HADİD SÛRESİ

Hadid Sûresi, yirmi dokuz âyettir ve Medine'de nazil olmuştur. Bu sûre-i celile, Allahü teâlâ'nin kainattaki bütün varlıkların sahibi ve maliki olduğunu, herşeyin tasarrufunun onun elinde bulunduğunu ve her şeyin Allah’ı, layık olmadığı sıfatlardan tenzih etmekte olduğunu beyan ederek başlamaktadır.

Devamla, ahiret hayatında insanların, amellerine göre muameleye tabi tutulacakları, mü’minlerin orada nurlu bir hayat içinde olacakları, münafık ve kafirlerin ise karanlıklar ve sıkıntılar içinde olacakları beyan ediliyor.

Peygamberlerin, birbiri ardınca mucizelerle gönderildikleri haber verilmekte ve ehl-i kitabın, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)e iman etmeleri ve onun getirdiği İslam dinini kabul etmeleri gerektiği beyan edilmektedir.

Hadid Sûresinin Fazileti

İrbad b. Sariye diyor ki:

"Resûlüllah uyumadan önce Müsebbihat Müsebbihat, Allah’ı tesbih ve tenzih ederek başlayan surelerdir. Bunlar, İsra, Hadid, Haşr, Saf, Cuma, Teğabün ve A'lâ sureleridir. surelerini okurdu. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bu hususta şöyle buyurdu. "Bu müsebbihat sureleri içinde öyle bir âyet vardır ki, Bu Âyetin, Hadid suresinin üçüncü âyeti olduğu bazı müfessirler tarafından beyan edilmiştir. bin âyetten efdaldir. Ebû Davud, K. el-Edeb, bab: 98, Hadis no: 5057 /Tirmizi K. Fadail el-Kur'an, bab: 21, Hadis no: 2921

Rahman ve Rahim olan Allah'ın ismiyle.

1

“Göklerde ve yerde bulunan herşey, Allah’ı, layık olmadığı şeylerden tenzih eder. O, her şeye galiptir hüküm ve hikmet sahibidir.”

Allah'ın göklerde ve yerde yarattığı bütün varlıklar, ona ta'zimde bulunmak, onun rablığını dil ile ikrar etmek ve ona boyun eğdiklerini ifade etmek için onu tesbih ve tenzih ederler. Onu, kendisine yakışmayan sıfatlardan arındırırlar. Allah, göklerde ve yerde bulunan yaratıklarından, kendisine isyan edenleri cezalandırmada herşeye galiptir, onları dilediği gibi sevk ve idare etmede hikmet sahibidir.

*Bütün yaratıkların Allah’ı tesbih ettiği hususunda başka bir âyette de şöyle buyurulmaktadır: "Yedi gök, yer ve onlarda bulunan varlıklar, Allah’ı tesbih ve tenzih ederler. Aslında hiçbir şey yoktur ki hamd ile Allah’ı tesbih etmesin. Ne var ki siz onların tesbih etmesini anlamazsınız. Şüphesiz ki Allah, yarattıklarına çok yumuşak davranandır ve çok affedendir. İsra Sûresi, 14/44

2

“Göklerin ve yerin mülkü onundur. O, diriltir, o öldürür. O, herşeye kadirdir.”

Göklerin ve yerin ve onlarda bulunanların mülkiyeti Allah’a aittir. Onlar, Allah’ı sevk ve idaresinin dışına çıkamazlar. Onlar hakkında sadece Allah'ın dediği olur. O, dilediğini, dilediği şekilde diri kılar. Bir damla suya ana rahminde hayat vererek canlı varlık haline getirir. Dilediğini de canlı iken öldürür. Allah, herşeye kadirdir. Dilediğini diriltip dilediğini öldürmek, dilediğini zelil dilediğini aziz kılmak onun için zor değildir.

3

“O, her şeyden önce vardır. Her şey yok olduktan sonra kalacak O'dur. Varlığı apaçıktır. Zatı gizlidir. O, her şeyi bilendir.”

Allahü teâlâ bu âyet-i kerime’de kendisinin ezeli ve ebedi olduğunu kuvvet ve kudretinin apaçık görüldüğünü, zatının ise idrak edilemeyeceğini beyan etmektedir.

Müfessirler, Allah teahınin, âyette zikredilen "Zahir" ve "Bâtın" sıfatlanın çeşitli şekillerde izah etmişlerdir. "Zahir"ın manasının. Allah'ın, ilmiyle herşeyin dışını kuşatması, "Bâtm"ın manasının ise yine Allahü teâlânın, ilmiyle herşeyin iç yüzünü bilmesi olduğu söylenmiştir. Bkz. Ruhini, K.Tefsir ül-Kıır': ın, Sûre: 57

Diğer bir kısım âlimlere göre, buradaki "Zahir" ifadesinden maksat, Allah’ın, herşeyin üstünde ve herşeye galip olmasıdır. "Bâtın" ifadesinden maksat ise, Allahü teâlânın herşeyin en üst noktasında bulunduğu gibi en alt noktasında da bulunmasıdır. O, herşeye şah damarından daha yakındır.

Bbu Hureyre (radıyallahü anh) diyor ki:

"Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) yatağına yerleşince şöyle dua ederdi: "Ey, göklerin rabbi, yerin rabbi ve herşeyin rabbi olan, taneyi ve çekirdiği yaratan, Tevratı, İncili ve Kur’an’ı indiren Allah’ım, ben senin, perçeminden yakalayacağın her şer sahibinin şerrinden sana sığınırım. Sen evvelsin, senden önce hiçbir şey yoktu. Sen sonsun. Senden sonra da hiçbir şey kalmayacaktır. Sen zahirsin, senin üstünde hiçbir şey yoktur. Sen bâtınsın, senin altında hiçbir şey yoktur. Sen, benim borcumu öde, fakirliğimi gider. Ebû Davud, K el-Edeb, bab: 98, Hadis no: 505/ Müslim, K. ed-Dua, bab: 61, Hadis no: 2713 / Tirmizi, K. ed-Da’vat bab: 19, Hadis no: 3400

Taberi bu hususta şu hadis-i şerifi Rivâyet etmektedir: "Ebû Hureyre (radıyallahü anh) diyor ki:

"Bir gün Resûlüllah sahabileriyle birlikte otururken üzerlerine bir bulut gelmiş, bunun üzerine Resûlüllah "Bunun ne olduğunu biliyor musunuz?" diye sormuş, sahabiler "Allah ve Resulü daha iyi bilir." demişler Resûlüllah da buyurmuş ki "Bu buluttur. Şunlar da yeryüzünün köşeleridir. Allah tebareke ve teala bu bulutu, kendisine şükretmeyen ve kendisine dua etmeyen bir kavme gönderiyor." Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) sözlerine devamla şöyle demiştir: "Üzerinizde ne olduğunu biliyor musunuz?" Onlar da: "Allah ve Resulü daha iyi bilir." demişler. Resûlüllah: "Üzerinizde bulunan göktür. O, muhafaza edilmiş bir tavan ve akması önlenmiş bir tlalgasıdır." buyurmuştur. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) daha sonra "Sizinle gök arasında ne kadar mesafe vardır?" diye sormuş onlar da "Allah ve Resulü daha iyi bilir." demişler. Resûlüllah ise: "Sizinle onun arasında beş yüz yıllık bir mesafe bulunmaktadır." buyurmuştur. Daha sonra da "Bu göğün üzerinde ne olduğunu biliyor musunuz?" diye sormuş, sahabiler: "Allah ve Resulü daha iyi bilir." demişler. Resûlüllah da buyurmuştur ki: "Bunun üzerinde iki gök daha vardır. Bunlardan her biri arasında yeryüzü ile dünya seması arasındaki mesafe kadar bir uzaklık bulunan yedi göğü saymıştır. Sonra "Onun üzerinde ne var?" diye sormuş Sahabiler: "Allah ve Resulü daha iyi bilir" diye cevap vermişler. Resûlüllah ise: "Onun üzerinde Arş bulunmaktadır. Onunla yedi gök arasıdaki mesafe iki gök katının arasındaki mesafe kadardır." buyurmuştur. Resûlüllah daha sonra "Altınızda ne bulunduğunu biliyor musunuz?" diye sormuş, sahabiler de: "Allah ve Resulü daha iyi bilir." diye cevap vermişler. Resûlüllah: O, yeryüzüdür." buyurmuştur. Sonra Resûlüllah "Yeryüzünün altında ne bulunduğunu biliyor musunuz?" diye sormuş, sahabiler: "Allah ve Resulü daha iyi bilir." diye cevap vermişler, Resûlüllah da: "Onun altında başka bir yer daha vardır. Onların aralarındaki mesafe beş yüz yıllık bir mesafedir." buyurmuştur. Sonra Resûlüllah: Onların her ikisinin arasında beş yüz yıllık bir mesafe bulunan yedi kat yeri saymıştır. Sonra Resûlüllah şöyle buyurmuştur: "Muhammed'in hayatı kudret elinde olan Allah’a yemin olsun ki, şâyet sizler bir adamı ip ile en altta olan yer tabakasından aşağı sarkıtacak olsanız o, Allah’a (Onu kudret ve ilmine) ulaşır." Resûlüllah daha sonra da: "Herşeyden önce var olan O'dur. Herşeyden sonra kalacak olan da O'dur. Zahir olan da (Üstte olan da) O'dur. Bâtın olan da (Altta olan da) O'dur. O, herşeyi bilendir." âyetini okumuştur. Tirmizi, K. Tefsiri el-Kur’an, Sûre: 57, bab: 1, Hadis no: 3298

