verecektir. Allah, çok affeden ve çok merhamet edendir. Allah'ın birliğini tasdik eden, Peygamberlerinin hepsinin Peygamber ol duğunu ve onların, Allah tarafından getirdikleri din ve şeriatların hak olduğunu ikrar eden, Peygamberlerin bir kısmını tasdik edip diğerlerini yalanlayarak onla rın arasını ayıranlar gibi olmayın. Hepsinin hak olduklarına iman eden kimsele re gelince, işte Allah, öyle olanlara hakkıyla iman etmelerinin karşılığı olarak mükâfaatlarını verecektir. Allah, daha önce o gibi günahları işleyip de sonra tevbe eden kullarını çokça affeden ve kullarını doğu yola ileterek onlara çokça merhamet edendir. Görüldüğü gibi âyet-i kerime, Muhammed ümmetinin sıfatlanın beyan etmekte ve onlara bolca mükâfaatlar verileceğini bildirmektedir. Çünkü Muhammed ümmeti, Bakara suresinin iki yüz seksen beşinci âyetinde de belirtildi ği gibi, Peygamberler arasında bir ayırım yapmaz, hepsine iman ederler. Bu hususta âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır: "Peygamber ve mü’minler, rabbi tarafından Peygambere indirilene iman ettiler. Hepsi de Allah'a, meleklerine, ki taplarına, Peygamberlerine iman ettiler. "Allah'ın Peygamberlerini birbirinden ayırtetmeyiz." dediler. Bakara sûresi, 2/285 153Ey Rasûlüm, kitap ehli, gökten kendilerine bir kitap indir meni isterler. Onlar Mûsa'dan, bundan daha büyüğünü istemişlerdi. "Allah'ı bize apaçık olarak göster." demişlerdi. Bunun üzerine zulümlerinden dolayı onları bir çığlık yakalayrverdi. Sonra, kendilerine apaçık deliller gelmişken buzağıya taptılar. Fakat biz bunu da affettik ve Mûsa'ya apaçık bir mucize verdik. Ey Rasûlüm, Yahudiler, gökten kendilerine bir kitap indirmeni ve se nin doğruluğunu gösteren bir mucize getinneni isterler. Onların ataları da Peygamberleri Mûsa'dan, senden istedikleri şeylerden daha büyük şeyler istemişler di. "Allah'ı bize apaçık olarak göster gözümüzle görelim." demişlerdi. Bu azgın lıkları ve cür'etleri yüzünden onları bir çığlık yakal ayı vermiş de ölmüşlerdi. Sonra Allah onları, Mûsa'nın duasıyla tekrar diriltmişti. Daha sonra bu Yahudiler, kendilerine Allah'ın kudretini ve birliğini gösteren apaçık deliller gelmesine rağmen Allah' bırakıp buzağıyı ilâh edindiler ve ona taptılar. Biz, bu cinÂyetleri ni de affettik. Mûsa'ya, Peygamberliğinin doğruluğunu göstererraçık mucizeler ve deliller verdik. Âyette zikredilen ehl-i kitaptan maksat, kendilerine Tevrat verilen Ya-hudilerdir. Yahudiler, Hazret-i Muhammed'den, gökten bir kitap getirmesini istemişlerdir. Yahudilerin Resûlüllah'tan istedikleri bu kitabın nasıl bir kitap olmasını talep ettikleri hususunda müfessirler çeşitli görüşler zikretmişlerdir. a- Süddi ve Muhammed b. Ka'b el-Kurezi'ye göre Yahudiler Resûlüllah'tan, gökten kendilerine yazılı bir kitap getimıesini istemişlerdir. Zira Hazret-i Mûsa'ya Tevrat, gökten yazılı bir kitap olarak indirilmiştir. Bu hususta Muhammed b. Ka'b el-Kurezi diyor ki: "Yahudilerden bir kısım insanlar Resûlüllah'a geldiler ve ona: "Mûsa, Allah katından yazılı levhalar getirdi. Sen de bize, Allah katından yazılı levhalar getir seni tasdik edelim." dediler. Bunun üzerine Allahü teâlâ bu ve bundan sonraki âyetleri indirdi. b- Katade'ye göre ise Yahudilerin, Hazret-i Muhammed'den kendilerine indir mesini istedikleri kitap, Yahudilere mahsus olacak bir kitaptır. c- İbn-i Cüreyc'e göre ise Yahudilerin Resûlüllah'tan kendileri için indir mesini istedikleri kitaptan maksat, Yahudilerin belli adamlarına inecek ve Hazret-i Muhammed'i tasdik etmelerini emredecek olan bir kitaptır. Taberi diyor ki: "Bu görüşlerden tercihe şayan olanı şudur: "Yahudiler Resûlüllah'tan istemişlerdir ki o, Allah'tan, bütün yaratıkların, benzerini getirmekten âciz kaldıkları, kendilerinin de hak Peygamber olduğuna şahitlik ettikle ri ve Yahudilerin, Resûlüllah'a tabi olmalarına emreden bir kitabı, gökten Yahudilere indirmesini istesin. İstenen bu kitabın yazılmış bir kitap olması, onları hepsine veya bir kısmına indirilmiş olması muhtemeldir. Bu itibarla yukarıda zikredilen görüşlerin hepsi de mümkün olabilen görüşlerdir. Âyet-i kerime’nin devamında "Onlar Mûsa'dan, bundan daha büyüğünü istemişlerdi." buyurulmaktadır. Bu ifade, Resûlüllah'tan, kendilerine kitap indi rilmesini isteyen Yahudileri kınamakta ve onları ayıplamaktadır. Allahü teâlâ bu ifadesiyle Resûlüllah'a şunu buyurmak istemiştir: "Ey Rasûlüm, sen Yahudilerin böyle bir istekte bulunmalarını çok görme. Çünkü onlar, Allah'ı hakkıyla takdir edemedikleri, ona karşı cür'etleri, onun "Halım" sıfatından dolayı aldanmaları yüzünden onların senden istedikleri kitab ıonlara indirsen dahi, önce ki atalarının yaptığı gibi onlar da Allah'ın emrine karşı gelirler. Zira ataları, Allah'ı görmek istemelerinden sonra çığlığa yakalnıp ölmüşler, Allah onları tekrar diriltmiş bu defa onlar, Allah'ın mucizelerini gördükleri halde onu bırakıp buzağıya tapmişlardır. 154Söz vermeleri için Tur dağını üzerlerine kaldırdık. Onlara: "O kapıdan secde ederek girin." dedik. Ve onlara: "Cumartesi günü yasağını çiğnemeyin." dedik. Ve onlardan sağlam bir söz aldık. Yahudilerin, Tevrat'taki hükümlerle amel edeceklerine dair Allab'a ver dikleri söz tutmaları için Tur dağını üzerlerine kaldırdık. Onlara: "Kudüs şehrinin kapısından, Allah'a şükran secdesinde bulunarak içeri girin." dedik. Fakat onlar, kendilerine gelen emri değiştirip, kapıdan kıçlarının üzerine sürünerek gerisin geri girdiler. Yine biz onlara: "Allah'ın emrine karşı gelerek Cumartesi günü avlanmayın." dedik. Fakat onlar, emre karşı gelerek Cumartesi gününde de avlandılar. Ayrıca biz onlardan, Tevrat'taki hükümlerle amel edeceklerine dair sağlam bir söz aldık. Fakat onlar bu sözlerinde de durmadılar ve bu sebeple de lanete uğradılar. 155Ahitlerini bozdukları ve Allah'ın âyetlerini inkâr ettikleri, hak sız yere Peygamberleri öldürdükleri ve "Kalblerimiz perdelidir." dedikle ri için onlara (lanet ettik) Doğrusu Allah, inkâr etmeleri sebebiyle onların kalblerine mühür vurmuştur. Onların pek azı iman eder. Yahudiler, Tevrat'taki hükümlerle amel edeceklerine dair vermiş oldukla rı sözü bozmaları, Peygamberlerin doğruluğunu gösteren, Allah'ın âyet ve delillerini inkâr etmeleri ve kendilerine hak yolu gösteren Peygamberleri haksız ye re öldürmeleri ve "Kalblerimiz perdelidir, bizi davet ettiğin şeyleri anlamıyo ruz." demeleri yüzünden biz onları lanete uğrattık. Daha doğrusu inkârları sebebiyle Allah onların kalblerini sapıklık ve azgınlık mühüriiyle mühürlemiştir de onlar, iman edilmesi gereken herşeye değil pek az şeye iman eder olmuşlardır. Böylece hiç iman etmemiş gibi olmuşlardır. Katadeye göre bu âyet-i kerime, bundan önceki âyetlerle bağlı değildir. Kendi başına müstakil bir âyettir. Âyette bir hazvf vardır. O da "Lanet ettik" cümlesidir. Bu itibarla âyet izah edilirken bu cümlenin zikredilmesi gerekmek tedir. Diğer bir kısım müfessirlere göre ise bu âyet-i kerime, bundan önceki âyetlerle irtibatlıdır. Bu âyet de yüz elli üçüncü âyette geçen "Onları bir çığlık yakal ay