34

Bir zürriyyet olarak; biribirinden (hep tevhid dininden), ve Allahdır işiden; bilen

Burada asrı hazırı en ziyade işgal eden pek mühim bir kanunı ilmî ile risalet mes'elesinin mahiyyeti gösterilivermiştir. Şimdi, risalet nedir? Peygamberlerin diğer insanlardan ne farkı vardır? Ne için Allah herkese bizzat tebliğı emretmesin? Kelâmını, evamirini anlatmasın da ayrıca Peygamberler göndersin mi, diyeceksiniz? Bunu anlamak için âlemde ve alel'husus âlemi zihayatta ve alelhusus âlemi zevilukulde sıfatı rübubiyyetinin muktezası olan bir kanun terbiyesi, bir ıstıfa ve istikmal kanunu vardır ki, şevahidi rübubiyyetinin, ilm-ü kudretinin namütenahi rahmet ve inayetinin bürhanlarından birini teşkil eder. İşte mes'eli risalet, bu sünneti ilâhiyye, bu tarikı hak bu kanunı ilmî ile mülâhaza ve tasavvur edilecek olursa Enbiyanın nasıl olub da beynelbeşer fevkal'ade bir imtiyaza mazhar olabildikleri delâili saireden ziyade bir yakîni ilmî ve en ma'kul bir sureti istidlâl ile anlaşılır. Çünkü mazharı risalet olmıyanların bunu bilmüşahede veya diğer bir tecribe ile ilmen anlamağa çalışmaları abestir. Bunu anlamak için de (........) kayıdlarını iyi tasavvur etmek lâzım gelir.