Allahü teâlâ, bu âyet-i kerime’de, herşeyi bildiğini, hiçbir şeyin, onun bilgisi dışında kalmadığını beyan etmektedir. Bu hususta başka bir âyette de şöyle buyurulmaktadır: "Ey Rasûlüm, her ne durumda olursan ol, Kur'andan ne okursan oku sen ve ümmetin her ne iş yaparsanız yapın, onu yapmaya giriştiğinizde biz ona mutlaka şahit oluruz. Gerek yerde gerek gökte zerre kadar bir şey dahi rabbinden gizli değildir. Bundan daha küçüğü ve daha büyüğü yoktur ki, apaçık bir kitapta kayıtlı olmasın. Yunus Sûresi, 10/61

4

“Gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra Arşa hükmeden O'dur. O, yere gireni ve çıkanı, gükten ineni ve göğe çıkanı bilir. Nerede olursanız olun, o sizinle beraberdir. Allah, yaptıklarınızı çok iyi görendir.”

Yedi kat gökleri, yerleri ve oralarda bulunanları yaratan sonra Arşa hükmeden O'dur. Allah, yaratıklarından, yerin içine girenleri de ondan dışarı çıkanları da, gökten yeryüzüne inenleri de, yeryüzünden göklere yükselenleri de bilir. O, sizin yaptıklarınızı görmekte, nasıl hareket ettiğinizi bilmektedir. O, yaptıklarınızı zaptettirmektedir. Herkese amelinin karşılığını verecektir.

5

“Göklerin ve yerin mülkü onundur. Bütün işler Allah’a döner.”

Göklerin ve yerin mülkü sadece Allah’a aittir. Göklerde, yerde ve oralarda yaşayanlara Allah'ın sözü geçecektir. Bütün yaratıklarının işleri Allah’a döner. O, anılarında adaletle hüküm verecektir.

6

“Allah, geceyi gündüze katar. Gündüzü geceye katar. O, kalblerin gizliliklerini çok iyi bilir.”

Allah, gecenin bir kısmını gündüze katarak gündüzü uzatır. Bazan da gündüzün bir kısmım geceye katarak geceyi uzatır. O, kullarının kalblerinin neye karar verdiğini, içlerinden hayırı mı yoksa şerri mi işlemek istediklerini çok iyi bilendir. Hiçbir şey ona gizli kalmaz.

7

“Ey insanlar, Allah’a ve peygamberine iman edin ve sizleri vekili kıldığı inallarından Allah yolunda harcayın. Sizlerden iman edip Allah yolunda mallarını harcayanlar için büyük bir mükafaat vardır.”

Ey insanlar. Allah’a iman edin, onun birliğini kabul edin ve peygamberi Mııhammed'i, Allah katında size getirmiş olduğu şeyler hususunda tasdik edip ona uyun. Allah'ın, geçmiş ümmetlerden size miras bırakmış olduğu malları onun yolunda harcayın. Zira, sizden Allah’a ve Resulüne iman eden ve Allah'ın size kalmasını nasibettiği mallardan harcayanlar için büyük bir mükafaat vardır.

Âyet-i kerime’de, yaşayan insanların ellerinde bulunan malların, kendilerinden önce ölen insanlardan miras kalan mallar olduğu beyan ediliyor ve bu mallara sahib olanların da bunları bir gün başkalarına bırakacağına işaret ediliyor. Böylece kişiler, hayatta iken mallarını Allah yolunda harcamaya teşvik edilmiş oluyor.

Peygamber efendimiz, insanların, mallarını çok sevdiklerini fakat sonunda hepsini bırakıp gitmeye mecbur olacaklarını şu hadisinde beyan etmektedir:

Abdullah b. eş-Şihhîr diyor ki:

"Ben, Resûlüllah’ın yanına vardım. O suresini okuyordu. Şöyle buyurdu: "Âdemoğlu, malım, malım der durur. Ey Âdemoğlu, sana, malından yeyip tükettiğin veya giyip eskittiğin yahut sadaka verip önden gönderdiğin dışında senin için ne var kı Müslim, K.ez-Zekat, bab: 3. Hadis no: 2958/Tirmizî, K.Tefsirel-Kur'an, Sûre: 102, bab: 1

8

“Peygamber sizi, rabbinize iman etmeye davet edip dururken size ne oluyor da Allah’a iman etmiyorsunuz? Halbuki Allah, daha önce sizden "nan edeceğinize dair söz almıştı. Eğer iman ediyorsanız bu yeter.”

Ey insanlar, Allah'ın peygamberi Mııhammed, sizi, Allah'ın varlığına ve birliğine iman etmeye davet ederken ve davetinin hak olduğuna dair size, mazeret göstermeye imkan vermeyecek kesin deliller getirmiş olduğu halde sizler, Allah'ın birliğine iman etmiyorsunuz. Halbu ki sizler atanız Âdem'in sulbünde iken, Allah’a iman edeceğinize dair kesin söz almıştı. Şâyet sizler herhangi bir zamanda Allah’a iman etmek istiyorsanız, iman etmeniz için en uygun vakit şu andır. Zira peygamberin getirdiği deliller ard arda gelmekte ve o peygamber sizleri, daha (ince verdiğiniz söze davet etmektedir.

Bir kısım müfessirlere göre burada zikredilen "Verilen söz"den maksadın insanların iman edecekleri hususunda Resûlüllah’a biat etmeleridir.

9

“Sizi, karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için kulu Muhammed'e apaçık Âyetler indiren Allah’tır. Şüphesiz ki Allah, sizlere çok şefkatli ve merhametlidir.”

Sizi, inkârın ve sapıklığın karanlığından, iman ve hidâyetin nuruna çıkarması için kulu Muhammed'e apaçık âyet ve deliller indiren ancak Allah’tır. Allah bunları kulu Muhammed'e indirmekle size çok şefkatli ve merhametli davranmıştır.

10

“Göklerin ve yerin mirası Allah’a ait olduğu halde size-ne oluyor da Allah yolunda mallarınızı harcamıyorsunuz? Sizden, Mekke'nin fethinden önce Allah yolunda malını harcayıp savaşanlarla daha sonra infakta bulunup savaşanlar bir değildir. Onların dereceleri sonradan infak edip savaşanlardan daha büyüktür. Allah onların hepsine de iyi akıbet vaadetmiştir. Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.”