iverdi" ifadesinin gerekçesidir. Buna göre âyetin bu bölümünün mânâsı şöyledir: "Zulmetmeleri, ahitlerini bozmaları ve Allah'ın âyetlerini inkâr etmele ri, haksız yere Peygamberleri öldürmeleri ve "Kalblerimiz perdelidir" demeleri sebebiyle onları bir çığlık yakal ay iverdi." Taberi, Katade'nin görüşünün doğru olduğunu, bu âyetin önceki âyetlerle bağlı olmayıp müstakil bir âyet olduğunu, âyette "Biz onlara lanet ettik, biz onlara gazap ettik." şeklinde bir cümlenin hazfedilmiş olduğunu zira, "Bilakis inkârları yüzünden Allah onların kalblerini mühürlemiştir." cümlesinin, hazfedi len bu cümleye işaret ettiğini, çünkü kalbi mühürlemenin, lanete uğratılmış ve gazap edilmiş bir kimse olacağını söylemiştir. Taberi bu görüşü tercih etmesine sebep olarak da şunu zikretmiştir." İsrailoğullarını bir çığlığın yakalayıp öldürmesi Hazret-i Mûsa zamanında olmuştur. Halbuki onların, Peygamberlerini haksız yere öldürmeleri, bundan sonraki âyetlerde zikredildiği gibi, Hazret-i Meryem'e zina iftirasında bulunmaları ve "Biz İsa Mesihi öldürdük" demeleri Hazret-i Mûsa'dan çok sonra olmuştur. Bu sebeple sonra meydana gelen olayları, çığlığa sebep göstermek isabetli değildir. Zira çığlığa yakalananlarla bunlar ayrı kimselerdir. Bu da bu âyetin ve bundan sonra gelen âyetlerin önceki âyetlerle bağlantılı olmadığını gösterir. 156Bak. Âyet 158. 157Bak. Âyet 158. 158İnkâr edip Meryem'e büyük bir iftira attıkları ve "Allah'ın Resulü, Meryemoğlu Mesih İsa'yı biz öldürdük." dedikleri için Allah onlara lanet etmiştir. Onlar İsa'yı ne öldürler ne de astılar. Fakat öldür dükleri kimse onlara İsa gibi göründü. İsa hakkında ihtilafa düşenler ger çekten şüphe içindedirler. Onların bu hususta zan'na uymaktan başka bir bilgileri yoktur. Kesin olarak İsa'yı öldürmediler. Bilakis Allah onu kendi katına yükseltti. Allah herşeye galiptir, hüküm ve hikmet sahibidir. Yahudilerin inkhar etmeleri ve hiçbir delil olmaksızın Meryem'e zina is-nad ederek büyük bir iftirada bulunmaları "Allah'ın Resulü, Meryemoğlu Mesih İsa'yı biz öldürdük," demeleri sebebiyle Allah onları lanete uğrattı. Halbuki onlar, İsa'yı ne öldürdüler ne de astılar. Fakat öldürdükleri kimse onlara İsa gibi göründü. İsa hakkında ihtilafa düşen bu Yahudiler, onun öldürülmesi hususunda elbetteki şüphe içindedirler. Öldürdükleri kişinin kim olduğu hakkında onların hiçbir bilgileri yoktur. Sadece öldürdükleri kimsenin İsa olduğu zannına kapıl dılar. Onlar, kesin olarak İsa'yı öldürmediler. Bilakis Allah, İsa'yı diri olarak kendi katma yükseltti. Allah, herşeye galiptir, hüküm ve hikmet sahibidir. Âyet-i kerime’de, Yahudilerin, Hazret-i Meryem'e attıkları zikredilen iftira dan maksat, ona zina isnad etmeleridir. Nitekim Abdullah b. Abbas, Süddi ve Cüveybir, buradaki iftiradan maksadın zina isnad etmek olduğunu söylemişlerdir. Âyet-i kerime’de, Yahudilerin, Hazret-i İsa'yı öldürmedikleri, onu asmadıkları fakat öldürülen kişinin İsa'ya benzetildiği zikredilmektedir. Müfessirler, öldürülen bu kişinin, İsa'ya nasıl benzetildiği hususunda farklı görüşler zikretmişlerdir. Bunlar şu üç şekilde özetlemek mümkündür. a- Harun b. Anterenin Vehb b. Münebbih'ten Rivâyet ettiğine göre, Vehb, Öldürülen kişinin Hazret-i İsa'ya benzetilmesi hususunda özetle şunları zikretmiştir: "İsa, havarilerinden on yedi kişiyle birlikte bir eve girdiler. Yahudiler evin çev resini kuşattılar. İçeri girdiklerinde Allah'ın, evde bulunanların hepsini İsa'nın şekline çevirdiğini gördüler. Onlara: "Bizi büyülediniz. Ya İsa'nın kim olduğu nu bize gösterirsiniz veya hepinizi öldürürüz." dediler. Bunun üzerine İsa, arka daşlarına: "Bugün sizden cennet karşılığında canını kim satar?" diye sordu. İçlerinden biri, "Ben satarım" dedi. Sonra çıkıp evi kuşatanların yanına gitti ve "İsa benim" dedi. Allah onu İsa'nın şekline sokmuştu. Onlar onu yakalayıp öl dürdüler. Sonra da astılar. Astıkları kişi onlara İsa olarak gösterilmişti. Bu se beple onlar İsa'yı öldürdüklerini zannettiler. Hristiyanlar da aynı zanna düştüler. Halbuki Allahü teâlâ o gün İsa'yı kendi katına yükseltmişti. b- Abdüssamed b. Ma'kıl'ın Vehb b. Münebbih'ten naklettiği diğer bir gö rüşe göre ise Vehb özetle şunları söylemiştir: Allahü teâlâ Hazret-i İsa'ya, dünyadan ayrılacağını bildirince o ölümden korkmuş ve ölüm ona ağır gelmiştir. Bunun üzerine o, havarilerini çağırıp onlara bir yemek vermiş ve bizzat kendi eliyle onlara hizmet etmiş, onların da birbirlerine karşı, kendisinin onlara davrandığı gi bi davranmalarını emretmiştir. Sonra havarilerinden, Allah'a yalvarıp ecelinin ertelenmesini niyaz etmelerini istemiştir. Fakat havarileri her dua etmeye giriş tiklerinde kendilerini uyku basmış ve uykuya dalmışladır. Hazret-i İsa onları uyandirmaya çalışmış ve onlara "Sübhanallah, bana yardımcı olmak için tek bir gece olsun sabredemiyor musunuz?" demiştir. Onlar da: "Vallahi bilmiyoruz bize ne oldu. Bizler geceleri oturup sohbet ediyorduk, sohbetimiz uzun sürüyordu. Bu gün ise sohbet etmeye takatimiz yok. Biz, her dua etmek istediğimizde duamıza engel olunuyor." dediler. Bunun üzerine İsa: "Herhalde çoban gidecek koyunlar dağılacaktır." dedi. Ve buna benzer şeyler söyleyerek öleceğine işaret etti. Son ra şöyle dedi: "Gerçek şu ki bu gece horoz ölümünden önce sizden biriniz beni üç kere inkâr edecektir. Yine sizden biriniz basit dirhemler karşılığında beni sa tacak ve benim değerim olan o dirhemleri yiyecektir." Sonra evden çıktılar ve dağılıp gittiler. Yahudiler İsa'yı arıyorlardı. Onlar, İsa'nın havarilerinden biri olan Şem'un'u yakaladılar. "Bu onun arkadaşlarından biridir." dediler. Şem'un inkâr etti ve "Ben onun arkadaşı değilim." dedi. Sonra o kişiyi başka bir grup yakala dı. Onlara karşı da inkâr etti. Sonra horozun ötmesini işitti ve üzülerek ağladı. Sabah olunca havarilerden biri Yahudilere gidip: "Ben size İsa'yı gösterecek olursam bana ne verirsiniz?" dedi. Onlar ona otuz dirhem verdiler. Onu aldı ve İsa'yı onlara gösterdi. Fakat onlar İsa'yı başka biriyle karıştırmışlardı. Onlar İsa'yı yakalayıp ellerini bağladılar. Onu çekip sürükleyerek götürdüler ve ona: "Sen ölüleri diriltiyor, şeytanı kovuyor ve delileri iyileştiriyorsun ha? Şimdi kendini bu ipten kurtarsana?" dediler. Ona tükürüyorlar, üzerine dikenler atıyorlardı. Nihâyet onu, asmak istedikleri ağacın yanına getirdiler. Allahü teâlâ orada, İsa'yı çekip kendi katına aldı. Onl'ar ise İsa'ya benzetilen kişiyi astılar. Astıkları kişi orada yedi gün kaldı. İsa'nın annesiyle İsa'nın, delilik hastalığını tedavi etti ği kadın gelip asılan kişinin yanında ağlamaya başladılar. İşte o sırada İsa onlara geldi ye "Niçin ağlıyorsunuz?" dedi. Onlar da "Senin için ağlıyoruz." dediler. İsa: "Allah beni kendi katına yükseltti. Bana hiçbir şey olmadı. Onların astıkları bu kişi bana benzetilen birisidir. Siz, havarilere söyleyin de falan yerde benî görsünler." dedi. Havariler on bir kişi olarak orada İsa ile karşılaştılar. İsa ken disini Yahudilere göstererek para karşılığında satan arkadaşını onların içinde göremedi