20

Kendilerine kitâb verdiğimiz ümmetlerin uleması o Peygamberi kendi oğullarını bilir gibi bilirler, kendilerine yazık edenlerdir ki, ancak îman getirmezler

(.........) (Sûre-i bakarede ikinci cüz'ün ikinci sahıfasına bak). Son zamanlarda tertib ettirilmiş olan ve tasrihi islâm diye terceme ve tabı' olunan eserin müellifi İtalyan Kaytano demiş ki, «Muhammed hiç bir müşkilât karşısında yılmamış, hiç ye'se düşmemiş, kanaati asla tezelzüle uğramamıştır. Onda öyle bir i'timadi nefs vardı ki, bunun sirri anlaşılamamış ve kendisiyle beraber defn olub gitmiştir.». Belli ki, bu söz hakıkati hem i'tiraf hem tahriftir. Belli ki, bir beşerin bu derece nefsine i'timadı kabili tasavvur olmadığından buna bir sir tesmiye etmiştir. Bu sir onun nefsine i'timadının sirri değil, hakka, Allah’a i'timadının sirridir ki, o da nübüvvet-ü risaleti ve Allah’ın emr-u şehadetiyle nübüvvetine olan yakîni ve da'vasındaki sıdk-u sadakatinin bürhanıdır. Resulullah hiç bir zaman nefsine i'timad etmemiş, daima ve daima Allah’a ve Allah’ın tebligatına tevekkül ve i'timad etmiştir. (.........) demiştir. Ed'ıyei me'sûresinde dahi varid olduğu üzere «ey Semavât-ü Erzın rabbı olan rabbim sana ahd ederim ki, beni nefsime havale etme, zira sen beni nefsime havale eder, kendime bırakırsan nefsim beni şerre yaklaştırır ve hayırdan uzaklaştırır» (.........) diye dua eden Resulullaha i'timadı nefis isnadı büthandan başka ne olur? Nefse i'timad, kendini bilmemek, Allah’ı tanımamak, kendini ve kendi hevasını mebdei hak, ilâh ittihaz etmekten başka bir şey değildir. Kur’ân baştan başa bunun bir cehalet ve tuğyandan ibaret olduğunu isbat ve dâima Allah’a tevekkül-ü i'timad emirleri ile doludur. Dâima Allah’a ubudiyyete da'vet eden ve kendisi Allah’ın abdi ve Resulü olduğuna işhad edib duran Fahrı risâletin nübüvvetini inkâr etmek için ona böyle bir da'vayı teellüh isnadı ne kadar açık bir iftirâ, sonra buna bir sir tasavvuruna kalkışılması ne garib bir dalâlettir. Eğer i'timadı nefisten maksad, sıdkına emniyyeti, nübüvvetine îman ve iykanındaki kuvveti yakîni ise sıdk-u iykan da nefse i'timad değil, hakka i'timaddır. Doğru zann-ü i'tikad ederek vakıın hılâfını söyleyen kimseye sadık denemez, sadık olan kimse de sıdkına emin olabilmek için nefsine, ı'tikadına değil, hakka ı'timad etmiş olmak ve hakkı temsil eylemiş bulunmak lâzım gelir, Bir insan için i'timadsızlık, i'timad edememek ve edilememek büyük bir rezile, reyb-ü tereddüd müdhiş bir marazı kalbî ve büyük bir felâkettir, fakat i'timadi nefis de bir meziyyet-ü fazılet değil, ondan daha fena bir gurur ve hamakattir. Bunu bir mezivyet gibi mülâhaza edenler Allah’ı bilmeyen ve kendilerini zatı hak zu'meden mağrurlardır. Ne garib cehalettir ki, ayağını bir yere ı'timad ettirmeden dikilemediğini pek âlâ bilen ve dayanmak için bir mesnede göz atıb duran bu mağrurlar ı'timadı nefisten bahsederler ve bunu bir fazılet gibi tavsıye eylerler, Halbuki nefse i'timad çürük bir tahtaya dayanmaktır ve hiç bir şey'e i'timad etmemektir ki, böyleleri, kimse için şayânı i'timad olamazlar. Kendi haricinden teneffüse muhtac olan bir fâninin kendine i'timadı da'vası kadar da gülünç ne tasavvur olunabilir. Evet insan, i'timad etmeli ve şayânı i'timad olmalıdır. Bu hem bir ıhtiyac, hem bir vazıfedir. Ve bunun içindir ki, insan ne olursa olsun kulluktan çıkamaz. Fakat i'timad olunan şey ne kadar kavi ve şayânı i'timad olursa i'timadın kıymeti de onunla mütenasib olur. Nefis bugün olmazsa yarın yıkılır. O kendi kendine dayandığı zaman birinde olmazsa ikincisinde aldanır ve aldatır. Akıl da hiç bir mebdee tutunmadan hiç bir şey bilemez. Âlemde her hangi bir şey'e i'timad edilse neticesi yine i'timadsızlıktır, çünkü fânidir. Hayyi lâyemut ancak Allahü teâlâdır. Ve binaenaleyh fazıleti i'timad, ancak Allah’a i'timaddadır. Ve ancak Allah i'timad edenlerdir ki, (.........) dır. Ve bunlar nefislerini hakka teslim eden ve hak uğrunda hiç bir fedakârlıktan çekinmeyen sadıklar, muhlıslardır. Allah’ı bilmeyen veya rabbını kendinde görmek isteyen i'timadsızlar da bunu anlayamazlar, bir i'timadı nefs zannederler. İ'timadı nefs ile fedayi nefs beynindeki tenakuz da aşikâr olduğundan şaşarlar, Allah’a i'timad deseler hakkı i'tiraf etmiş olacaklarından çekinirler, bilmiyoruz bu bir sir, bir muammâ derler, bir türlü îman edemezler. İtalyan müverrihi de «Muhammedde bir sir var idi ki, bu sir bütün mevcudiyyetiyle hakka i'timadının, Allah’a islâm ve inkıyadının sirridir. Ve işte bu sir, bu namusı ekber, nübüvvet-ü risâlettir. Onun bir Resulullah olduğuna şübhe yok. Fakat Peygamber olmayanların da o namusı ekberi müşahede etmelerine ve bu sirrin künhünü ihata edebilmelerine ıhtimal yoktur» dese idi doğru söylemiş olacaktı. Fakat tarihi islâmdan, hayatı Muhamedîden hem bu hakıkati anlamış hem de Allah’ı ve nübüvveti tasdık etmiş olmamak için tahrif etmeden söyliyememiştir. Nübüvvetten daha evvel haberdar olmuş bulunan Ehli kitabın nübüvveti Muhammediyyeyi oğullarını bildikleri gibi bildiklerine ve lâkin nefislerine ziyan etmiş, mevhibei fıtrat olan kabiliyyeti iymanlarını zayi' eylemiş olduklarından dolayı hakka îman edemediklerine bu da bir misal teşkil eylemiştir. Bunun üzerine Allah’a iftiranın ne büyük bir zulm olduğu ve Allahü teâlânın her şey'e şâhid olmasına rağmen yalan söyliyen yalancıların akıbette yalanlarını inkâr vaz'ıyyetine düşecek, alçak, elîm bir zillet ve mes'uliyyete giriftar olacaklarını beyan ile inzara devam olunub buyuruluyor ki,

20 ﴿