Ey insanlar, size ne oluyor da, Allah’ı size rızık olarak verdiği mallardan Allah'ın yolunda harcamıyorsunuz? Halbu ki ölümünüzden sonra bu mallarınız tekrar Allah’a dönecektir. Zira göklerin ve yerin mirası sadece Allah’a aittir. İçinizden, fetihten önce, matlarını Allah yolunda harcayıp savaşanlarla fetihten sonra mallarını harcayıp savaşanlar aynı derecede değildirler. Fetihten önce mallarını harcayıp savaşanların dereceleri fetihten sonra mallarını harcayıp savaşanların derecelerinden daha üstündür. Fakat Allah bunların herbirine de, güzel bir mükafaat olan cenneti vaadetmiştir. Zira onlar mallarını Allah yolunda harcamışlar ve Allah'ın düşmanlarına karşı savaşmışlardır. Allah, mallarınızı harcama ve düşmanlarına karşı savaşma gibi amellerinizi bilir. Kıyamet gününde onların karşılığını verecektir.

Mücahid'e göre âyette zikredilen "Fetih"ten maksat, Mekke'nin fethidir. Harcamaktan maksat, iman etmek, savaştan maksat ise hicret etmektir. Buna göre âyetin manası şöyledir: "Mekke'nin fethinden önce iman edip hicret edenle fetihten sonra iman eden ve hicret etmeyenler bir değildir."

Katade ve İbn-i Zeyd'e göre âyette zikredilen fetihten maksat Mekke'nin fethi, harcamaktan maksat, mallarını Allah yolunda harcamak, savaştan maksat ise kâinlere karşı harbetmektir. Meal bu izaha göre hazırlanmıştır.

Ebû Said el-Hudri, Şa'bî ve diğer bir kısım âlimlere göre ise, âyette zikredilen fetihten maksat, Hudeybiye müşahhasıdır. Buna göre âyetin manası şöyledir: "Ey insanlar, Hudeybiye nıusalasından önce malını Allah yolunda harcayıp Allah yolunda savaşanlarla, Hudeybiye müşahhasından sonra malını Allah yolunda harcayıp savaşanlar bir değildir."

Taberi bu hususta Ebû Said el-Hudri'den bir de hadis Rivâyet ederek bu son görüşü tercih etmiştir. Ebû Said el-Hudri cüyor ki: "Resûlüllah bize, Hudeybiye müşahhasının yapıldığı yılda şöyle buyurdu: "Yakında bir kavim gelecek. Siz onların amellerine karşılık, yaptığınız amelleri küçümseyeceksiniz." Dedik ki: "Ey Allah'ın Resulü, onlar kimlerdir? Onlar Kureyşliler midir?" Resûlüllah buyurdu ki: "Hayır değildir. Onlar, gönülleri daha hassas, kalbleri daha yumuşak olan Yemen halkıdır. Dedik ki: "Ey Allah'ın Resulü, onlar bizden daha mı hayırlıdır?" Resuulhh buyurdu ki: "Onlardan herhangi birinin altından bir dağı olacak olsa ve onu da Allah yolunda harcasa, sizden birinizin harcadığı ne bir müd miktarına ne de onun yaısına ulaşabilir. Dikkat edin, insanlarla bizi birbirimizden ayıran sınır şu âyettir: "Sizden, fetihten önce Allah yolunda malını harcayıp savaşanlarla daha sonra intakta bulunup savaşanlar bir değildir."

11

“Kim Allah için güzel bir ödünç takdiminde bulunursa, Allah onun karşılığını kat kat verir. Onun için âhirette de güzel bir mükafaat vardır.”

Âyette zikredilen "Ödünç takdim etmek"ten maksat, karşılığını âhirette Allah’tan bekleyerek malını dünyada onun yolunda harcamaktır. Böyle yapan insanlar için Allah, harcadıklarının karşılığını kat kat artırır. Bire yedi yüz veya daha fazla verebilir. Bu kimseler için ayrıca Allah katında güzel bir mükafaat vardır ki o da cennettir.

12

“O gün, mü’min erkeklerin ve kadınların nurlarının önlerinde ve sağlarında koştuğunu görürsün. Melekler onlara: "Bu gün sizin müjdeniz, altından ırmaklar akan cennetlerdir. Orada ebediyyen kalacaksınız. İşte büyük kurtuluş budur." derler.”

Âyet-i kerime’de, mü’minlerin nurlarının, önlerinde ve yanlarında koşacağı beyan ediliyor. Katade "Nurların koşmasından" maksadın, iman edenlerin derecelerine göre önlerinin ve çevrelerinin aydınlatılması olduğunu söylemiştir.

Abdullah b. mes'ud diyor ki: "Mü’minlere nurları, amelleri miktarınca verilecektir. Bazılarına bir hurma ağacı boyunda nur verilecek bazılarına, ayakta duran bir adam boyu kadar nur verilecektir. Kendisine en az nur verilen kimsenin de başparmağının üzerinde bir ışık bulunacak o ışık bazan yanacak bazan sönecektir.

Dehhak ise bu âyeti şöyle izah etmiştir: "Kıyamet gününde mü’min erkek ve kadınların iman ve hidâyetleri önlerinde koşacak, sağ taraflarından ise amel defterleri verilecektir. Bu ifadeye göre Nur kelimesinden maksat, iman ve hidâyettir. Taberi, "Koşma" fiilinin nur ve aydınlatma ile bir münasebetinin bulunmaması sebebiyle "Nur"dan maksatın iman ve hidâyet olduğunu söyleyen bu son görüşü tercih etmiştir.

13

“O gün, münafık erkek ve kadınlar, mü’minlere: "Bize bakın da nurunuzdan istifade edelim." derler. Onlara "Arkanıza dönün de nur isteyin." denilir. Mü’minlerle münafıklar arasına kapısı olan bir set çekilir. Onun içinde rahmet, dış tarafında da azap vardır.”

Kıyamet gününde, münafık erkekler ve münafık kadınlar, Allah'ın,* mü’minlere vermiş olduğu nurlardan paylarını alamadıklarından mü’minlere "Bizi bekleyin size kavuşalım, nurumıdan istifade edilim." diyecekler mü’minler de onlara "Siz arkanızda kalan, nurların taksim edildiği yere dönün. Orada Allah, insanlara nur taksim ediyor." diyecekler, bunun üzerine münafıklar geri dönüp nur ararlarken kendileriyle mü’minlerin arasına, cennet ile cehennem arasına çekilecek olan sur çekilmiş olacak. O surun, mü’minler tarafındaki dış yüzü insanlar için bir rahmettir. Zira orası cennet olacaktır. Münafıkların tarafındaki iç yüzü ise onlar için bir azaptır. Zira orası cehennem olacaktır.

Âyette zikredilen ve "Bize bakın" diye tercüme edilen (......) kelimesi Taberi tarafından "Bizi bekleyin" diye izah edilmiştir. "Biza zaman tanıyın da size kavuşalım." şeklinde izah edenler de vardır. Âyette zikredilen ve mü’minlerle münafıklar arasına çekileceği bildirilen "Sur"dan maksat, Mücahid, Katade ve İbn-i Zeyd'e göre, âheritte cennetliklerle cehennemlikler arasına çekilecek olan perdedir. Bu husus diğer bir âyette açıkça beyen edilmekte ve şöyle buyurulmaktadır: "Cennetliklerle cehennemlikler arasında bir perde vardır. A'raf Sûresi, 7/46

Abdullah b. Abbas, Übade b. es-Samit, Abdullah b. Amr b. el-As ve Ka'bul Ahbar'dan nakledilen bir görüşe göre burada zikredilen "Sur"dan maksat, Kudüs'ün doğusunda bulunan "Sur"dur. Bunun iç tarafında "Beytül Makdis" dış tarafında ise "Cehennem deresi" diye adlandırılan vadi bulunmaktadır.

Miifessirler, âyette zikredilen bu "Sur"u Kudüs'te bulunan sur olarak izah edenlerin maksadının, açıklama ve benzetme olduğunu, yoksa sunin burası olduğunu kasdetınediklerini söylemişlerdir.