ve o kişinin ne olduğunu sordu. Onlar da: "O, yaptığına pişman oldu ve intihar etti." dediler. Bunun üzerine İsa, "Eğer tevbe etmişse Allah onun tevbesini kabul etmiştir." dedi. Sonra İsa havarilere: "Haydi gidin sizden her biriniz bir milletin dilini konuşur olacaktır. O, dilini konuştuğu kavmi uyarsın ve dine davet etsin." dedi. c- Katade, Süddi, Kasım, İbn-i İshak, İbn-i Cüreyc ve Mücahid'e göre ise öldürülen kişinin Hazret-i İsa'ya benzetilmesi şu şekilde olmuştur: Hazret-i İsa ile havarileri bir evin içinde bulunurken Hazret-i İsa onlardan birinden, kendisine benzetilerek yerine öldürülmesini istemiş, arkadaşlarından biri de bunu kabul etmiş ve o kişi, Allah tarafından İsa'ya benzetilmiş ve öldürülmüştür. Meryemoğlu İsa da göğe kaldırılmıştır. Süddi'ye göre Hazret-i İsa'nın arkadaşlarının sayısı on dokuz, İbn-i ishak'a gö re on üç veya on dörttür. İbn-i İshak, Hazret-i İsa'ya benzetilerek öldürülen kişinin adının "Sercis" olduğunu söylemiştir. Bu hususta Süddi'nin özetle şunları söyle diği rivâyet edilmektedir: İsrailoğulları, Hazret-i İsa'yı ve Havarilerinden on dokuz kişiyi bir evin içinde kuşatmışlar. Bunun üzerine İsa, arkadaşlarına: "Kim benim şeklime girip de öldürülecek olursa onun için cennet vardı." demiştir. Onlardan biri İsa'nın şekline girmiş İsa ise göğe çıkmıştır. Havariler evden dışarı çıkınca onları kuşatmışlar, çıkanların sayısının on dokuz olduğunu görmüşler onları saymışlar fakat sayıla rının daha öncekilerden bir kişi daha az olduğunu görmüşlerdir. Ancak İsa'nın şekline giren adamı da onların içinde görmüşler fakat onun İsa olup olmadığın da şüphe etmişlerdir. Nihâyet o kişiyi İsa zannederek öldürüp asmışlardır. İşte Allahü teâlâ: "Onlar İsa'yı ne öldürdüler ne de astılar. Fakat öldürdükleri kimse onlara İsa gibi göründü." âyetinde bunu ifade etmektedir. Taberi bu görüşlerden birinci görüşün tercihe şayan olduğunu söylemiştir. Yani İsa ile birlikte evde bulunanların hepsinin İsa'ya benzer hale geldikleri ni, Yahudilerin, onlardan birini İsa zannederek öldürdüklerini, Hristiyanların da İsa'nın öldüğünü zannettiklerini, aslında ise İsa'nın göğe çekildiğini söyleyen görüşün tercihe şayan olduğunu söylemiştir. Zira İsa ile beraber olan havariler, içlerinden birinin İsa'ya benzetildiğini ve İsa'nın, onların arasından göğe kaldı rıldığını bizzat müşahade etmiş olsalardı Hazret-i İsa'nın ne olduğu ve ona benzetile nin kim olduğu Yahudiler tarafından bilinmese de bu havariler tarafından bilinir ve bu şekilde yayılırdı. Halbuki havariler de meselenin nasıl olduğu hakkında kesin bir bilgiye sahip değillerdi. Çünkü hepsi de İsa'ya benzetildiklerinden hangisinin gerçek İsa olduğu havariler tarafından da bilinememiş böylece Yahu diler de Hristiyanlar da öldürülen kişinin Hazret-i İsa olduğu hakkında ittifak etmişlerdir. Halbuki Allahü teâlâanm bildirdiği gibi gerçekte onlar İsa'yı öldürmemişler ve asmamışlardır. Bilakis onlardan biri İsa'ya benzetilmiştir. Taberi diyor ki: "Vehb b. Münebbih'ten nakledilen ikinci görüş de doğru olabilir. Yani bütün havariler İsa'nın yanından ayrıldıktan sonra evin içinde İsa bir de onun şekline sokulan arkadaşı kalmıştır. Hazret-i İsa göğe çekilmiş ona benzetilen kişi ise öldürülmüştür. Bu sebeple hem Hazret-i İsa'nın rakadaşlan hem de Yahudiler, öldürülüp asılan kişinin İsa olduğunu sanmışlardır. Zira onlar öldürülen kişinin İsa'ya benzediğini görmüşler, o kişinin, İsa'nın şekline dönüştüğü sırada ise yanında bulunmamışlardır. Onlar İsa'nın öleceğini geceleyin kendilerine ha ber verdiğini bildikleri için öldürülenin gerçekten İsa olduğunu zannetmişler ve bunu böylece insanlara aktarmışlardır. Bu mazeretlerinden dolayı da yalancı olma sıfatından kurtulmuşlardır. Âyet-i kerime’de: "İsa hakkında ihtilafa düşenler, gerçekten şüphe içindedirler. Onların bu hususta zanna uymaktan başka bir bilgileri yoktur." buyurulmaktadır Bu ifade yukarıda zikredilen birinci görüşe göre izah edildiğinde bu nun mânâsı şöyledir: İsa'yı ve arkadaşlarım kuşatan Yahudiler onu öldürmek is tediklerinde ihtilafa düştüler. Zira onlar eve girmeden önce orada bulunanların sayısını biliyorlardı. İçeri girince bir kişinin eksik olduğunu gördüler. Oradakilerin hepsi de İsa'ya benzediklerinden içlerinden birini şüpheli bir şekilde öldür düler. Bu hususta kesin bir bilgileri yoktu. Sadece zanlarına uydular. Yukarıda zikredilen ikinci görüşe göre ise âyetin bu bölümünün izahı şöyledir: İsa'nın yanında bulunanlar, dağılıp gittikten sonra onu öldürmek isteyen Yahudiler evde kalan kişinin mi İsa olduğu yoksa çıkıp gidenlerden birinin mi İsa olduğu hususunda ihtilaf ettiler. Onu öldürüp öldürmediklerinde şüpheye düştüler. Çünkü onlar eve girip orada bulunanları saydıklarında onların, dışarı çıkanlardan ve evde bulunan kişilerin sayısından fazla olduklarını görmüşlerdi. Bu sebeple öldürdükleri kimse İsa mı yoksa başkası mı diye şüpheye düştüler, . Fakat onlar, öldürdükleri kimse İsa'ya benzediği için "Biz İsa'yı öldürdük." de diler. Halbuki onların öldürdükleri kişinin İsa olup olmadığı hususunda bir bil gileri yoktu. Onlar sadece zanna tabi olmuşlardı. Âyet-i kerime’de geçen ve "Kesin olarak İsa'yı öldürmediler." diye tercü me edilen ifadesi Taberi tarafından "Onlar bu zanlarını kesin bir bilgi ile gidermediler." şeklinde izah edilmiş, Abdullah b. Abbas'ın da âyetin bu bölümünü bu şekilde izah ettiği rivâyet edilmiştir. Âyet-i kerime’nin sonunda "Allah herşeye galiptir, hüküm ve hikmet sahi bidir." buyurulmaktadır. Bunun izahı şöyledir: Allah, kendilerine zulmeden Ya hudileri çığlıkla yakalayarak ve onları lanetine uğratarak onlardan intikam aldığı gibi her zaman düşmanlarından intikam alır. Kimse ona karşı koyamaz. Yarattıklarını sevk ve idare etmesinde hikmet sahibidir. Onlar arasında hüküm ve recek olan da O'dur. O halde Ey Muhammed'den üzerlerine kitap indirilmesini isteyenler, atalarınızın Peygamberlerini yalanlamaları ve dostlarına karşı iftiralar atmaları yüzünden çarpıldıkları gibi cezama çarptırılacağınızdan korkun. Hazreti İsa'nın Göğe Yükselişi Allahü teâlâ Hazret-i İsa'yı apaçık delillerle ve hidâyetle Peygamber olarak gönderdi. Fakat Yahudiler Allah'ın, Hazret-i İsa'ya Peygamberlik vermesini ölüleri diriltme, körlerin gözlerini açma, cüzzamlıları iyileştirme, çamurdan kuş yapıp ona üfleyerek gerçek kuş haline getirme gibi mucizelerle donatmasını çekeme diler. Bu sebeple onu yalanladılar ve ona karşı çıktılar. Ellerinden gelen çeşitli eziyetler yaptılar. Öyle ki Hazret-i İsa onlarla bir arada yaşayamaz oldu ve annesiyle beraber şehir şehir gezmeye başladı. Fakat Yahudiler bununla da kalmayıp onu, putperest olan zamanın Şam genel valisine şikâyet ettiler. Hazret-i İsa'nın, insanları yoldan çıkardığını ve onları idarecilere karşı kışkırttığını söylediler. Vali buna çok kızdı. Kudüs'teki temsilcisine mektup yazarak ona karşı tedbir almasını ve onu asarak başına dikenler koymasını ve insanları ondan kurtarmasını emretti. Mektup Kudüs temsilcisine ulaşınca temsilci, Valinin emirlerine