98Hem odur, o ki, sizi bir tek nefisten halketti, demek bir müstekar bir de müstevda' var, hakıkat ince anlayışlı fıkıh ehli olanlar için âyetleri tafsıl eyledik (.........) Yine o öyle bir Allahtır ki, sizi ibtida bir nefisten inşa etti. -Bir candan, bir Ademden neş'et ettirdi, üretti [Sûre-i «Nisa» nın başına bak.] (.........) sonra bir müstekarr, bir de müstevda' var: Çeşit çeşit.- MÜSTEKARR ve MÜSTEVDA' istıkrar ve istiyda' ma'nasına masdarı mimî veya mahalli istıkrar ve mahalli istiyda' ma'nâsına ismi mekân olur. Ya'ni hepiniz bir nefisten neş'et etmiş olduğunuz halde her birinizin bir istikrar haliniz, bir istiyda' haliniz var. Sulbden rahime, rahimden Dünyaya, Dünyadan kabre kâh istıkrar kâh istiyda' iki mütenavib hal içindesiniz yahud kiminiz istikrar yeri, kiminiz istiyda' yeri, ba'zınız erkek ba'zınız dişi, yahud kiminizin mevzı'ı istıkrarı kiminizin mevzı'ı istiydaı var, ba'zınız sahibi sulb, ba'zınız sahibi rahim ba'zınızın karargâhı, hanesi vatanı var, ba'zınız gurbette, seferde veya göçebe. İbn-i kesir, Ebû amr, Ya'kubdan Revh kıraetlerinde kafın kesriyle ismi fail olarak (.........) okunur ki, bu surette (.........) ismi mef'uldür. İstıkrar lâzım olduğundan müstekar ismi mef'ul olamaz. Fakat istiyda' iki mef'ulüne ta'diye eder ki, birisi vedia kılınan şey, diğeri de kendine vedia edilen şeydir. Ve bunun ikisine de müstevda' denilir ve burada birincisidir. Binaenaleyh bu kıraete göre ma'na: Hepiniz bir nefisten inşa edilmiş olduğunuz halde kiminiz müstekır bulunuyor, istıkrar halinde, kiminiz de henüz vedia halinde yani kiminiz henüz menşe' olan sulbden ayrılmamış orada duruyor. Kiminiz rahime tevdi edilmiş doğmak üzere bulunuyor. Diğer bir ma'na ile: Kiminiz rahimde istıkrar etmiş, kiminiz henüz sulbde emanet bulunuyor yahud kiminiz bilfiil halkedilmiş, kiminiz de henüz kuvve halinde, yahud kiminiz kararını bulmuş, bülûğ ve kemaline irmiş, kiminiz de henüz tahti velâyet ve vesayette, yahud kiminiz mütemekkın, medenî veya mukım, kiminiz müsafir veya seyyar, nihayet bir kısmı ölmüş, bir kısmı Dünyada. Hâsılı menşe' bir neş'et mütenevvi', naşi' ve ahval, ıttırad ve inkılâb içinde hem müttefik, hem muhtelif de muhtelif. Binaenaleyh tabiî bir noktai nazara bakıldığı zaman ilm-ü fennin en büyük kanunu olan ıttıradı tabiat kaidesi mucebince bu tenevvü' ve ıhtilâf olamamak ve bu neş'et bulunamamak iktiza ederdi. Eğer bu vakıat olmasa idi de mes'ele tabiat mebdeiyle binnazariyye tasavvur edilse idi bu neş'etlere mümteni' bir tenakuz nazariyle bakılmak lâzım gelirdi. Halbuki âleme nazaran bile menşe'i vahidden füruı kesire ve mütehalifenin neş'eti emri vakı'dır. Ve vakıa, vakıadır. Demek ki, ılleti vakıa, madde ve tabiati menşe' değil halıktır. Maddeye ve tabiati menşe'e inzımam eden her hâdısede bir halkı cedid vardır. Ya'ni bilâ madde icad gibi zat ve sıfâtı halıktan başka hiç