ISTIFA, lûgatta bir şey'in safvini, ya'ni en safi hulâsasını almaktır. Tasfiye bir şey'in karışığını bulanıklık şaibelerini izale edib hulâsasını çıkarmak, safiyi mahlûttan ayırmak olduğu gibi ıstıfa da en safisini seçib almaktır. Bir ma'deni tasfiye edib cevherini almak bir ıstıfa, o cevherler miyanından her hangi bir şey'e en elverişli olanını intihab etmek de bir ıstıfadır. İşte ıstıfayı lûğavî böyle ıhtılâtı temayüze, vahidi mahlûtü müteaddide tefrık ve tahvil ederek kemali istıhdaf eden bir fi'ıl ve te'siri iradîdir ki, hılkatte bu fi'ıl ve te'sirin tevalisine ıstılâhı ilimde «kanunı ıstıfa» deniliyor. Istıfayı lûğvî ekseriyetle ba'delhalk mülâhaza olunur. Burada mevzuıbahs olan ıstıfa ise cereyanı hılkatte hâkim olan Allahü teâlânın ıstıfasıdır ki, asıl kanunı ıstıfa da budur. Binaenaleyh bunda tasfiye ile mevcud safiyi gayrı safiden tefrık ve intihab ma'nasından fazla olarak sâfîye vücud vermek ma'nası da bizzarure dahildir. Bunun için müfessirîn bu ıstıfayı iki manâ ile tefsir etmişlerdir. Birisi: ıstıfa (........) = mahlûkatının en hulasası kıldı, diğeri: (........) dir sıffat ve keyfiyyatı zamimeden tasfiye ve hısal-ü melekâtı hamide ile tezyin eyledi. Şüphe yok ki, ıstıfa bu ikici manada daha zahirdir. Ve İmam Fahrüddini Razî bunun üzerinde yürüyerek enbiya üzerinde cereyan eden ıstıfayı ilahîyi kanunı ıstıfa nazariyyesine muvafık bir surette izah eylemiştir. Fakat bu izah tamam olam için birinci tefsiri de nazarı dikkatten dur tutmamak lâzımdır. Zira kanunı ıstıfanın tevalisinde her lahzai tasfiye ikinci manayı tazammun ederken, ya'ni sıfat ve hey'eti zemime ve nakısa tarh edilib hısal ve suveri hamide ve kamile ile tezyın yapılırken o tezyin mütekamilen bir halkı cedidî dahi müştemil bulunacağından birinci manadan ari değildir. Bunun için Râgıb demiştir ki, «Allahü teâlânın bazı ibasını ıstıfası ba'zen başkasında mevcud olan karışıklıktan, şaibeden sâfi olarak icad ile, ba'zen de bundan ari olmıyarak ihtiyar ve hükmile olur» ih. demek ki, ba'zı müfessirîn bunun birisini, diğeri de birini daha ziyade şayanı Ihtar bulmuşlardır. Hasılı ıstıfayı ilâhî, behemehal sâfiyi hem halk hem ıhtıyar ile alâkadardır. Şu kadar ki, bu halk ya ibtidaendir. Veya ahiren ve ilâvetendir ki, bu sayede bir sâfiden daha sâfisi, daha sâfisi ih.. vücude gelerek namütenahî bir tekâmül mümkin olabilmektedir. İbtida bilâ madde sâfi olarak halk dahi ademdeki ıhtılâttan bir tasfiye manasını tazammun etmek i'tibarile bir ıstıfa ise de ıstıfayı meşhur halitai mevcude üzerindeki ıstıfadır ve bu ıstıfa dahi halktan hali değildir. Bu suretle istifa hılkatı âlem üzerinde Allahü teâlânın bir kanunı rububiyyeti, bir sünneti cariyesidir ki, hılkattaki bütün tenevvuat, meratıbı eşyadaki bilcümle derecatı tahavvül-ü tatavvur ve tekemmül ancak bu kanunu husule getiren fi'ıl ve tesiri ilahî sayesindedir. Yani istıfa eşyanın sıfatı olarak değil, Allahü teâlânın bir fi'ıl ve iradesi olarak kanundur. Ittırad kanununa müarız olan ve ılliyyeti iradeye en büyük misal ve bürhan vererek bakai ıllet ve tahavvüli ma'lul kanunı azîmine müteferri' bulunan bu kanun icabi tabiat nazariyyesini alettevali ve muttariden ibtal etmek için hem her lahzasında ıttırad kanununu tadil eder, hem de ilme ve bakayi ıllete bürhan olmak için onu büsbütün nesh ve ibtal etmeyib maiyyetinde kötürür. Bu suretle ıstıfa tekamülün şartıdır ve beraber mütalea edilmek lâzım gelir. Bütün eşyayi bir camiai vücud altında tabakata tenvi' ederek basitten mürekkebe veya nakıstan kamile doğru çıkan veya bil'akis bir tasnife tabi tutan ve bu sayede ulûm ve fünunı beşeriyyeye dahi mevzulariyle mütenasib ve mütenasık bir tasnif temin eden bu kanunı ıstıfa, tekamüli hadisati hayatiyyede ve alelhusus tasnifi hayvanîde velâ siyyema tenasüli beşerî, hılkat ve tekâmüli insanîde pek barizdir. Bu mütaleada maddenin iptidaen basit ve sâfi veya mahlut ve mürekkeb olarak halkı veya mevcudiyyeti mebahisiyle uğraşmağa hiç lüzum görmeden hadisatın filhal malûm olan tabakatı tekâmüllerini nasıl bulduklarını ve bulmakta olduklarını düşündürmek vardır. Şimdi şu karşımızda âlem denilen halitai hadisatı şöyle bir düşünelim. Evvela, bir faza ile bir çok ecram halitası görünen manzarai umumiyye karşısında bulunuyoruz. Ve bu manzarada ecramı fezadan ve birbirlerinden temayüz etmiş ve bunlar içinde arzımızı da onlardan ayrılmış görüyoruz. Bunların her biri bize bir ıstıfa nümunesi arzeder. Sonra arzımızı teşkil eden ecsam içinden mevalidi selâse denilen meadin, nebatat, hayvanatın yekdiğerinden bariz ve mütekâmil farklarla temayüz ettiklerini görürüz, öyle ki, asıldan meadin, meadinden nebatat, nebatattan hayvanat mütezayid birer tekâmül ile teşa'üb ve tenevvü' ede ede gelmiş gibi bir silsilei temayüz ve tekâmül gösteriyorlar. Maden sureti cinsiyyesinde birleşen ve tabiatı madeniyye denilen bir halitai mahsusa muhtelif tasfiyelerden geçerek ve her birinde başka başka hususiyati cedide ile birleşerek yep yeni bir hulâsai cevheriyede ıstıfa edilib envaı meadin zuhur ediyor. Ve her birinde muhtelit meratibde sunuf da görülüyor.