uydu. Yahudilerden bir grupla beraber Hazret-i İsa'nın on iki veya on üç yahut on yedi arkadışla beraber bulunduğu eve gitti. Olay bir cuma günü ikindi vakti başlayıp cumartesi gecesi devam etti. Bu gidenler Hazret-i İsa'nın evini kuşattılar. İçende bulunan hava rilerden biri Allah tarafından Hazret-i İsa'ya benzetildi, İçeri giren valinin adamları bu kişiyi öldürdüler sonra da götürüp astılar. Hazret-i İsa ise Allah tarafından kendi katına yükseltildi. Hazret-i İsa hakkında Hristiyanlar üç gruba ayrılmışlardır; a- NASTURÎLER: Bunlar "İsa aramızda Allah'ın oğluydu. Sonra Allah onu alıp kendisine yükseltti." dediler. b- YAKUBİLER: Bunlar diyorlardı ki: "Allah, İsa'nın şeklinde içimize gelmişti. Sonra göre göğö çıktı." c- GERÇEKTEN İMAN EDENLER: Bunlar da diyorlardı ki: "İsa ara mızda Allah'ın kulu ve Peygamberiydi. Sonra Allah onu yükseltip kendisine aldı." Ne yazık ki, iman etmeyen ilk iki grup iman edenler galip gelerek onları ortadan kaldırdılar. Nihâyet Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) geldi. Tevhid inancı tekrar ortaya çıktı. 159Kitap ehlinden hiçbir kimse yoktur ki, ölmeden önce ona iman etmiş olmasın. İsa* kıyamet gününde onların üzerine şahitlik edecektir. Müfessirler bu âyet-i kerime’yi çeşitli şekillerde izah etmişlerdir. a- Abdullah b. Abbas, Ebû Malik, Hasana Basri, Katade ve İbn-i Zeyd âyeti şöyle izah etmişlerdir: "Ehl-i kitaptan hiçbir kimse yoktur ki İsa Deccal'ı öldürmek için tekrar yeryüzüne gönderildiğinde İsa ölmeden önce ona iman etmiş olmasın." Görüldüğü gibi bu görüşte olanlara göre bu âyet-i kerime, Hazret-i İsa'nın yere inmesinden sonra ehl-i kitap olan bütün insanların Hazret-i İsa'ya iman edecekle rini ve müslüman olacaklarını bildirmektedir. Kıyamet gününde de Hazret-i İsa, ehl-i kitap için şahitlik edecektir. Onlardan kimin iman edip kimin iman etmediğini bildirecektir. b- Yine Abdullah b. Abbas, Mücahid, İkrime, Hasan-ı Basri, Muhammed b. Şirin ve Cüveybir'den nakledilen diğer bir görüşe göre bu âyetin izahı şöyle dir: "Yahudilerden hiçbir kimse yoktur ki, ölümünden önce isteyerek veya istemeyerek İsa'ya iman etmiş olmasın." Görüldüğü gibi bu görüşte olanlara göre bir Yahudinin boynu da vuruşla . bir yerden düşerek de ölse veya bir yırtıcı hayvan tarafından parçalanarak da öl se mutlaka Hazret-i İsa'ya iman eder sonra canı çıkar. Hristiyanlar da böyledir. c- İkrime'den nakledilen diğer bir görüşe göre âyetin mânâsı şöyledir: "Ehl-i kitap olan Yahudi ve Hristiyanlardan hiçbir kimse yoktur ki o kimse ölümünden önce Muhammed'e iman etmiş olmasın." Taberi bu görüşlerden birinci görüşün tercihe şayan olduğunu söylemiştir. Zira ikinci görüşte olanlar, bütün ehl-i kitabın, Hazret-i İsa'ya iman ettikten sonra ölmüş olacaklarını söylemişlerdir. Bunların ifadeleri esas alındığı takdirde, Ölen ihl-i kitaba İslam muamelesi tatbik etmek icabeder. Çünkü Hazret-i İsa'ya hakkıyla iman edenin, Hazret-i Muhammed de dahil diğer bütün Peygamberlere iman etmesi ve müslüman olması gerekir. Hazret-i Muhammed'e iman edinin Hazret-i İsa'yı yalanla ması mümkün olmadığı gibi Hazret-i İsa'nın Peygamber olduğuna iman edinin de Hazret-i Muhammed'i yalanlaması mümkün değildir. Bunların izahlarına göre ölen her ehl-i kitaba İslam muamelesi uygulanarak, onun yıkanması, cenazesinin kı lınması, malının, erginlik çağına gelmemiş olan çocuklarına veya erginlik çağı na ermiş müslüman çocuklarına taksim edilmesi, eğer küçük çocuğu veya ergin lik çağına gelmiş müslüman çocuğu yoksa malının, böyle olan müslümanlar gi bi Beytül Mala aktarılması gerekir. Halbuki bütün müslümanlar, Hazret-i Muhammed'e ve onun, Allah katından getirdiklerine iman etmeden önce ölen bir ehl-i kitaba müslüman muamelesi ya pılmayacağı ve ona, hayatındaki gibi ehl-i kitap hukukunun uygulanacağı husu sunda ittifak etmişlerdir. Bu da: "Her ehl-i kitap ölmeden önce Hazret-i İsa'ya mutla ka iman eder," görüşünün yanlış olduğunu, âyetin bu bölümünden maksadın, âhir zamanda Hazret-i İsa'nın yeryüzüne indiği sırada mevcut olan ehl-i kitabın kasdedildiğini ve bunların, Hazret-i İsa'ya dolayısıyla Hazret-i Muhammed'e iman edeceklerini beyan ettiğini gösterir. Nitekim bu hususta Ebû Hureyre (radıyallahü anh) Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu Rivâyet etmiştir: "Peygamberler baba bir kardeştirler. Anneleri ayrıdır. Dinleri ise birdir. Ben, Meryemoğlu İsa'ya daha yakınım. Çünkü benimle onun arasında Peygam ber yoktur. İsa inecektir. Siz onu gördüğünüzde onu tanıyın. O, orta boylu, kır mızı ile beyaz arası bir tendedir. Onun üzerinde iki parçadan meydana gelen açık sarı bir elbise bulunur. Ona ıslaklık dokunmasa da sanki başından (saçla rından) su damlıyor gibidir. O, haçı kıracak, domuzu öldürecek, cizyeyi kaldıra cak ve insanları İslama davet edecektir. Allah, onun zamanında İslam dışındaki bütün dinleri yok edecektir. Yina Allah onun zamanında Deccal Mesihi yok edecek, yeryüzünde güven hakim olacaktır. Öyle ki arslanlar develerle, kaplanlar sığırlarla, kurtlar koyunlarla beraber otlayacak ve çocuklar yılanlarla oynayacaklardr. Bunlar birbirlerine zarar vermeyeceklerdir. İsa yeryüzünde kırk senekılackalardır." Ahmed b. Hanbel, Müsned, C. 2, s. 406 Görüldüğü gibi Hazret-i İsa, Deccalı öldürmek için ölümünden evvel gökten inince bütün bâtıl dinler ortadan kalkacak, insanlar İslam dininde birleşecekler ve böylece ehl-i kitap olanlardan, İsa'ya iman etmeyen kalmayacaktır. Hasan-ı Basri diyor ki: "Allah'a yemin olsun ki Hazret-i İsa şu anda diridir ve Allah katmdadir. O, yeryüzüne indiği zaman bütün ehl-i kitap ona iman edecektir. Kıyamet gününde de Hazret-i İsa, kendisine inanan veya inanmayanlara karşı şa hit olacaktır." Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Hazret-i İsa'nın tekrar yeryüzüne ineceğini beyan ederek buyuruyor ki: "Hayatım kudret elinde olan Allah'a yemin olsun ki, Meryemoğlu İsa ya kında aranıza adeletli bir hakem olarak inecek, haçı kıracak, domuzu öldürecek (onu ortadan kaldırıp yenmesini yasaklayacak) cizyeyi kaldıracaktır. Ayrıca o zaman mal artacak öyle ki kimse ona tenezzül etmeyecektir. Buhari, K. el-Büyü, bab: 102/ Müslim, K. el-iman, bab: 242, Hadis no: 15 Taberi diyor ki: "Âyet-i-kerimeyi "Hiçbir ehl-i kitap yoktur ki ölmeden önce Muhammed'e iman etmiş olmasın." şeklinde izah edenlerin görüşlerinin fasit olduğu, bundan önceki görüşün fasit olduğunu izahtan anlaşılmaktadır. Bu na ilaveten daha önce Hazret-i Muhammed'den bahsedilmemiştir ki bu âyette geçen deki zamirin Hazret-i Muhammed'i gösterdiği söylensin. Daha önce Hazret-i İsa, annesi ve Yahudilerden bahsedildiğinden bu zamirin Hazret-i İsa'yı gösterdiğini söylemek elbetteki daha isabetlidir. 160Bak. Âyet 161. 