bir şarta mütevakkıf olmıyan bir icadı ma'dum, bununla beraber bu icadı icadı sabıka tevfik ve rabtederek onu tenmiye ve tezyid eden bir takdir ve bir sun'ı bedi' vardır, Maddeyi kendi tabiatinde istıkrar ettirmeyib de şakketmek ve ona onda bulunmıyan tenevvü' ve ıhtilâfi vererek vahidden kesir, muvafıktan mugayir ve mugayirden muvafık çıkararak bir çok furu' ve şuebatı muhtelife inşa etmekte dahi ilk maddeyi ademden icad gibi madde ve tabiati madde haricinden gelen bariz bir halk-u te'sir, vücudi halika ve ılm-ü kudretine delâlet eden bir sun'ı bedi' okunur ki, bunun vücuhı delâleti ma'nayı tabiat olan istıkrar ve ıttıradın zıddı olub onu temamen veya kısmen tehallüf ettiren yeniliklerin, inkılâbatın mevcudiyyetidir. Her istîda' her yenilik, her hudus, her uruz, her tegayür bir delili halk ve bunun içinde her istıkrar, her ıttırad, her tevafuk, her nizam bir delili san'attir. Vahidin kesir, mugayirin kesir, muvafıktan mugayir yapılması ancak halk-u inşa ile mümkin olur. Ba'zıları ademden halki bekayı ıllet ve tezayüfi ılliyyet kaidesine muhalif zannederler. Tabiate nazaran bir de ademden halk, ma'dunun ılliyyeti ma'nasına tefsir edilmesine göre bu zan doğrudur. Zira ma'dumun ılliyyeti, ılletin ma'dumiyyeti demek olacağından bu takdirde ne ıllet kalır, ne de bakayı ıllet. Halbuki hâdisat için ıllet zarurîdir. Tabiat, ıllet farzedildiği zamanda da her teğayür ve tahavvül noktasının beka ve tezayüfi ıllete muhalif olduğu bedihî bir emri vaki'dir. Fakat halkta ıllet hâlık olmak üzere mülâhaza edildiği zaman ne bekayı ıllet, ne de tezayüfi ılliyyet hiç biri tehalüf etmemiş olur. Ve hattâ halk mefhamudur ki, bu kanunu tesbit ve te'yid eder. Ancak tezayüfi ılliyyet, her ma'lûlün ıllete tevakkufu ve ılletten fazla bir kudret ifade edememesi ma'nasına anlaşılmalı, Ma'lûlün behemehal ılletine müsavatı ma'nasına telakkı edilmemelidir. Zîrâ ma'lûlün ılletine müsavatı da muhaldir. Bir okka bir okkayı çekemez. Hakikî ıllet, ma'lûlünün müsavisi olamaz. Bir fark ve fazlı haiz olmak zarurîdir. Illet ma'lûlüne kendinden bir şey vermez, onda eserini halkeder. Yoksa ıllet tükenir, bekayı ıllet kalmaz. Ve bunun için ıllet, ma'lûlünün aslı değil hâlık ve harii'dir. Tohum ve ağaç, baba ve evlâd, usul ve furu' yekdiğerinin ıllet ve ma'lûlü değil sebeb ve müsebbebi, ya'ni tarikı hudusu ve mahalli istiydaıdır. Bunların istiyda' ve istıkrarları da beka ve tezayüfi ılletin, vücud ve te'siri halikın vechi delâletleridir. Asl ile feri' arasında inkılâb ve ıhtilâf ne kadar çok ve ma'nayi istıkrar ve ıttırad ne kadar az olursa orada hukmi tabiat o kadar az ve te'siri hâlık o nisbette çok görünür. Gerçi lâekal hareket ve sükûn gibi iki ma'nayi mütegayire kabiliyyetten azâde olan sükûn ve istıkrarı mutlak içinde bulunan hiç bir madde yoktur. Ve hattâ mücerred hareket bile tabiatin kanunı küllîsi olan ıttirada ve yeknesaklığa