14

“Münafıklar mü’minlere: "Dünyada biz sizinle beraber değil miydik? diye çağırırlar. Mü’minler de: "Evet fakat siz kendinizi fitneye kaptırdım mü’minlerin bir belayu uğramasını beklediniz. Din hususunda şüpheye duşlunuz. Allah’ın emri gelinceye kadar boş ameller sizi aidatı. Sizi, Allah’a karşı aldatıcı şeytan aldattı," derler.”

Ahirette mü’minlerle münafıkların arasına perde çekilince, mü’minleri göremeyen münafıklar bu defa onlara seslenirler ve şöyle derler: "Biz, dünyada iken sizinle beraber değil miydik? Beraber namaz kılıyor, beraber oruç tutuyor ve birbirimizle veleniyor ve birbirimize mirasçı olmuyor muyduk? Mü’minler onlara "Evet öyleydiniz fakat sizler kendisizi fitneye düşürdünüz, münafık oldunuz. Allah ve Resulüne iman etmeyip beklediniz. Allah'ın sizi öldürme emri gelinceye kadar nefsinizin size hoş gösterdiği boş ameller sizi aldattı, Allah'ın yolunda sizi alıkoydu ve sizi ona karşı şeytan aldattı." derler.

Âyette zikredilen "Kendinizi fitneye kaptırdınız." ifadesinden maksat, "Münafık oldunuz." demektir. "Beklediniz" ifadesinden maksat ise İbn-i Zeyd'e göre "Allah'ın Resulüne iman etmeyi ertelediniz." Katade'ye göre ise "Hak edenlerin başına bir şey gelmesini bekledinia." demektir. "Şüpheye düştünüz." ifadesinden maksat, "Allah hakkımla şüpheye düştünüz." demektir. "Allah'ın emri gelinceye kadar." ifadesinden maksat ise "Allah'ın öldürme emri gelinceye kadar demektir. Âyette zikredilen "Aldatıcı"dan maksat ise "Şeytan”dır.

15

“Bu gün ne sizden, ne de kâfirlerden, kurtulmanız için hiçbir fidye kabul edilmeyecektir. Yeriniz cehennemdir. Dostunuz da O'dur. O ne kötü bir yerdir.”

Allahü teâlâ, kıyamette, mü’minleri münafıklardan ayırdıktan sonra münafıklara şöyle diyecektir: "Bu gün sizden, azaptan kurtulmanıza karşılık herhangi bir fidye alınmayacaktır. Bu fidye kâfirlerden de alınmayacaktır. Sizin karargâhınız cehennem ateşidir. Size layık olan O'dur. O ne kötü bir varılacak yerdir.

16

“İman edenlerin, Allah'ın zikrine ve indirilen hakka karşı kalblerinin huşu içinde olması ve daha önce kendilerine kitap verilip üzerlerinden uzun zaman geçince, kalbleri katılaşan kimseler gibi olmamaları zamanı gelmedi mi? Onların çoğu yoldan çıkmış kimselerdir.”

Allah ve peygamberini tasdik edenlerin, Allah’ı anmaya karşı ve inen hak kitap Kur'ana karşı kalblerinin huşu içinde olma zamanı hala gelmedi mi? Yine bunların, daha önce kendilerine kitap verilen ve kendileriyle Mûsa arasında uzun bir zaman geçtiği için kalbleri katılaşan İsrailoğulları gibi olmama zamanlan hâlâ gelmedi mi? Muhammed'den önce kendilerine kitap gönderilen ümmetlerden çoğu, hak yoldan ayrılan fasıklardır.

Abdullah b. Mes'ud diyor ki:

"Bizim müslüman oluşumuzla Allahü teâlânın bize bu âyetle sitem etmesi arasında sadece dört yıl geçmiştir. Müslim, K. el-Tefsir, bab: 24, Hadis no: 3027

Âyet-i kerime’de, mü’minlerin kalblerinin, Allah'ın anılmasına ve Kur'an-ı Kerim'e karşı huşu içimle olması isteniyor, mü’minlerin, peygamberleriyle aralarında uzun bir zaman geçtiği için kalbleri katılanın Yahudi ve Hristiyanlar gibi olmamaları emrediliyor.

Katade diyor ki: "Şeddad b. Evs şöyle derdi: "İnsanlardan ilk anılacak şey huşudur.

Abdullah b. Mes'ud diyor ki: "İsrailoğulları ile peygamberleri Hazret-i Mûsa arasında uzun bir zaman geçince onların kalbler katılaştı. Onlar, nefislerinin hoş gördüğü, dillerinin tatlı karşıladığı bir kitap uydurdular. "Biz bunu İsrailoğullarına teklif edelim, kim buna iman ederse onu serbest bırakırız. Kim de inkâr ederse onu öldürürüz." dediler ve dediklerini yapmaya başladılar.

17

“Bilin ki, ölümünden sonra toprağı dirilten Allah’tır. Biz bu âyetleri düşünesiniz diye açıkladık.”

Ey insanlar, yeryüzü kuruyup ölü hale geldikten sonra ona hayat verip çeşitli bitkileri bitiren ancak Allah’tır. Biz, sapıklıkta olan ve bu halleriyle ölülere benzeyen insanlara da hidâyet nurunu verir ve onları imanla diriltiriz. Biz size, âyet ve delilleri açıkladık ki akıl edesiniz.

18

“Sadaka veren erkeklere ve sadaka veren kadınlara, Allah’a güzel bir ödünç takdiminde bulunanlara, karşılıkları kat kat verilir. Onlar için kıyamet gününde büyük bir mükafaat vardır.”

Mallarım Allah yolunda harcayan erkeklere, kadınlara ve Allah’a güzel bir ödünç takdiminde bulunanlara, Allah mükafaatlarını ka kat verecektir. Ayrıca onlar için sadaka vermeleri ve Allah rızası için ödünç vermelerinden dolayı âhirette değerli bir mükafaat vardır ki o da cennettir.

19

“Allah’a ve peygamberlerine iman edenler, işte onlar, gerçekten doğru olanlar ve şehitlerdir. Bunların, rableri katında mükafaatları ve nurları vardır. İnkâr edip âyetlerimizi yalanlayanlara gelince, işte onlar cehennemliklerdir.”

Bu âyet-i kerime, çeşitli şekillerde izah edilmiştir. Abdullah b. Abbas, Ebû ed-Duha, Mesnık, Dehhak ve Mukatil bu âyeti, mealde verildiği gibi izah etmişlerdir. Bu izaha göre âyet-i kerime’de iki sınıf insandan bahsedilmektedir. Biri. Allah’a ve peygamberlerine iman eden Sıddıklar, diğeri ise Allah yolunda öldürülen şehitlerdir. Âyette özellikle şehitlerin mükafaatları zikredilmiştir.

Taberi de bu âyet-i kerime’yi bu şekilde izah etmiştir. Zira, "Allah’a ve peygambere iman edenler" denince hatıra gelenler Sıddıklardır. Bunların şehid olmaları gerekli değildir. Bu itibarla şehitlerin Allah yolunda öldürülmüş ayrı bir sınıf sayılmaları daha uygundur.

Mücahit, ve Bera b. Âzib'den nakledilen diğer bir görüşe göre âyetin izahı şöyledir: "Allah’a ve peygamberlerine iman edenler, işte onlar, rableri katında doğru olanlar ve sebillerdir. Onlar için mükafaatlan ve nurları vardır." Bu izah tarzına göre, Allah’a ve âhiret gününe iman edenlere "Sıddıklar" dendiği gibi "Şehitler" de denmektedir.

Bir kısım miifessirler ise: "Şehitler" diye tercüme edilen (......) kelimesinin, "Allah'ın huzurunda ümmetlerine karşı şahitlik edecek peygamberler" anlamına geldiğini söylemişlerdir. Buna göre âyetin manası şöyledir: "Allah’a ve peygamberlerine iman edenler, işte onlar, gerçekten doğru olanlardır. Rableri katında ümmetlerine karşı şahitlik edecek peygamberlere gelince onların mükafaatlan ve nurları vardır."