161Yahudilerin zulmetmeleri ve bir çok kimseleri Allah yolun dan alıkoymaları, yasaklandıkları halde faiz almaları ve insanların malla rını haksız yere yemeleri sebebiyle daha önce kendilerine helal kılınan te miz şeyleri onlara haram kıldık. Onlardan kâfir olanlara, can yakıcı bir azap hazırladık. Yahudilerin, Peygamberleri öldürmeleri gibi zulümleri, Allah'ın dininden bir çok insanları alıkoymaları, kendilerine yasaklanmasına rağmen faiz almaları, rüşvet olarak veya Allah'ın kitabını değiştirme karşılığında para alarak haksız yere insanların mallarım yemeleri sebebiyle, daha önce kendilerine helal kıldı ğımız temiz şeyleri haram kıldık. Biz onlardan kâfir olanlara can yakıcı bir azap hazırladık ki o da cehennem azabıdır. Şu âyet-i kerime’de Yahudilere yasaklanan şeylerden bir kısmı zikredil mektedir. "Biz, Yahudilere, tırnaklı her hayvanı haram kıldık. Onlara sığır ve davarın sırt, bağırsak ve kemik yağlarının dışında iç yağlarını da haram kıldık. Azgınlıklarından dolayı onları bu şekilde cezalandırdık. Şüphesiz ki biz, doğru söyleyiniz. En'am sûresi, 6/146 Âyet-i kerime’de, Yahudilerin, işledikleri dört günahtan dolayı kendileri ne daha önce helal kliman şeylerin haram kılındığı beyan edilmiştir. İşledikleri bu günahlardan biri, zulmetmeleridir. Bu zulümlerinin mahiyeti ise bundan ön ceki yüz elli beş, yüz elli altı ve yüz elli yedinci âyetlerde zikredilen, Allah'a verdikleri hadi bozmaları, Allah'ın âyetlerini inkâr etmeleri, Peygamberleri hak sız yere öldürmeleri, "Kalblerimiz kapalıdır," demeleri, İnkârcılıkta bulunmaları, Meryem'e zina iftirasında bulunmaları ve "Biz, Meryemoğlu İsa Meşini öl dürdük." demeleridir. Bu günahlardan bir diğeri ise insanları Allah'ın yolundan çokça alıkoymalarıdır. Bundan maksat ise, Allah'a karşı bâtıl şeyler uydurup onun, Allah'tan olduğunu iddia etmeleri, Allah'ın kitabını değiştirmeleri, mânâlarını gerçeğinden saptırmaları, Hazret-i Muhammed'in Peygamberliğini inkâr etmeleri ve onun gerçek halini bilmeyen cahil insanlara açıklamamaları ve böy lece insanları saptırmalarıdır. Yahudilerin işlemiş oldukları günahlardan bir başkası da daha önce izah edildiği gibi faiz almalarıdır. Yine Yahudilerin işlemiş oldukları günahlardan biri de insanların malları nı haksız yere yemeleridir. Bundan maksat ise verecekleri hüküm karşılığında rüşvet almaları, kendileri herhangi bir şey yazarak "Bu Allah katındandır." de mek suretiyle para almaları ve benzeri murdar kazançlar sağlamalarıdır. İşte bu günahlar yüzünden Allahü teâlâ onları cezalandırmış ve onlar için helal kıldığı şeyleri haram kılmıştır. Âyet-i kerime’nin sonunda: "Onlardan kâfir olanlara can yakıcı bir azap hazırladık." buyunılmaktadık. Burada ifade edilen "Onlar"dan maksat, Yahudiler, "Onlardan kâfir olanlar"dan maksat, Hazret-i Muhammed'in Peygamberliğini inkâr edenler ve "Can vakıcı azap"tan maksat ise cehennem azabıdır. 162Fakat onlardan, ilimle derinleşmiş olanlar ve iman edenler, sana indirilene ve senden önce indirilenlere iman ederler. Özellikle namazı kılanlara, bir de zekatı veren ve Allah'a ve âhiret gününe iman edenlere, işte onlara büyük bir mükâfaat vereceğiz. Müfessirler bu âyet-i kerime’yi iki şekilde izah etmişlerdir; Birinci izah şekli mealde veridiği gibidir. Taberi'nin yaptığı ikinci izah şekli ise şöyledir: "Fakat onlardan ilimde derinleşmiş olanlara, sana indirilen kitaba ve senden önce indirilen kitaba ve namaz kılan meleklere iman eden mü’minlere, zekat verenlere, Allah'a ve âhiret gönüne iman edenlere elbette ki büyük bir mükâfaat vere ceğiz." Taberi, âyet-i kerime’nin bu son şekilde izah edilmesini tercih etmiş bu nunla birlikte âyetin izahmdaki çeşitli görüşleri özetle şu şekilde zikretmiştir. "Âyet-i kerime’de geçen ve "Namaz kılanlar" diye tercüme edile cümlesindeki kelimesinin merfu mu yoksa mensub mu veya mecrur mu olduğu hususunda farklı görüşler zikredilmiştir: 1- Eban b. Osman b. Affan ve Hazret-i Âişe'den nakledilen bir görüşe göre bu kelime aslında şeklinde merfudur. Fakat hattatlar yan lışlıkla bunu şeklinde yazmışlardır. Bu izaha göre âyetin bu bölümünün mânâsı şöyledir: "Fakat onlardan ilimde derinleşmiş olanlara, sa na ve senden önce indirilenlere iman edenlere, namazlarını dosdoğru kılanlara, zekatlarım verenlere ve Allah'a ve âhiret gününe iman edenlere, işte onlara ya kında büyük bir mükâfaat vereceğiz." 2- Diğer bir kısım âlimlere göre ise kelimesi harfi ile mensubdur. Aslında âyette zikredilen diğer sıfatlar gibi bu sıfatın da merfu olması gerekirken ancak bu sıfat, ilimde derinleşenlerin sıfatı olduğundan ve sıfatla mevsuf arasına uzun bir cümle girdiğinden bu sıfat mevsuf undan, irab yönünden ayrılmış ve "Överim" anlamında olan gizli bir fiil ile mensub okun muştur. Bu izaha göre âyetin mânâsı şöyledir: "Fakat onlardan ilimde derinleşmiş olanlara, sana indirilene ve senden önce indirilenlere iman eden mü’minlere, namazlarını dosdoğru kılanlara -ki onları överim- zekatlarını verenlere, Allah'a ve âhiret gününe iman edenlere, evet işte onlara yakında bir mükâfaat vereceğiz." 3- Diğer bir kısım âlimlere göre kelimesi harfi ile mecrurdur. Ancak bunlar harfi ile mecrur olduğunu kabul ettikleri bu ke limenin ne sebepten dolayı mecrur olduğu hususunda çeşitli izahlar zikretmişlerdir. a- Bazılarına göre bu kelime, cümlesindeki harfine atfedildiği için bu harfi esre okutan harf-i ceriyle mecrurdur. Bunlar âyete iki şekilde mânâ vermişlerdir: aa- "Fakat onlardan ilimde derinleşenlere, sana indirilene, senden önce indirilenlere ve namazın dosdoğru kılınacağına iman edenlere, Allah'a ve âhiret gününe iman edenlere, işte onlara büyük bir mükâfaat vereceğiz." bb- "Fakat onlardan ilimde derinleşenlere, sana indirilene, senden önce indirilenlere ve namaz kılan meleklere iman eden mü’minlere, zekâtlarını verenlere, Allah'a ve âhiret gününe iman edenlere, işte onlara büyük bir mükâfaat ve receğiz. b- Diğer bir kısım âlimlere göre kelimesi, gizli olan bir harfi ile mecrurdur. Buna göre de âyetin mânâsı şöyledir: "Fakat onlardan ilimde derinleşenlere, sana indirilene, senden önce indirilenlere iman eden ve namaz kılanlara inanan mü’minlere, zekat verenlere, Allah'a ve âhiret gününe iman edenlere, işte onlara yakında büyük bir mükâfaat vereceğiz." c- Başka bir kısım âlimlere göre kelimesi, gizli olan bir harf-i ceriyle mecrurdur. Buna göre âyetin mânâsı şöyledir: "Fakat onlardan ilimde derinleşmiş olanlara, sana indirilene ve senden önce indirilenlere iman edenlere, namaz kılanlardan ilimde derinleşmiş olanlara, zekatlarını verenlere, Allah'a ve âhiret gününe iman edenlere, işte onlara yakında büyük bir mükâfaat vereceğiz. d- Diğer bir kısım âlimlere göre ise bu kelime harf-i ceriyle mec rurdur. Buna göre de âyetin mânâsı şöyledir: "Fakat onlardan ilimde ileri gidenlere, sana indirilene, senden önce indirilenlere iman eden mü’minlere, zekâtı ve renlere, Allah'a ve âhiret gününe iman edenlere işte onlara büyük bir mükâfaat vereceğiz. Taberi bu görüşlerden kelimesinin cümlesindeki harfine atfedilerek mecrur olduğunu söyleyen ve cümlesindeki namaz kılanlardan maksadın melekler olduğunu söyleyen görüşün isabetli olduğunu zikretmiş ve bunu tercih etliğine dair delillerini serdetmiştir. 