Saniyen başk bir hususiyet ile nebatat geliyor, bunlar hususiyeti madeniyyeye başkaca bir safa, bam başka bir sureti ıstıfa veren uzviyyeti nümüv ve tenasül gibi hususiyat ile topraklardan silkinerek çıkan bir vücudi cedid arzediyor, bu da silsilei tevalisinde tasnifi nebatatı meydana getiren bir çok meratıbi istıfa ve tekâmüle ayrılıyor ki, meadine nisbetle bunlardaki safa ve kemal ne kadar barizdir.

Salisen başka bir hususiyet ile hayvanat geliyor, hayvanatı ibtidaiye ile nebatatı iptidaiye arasındaki temayüz bizim için gerek malûm olsun ve gerek olmasın bunların meratıbı tekemmüllerindeki fark ve fasıl o kadar barizdir ki, hiç kimse bir çiçekle bir kelebeği karışdırmaz, çiçeği olduğu yerde koparır, kelebeği de kovalamaya mecbur olur. Ve bilir ki, hayati nebatî kelebekte vardır. Fakat hayati hayvanî çiçekte yoktur, çiçek kelebek haline gelmek için topraktan bir daha silkinmiş daha mütekâmil bir ıstıfaya mazhar olmuştur. Bu suretle hususiyyeti nebatiyeye hususiyyeti hayvaniyye manzum olarak silsilei tevalide bir de tabiati hayvaniyye zuhur etmiş bu da tasnifi hayvanîyi meydana getiren tabakata ayrılmıştır. İşte Arzımızın hudusunda onu ecramı saireden temayüz ettiren halk ve tekvinden sonra üzerinde görülegelen bu silsilei tevali içinde ıttıradatı tahavvül ve tenevvua doğru götüren ceryani ıstıfa bu kadar zahir ve müncelidir ki, bunda tabiat namı verilebilecek her hususiyeti muttaridenin re'sen bir halkı cedid, hılâfi ade bir harika inzımamiyle tahaddüs ederek geldiğini ve hiç bir tabiatın ceryanı ıttıradı tenevvü' ve ıhtilâftan ari olmadığını ve binaenaleyh tam manâsiyle bir tabiat davasının batıl olduğunu ve eşyadan hiç birinde vahdet ve vücudi zatî bulunmadığını ve bu tenevvu' içindeki ıttıraddan okunan nizamı vahdetin sani' ve nâzımı olan ılleti vücudun zevatı eşyada hall veya fani ve muzmehıll olmayıb bizzat baki bulunduğunu velhasıl eşyayı hadiseden hiç birin ılleti kendinde dahil olmayıb haric bulunduğunu ve şu halde bunlar cem'edildiği zaman ılleti küllün dahi hey'eti mecmuai, âlemde dahil ve fnai olmayıb bütün âlemin mütehavvil ve ılleti külde fani bulunduğunu ve vahdeti zatiyyenin ancak bu ılleti bakiyeye aid olduğunu ve binaenaleyh bütün âlemin de bir tabiat olmadığını gösteren açık bir delil ve şahid vardır. Erbabı ukul ve eshabı fünun bu sirri ıstıfayı pek iyi düşünmek lâzım gelir. Bu ıstıfayı yapan, eşyayı böyle bir asıldan ayırıb ayırıb peyderpey teksir ve tenvi' ederek tekemmül ettiren faili müessirin halikı âlem olduğunda şüphe eden hiç kimseye tesadüf edilmemiştir. Şu kadar ki, bir takım kimseler bu muhtelif tabiatlerin hep yekdiğerinden doğarak geldiklerine ve her kâmilin nakıstan bizzat ve bittabia çıktığına ve her müahhardaki kuvveti ıstıfanın mukaddem de kendiliğinden tehaddüs ettiğine, tenevvuun eseri ıstıfa olduğunda şüphe etmemekle beraber ıstıfanın sebebsiz, ılletsiz olduğuna ve bu suretle ıttırad, tam zıddı olan ihtılâf ve tenvvuu bizzarure ihdas ettiğine ve bu tenakuz içinde âdî bir tabiati vahide olduğuna zahib olmak gibi bir tenakuza sapmışlardır. Bu noktada elyevm fünunı tabiiyye eshabının iki mütenakız kaziyyede ısrar ettiklerini görüyoruz:

1- Diyorlar ki, kanunı ıstıfa ve tekâmül mucebince bütün mevalid bir asıldan teşaub etmiştir. Binaenaleyh bütün hayvanat bir hayvanı ibtidaîden tevellüd veya tahavvül ederek gelmiştir. Ve bu tekâmül ve ıstıfa' nebatattan meadine geçerek ta bir maddei asliyeye kadar gerisin geri irca' olunuyor. Binaenaleyh insan dahi hayvanatı iptidaiyyeden tenasül etmiştir.