Âyet-i kerime’nin son bölümünde, Allah’ı ve peygamberini inkâr eden ve âyetlerini yalanlayanların cehennemlik oldukları bildirilmektedir.

20

“Bilin ki, dünya hayatı sadece bir oyun, bir eğlence, bir süs, aranızda bir övünme vesilesi, mal ve evlatların çoğalmasından ibarettir. Bu, bir yağmura benzer ki, bitirdiği bitki, çiftçilerin hoşuna gider, sonra o bitki kurumaya yüz tutar, bir de bakarsın ki, sapsarı kesilmiş. Daha sonra da çer çöp haline gelir. Ahirette ise şiddetli bir azap, Allah'ın bağışlaması ve rızası vardır. Dünya hayatı aldatıcı bir geçimlikten başka bir şey değildir.”

Ey insanlar bilin ki, size verilen dünya hayatı, düzenlediğiniz bir eğlence, yaptığınız bir oyun, kendinizi süslediğiniz bir süs, birbirinize karşı öğünme mal ve evlatlarınızın çoğalmasından başka bir şey değildir. Dünya hayatı şu yağmura benzer ki, bitirdiği otlar çiftçilerin hoşuna gider. Fakat o otlar aynı hallerini koruyamazlar. Zamanla kururlar. Yeşil iken sapsarı kesilirler. Daha sonra da köklerinden kopup çer çöp haline dönüşürler. İşte dünya hayatı da böyledir. însan önce filizlenmiş otlar gibi anasından doğar, gençlik çağına ulaşır. Daha sonra otların sararıp solduğu gibi ihtiyarlar. Sonunda da ölür ve toprağa dönmeye mahkum olur. Dünyada bu safhaları yaşayan insan âhirette de başıboş bırakılmaz. Zira orada, İnkârcılar için şiddetli bir azap, iman ehli için de Allah'ın affı ve rızasına erişme vardır. Dünya hayatı ise aldatıcı bir kısım varlıklardan başka bir şey değildir. Halbuki cennetin küçük bir yeri bütün dünyayı değer.

Peygamber efendimiz, dünyanın değeri hakkında şöyle buyuruyor:

"Cennette sizden birinizin kamçısının kapladığı kadar yer, dünyadan ve onun üzerinde bulunanlardan daha hayırlıdır. Buhari, K. el-Cihad, bab: 73

21

“Ey insanlar, rabbinizin bağışlamasına, Allah’a ve peygamberlerine iman edenler için hazırlanmış genişliği gökle yerin genişliği kadar olan cennete koşun. Bu, Allah'ın bir lütfudur. Dilediğine verir. Allah büyük lütuf sahibidir.”

Ey insanlar, size rabbinizin affını ve genişliği gökle yerin genişliği kadar olan cenneti kazandıracak olan ameli işlemeye koşuşun. Bu cennet, Allah'ın birliğiye ve peygamberlerine iman edenler için hazırlanmıştır. Bu cennet, Allah'ın bir lütfııdur. Onu, yaratıklarından dilediğine verir. Allah, kullarına karşı büyük lütuf sahibidir. Onlara dünyada bol rızıklar vermiş, verdiği rızıkkıra karşı kendisine nasıl şükredeceklerini öğretmiş, âhirette de itaatlarına karşılık onları mükâfatlandırılmıştır.

22

“Yeryüzüne ve kendinize inen hiçbir musibet yoktur ki, biz onu yapmadan önce Ievh-i mahfuzda yazılmış olmasın. Şüphesiz ki bu, Allah için çok kolaydır.”

Ey insanlar, yeryüzüne inen âfet ve kıtlıklar gibi size erişen açlık, hastalık gibi hiçbir musibet yoktur ki biz, yarattığımız şeyleri yaratmadan önce onlar levh-i mahfuzda tesbit edilmiş olmasın. Şüphesiz ki size ve yeryüzüne gelecek olan musibetleri, yaratıkları var etmeden önce levh-i mahfuzda tesbit etmek Allah için pek kolaydır.

Katade diyor ki: "Yeryüzüne inen musibetler, kıtlıklardır. İnsanlara isabet eden musibetler ise acılar ve hastalıklardır." Katade sözlerine devamla şöyle diyor: "Bize ulaştığına göre hiçbir kimsenin yüzünü bir çalı yırtmaz, ayağı sürçmez, damarı seğirmez ki işlenen bir günah yüzünden meydana gelmiş olmasın. Allah, işlenen günahların birçoğunu da affeder.

Bu âyet-i kerime, kaderi inkâr edenlere karşı en büyük delildir.

23

“Bu, gecene üzülmemeniz ve Allah'ın verdiği nimetlere sevinip şımarmamanız içindir. Allah, kendini beğenip övünen hiçbir kimseyi sevinmez.”

Mallarınıza ve canlarınıza gelen musibetleri, sizleri yaratmadan önce levh-i mahfuzda tesbit etmemiz, sizin, dünyada iken elde edemediğiniz şeylerden dolayı üzülmemeniz ve Allah'ın size dünyada bahşettiği nimetlerden dolayı da şımarmamanız içindir. Zira herşeyi veren de alan da O'dur. Allah kendisine verilen nimetlerden dolayı kibirlenen ve bu nimetlerle başkalarına karşı övünenleri sevmez.

Abdullah b. Abbas diyor ki; "Hayatında üzülmeyen ve sevinmeyen hiçbir kimse yoktur. Ancak, mü’mine bela geldiğinde ona sabreder, nimetler verildiğimle de ona şükrederse bu âyetin emrine uymuş olur.

Bu âyet-i kerime, kaderin insanlar için büyük bir teselli kaynağı olduğunu aynı zamanda şımamuısına imkân vermeyen bir engel olduğunu beyan ediyor. Zira. başına gelen felaketlerin, Allah'ın takdiri ile olduğuna inanan insan, Allah'ın takdiri ve lütfuyla ulaştığına inandığı için şımarmaz, başkalarına karşı böbürlenmez.

24

“Onlar, cimrilik ederler ve insanlara da cimriliği emrederler. Kim Allah'ın emrinden yüz çevirirse, şüphesiz ki Allah, hiçbir şeye muhtaç değildir, övülmeye layıktır.”

Allah'ın sevmediği bu kibirli ve övünen insanlar, Allah'ın kendilerine vermiş olduğu mallarda cimrilik ederler. Allah'ın farz kıldığı malî yükümlülüklerini yerine getirmezler. Bu kimseler ayrıca başkalarına da bu şekilde cimri olmalarını emrederler. Kim, Allah'ın emirlerinden yüz çevirir, infak etme buyruğuna uymazsa bilsin ki Allah'ın hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. Onun harcayacağı mal Allah’a hiçbir fayda sağlamaz. Yine o kimse iyi bilsin ki Allah, yaratıklarına vermiş olduğu nimetlere karşılık övülmeye layıktır.

25

“Muhakkak ki biz, peygamberlerimizi apaçık mucizelerle gönderdik. İnsanlar, aralarında adaleti hakim kılsınlar diye o peygamberlere, kitap ve ölçü indirdik. Ayrıca kendisinde büyük bir kuvvet ve insanlar için birçok menfaatler bulunan demiri verdik. Bu, görmediği halde Allah'ın dinine ve peygamberlerine yardım eden kimseyi, Allah'ın ortaya çıkarması içindir. Şüphesiz Allah, herşeyden kuvvetlidir ve herşeye galiptir.”

Şüphesiz ki biz, peygamberlerimizi apaçık delillerle ve mucizelerle gönderdik. Biz onlara serî hükümleri ihtiva eden kitaplar ve adaleti sağlayan ölçü gönderdik ki insanlar aralarında adaletli davransınlar. Ayrıca biz, demiri de verdik. Demirde büyük bir kuvvet ve insanlar için pek çok menfaatler vardır. Biz bunları, insanların aralarında adaleti sağlamaları, bir de Allah'ın kendi peygamberine ve dinine, gözüyle görmediği halde yardım edenleri oıtaya çıkarması için yaptık. Allah, kendisine düşmanlık yapanlara karşı pek kuvvetli, emrine karşı gelenleri cezalandırmada herşeye galiptir. Kimse ondan intikam almaya girişemez.