163Şüphesiz biz Nuh'a ve ondan sonra gelen Peygamberlere vahyettiğimiz gibi sana da vahyettik. İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a, to runlara, İsa'ya, Eyyub'a, Yunus'a, Harun'a ve Süleyman'a da vahyettik. Davud'a Zebur'u verdik. Ey Rasûlüm, Nuha ve ondan sonra gelen diğer Peygamberlere Pey gamberlik verip vahiy gönderdiğimiz gibi sana da Peygamberlik ve vahiy gönderdik. Allah'ın dostu olan İbrahim'e, onun oğulları İsmail ve İshak'a, İshak'ın oğlu Yakub'a, Yakub'un neslinden olan torunlara, İsa'ya, Eyyub'a, Yunus'a, Ha run'a, Süleyman'a da Peygamberlik vahiy gönd emi iştik. Sana, hak ile batılı ayırdeden Kur'an'ı verdiğimiz gibi Davud'a da Zeburu vermiştik. Abdullah b. Abbas diyor ki: "Yahud il erden Sükeyn ve Adiy b. Zeyd gi bi şahıslar dediler ki: "Ey Rasûlüm, Allah'ın, Mûsa'dan sonra herhangi bir insana bir şey indirdiğini bilmiyoruz." İşte bunun üzerine Allahü teâlâ bu âyeti ve bundan sonra gelen iki âyeti indirdi. Bkz. Siret-İ İbn-i Hişam, C. 1, S. 562 Muhammed b. Ka'b el-Kurezi ise demiştir ki: "Allahü teâlâ, bu âyetten önce zikredilen: "Kitap ehli, gökten kendilerine bir kitap indirmeni isterler." âyetini ve ondan sonra gelen yüz elli dört, yüz elli beş ve yüz elli altıncı âyetlerini indirince Resûlüllah bu âyetleri Yahudilere okumuş ve onlara, yaptıkları çirkin amelleri bildirmiştir. Bunun üzerine Yahudiler, Allah'ın indirdiği herşeyi inkâr etmişler ve demişlerdir ki: "Allah, herhangi bir beşere bir şey indirmemiştir. Ne Mûsa'ya ne İsa'ya ne de herhangi bir Peygambere bir şey indirmiştir." Bunun üzerine Allahü teâlâ: "Onlar, Allah hiçbir kimseye bir şey indirmedi." diyerek Allah'ı hakkıyla takdir edemediler En'am sûresi, 6/91 âyetini indirmiştir. 164Daha önce bazılarını sana anlattığımız bazılarını da anlatmadı ğımız Peygamberler gönderdik. Allah, Mûsa ile de bizzat konuştu. Ey Rasûlüm, Nuh'a ve ondan sonra gelen Peygamberlere vahiy gön derdiğimiz gibi sana da vahiy ve sana anlatmadığımız başka peygamberler de indirdik. Sana anlattığımız bir kısım Peygamberlere de vahiy indirdik. Allah, Peygamberi olan Mûsa ile de konuşmuştur. Cez' b. Cabir el-Hasemi, Allahü teâlânın, Hazret-i Mûsa ile konuşması husu sunda şunları söylemiştir: "Allahü teâlâ Hazret-i Mûsa ile, onun anlayacağı diklen ön ce diğer bütün dillerle konuşunca Mûsa: "Ey Rabbim, vallahi ben bunu anlamı yorum." demiştir. Nihâyet Allahü teâlâ Mûsa'ya, onun sesine uygun şekilde ve onun diliyle konuşunca Mûsa: "Ey Rabbim, senin konuşman böyle midir?" diye sormuş Allahü teâlâ da: "Hayır böyle değildir." demiştir. Bunun üzerine Mûsa: "Senin yaratıklarında, senin konuşmana benzer bir şey var mıdır?" diye sormuş Allahü teâlâ da: "Hayır yoktur. Benim yarattıklarımdan benim konuşmama en çok benzeyeni, insanların işittikleri en şiddetli yıldırım sesidir." buyurmuştur. Peygamberlerin bir kısmının adları Kur'an-ı Kerim'de zikredilmiş bir kısmının ise zikredilmemiştir. İsimleri zikredilmeyenlerin sayılarının ne kadar olduğu hakkında ihtilaf vardır. Gönderdiği Peygamberlerin, sayısını Allah bilir. Allahü teâlânın Hazret-i Mûsa ile konuşması ise ona bahşettiği özel bir lütuftur. 165Müjdeleyen ve uyaran Peygamberler gönderdik ki, Peygamberler geldikten sonra insanların, Allah'a karşı herhangi bir bahaneleri kalmasın. Allah herşeye galiptir, hüküm ve hikmet sahibidir. Biz bu Peygamberleri, itaat edenleri sevapla müjdeleyici ve isyan edenleri de cezalarla uyarıcı olarak gönderdik. Böylece, Peygamberler gönderildikten sonra kâfir olan insanların Allah'a karşı herhangi bir bahaneleri kalmasın ve "Bize Peygamber gönderilmedi ki ona itaat edelim." demesinler. Allah, yaratıklarını cezalandırmada herşeye kadirdir, onları sevk ve idarede hikmet sahibidir. Bu hususta diğer bir âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır: "Eğer biz onları Muhammed'den önce bir azapla helak etseydik muhakkak "Rabbimiz, bi ze bir Peygamber gönderseydin de zelil ve rüsvay olmadan önce âyetlerine uy-saydik ya." derlerdi. Tâhâ sûresi,/3 4 Allahü teâlâ Peygamberleri gönderdikten sonra dinden çıkan her sapığın itiraz yollarını tıkamış ve bahanelerine imkân bırakmamıştır. Böylece bütün ya ratılanlara karşı sadece Allahü teâlânın delili kalmıştır. Başkalarının delili yoktur. 166Fakat Allah, sana indirdiğine şahitlik eder. Onu bilerek indirmiştir. Melekler de buna şahitlik ederler. Şahit olarak Allah yeter. Ey Rasûlüm, senden, kendilerine gökten bi kitap indirmeni isteyen Yahudiler, sana indirdiğimiz Kur'an'ı inkâr ederlerse ve "Allah hiçbir beşere bir şey indirmedi*' diyerek seni yalanlayacak olurlarsa sen onların bu davarnışlarına üzülme. Çünkü Allah, sana indirdiği kitabı, bilgisi dahilinde indirdiğine dair şa hitlik etmektedir. Melekler buna şahitlik etmektedirler. Allah'ın şahitliği yeter. Diğer yaratıkların şahitliğine de ihtiyaç yoktur. Rabbin senin doğruluğuna şa hitlik ettikten sonra artık yalanlayanların yalanlamaları sana bir zarar vermez. Abdullah b. Abbas diyor ki: "Resûlüllah, bir Yahudi topluluğunun yanı na gitti. Onlara: "Vallahi ben biliyorum ki sizler, benim, Allah'ın Peygamberi olduğumu çok iyi biliyorsunuz." dedi. Onlar da: "Biz bunu bilmiyoruz." dediler. Allahü teâlâ da: "Fakat Allah sana indirdiğine şahitlik eder. Onu bilerek indirmiştir. Melekler de buna şahitlik ederler. Şahit olarak Allah yeter." âyetini indirdi. 167Şüphesiz ki inkâr edenler, insanları Allah yolundan alıkoyanlar, derin bir sapıklığa düşmüşlerdir. Ey Rasûlüm, kıssalarını anlattığımız kişilerden, senin Peygamberliği ni bildikten sonra inkâr edenler, Allah'ın sana vahiy indireceğini kabul etmeyenler ve insanları Allah'ın sana gönderdiği İslamdan, senin aleyhinde çeşitli şeyler konuşarak ve senin hakkındaki âyetleri gizleyerek alıkyonlar, işte onlar doğru yoldan ayrılmış ve derin bir sapıklığa düşmüşlerdir. Zira Allah'ın gönderdiği hak dini bırakmış, bâtıl yollara sapmışlardır. 168Muhakkak ki Allah, inkâr edenleri ve zulmedenleri ne bağışlar ne de doğru bir yola eriştirir. 169Onlara ancak cehennemin yolunu gösterir. Orada ebedi olarak kalacaklardır. Bu, Allah'a göre çok kolaydır. Şüphesiz ki Muhammed'in Peygamberliğini inkâr ederek Allah'ı da inkâr etmiş olan ve insanları haktan alıkoyarak kendilerine ve olara zulmedenleri af fetmez. Onları cezalandırır ve rüsvay eder. Onlara doğru yolu da göstermez. Bu sapan ve saptıran zümreye Allahü teâlâ ancak, içinde ebedi olarak kalacakları ce hennemin yolunu gösterecektir. Bu, onların yaptıklarının karşılığıdır. Bunu yap mak Allah'a pek kolaydır. Zira bütün varlıklar onun yaratığı, yapacağı işler de kendisine aittir. Ona kimse karışamaz. 170Ey insanlar, şüphesiz ki Peygamber, rabbiniz tarafından size gerçeği getirmiştir. İman edin. Bu sizin için daha hayırlıdır. Şâyet inkâr ederseniz bilin ki göklerde ve yerde olan herşey Allah'a aittir. Allah, herşeyi çok iyi bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir. Ey insanlar size Rabbiniz tarafından, Allah'ın Peygamberi olan Muhammed, gerçek dini olan İslamı getirmiştir. O, Allah'ın, kulları için seçmiş olduğu bir dindir. Siz, Muhammed'e ve getirdiğine iman edin. Çünkü iman etmeniz, si zin için daha hayırlıdır. Şâyet Muhammed'in Peygamberliğini ve getirdiği şeyle ri inkâr ederseniz, şüphesiz ki inkârınız, Allah'ın mülkünden ve hükümranlığın dan bir şey eksiltmez. Zira göklerde ve yerde bulunan herşey Allah'a aittir. Allah, kullarının hallerini çok iyi bilendir, yaptıklarında hüküm ve hikmet sahibidir. 