2- Her hayvan, her nebat behemehal kendi nev'inin bir tohumundan tevellüd veya tevalüd eder. Pastör bunu bittecribe isbat etmiştir. Binaenaleyh tohumsuz tevellüd olmıyacağı gibi meselâ nohud tohumundan buğday çıkmaz, balık tohumundan köpek olmaz, maymun tohumundan ayı doğmaz, hatta zatürrie mikrobundan tifo mikrobu doğmaz.

Görülüyor ki, bu iki dava yekdiğerine temamen muarızdır, biri ilmî ise diğeri gayri ilmîdir. Bu gün herkes bilir ki, Arzımız sonradan teşekkül etmiştir. Ve üzerindeki hayvanat da daha sonra zuhur etmiştir. O halde bu günkü hayvanatın başlangıcı olan tohumlar nasıl tekevvün ettiler? Tabiat nazariyesine en muvafık olan Pastör nazariyesinde bu suale cevab yoktur. Meğerki Arzın tahavvülâtı ve sonradan hüdüsü inkâr edilsin. Halbuki evvelki nazariye ıstıfa ve tekâmül kanuniyle gazleri, mayiatı, ecsamı sulbiyeyi, meadini, nebatatı, hayvanatı çıkarmak imkânını bulabilir. Fakat bunu bulmak hâdisatın maddei asliyyedeki hududı asliyye ve zatiyyeyi geçebildiğini ve asıldan daha mütekâmil hasaıs ifade ettiğini ve Binaenaleyh müessiri hakikînin tabiatı maddeye hâkim ve onun fevkinde bir kudreti fatıra olduğunu kabul eylemektir. Ve bunu söylemek için tabiat davasından sarfı nazar etmiş olduğunu i'lân etmek lâzım gelir, yoksa bu da kendisiyle mütenakız olmuş olur. Istıfa ve tekâmül mefhumlarının tabiat fikri davasiyle nasıl kabili te'lif olduğu sorulduğu zaman tenevvu' ifade eden ıstıfa, ıttırad ifade eden tabiatın bir kanunudur deyenler bir tenakuzdan başka bir şey söylemiş olmaz. Bunlar ilmin esası olan hakkın kendine mutabakatı ve ılliyyetin tenasübü kanunı azîmine küfretmiş olurlar. O zaman ne ilim kalır, ne ma'lûm, ne tabiat kalır, ne vücud. Bu noktaya gelince bütün hakikati i'tiraf ederek ıstıfanın tabiatten değil kadiri mutlak olan Halik tealânın iradesinden geldiğini ve binaenaleyh fıtratin tabiate mukaddem bulunduğunu i'tiraf eylemek zarurîdir. Bunun içindir ki, ıstıfa nazariyesinde terbiyei iradiye mes'elesinin ehemmiyyeti pek büyüktür, şu halde ulûmi tabiiye hilâfı tabiat harikaları inkâr ettirecek bir zaruret değil, hilâfı mümkin olan bir âdeti cariye ifade eder.