Allahü teâlâ âyet-i kerime’de, insanlara peygamberler gönderdiğini, bu peygamberlerle birlikte kitap ve ölçü gönderdiğini, kitap ve ölçüye uymayanlara karşı unlan hizaya getirme aracı olarak da demiri verdiğini beyan etmektedir.

Katade, âyette zikredilen "Ölçü"den maksadın "Adalet" olduğunu söylemiştir. İbn-i Zeyd ise "Ölçü"den maksadın insanların dünya hayatlarında yaşarken çeşitli muamelelerinde kullandıkları ölçü aletleri olduğunu, insanların bu ölçüler vasıtasıyla alıp verdiklerini tesbit ettiklerini söylemiştir. İnsanlar, Allah'ın gönderdiği kitap ile dinlerini öğrenmişler, ölçüler ile de hak ve hukuklarını kavramışlardır.

Âyet-i kerime, insanlara "Demir"in verildiğini beyan etmektedir. Abdullah b. Abbas diyor ki: "Hazret-i Âdem ile birlikte üç şey indirilmiştir. Bunlar, örs, kerpeten birde çekiçtir. Âyet-i kerime’de, demirde büyük bir kuvvet bulunduğu zikredilmektedir. İbn-i Zeyd, demirdeki o büyük kuvvetten maksadın, onun insanlara karşı kılıç ve diğer silahlar şeklinde kullanılması olduğunu söylemiştir. Demirin insanlar için faydalı oluşu ise, insanların onu çeşitli şekillerde kullanmalarıdır.

Peygamber efendimiz, demirin, kâfirlere karşı silah olarak nasıl kullandığını beyan ederek buyuruyor ki;

"Ben, kıyamet kopmadan önce, sadece Allah’a kulluk edilmesi ve herhangi bir şeyin ona ortak koşulmaması için kılıç ile gönderildim. Rızkım, mızrağımın gölgesinde kılındı. Zillet ve aşağılık ise emrime karşı gelene verilmiştir. Kim bir kavme benzerse o onlardandır Ahmed b. Hanbel, Müsned, C.2, S.50/ Buhari, K. el-Cihad, bab: 88

26

“Muhakkak ki biz, Nuh'u ve İbrahim'i peygamber olarak gönderdik. İler ikisinin de nesline peygamberlik ve kitap verdik. Onların bir kısmı doğru yolu bulmuş, çokları da doğru yoldan çıkmıştır.”

Ey insanlar, şüphesiz ki biz, Nuh'u ve İbrahim'i, insanlara peygamber olarak gönderdik. Onların soyundan gelen insanlara da peygamberlik verdik. Kitap indirdik. Tevrat, İncil, Zebur ve Kur'an bunların sonyundan gelen peygamberlere verilmiştir. Bu iki peygamberin soyundan gelen bazı insanlar, doğru yolu bulmuş, onların çokları da Allah’a itaatten ayrılmış ve fasık kimseler olmuşlardır.

27

“Sonra onların arkasından peygamberlerimizi ard arda gönderdik. Nihâyet arkalarından da Meryemoğlu İsa'yı gönderdik. Ona İncil'i verdik. O iki uyanların Icılbine şefkat ve merhamet koyduk. Kendileri de bizim Tarz kılmadığımız ruhbanlığı icad ederek onunla Allah'ın rızasına kavuşmak istediler. Fakat ona da hakkıyla riâyet etmediler. Biz de içlerinden iman edenlere mkafaatlarını verdik. Onlardan bir çoğu doğru yoldan çıkmış kimselerdi.”

Âyet-i kerime’de, Allahü teâlânın, insanlığın ikinci atası olan Hazret-i Nuh ve peygamberler atası olan Hazret-i İbrahim'den sonra insanara doğru yolu göstermek için ard arda peygamberler gönderdiği, bu peygambererden birinin de Meryemoğlu İsa olduğu beyan ediliyor. Allahü teâlâ, Hazret-i İsa'ya İncili verdiğini, ona iman eden mü’minlerin kalblerine şefkat ve merhameti koyduğunu ve bu mü’minlerin, sırf Allah'ın rızasını kazanmak için insanlardan uzaklaşmayı gerektiren ruhbanlığı icadettiklerini fakat sonunda icadettikleri bu ruhbanlığın icabını gereği gibi yapmadıklarını beyan etmektedir. Bu ruhbanlığa riâyet etmeyenlerin kimler oldukları hakkında iki görüş zikredilmektedir.

Birinci görüşe göre ruhbanlığa riâyet etmeyen bu kimseler, bizzat onu icadeden kimselerdir. Katilde, Abdunahman b. Zeyd, Dehhak ve Ebû Ümame el-Bâhili bu görüştedirler.

Abdullah b. Abbas diyor ki: "Ruhbanlığı icadeden ehl-i kitap, ruhbanlık hususunda Allah’a itaat etmemişler ve ruhbanlığı yaşarken Allah’a isyan sayılan sözler söylemişlerdir. Zira Allahü teâlâ, Muhammed (aleyhisselam)ı peyamberolarak göndermeden önce bunlara savaşmalarını farz kılmıştır. Sayıları çok azalmış olan iman ehli. kâfirlerden ayrılıp peygamberler gittikten sonra müşrikler çoğalarak duruma hakim olunca bu mü’minler, mağaralarda inzivaya çekilmişlerdir. Onlar oralarda yaşarlarken içlerinden bir fırka kâfir olarak Allah'ın emrini ve dinini bırakmış, bidaflara sapmış, Hristiyanlık, Yahudilik gibi bâtıl dinler icadetmişlerdir. Böylece ruhbanlığa hakkıyla riâyet etmemişlerdir. Bunlardan diğer bir gurup ise kendilerine apaçık deliller gelinceye kadar Hazret-i İsa'nın gerçek dini üzere devam etmişlerdir. Allahü teâlâ nihÂyet Hazret-i Muhammed'i göndermiş, onlar ise bu gerçek din üzere devam ediyorlarmış. Alalı teala, şu âyet-i kerimeyle bunlara hilabetmiştir. "Ey iman eden kitap ehli, Allah’tan korkun ve peygamberine iman edin ki Allah da size. merhametinden iki misli versin."

İkinci görüşe göre ise, ruhbanlığa riâyet etmeyenler, bizzat onu icadedenler değil onlardan sonra gelen insanlardır. Said b. Çübeyr. Abdullah b. Abbas'dan bu hususta şunları Rivâyet etmektedir. Abdullah b. Abbas diyor ki:

"Meryemoğlu İsa (aleyhisselam)dan sonra gelen krallar, Tevrat'ı ve İncil'i değiştirdiler. O zamanki insanların içinde. Tevrat'ı okuyan mü’minlerde bulunuyordu. Bir kısım insanlar bu krallara, mü’minlerin aleyhine şöyle dediler: "Şunların bize sövmelerinden daha şiddetli bir sövme göremiyoruz." Zira onlar, "Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler, iste onlar kâfirlerin ta kedileridir." diye âyet okuyorlar. İşte bizim için en şiddetli sövme bunlardır. Onlar, okudukları şeylerle bizi, yaptığımız işlerden dolayı ayıplıyorlar. Sen onları çağır bizim okudumuğumuz şekilde okusunlar, bizim iman ettiğimiz gibi iman etsinler," Bunun üzerine kral onların hepsini çağırdı. Onlara ya öldürüleceklerini veya Tevratı ve İncili değiştirilmiş şekliyle okumaların ıteklif etti. Onlarda "Bizden ne istiyorsunuz? Bırakın bizi."dediler. Mü’minlerden bir kısmı "Bize yüksekte bir kule yapın. Bizi oraya çıkarın sonra bizlere, yiyeceğimizi ve içeceğimizi yukarıya taşıyabileceğimiz bir şey verin. Biz de sizin aranıza gelmeyelim." dediler. Mü’minlerden diğer bir gurup ise "Bırakın bizi yeryüzünde serbestçe dolaşalım, rastgele gidelim. Sulardan, vahşi hayvanların içtikleri gibi içelim. Şâyet bizi topraklarınızda bulursanız öldürün." Mü’minlerden başka bir gurup da şöyle dediler: "Bize çöllerde evler yapın biz oralarda kuyular kazar, hububat ekeriz. Ne size geliriz ne de yanınızdan geçeriz." Bunları söyleyen gurupların herbirinde, Tevratı ve İncili değiştiren müşriklerin yakın akrabaları da bulunuyordu (Bu sebeple) mü’minlerin bu teklifi kabul edildi. İstenenler yerine getirildi. İşte bunlar hakkında Allahü teâlâ "İsa'ya uyanlar, bizim farz kılmadığımız ruhbanlığı yalnız Allah'ın rızasına erişmek için icadettiler. Fakat ona da hakkıyla riâyet etmediler." âyetinde bunları beyan etmektedir.