171Ey kitap ehli, dininiz hususunda aşırı gitmeyin, Meryemoğlu İsa Mesih Allah'ın sadece Peygamberidir. Meryem'e ulaştırdığı kelimesi ve ondan bir ruhtur. Allah'a ve Peygamberine iman edin. "Allah üçtür" deme yin. Bundan vazgeçin. Sizin için daha hayırlıdır. Allah ancak bir tek ilâh tır. O, çocuk sahibi olmaktan münezzehtir. Göklerde ve yerde ne varsa onundur. Vekil olarak Allah yeter. Ey kitap ehli olan Hristiyanlar, dininiz hususunda haddi aşarak ifrata kaç mayın. İsa hususunda Allah'a karşı sadece gerçeği söyleyin. Çünkü sizin "İsa Allah'ın oğludur." sözünüz bâtıldır ve haddi aşmadır. Zira Allah çocuk edinmemistir. Meryemoğlu İsa Mesih, iddia ettiğiniz gibi Allah'ın oğlu değil sadece Peygamberidir. Ve Meryem'e bildirdiği bir müjde sözüdür. Kendisinden Mer yem'e ulaştırdığı bir ruhtur. O halde Allah'ın birliğine ve çocuğu olmadığına iman edin. Peygamberlerinin Allah katından getirdiklerini tasdik edin. İlahın üç olduğunu söylemeyin. Yalanlarınızdan ve Allah'a ortak koşma iddialarınızdan vazgeçin. Zira bu sizin için, hemen uğratılacağınız veya daha sonra gelecek olan azaptan daha hayırlıdır. Allah ancak tek bir ilahtır. Onun ne çocuğu vardır ne de babası. Allah, çocuk edinmekten münezzehtir. Göklerde ve yerde ne varsa hepsini yaratan ve onların sahibi olan Allah'tır. Ve büün yaratılanlar onun kulu dur. Böyle olunca, yarattıklarından biri olan İsa nasıl olurda Allah'ın oğlu olur? Allah, kullarını sevk ve idare edici olarak yeter. Âyet-i kerime’de, Hazret-i İsa, Mesih olarak sıfatlandırılmıştır. Bu kelime "Dokunma ve silme" mânâsına gelen kökünden türetilmiştir. Hazret-i İsa'ya bu sıfatın verilmesinin sebebi ise Allahü teâlânın onu, günahların dan arındırmasından ve kötülükleri ondan silip gidermesindendir. Taberi diyor ki: "Bir kısım insanlar "Mesih" kelimesinin İbranice veya "Süryanice" bir kelime olduğunu, aslının ise "Mesih" olduğunu fakat Arapça'ya "Mesih" olarak geçtiğini, nitekim İsmail, İshak, Mûsa ve İsa gibi Kur'an'da zik redilen Peygamberlerin adlarının da Arapça'ya başka dillerden geçtiğini söylemişlerdir. Taberi bu görüşün isabetli olmadığını söylemiştir. Zira "Mesih" keli mesi isim değil sıfattır. Kur'an'da Arapça'nın dışında bir dilden alınan bir sıfat zikredilmem iştir. Çünkü Allahü teâlâ Kur'an'ı Arap lisanıyla gönderm iştir. Şâyet "Mesih" kelimesinin Arapça olmadığı söylenecek olursa Allahü teâlânın, Kur'an'i anlayan Araplara, anlamayacakları bir sıfatı zikrettiği söylenmiş olur ki bu da daha önce de beyan edildiği gibi, konuşan bir kişinin, dinleyenlere anlamaya cakları şeyleri söylemesi olur ki bu Allahü teâlâya yakışmaz. Kur'an'da zikredilen ve Arapça olmayan diğer kelimeler ise Arap olmayan Peygamberlerin sıfatları değil isimleridir. Yabancı dillerden alınan isimlerin Kur'an'da zikredilmesi onu anlamaya herhangi bir zarar vermediğinden onları zikretmenin bir mahzuru yoktur. Deccala "Mesih" denmesinin sebebi ise onun gözünün silik olu şundandır. Resûlüllah da bunu böyle açıklamıştır. Âyet-i kerime’de zikredilen Hazret-i İsa'nın diğer bir sıfatı da "Allah'ın kelimesi" dir. Bu sıfattan maksat, Allahü teâlânın, meleklerine, Meryem'e müjdelemelerini emrettiği bir mesajıdır. Nitekim bu hususta başka bir âyette şöyle buyurulmuştur: "Ey Meryem, Rabbine boyun eğ. Ona secde et ve rü'ku edenlerle bareber rüku et. Âl-i imran sûresi, 3/43 Âyet-i kerime’de Hazret-i İsa'nın diğer bir sıfatı olarak ( yani "Allah'tan bir ruhtur" ifadesi zikredilmiştir. Müfessirler bu sıfatı çeşitli şe killerde izah etmişlerdir. a- Bazılarına göre "Allah'tan bir ruhtur" ifadesinden maksat, "Allah tara fından bir üflemedir." demektir. Zira Hazret-i İsa Allahü teâlânın emriyle Cebrâil'in, Hazret-i Meryem'in abasına üflemesiyle meydana gelmiştir. Bu hadise, Allah'ın em riyle meydana geldiğinden, Allah tarafından bir ruh, yani bir üfleme şeklinde ifade edilmiştir. b- Diğer bir kısım müfessirlere göre ise "Allah tarafından bir ruhtur." ifa desinden maksat, "Allah tarafından bir hayattır." Yani, Allah'ın, "Ol" demesiyle meydana getirdiği ve can verdiği bir kuludur." demektir. c- Başka bir kısım müfessirlere göre "Allah tarafından bir ruhtur" ifade sinden maksat, "Allah tarafından bir rahmettir." demektir. Zira'Allahü teâlâ Hazret-i İsa'yı, kendisine iman edenlere bir rahmet kılmıştır. Çünkü Hazret-i İsa onlara doğru yolu göstermiştir. d- Başka bir kısım müfessirlere göre "Allah'tan bir ruhtur" ifadesinden maksat, "İsa Allah'ın, Âdem'in sulbünden çıkararak şekillendirdiği sonra da ko nuşturduğu insanoğlunun ruhlarından bir ruhtur. Allah onu yarattıktan sonra şe killendirdi, Meryem'e gönderdi. O, Meryem'in ağzından içeri girdi. Sonra Allahü teâlâ onu Hazret-i İsa'nın ruhu yaptı. Übey b. Kâ'b bu sıfatı bu şekilde izah etmiştir. e- Başka bir kısım müfessirlere göre "Allah tarafından bir ruhtur." ifadesinden maksat, "Allah'ın ruhu" diye adlandırılan Cebrâil tarafından Meryem'e iletilendir." demektir. Bugün Hristiyanlar arasında Hazret-i İsa hakkında yaygın olan inanç şöyledir: İsa, baba oğul ve Ruhul Kudüs diye adlandırdıkları üç unsurdan müteşekkil olan oğul unsurunu teşkil et mekte ve üç ilahtan biri sayılmaktadır. Hristiyanlarm inancındaki şu nokta hayreti muciptir. Onlar, İsa'nın ilâh olduğunu söylerler. Bununla beraber onun yiyip içtiğini, yatıp uyu duğunu ve sonunda da asılıp öldürüldüğünü kabul ederler. Halbuki bu sayılanlar, bir ilahın değil bir insanın sıfatıdır. Yine Hristiyanlar, Hazret-i İsa'nın, Önce Meryem'in rahminde oluşup sonra doğduğunu kabul ederler. Halbuki nasıl olur da bir ilâh bir kadının rahminde oluşup ondan sonra da doğar? Bunu düşünmezler. Hak din olan tslam ise bütün aşırılıkları yasak lamış, hakkaniyet ve insafa uyulmasını emretmiştir. Bu hususta Peygamber efendimiz bir hadis-i şerifinde şöyle buyurmuştur: "Beni Hristiyanların, Meryemoğlu İsa'yı çokça övdükleri gibi övmeyin. Ben ancak Allah'ın bir kuluyum. (Benim için) "O, Allah'ın kulu ve Peygamberidir." deyin. (Buhari, K. el-Enbiya b. 48 Taberi diyor ki: Bu görüşlerden her birinin doğruya uzak olmayan bir yö nü vardır." 172Ne İsa Mesih Allah'a kulluk yapmaktan kaçınır ne de Allah'a yaklaştırılmış melekler. Kim, Allah'a kulluk etmekten çekinirse bilsin ki Allah, hepsini huzurunda toplayacaktır. *Bir kısım insanlar Hazret-i İsa'yı ilâh edindikleri gibi Allah'a yakın olan me lekleri de ilâh edinmişlerdir. Bu sebeple âyet-i kerime, hem İsa'nın hem de me leklerin, Allah'ın kullan olduklarını, bu itibarla meleklerin de İsa gibi Allah'a kulluk etmekten kaçınıp kibidenemeyeceklerini beyan etmektedir. 