İşte mahiyyeti risaleti tefhim için sevk edilmiş bulunan ve hilkati İsaya dahi bir mukaddem teşkil edecek olan bu âyette ıstıfanın zarurî bir ıttıradı mutlak değil, fekkattabia' bir fıtrat, bir halki mütezayid ifade eden bir fi'li İlahî olduğuna ve maddei asliyenin zaruriyyeti ve kıdemi davasından da sarfınazar etmek ıktiza edeceğine ve binaenaleyh tabiat da'vasile her şey'i bir ıttıradı sabit üzere mukayese ederek hılkatte ıyan beyan görülmekte olan fevkal'ade terakki ve tekâmülü, tenevvü' ve temayüzü inkâr veya tevkıfe kalkışmamak ve bu cümleden olmak üzere tabiatı beşeriyye namına insanların hep fıtrat ve kuva ve melekât i'tibarile bir seviyede addetmemek ve bu suretle herkeste yok diye nübüvvet ve risaleti ve mu'cizatı Enbiyayı imkânsız, gayrı ma'kul gibi zannetmemek ve mes'elei İsayı da bu esas dairesinde anlamak lâzım geldiğine ve ıstıfanın iradiyyetine ve terbiyei ilmiyyedeki kıymetine en yüksek misâl tabiatte bil'irade tasarrufa kabiliyyet fıtratini haiz olan nev'i insanî olduğuna ve bu nev'in dahi daha mükemmel bir ıstıfaya namzed bulunduğuna nazarı dikkati celb için ıstıfayı beşerîden başlayıb nev'i beşerin bütün âlemîn içinde en mükemmel bir nüshai ıstıfa bulunduğunu göstermiş ve bu gün biribirinin zürriyyeti olarak tevali edib giden bu nev'in fıtrati, mebdei hılkati hükmi tabiatle tohmı nev'îsinden başlamayıb re'sen gayrı mu'tad bir ıstıfayı ilâhî ile zuhur ettiğini ve sonra bu ıstıfanın (........) teza'uf ve tekâmül eylediğini ve işte mazharı risalet olan zevatın böyle bir ıstıfa ile diğer zevil'ukulden mümtaz bir ıstıfayı mahsusı ilâhî ile geldiğini ve bu miyanda en mükemmel meratibi ıstıfa ile Âdem, Nuh, Âli İbrahim ve Âli Imran silsilesini ta'kib ettiğini ve Âli İbrahimden bulunduğunu ve şu halde gerek risaleti inkâr vadisinde ve gerek bunların celâleti kadirleri aleyhinde gizli veya aşikâr söylenen sözleri veya beslenen fikirleri Allah teâlânın işitir ve bilir olduğunu anlatmıştır.

Artık vahdet ile kesret, tabiat ile irade beyninde bir noktai irtibat teşkil eden kanunı ıstıfayı ve bunun ifade ettiği sirri terbiye ve tekemmülü bihakkın düşünüb tasavvur edenler en celi bir tebeyyüni ilmî ile şu hakikatleri i'tiraf ederler.

1- Her kanun fekvalkanun bir hâdisei fıtrat ile başlar.

2- Her hâdise bir kanun olmak zarurî değil mümkindir.

3- Bir hâdisenin kanun olması için bil'ıttırad tevalisi şarttır. Fakat her tevalinin mugayiri ıttırad bir ıhtilâfa ıktıranı da zarurîdir. Binaenaleyh âlemin zamanda imtidadı aynen bir bakayı zatî değil bir teceddüdi emsaldir. Bakayı zatî bu teceddüdatın ılleti hakikîyyesi olan halikın sıfatıdır.

4- Tabiat bir zarureti zatiyye değil, bir zaruret bişartılmahmul ifade eder. Binaenaleyh bu gün me'huz olan bir tabiat, dünün veya yarının vakı'atına bizzarure hâkim değildir.

5- Efradı nevi'de ayniyyet mümkin olmadığı gibi müsavatı mutlaka da mümkin değildir. Onlarda tahtennevi' veya fevkannevi' mümeyyizat ve müşahhısatı nakısa veya kâmile de vardır. Binaenaleyh vahdeti nev'iyye veya cinsiyye terakki ve inhıtata mani' değildir.

6- Halîtai âlemden temayüz eden enva'ı mahlûkat miyanında nev'i beşer hepsinden mükemmel bir ıstıfa ile vücud bulmuştur. Istıfanın iradî olmak hasısası bilhassa bunda zahirdir. Tekâmüli beşerî kemali İlâhîye en karib olan ve madde ve tabiat üzerinde en ziyade tasarrufa müste'id bulunan bir kemale müteveccihdir.

