13

Yine bunlara nâsın iman ettiği gibi iman edin denildiği zaman "ya biz o süfehanın iman ettikleri gibi mi iman ederiz?" derler, ha doğrusu süfeha kendileridir ve lâkin bilmezler

(........) bir de sade lâf ile, mücerret Allah’a ve Yevmi ahıre iman ettik demekle iman olmıyacağı ıhtar edilmek ve emri bilma'ruf yapılmak için bunlara «şu nasın, şu tam insanların iman ettiği gibi, Peygambere ve ona inzal edilene ve ondan evvel inzal edilene dahi zahiren ve batınan, kalben ve lisanen iman ediniz» denildiği zaman (........) biz o sefihlerin, budalaların iman ettiği gibi iman eder miyiz? Dediler, müsavata razı olmadılar.

Lûgaten Sefeh, re'y-ü revişte hafiflik ve yufkalıktır ki, akıl noksanından neş'et eder. Yani ucu budalalığa varan hafifliktir, fikirsizlik, temkinsizliktir ki, mukabili ağır başlılık tam akıllılıktır. Şar'an de akıl ve dinin muktezası hilâfına harekettir ki, mukabili rüşd-ü sedaddır. Lisanımızda sefahet de bu manada müteareftir. Hasılı sefeh ve sefahet re'y-ü fikirde heva-vü hevese tabi olmak, akıl ile değil zevk ile hareket etmektir. Bu da ya esasen budalalıktan ve ya akıl hükûmsüz kalmak itibarile budala halinde olmaktan neş'et eder. Binaenaleyh münafıklar hasbellisan bunu budala manasında kullanıyorlar. Acaba münafıklar bunu söylemekte ilânı küfr ederek nifaktan çıkmış, açıktan kâfir olmuş olmuyorlar mı? İmamı Vahidî buna cevaben «bunlar bu sözü müminler arasında değil, aralarında izhar ediyorlardı. Cenâb-ı Allah bunu haber veriyor» demiştir. Lâkin bu, zahiri siyaka muhaliftir. Çünkü (........)

(........) ile (........) nun ayni zamanda vukuunu ıktıza ediyor, gönüllerinden böyle dediler manası vermek de hilâfı zahirdir. Doğrusu bu söz tam münafıkça iki yüzlü, tevriyeli bir söz olduğundan biz süfeha, gibi iman edermiyiz tabirinin bir mahmili sahihi de mümkindir. Binaenaleyh bunu nasıhat edenlere karşı söyledikleri zaman da kat'î bir ilânı küfür yapmış olmıyorlar, bu da münafıklığın ve küfri münafikanenin bir nev'i mahsusu oluyor ki, (........) demeleri gibidir.

Balâda münafıklar (........) diye insanlardan sayıldığı halde burada (........) diye insanlara mukabil tutuluyor, onlardan ayırd ediliyor ki, bunda ne güzel nükteler vardır: münafıklar nas ile müsavata razı olmıyorlar ve kendilerini mafevk ve münevver, akıllı bir sınfı mütemayiz farzediyorlar ve bu za'm ile onlara hud'a etmeğe cür'et ediyorlar. (........) tekabül ve teşbihi de onların beğenmedikleri nasın onlardan daha kemalli olduklarını ve kendilerinin de onlar gibi iman ederek naili müsavat olmalarını ve böyle olması kendileri için tedenni değil, terakki olduğunu anlatıyor ki, bu onlara «siz henüz insan değilsiniz, insan olunuz» mealinde bir ıhtarı tazammun ediyor. Münafıklar da cevapta o nası tahkir ediyor, o budalalar diyor, musavata razı olamıyorlar ve böyle yaparken hem bu tefrikte Allah’ın kendilerine iftira etmediğini halleriyle tasdik ediyorlar hem de iman hususunda kendilerine bir hakkı temayüz verilmediğinden dolayı müsavi iman teklifini reddeyliyor, fakat sarahaten biz iman etmeyiz de demiyorlar. Kendilerinin hususî ve başka bir imanları olduğunu ve olması lâzım geldiğini ima etmek istiyorlar. Nâs nazarlarında muhakkar, budala oluyor. Bunun için Cenab-ı Hak yukarıda (........) diye alelıtlak nastan sayıyor. Burada da nasınkemalini göstererek münafıkları kendi ıkrarlariyle insanlardan saymiyor.

Filvaki lisanı Arapta da (........) =ennas» tabiri makamına göre kâh tazim ve kâh tahkir manasını ifade eder. Demek ki, iman hususunda münafıkların, ehli reybin saplandıkları fikri mahsus, imanın insan için bir tuzak olması ve binaenaleyh sırasında yalnız ilcamı avam için kullanılması noktasında toplanır ve bunun için kâfirlerle beraber yaşamak imkânını gördükleri zaman imanın lakırdısından bile sıyrılırlar, mü'minler içinde yaşamağa mecbur kaldıkları zaman da imandan bahsederler. Lâkin havassın imanile avammın imanı arasında zarurî bir fark ve temayüz bulunacağı davasından feragat etmezler, halbuki dini islâmın teklif ettiği şeraiti ıman, hakk-u hakikatin en umumî ve en küllî olan hututı esasiyesi olduğu için aslı imanda ve şeraitında havass-u avam farkı mevzuubahs olamaz, bu fark o imanın a'malinde ve meratibi kemalinde mevzuı bahs olabilir mebdei küllîde müsavat başka bunda terakki mes'elesi yine başkadır. Halbuki ehli reyb esası imanı, safveti kalbi, ıhlâsı budalalık telâkki ettiklerinden, mü'minlere aldatılmağa müheyya, sâdedil, budala gözile bakarlar. Fakat Allahü teâlâ buyuruyor (........) şunu muhakkak biliniz ki,, süfeha, budala, ancak o münafıkların kendileridir, lâkin bilmezler - gerçi onlar kendilerini, ilm-ü marifetle herkesten mümtaz görmek isterler ise de onların ilim ile münasebetleri yoktur. İlim bir ikan işidir. Hele istikbale ait olacak ilim, ikanlı bir mantık ve istintac işidir ki, başı imanı hak, gayesi visali Hakdır. Onlar ise baştan nihayete reybile meşbudur. Yukarıda münafıkların evvelâ (........) nefyi hal, saniyen (........) nefyi istikbal sıgasile hiss-ü şuurları, burada da (........) diye ilimleri nefy olunmuştur ki, bunda hem mebde ve gaye itibarile zemm-ü tevbih noktai nazarından tedricî bir terakki vardır ki, tezayüdi maraz ile mütenasiptir, hem de ilim ile şuurun mevzu farklarına işaret vardır. Din ve iman, sefahet ve ademi sefahet mes'elesinin sadece hiss-ü şuur ile değil, ilm ile alâkadar olduğunu ifade ediyor.

Bu munafıkların mü'min olmadıklarını ve ahlâkan ne kadar düşkün olduklarını şununla daha iyi anlarsınız:

13 ﴿