173Allah, iman edip salih ameller işleyenlerin mükâfaatlarım ise eksiksiz verecek ve lütfundan daha da artıracaktır. Kendisine kulluk etmekten çekinip kibirlenenlere gelince onları can yakıcı bir azaba uğrata caktır. Bunlar kendilerine Allah'tan başka ne bir dost ne de bir yardımcı bulackalardır. Allah'ın birliğini ikrar eden, ona itaata boyun eğer, kullukta ona teslim olan, Allah'ın emirlerini tutup yasaklarından kaçınarak salih amel işleyen mü’minlere gelince Allah onların salih amellerinin karşılığını tam olarak verecek ve lütfundan daha fazlasını da verecektir. Allah'a kulluk etmeyi gururlarına yedire meyen, ona boyun eğmekten kibirlenen kimselere gelince, Allah onlara can ya kıcı bir azapla azab edecek, gururlanan bu insanlar, kendilerini Allah'ın azabın dan kurtaracak bir dost ve yardımcı bulamayacaklardır. Âyet-i kerime’de, Allahü teâlânın, iman eden ve salih ameller işleyen kullarına, yaptıkları amellerin karşılığını tam olarak vereceği, buna ilaveten lütfundan daha fazlasını vereceği zikredilmektedir. Taberi diyor ki: "Allahü teâlânın, amellerinin karşılığı olarak vereceği mükâfaatlar, amellere göre sınırlıdır. Fakat lütfundan vereceği fazla mükâfaatların ise sınırı yoktur. Kullarından dilediğine dilediği kadar fazla mükâfaat verecektir." Bir kısım âlimler, Allah'ın lütfundan vereceği bu fazla mükâfaatların, kulun hak ettiği mükâfaatın yedi yüz katına ulaşacağını, diğer bir kısım âlimler ise iki bin katına ulaşacağını zikretmişlerdir. Bu husustaki görüşler daha önce zik redilmiştir. Bu sebeple burada tekrarına lüzum görülmemiştir. 174Ey insanlar, size Rabbinizden bir delil geldi. Ve size apaçık bir nur indirdik. Ey Yahudi, Hristiyan ve müşrik olan insanlar, size Rabbiniz olan Allah tarafından, üzerinde bulunduğunuz dinlerin bâtıl olduğunu ispatlayan ve ortaya koyan bir delil geldi. O delil, Muhammed'dir. Allah onu göndererek artık sizin ileri süreceğiniz mazeretlere mahal bırakmamıştır. Ey insanlar, biz o Muhammed'le birlikte sizler için yolunuzu aydınlatan bir nur indirdik. Bu nur da Muhammed'e indirilen Kur'an'dır. 175Allah'a iman eden ve emirlerine sımsıkı sarılanlara gelince, Allah onları, rahmet ve lütfuna sokacak ve onları kendisine kavuşturacak olan dosdoğru bir yola iletecektir. Allah'a iman edip, Peygamberlerine indirdiği apaçık bir nur olan Kur'an'a sıkıca sarılanlara gelince, Allah onları, rahmet yeri olan cennete koyacak ve bü yük lütfuna eriştirecektir. Ve onları, kullan için seçmiş olduğu bir din olan İslama götürecek olan dosdoğru yola sevkedecektir. 176Ey Peygamber, senden fetva isterler. De ki: "Size, usul ve füru bırakmadan ölen kimse hakkında Allah fetva verir. Eğer bir kimse ölür ve onun çocuğu bulunmaz da sadece bir kızkardeşi bulunursa bıraktığı mira sın yarısı onundur. Ölen, kızkardeş ise ve çocuğu da yoksa, erkek kardeşi terekenin hepsini alır. Eğer kardeşler erkek ve kadın olmak üzere ikiden çok iseler, bir erkeğin payı iki kadının payı kadardır. Allah size, sapıklığa düşmemeniz için bunları açıklar. Allah, herşeyi çok iyi bilendir. Bu âyet-i kerime, Ölüp de geriye usul ve füru bırakmayan erkek veya kadının öz veya baba bir erkek veya kızkardeşlerinin miras paylarını açıklamaktadır. Eğer ölen erkek ise, çocuğu ve babası yoksa öz veya baba bir kızkardeşi bulunursa kızkardeş mirasın yarısını alır. Diğer yarısı ölenin asabesine aittir. Ölen kadın ise, çocuğu ve babası yoksa, öz veya baba bir erkek kardeşi bulunursa erkek kardeş mirasın tamamını alır. Mirasçılar iki öz veya baba bir kizkardeşler ise ölenin de çocuğu ve babası yoksa mirasın üçte ikisini aralarında paylaşırlar. Üçte biri ise asabeye aittir. Şâyet mirasçılar ve babası öz veya baba bir erkek veya kızkardeşler ise ve ölenin de çocuğu ve babası yoksa mirası aralarında erkeklere iki kızlara bir pay olmak üzere bölüşürler. Cabir b. Abdullah bu âyet-i kerime’nin, kendisi hakkında nazil olduğunu söylemiş ve şunları anlatmıştır: Ben hastalanmıştım. Resûlüllah ile Ebubekir yürüyerek gelip beni ziyaret etmek istemişler. Beni baygın bir halde bulmuşlar. Resûlüllah abdest almış sonra o abdest suyundan artanı bana serpmiş. Bunun üzerine ben ayıldım. Ve dedim ki: "Ey Allah'ın Resulü, malımı ne yapayım?" (Cabir'in dokuz kızkardeşi vardı. Babası ve çocuğu yoktu) Resûlüllah bana bir cevap vermedi. Nihâyet miras âyeti indi. Yani bu âyet indi." Bkz. Buhari, K. el-Vudu' bab: 44 Bera b. Âzib bu âyet-i kerime’nin Kur'an'ın en son inen âyeti olduğunu Söylemiştir. Bkz. Buhari, K. Tefsir el-Kur'an, Sûre 4, bab: 27 Âyette zikredilen: "Kelale" kelimesinden hangi mânânın kastedildiği hususunda bu surenin on ikinci âyetin izahında çeşitli görüşlerle birlikte zikredilmiştir. Taberi, "Kelale"den maksadın çocuk ve babanın dışındaki mirasçılar olduğunu söyleyen görüşü tercih etmiştir. Hazret-i Ebubekir'in bir hutbesinde, ölen kişinin mirasçılarının kimler oldukları hususunda şunları söylediği rivâyet edilmektedir. "Dikkat edin, Allahü teâlâ Nisa suresinin baş tarafında mirasçıların paylarını izah eden ilk âyeti (onbirinci âyeti) çocuklar ve ana baba hakkında indirmiştir. İkinci âyeti (on ikinci âyeti) karı koca ve anne bir kardeşler hakkında indirmiştir. Nisa suresinin son âyetini ise anne baba bir erkek ve kızkardeşler hakkında indirmiştir. Enfal suresinin şu son âyetini ise ölenin asabesi (ölenin baba tarafından olan akrabalan) hakkında indirmiştir. "Akraba olanlar Allah'ın kitabına göre birbirlerine daha layıktırlar." Enfal sûresi, 8/75 Müfessirler bu âyetin nerede indiği hususunda iki görüş zikretmişlerdir. Daha önce de zikredildiği gibi Cabir b. Abdullah'a göre bu âyet Medine'de Cabir'in hastalığı sırasında nazil olmuştur. Muhammed b. Sîrîn'den nakledilen diğer bir görüşe göre bu âyet-i kerime Resûlüllah'in ve sahabilerin yapmış oldukları bir yolculuk sırasında nazil olmuştur. Önde Resûlüllah, arkasında Huzeyfetül Yeman onun arkasında da Ömer b. el-Hattab yürüyorlardı. Bu âyet Resûlüllah'a inince onu Huzeyfe'ye okudu. Huzeyfe de arkasında bulunan Ömer b. el-Hattab'a okudu. Ömer Halife olunca Huzeyfe'nin bu âyetin tefsirini bileceği ümidiyle ona sordu. Huzeyfe de Ömer'e şu cevabı verdi: "Vallahi eğer sen o gün sana anlatmadığım bir şeyi bugün emirliğinden dolayı sana anlatacağımı zannediyorsan sen âciz birisin." Ömer de: "Allah hayınm vesin. Ben bunu kast etmedim." dedi. Hazret-i Ömer'in bu âyeti anlamakta çok zorlandığı ve bu hususus Resul Ulah'tan tekrar tekrar sorduğu Rivâyet edilmektedir. Mürre el-Hemedani, Ömer b. el-Hattab'ın şunları söylediğini rivâyet etmiştir. "Üç şey vardır ki Resûlüllah'ın bunları bize açıklaması bizim için dünya dan ve dünyada bulunanlardan daha sevimlidir, kıymetlidir." Bunlar, "Kelale" "Hilafet" ve "Faiz" meselesidir." Daha önce zikredildiği gibi Hazret-i Ebubekir "Kelale"den maksadın, ölenin çocuk ve babası dışındaki mirasçıları olduğunu söylemiştir. Hazret-i Ömer'den ise bu kelime hakkında iki görüş zikredilmiştir. Birincisi bu surenin on ikinci âyetinde zikredildiği gibi "Kelale"den maksadın çocuğu ve babası bulunmayarak ölen kişidir. İkincisi ise babası bulunmayarak ölendir. Ölümünden önce bu görüşünü zikrettiği rivâyet edilmiştir. |
﴾ 0 ﴿