Diğer insanlar ise şöyle dediler: "Biz de falanın ibadet ettiği gibi ibadet edelim. Biz ele filanın yeryüzünde dolaştığı gibi dolaşalım. Biz de filanların çöllerde yaptıkları gibi ev yapalım." Fakat bu sözleri söyleyenler müşrik idiler. Kemlilerine uydukları kimselerin imanlarının ne olduğunu bilmiyorlardı.

Allahü teâlâ. Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)i gönderdiğinde bunlardan pek az kimse kalmıştı. Bunlardan, Manastırımla bulunan kişi oradan, gezip dolaşmakta olan kişi seyahatından, kilisesinde bulunan kimse oradan çıkıp geldiler. Peygambere iman ettiler. Allahü teâlâ, bunlar hakkında şöyle buyurdu: "Ey iman eden ehl-i kitap, Allah’tan korkun ve peygamberine iman edin ki Allah da size rahmetinden iki misli versin. Ahmed b. Hanbel, Müsned, C. 6, S. 226

Taberi diyor ki: "Ruhbanlığa riâyet etmeyenlerin bir kısmı, bizzat onu icadedenlerdir. Diğer bir kısmı ise, onu icadedenlere uyanlardır. Buna mukabil, ruhbanlığı icadedenlerden diğer bir kısmı ona hakkıyla riâyet etmiştir. Bu itibarla Allah onlara, Hazret-i Muhammed'e de iman ettikleri takdirde iki kat mükafaat vereceğini vaadetmiştir. Ancak İslam geldikten sonra artık ruhbanlık bitmiştir.

Bu hususta Urve b. Zübeyr diyor ki: "Bir gün Osman b. Mez'un'un hanımı üstü başı dağınık bir vazıyette Hazret-i Âişe'nin yanına varmış, Hazret-i Âişe ona: "Neyin var?" diye sormuş. Osman'ın hanımı ona .şu cevabı vermiştir: "Kocam geceleri namazla, gündüzleri de oruçla geçiriyor." Bu sırada Resûlüllah içeri girmiş. Hazret-i Âişe de bu meseleyi ona anlatmıştır. Resûlüllah, Osman b. Mez'un ile karşılaştığında ona şunu söylemiştir: "Ey Osman, bize ruhbanlık farz kılınmamıştır. Ben sana örnek değil miyim. Allah'a yemin olsun ki ben sizin, Allah’tan en çok korkanınız ve onun koyduğu sınırları en çok koruyanınızım! Ahmed b. Hanbel, Müsned, C. 3,S 226

Yine bu hususta enes b. Malik, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)in şöyle buyurduğunu Rivâyet ediyor: "Her peygamberin bir ruhbanlığı vardır. Bu ümmetin ruhbanlığı da Aziz ve Celil olan Allah'ın yolunda cihaddır. Ahmed b. Hanbel, Müsned, C. 3,S 226 Bir adam, Ebû Said el-Hudri'ye gelmiş ve ona: "Bana bir şeyler tavsiye etmez misin?" demiş. Ebû Said el-Hudri de: "Sen benden, benim daha önce Resûlüllahtan sorduğum bir şeyi sordun. Ben sana, Allahlan korkmayı tavsiye ederim. Çünkü herşeyin başı O'dur. Cihada devam et. Zira İslamda ruhbanlık yoktur. Allah’ı zikretmekten ve Kur'an okumaktan ayrılma. Zira o, gökte senin ruhun ve yeryüzünde senin zikrindir. Ahmed b. Hanbel, Müsned, C. 35 S. 82 demiştir.

28

“Ey iman eden kitap ehli, Allah’tan korkun ve peygamberine iman edin ki Allah da size, rahmetinden iki misli versin. Kendisiyle aydınlık içinde yürüyeceğiniz bir nur bahşetsin ve sizi bağışlasın. Allah, çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.”

Ey Allah’a ve peygamberine iman eden ehl-i kitap, Allah'ın emirlerini tutup yasaklarından kaçınarak ondan korkun. Onun peygamberi Muhammed'e de iman edin ki Allah size, rahmetinden iki kat mükfaat versin. Birisi İsa'ya ve ondun önceki peygamberlere iman etmenizden dolayıdır. Muhammed'e iman etmeniz halinde Allah size iki kat mükfaat vereceği gibi size, yürüdüğünüzde önünüzü aydınlatan bir nur ve bir hidâyet de verecektir ve günahlarınızı bağışlayacaktır. Allah, çok affeden ve çok merhamet edendir.

*Âyet-i kerime’de zikredilen "İman edenlerden maksat, Abdullah b. Abbas Dehhak ve Utbe b. Makime göre ehl-i kitabın iman edenleridir. Bunlar hem kendi kitaplarına hem de Kur'ana iman ettikleri için iki kat mükafaat almayı hak etmişlerdir.

Taberi de âyetin bu şekildeki izahını tercih etmiştir. Şu hadis-i şerif de bu izah şeklini desteklemektedir. Ebû Mûsa el-Eş'ari Resûlüllah’ın şöyle buyurduğunu Rivâyet etmiştir.

"Üç sınıf insan vardır ki, bunlara iki mükafaat verilecektir. Bunlardan birisi şu kişidir. Bir cariyesi vardır. Onu eğitir, eğitimini güzel yapar. Onu terbiye eder, terbiyesini de güzel yapar. Sonra onu azadeder ve onunla evlenir. İşte bunun için iki mükafaatı vardır. Bunlardan bir diğeri de ehl-i kitabın iman edenidir. Bu kişi daha önce mü’min iken sonra da peygamber Hazret-i Muhammed'e (sallallahü aleyhi ve sellem)e iman eder. İşte bunun için de iki mükafaat vardır. Bunlardan bir başkası da hem Allah'ın hakkını yerine getiren hem de efendisi için samimi olan köledir. İşte bunun için de iki mükafaat vardır. Buhari, K. el-Enbiya, bab: 145 / Müslim, K.el-İman. bab: 241, Hadis no: 154

Said b. Cübeyr bu âyetin, Muhammed ümmeti hakkında indiğini söylemiş, bunun sebebinin de, kendilerine iki kat mükafaat verileceği vaadedilen ehl-i kitabın, Muhammed ümmetine karşı iftihar etmeleri olduğunu söylemiştir. Said b. Cübeyr, bu hususta özetle şunları anlatmaktadır. "Resûlüllah, Cafer b. Ebi Talib'i, yetmiş iki kişi ile birlikte Habeşistan'a gönderip Necaşi'yi imana davet edince Necaşi bu daveti kabul edip iman etmiştir. Cafer b. Ebi Talib Habeşistan'dan ayrılınca, orada iman etmiş olan kırk kişi Necaşi'ye gelip "Bize izin ver de bunlarla beraber gidip o peygamberi görelim. Bunlara denizde de yardımcı oluruz. Zira bizler, denizciliği onlardan daha iyi biliyoruz." demişlerdir. İzin alınca Cafer b. Ebû Talib ile birlikte Medine'ye gelmişler, o sırada Resûlüllah'ın, Uhut savaşı için hazırlık yaptığını görmüşlerdir. Bunlar, müslümanların ihtiyaç ve sıkıntı içinde olduklarını görünce Resûlüllah’a: "Ey Allah'ın Resulü, biz mali imkanları olan kimseleriz. Müslümanların nasıl bir sıkıntı içinde olduklarını gördük. Bize izin verir misin? Gidip mallarımızı getirerek müslümun kardeşlerimize yardımcı olalım." demişler Resûlüllah da onlara izin vermiştir. Onlar da gidip mallarını getirerek yardımcı olmuşlardır. Bunun üzerine Allahü teâlâ, onların hakkında "Bundan önce kendilerine kitap verdiklerimiz, buna da iman ederler." "Kendilerine Kur'an okunduğu zaman: "Biz ona iman ettik. Şüphesiz o, rabbimizden indirilmiş bir haktır. Doğrusu biz, ondan önce de müslümamlık." derler. "İşte onlara, sabırlarından dolayı mükafaatları iki kat verilir. Onlar, kötülüğü iyilikle savarlar ve kendilerine verdiğimiz rızıklardan Allah yolunda infak ederler. Kasas Sûresi, 28/52-54