7- Risalet, beşeriyyetin hassai nev'iyyesi değil, nev'iyyeti insaniyyede ekmel bir ıstıfayı İlâhîdir. Bunu da derecatı mütevaliye üzerinde müterakki bir silsilei ıstıfa tâ'kıb etmiştir. Her hangi bir nevi'de efradı nevi' tahtennevi' veya fevkannevi' mümeyyizat ve hususıyyat ile mütefavit ve muhtelif olabildiği gibi bu tefavüt ve ıhtilâf, efrad ve sunufı beşerde daha ziyadedir. Hatta efrad ve sunufı beşer beynindeki tefavüt-ü ıhtilâf o kadar çoktur ki, ecnası saire de bu kadar tefavüt bir faslı nev'î addedilmeğe lâıktır. İnsanların hiç birinin hasleti şahsıyyesi diğerine mıkyas ittihaz edilemez. Zeydin nefsi, vicdanı, hiss-ü temayülü, ilm-ü iradesi kabilliyyet ve ademi kabiliyyeti kuva ve melekâtı ile amrin nefsi ölçülemez. Efradı beşer içinde muhtelif hayvanatı hattâ Melekleri, Cinleri, Şeytanları temsil eden neler vardır. Hatta ukuli beşer bile ne kadar mütefavittir. Beride henüz şahsiyyeti geçmemiş, burnunun ucundakini görmiyen bir akıl, ötede mekânları, zamanları geçmiş sahsıyyetinden çıkıp bir ruhi küllî olmuş diğer bir akıl ve ruh vardır. Ve akl için tarik birdir misaline mâsadak olan akıl böyle bir akıldır ki, mebdei hakikîsini bulmuş, şerikten münezzeh olan Hak teâlânın tarikı vahdaniyyetini tutmuştur. Binaeaneleyh ıstıfai insanînin pek güzel nümunelerinden birini arzeden böyle mümtaz akıllara efradı beşer arasında mebzuliyyetle tesadüf edilmemesi bunların ne beşeriyyetlerini, ne de cins içinde bir nevi' gibi nev'i âdîden derecat ile mütemayiz bir sınfı ekmel veya ferdi ekmel olduklarını inkâra bir sebeb teşkil etmiyeceği gibi ukuli âdiyeni hayran olacağı en yüksek bir ıstıfai İlahîye mazhar olmuş rüsüli İlâhiyyenin de ne nev'iyyeti beşeriyyelerini, ne de mafevkannevi' olan imtiyazlarını inkâra ilmen ve fennen hiç bir sebeb yoktur. Istıfa kanunu bilenler ve hakkiyle tasvir edebilenler bunu nefislerinde tecribe edemeseler bile şüphesiz bir istidlâl ile ilmen ve fennen isbat ve taakkul edebilirler. İnsan yok iken ve insan tohumu mevcud değil iken onu meydana getiren ıstıfa ona munzammolan muzaaf ıstıfalarında (........) neler yapamaz. İşte mahiyyeti risalet bu ıstıfai ekmelin eseridir. Ve Bunun en büyük misali de risaleti Muhammediyyedir.

Bunu Halîmî gibi hükemai islâmiyye şöyle izah etmişlerdir: «Enbiyai kiram aleyhimüssalâtü vesselâm gerek kuvâi cismaniyye ve gerek kuvâi ruhaniyyede gayrılarına benzemezler. Havassi zahire ve batne gibi kuvâi idrakiyyeleri görüş, işidiş, koklayış, zevk, lems kuvvetleri, hıfız, zekâ gibi kuvâi batıneleri, kuvvei muharrikeleri, kuvvei ruhaniyyei akliyyeleri, yalnız derece itibariyle değil, keyfiyyet itibariyle bile diğerlerinden farklı bir gayei kemali ve nihayeti safayı haizdir. Meselâ uzakları görmekle kalmaz, arkadan ve verai hicâbdan da görebilirler.» Başkalarına işidemediği sesleri, duyamadığı rayihaları, işidir duyar anlıyabilirler. Şifai şerifde tafsıl olunduğu üzere Resulullah Efendimizin kuvâyı cismaniyye ve ruhaniyyeleri ne kadar yüksekti.

Hulâsa yine Fahruddini razî Hazretleri der ki, Bu babda sözün tamamı şudur: Nefsi kudsîi Nebevî nüfusi saireye mahiyyetçe bile muhaliftir. Yani onların hakikati, cinsi beşer içinde bir nev'i ekmeldir. Zekâda, fetanette, hurriyyette, tealide, cismaniyyet ve şehevattan tereffü'de kemali mahsusu haiz olmak nüfusi kudsiyyei Nebeviyyenin levazimindendir. Ruh, şeref-ü safada' beden tahâret-ü nekada son derece yüksek olunca şüphe yok ki, kuvâi muharrike ve müdrike gayei kemalde olurlar. Zira bu kuvvetler ruhtan bedene feyezan eden envar mecrasındadırlar. Fail ve kabil gayei kemalde olunca asari müterettibe de son derece kuvvetli, şerefli ve sâfi olacaktır. Binaenaleyh âyetin manâsı şu olur: «Cenâb-ı Allah âlemi Arz sükkânı miyanından ve hatta Melekler de dahil olduğu halde bütün mahlûkat miyanından Âdem’i ıstıfa etti, beşeri bir tenasül geçmeksizin o zamanki mahlûkattan başka musaffâ ve temiz bir mahiyyette halketti -Bilmek lâzım gelir ki, «insan insandan doğar» ka'ıdei mu'tadesi ezelî ve zarurî değildir. Bidayeten insan insandan doğması, bunun başka bir mahlûktan doğduğunu farzetmekle «insan insandan doğar» ka'ıdesinin külliyyeti, ezeliyyeti, zaruriyyeti temin edilmiş olmaz. Her ne olsa lâekal bir insan vardır ki, insandan doğmamıştır. Bu babda zarurî ve ezelî ve bilâ istisnâ ilmî ve küllî olan bir ka'ıde varsa o da şudur: «Her insan Allah’ın mahlûkudur.» Buna iman eden hiç yanılmaz. «Her insan insandan doğar» diye iman eden yanılır.- Sonra Cenâb-ı Allah kuvvei ruhaniyyenin kemalini Âdem’in evlâdının bir şu'bei muayyenesine vaz'etti, tenasül ettirdi. Sonra Nuha, daha sonra İbrahime geldi, sonra İbrahimden iki şu'be hasıl oldu, İsmail ve

İshak, İsmail ruhi kudsîi Muhammedînin zuhuruna ve ıstıfasına mebde oldu, İshakı da evlâddan evlâda Ali İmrana kadar Yakub silsilesiyle nübuvvete, ve İys silsilesiyle mülke mebde' kıldı ve bu hal zuhuri Muhammedîye kadar müstemirri oldu. Bütün bunlar zamanda âlemînin en güzideleri idiler. Nihayet zuhuri Muhammedî ile gerek nuri nübüvvet ve gerek şerefi mülk, Muhammed sallâllahü aleyhi ve sellem intikal etti ih.».

ÂL, karabette veya mezhebde bir şahsa raci' olandır.

Âli İbrahimden murad, bütün mü'minîndir denilmiş ise de sahihi (........) mucebince ahdi ilâhîde dahil bulunan gayri zalim evlâd ve zürriyyeti İbrahim ve alelhusus Muhammed Mustafadır. Âli ımrana gelince: Imran da ikidir.

Birincisi Hazret-i Mûsa ve Harunun babaları olan Imran İbn-i Yashür İbn-i Lâvî İbn-i Ya'kub İbn-i İshak İbn-i İbrahimdir ki, Bu Imranın da Meryem isminde ve Mûsa ile Harunun büyük hemşiresi olan bir kızı varmış, ikincisi de Hazret-i Meryemin babası olan Imran İbn-i Mâtandır ki, bu da Süleyman İbn-i Davud İbn-i İyşa neslinden, bunlar da Yehuda İbn-i Ya'kub neslindendirler. Burada Âli Imran ikisine de muhtemil bulunmakla beraber Imranı saniye masruf olması siyakı beyana nazaran daha zahir görülmüştür. Fakat umumı müşterek suretiyle gerek birinci ve gerek ikinci alel'ıtlak Âli Imran namını taşıyanlar demek daha doğrudur. İki Imran arasında bin sekiz yüz sene geçtiği de söylenmiştir.

Sûreti umumiyede bu sirri ıstıfa iyice teemmül ve femlolunduktan sonra gelelim Âli Imrana ve Meryem ve İsaya:

Şimdi şu kıssaları hatırda tutunuz: bir Allah da işiden bilen:

(........)

34 ﴿