Âyetlerini indirmiştir. İman etmeyen ehl-i kitap, âyetin "İşte onlara sabırlarından dolayı mükafaatları iki kat verilir." ifadesini işitince müslümanlara karşı böbürlenmişler ve şöyle demişlerdir: "Ey müslümanlar topluluğu, bizden, hem bizim hem de sizin kitabınıza iman edene iki kat mükafaat veriliyor. Sizin kitabınıza iman etmeyene ise, sizin mükafaatmiz kadar mükafaat veriliyor. O halde sizin bizden ne üstünlüğünüz var?" İşte bunun üzerine Allahü teâlâ, Muhammed ümmeti hakkında bu âyeti indirdi ve buyurdu ki: "Ey iman edenler, Allaluan korkun ve peygamberine iman edin ki Allah da size rahmetinden iki misli versin. Allahü teâlâ bu âyetle Muhammed ümmetine de, iman eden ehl-i kitaba verdiği gibi iki kat ücret verdiğini, ayrıca onlara fazladan bir nur ve af da verdiğini beyan etmiştir. Sonra da "Kitap ehli bilsin ki Allah'ın lütfundan bir şeye kadir olamazlar." buyurmuştur.

Abdullah b. Ömer ve Ebû Mûsa el-Eş'ari'nin rivâyet ettikleri şu iki hadis-i şerif te bu görüşü desteklemektedir.

Ebû Mûsa el-Eş'ari, Resûlüllah’ın şöyle buyurduğunu Rivâyet ediyor: "Müslümanlarla Yahudi ve Hristiyanların durumu (bir günde üç gurup insan çalıştıran) şu adamın durumuna benzer. Bu adam, bir gün akşama kadar kendisine, belli bir işi yapmaları için belli bir ücret karşılığında bir toplulukla anlaşmıştır. Bunlar, o adam için günün yarısına kadar çalışınca "Senin bize takdir eniğin ücrete ihtiyacımız yok. Çalıştıklarımıza da bir şey istemiyoruz." demişlerdir. Adanı onlara "Bunu yapmayın, işinizi tamamlayın ve ücretinizi tam olarak alın." demiştir. Fakat onlar diretmiş ve işi bırakmış gitmişlerdir. Bunun üzerine adam başka bir grupla anlaşmşı ve onlara "Günün geriye kalan bölümünü tamamlayın, sizden önceki gruba takdir ettiğim ücreti siz alın." demiştir. Onlar, teklifi kabul edip çalışmaya başlamışlar. Fakat ikindi namazı vakti olunca "Yaptığımız iş sana olsun. Bize takdir ettiğin ücret de senin olsun." demişlerdir. Adam onlara da "İşinizini geriye kalanını bitirin. Gündüzden az bir zaman kaldı." demiş fakat onlar çalışmamakta diretmişlerdir. Bunun üzerine adam, günün geriye akalan kısmında çalışmak üzere başka bir toplulukla anlaşmış, onlar, günün geriye kalan kısmında güneş batmcaya kadar çalışmışlar ve iki grubun da ücretini tam olarak almışlardır. İşte bu, onların durumuyla bu nuru (Muhammed'in nurunu) kabul edenlerin misalidir. Buhari, K. el-İcare, bab: 11

Abdullah b. Ömer de bu hususta Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)in şöyle buyurduğunu Rivâyet ediyor:

"Sizin, geçmiş ümmetlere göre devamınım, ikindi namazıyla güneşin batım vakti arasındaki zaman kadardır. Tevrat ehline Tevrat verildi. Onlar onunla günün yarısına kadar amel ettiler. Ondan sonra, acze düştüler. Bu sebeple onların her birine birer kırat (birer ölçü) mükafaat verildi. Onlardan sonra İncil ehline İncil verildi. Onlar da onunla ikindi vaktine kadar amel ettiler. Sonra onlar da acze düştüler. Bu yüzden onlara da birer kırat (birer ölçü) mükafaat verildi. Bize de Kur'an verildi. Biz onunla güneşin batmasına kadar amel ettik. Bize de ikişer kırat (İkişer ölçü) mükafaat verildi. Bunun üzerine, önce geçen iki ehi-i kitap "Ey rabbimiz sen şunlara ikişer kırat bize ise birer kırat verdin. Halbu ki biz onlarda daha çok amel işlemiştik." dediler. Bunun üzerine Allah, "Ben sizin ücretinizden bir şey eksilttim mi?" dedi. Onlar da "Hayır." dediler. Allahü teâlâ "Bu benim lütfumdur. Onu dilediğime veririm." buyurdu. Buhari, K. Mevakıl es-Salah, bab: 17

Âyet-i kerime’de zikredilen "Nur" kelimesinden maksat, Abdullah b. Abbas'a göre Kur'an-ı Kerimdir ve Resûlüllah’a tabi olmaktır. Mücahid'e göre ise hidâyettir. Taberi de üyelin her iki görüşü de kapsadığım söylemiştir. Zira, Kur'ana iman edip Resûlüllahı tasdik eden kimse hem nurla aydınlanmış olur hem de hidâyete kavuşmuş olur.

29

“Böylece kitap ehli bilsin ki, Allah'ın lütfundan bir şeye kadir olamazlar. Lütuf, şüphesiz Allah'ın kudret elindedir. Onu dilediğine verir. Allah büyük lütuf sahibidir.”

Âyet-i kerime’de, kitap ehlinin, Allah'ın lütfundan herhangi bir şeye sahip olmadıkları beyan edilmektedir.

Katade bu âyeti izah ederken şöyle demiştir: "Bundan önceki âyet-i kerime nazil olup, Muhammed ümmetine iki kat mükafaat verileceği beyan edilince kitap ehli, müslümanları kıskanmışlar ve kendilerinin bütün yaratıklardan üstün olduklarını zannetmeye başlamışlardır. Bunun üzerine Allahü teâlâ bu âyet-i kerime’yi indirmiş ve lütfuna kimsenin sahip olmadığını, onu kullarından dilediğine vereceğini beyan etmiştir.

Âyet-i kerime’nin başında ifadesi bulunmakta cümlenin içinde de harfi yer almaktadır. Bu harf, başında veya sonunda açık olmayan bir olumsuzluk bulunan cümlelerde, pekiştirme edatı vazifesi görür ve kendi olumsuzluğunun manası yok sayılır. Bu âyet-i kerime nın olumsuzluğuna itibar edilmeksizin izah edilmektedir. Kur'an-ı Kerim'de bunun birçok benzeri vardır. Sana emrettiğimde seni secde etmekten alıkoyan neydi? A'raf Sûresi, 7/12 âyetindeki harfi bu türdendir. Yine Mucizeler onlara geldiğinde iman edeceklerini nereden biliyorsunuz?" En’am Sûresi, 6/109 Âyetindeki harfi de böyledir. Yine Helak ettiğimiz bir ülke halkının dünya'ya dönmesi imkânsızdır." Enbiya Sûresi, 21/05 âyetindeki de bu cinstendir.

0 ﴿