muhalif ve teceddüd ve inkılâb ifade eden bir tegayür ve istiyda'dır. Lâkin eczai maddedeki bu tegayür ve tahavvül ekseriyyetle hafiy olduğu için mücerred madde fikrine doğru inildikce hukmi tabiat daha zâhir ve madde bakı ve müstakır gibi tevehhüm olunur. Maamafih mevaddi basitada tahavvül hissedildiği zaman da besatati haysiyyetiyle ma'nayı halk daha büyük bir bedahetle keşf olunur. Bu suretle cemadat ve maadin üzerindeki ma'nayı halk nebatata, hayvanata doğru geçildikçe bir nisbeti mütezayide ile artar, delâili halk daha çok tebarüz eder. Tenasüli beşerî ve hayatı insaniyyeye gelince: efradı beşer beynindeki tefavüti ahval hepsinden ziyade olduğu için burada kudret ve san'ati hâlık delilleri daha çok daha mufassal ve bununla beraber kesreti terkib ve tafsılden naşi tasavvur ve ihatası daha müşkildir. İşte (.........) bütün bu delâili ve âyâtın vücuhi delâletlerini bütün vuzuh-u tenkıhı ilmîsiyle gösteren bir düsturdur. Ve hiç bir hakîm, hiç bir felsefe «ıttırad ve tegayür» tahaffuz ve tahavvül, beka ve tezayüf düsturunu bu kadar güzel ve bu kadar şumul ve tezayüf düsturunu bu kadar güzel ve bu kadar şumul ve nekahatile fezleke edememiştir. Binaenaleyh burada evvelâ cinsi beşerin ma'nayı vahdetini tazammun eden Hazret-i Âdem’in heyfiyyeti halk ve inşasiyle hiç meşgul olmadan her ailede, her kavm-ü kabilede gördüğümüz veçhile bir asıldan, bir ırktan bir çok kimselerin mütevaliyen tenasül te tekessür edib gittilerini ifade eden tenasül kanununun iş'ar ettiği kesreti tenevvü' ve tahavvül kat'iyyetle isbat eder ki, Allahü teâlâ yalnız menşe'lerin halikı değil, bütün tafsılatiyle her nevi' neş'etlerin dahi halikıdır. Görülüyor ki, (.........) tahlil ve tafsıli o kadar yüksek ve amîk bir düsturı hıkmettir ki, bununla o bir âyetlerin vücuhı delaletlerindeki en dakîk bir mebde', tafsıl ve izah edilmiş bulunuyor. Binaenaleyh bunu anlamak, diğer âyetleri de şerh-ü tafsıl etmek demek olacağı ve bu da onlardan daha derin daha ince bir ehliyyeti ilmiyye ıktiza edeceği cihetle buyuruluyor ki, (.........) Biz bu âyetleri ehli fıkh olan, nefisinde ince ve derin bir fehmi bulunan zümrei hukema için tafsıl ettik. - Ya'ni tafsılden istifade edebilmek için sade ehli ilm olmak kâfi değil fakıhünnefs olmak da şarttır. Yukarılarda da geçtiği veçhile fıkıh aslı lûgatte bir şeyi ılel-ü hıkmetiyle anlamak, fehimi dakîk ile fehmetmek ma'nâsınadır ki, bunda ma'rifetünnefis ma'nâsı da mündericdir. Ve bununla şuna da işaret edilmiştir ki, bundan evvelki âyetlerin tafsılâtı ilmiyyesi şeraitından biri de insanların kendilerini ve ahvali nefsiyyelerini tanımalarıdır. Alel'âde ehli ilm olanlar ma'rifetünnefsi hisaba almadan afâkı anlayıverdiklerini zannederler. Halbuki âyâtı afakıyye, âyâtı enfüsiyye ile bilinir ve kararı hak ikisinin intıbakından verilir. Binaenaleyh neş'eti insaniyye ve hayatı enfüsiyye fehm-ü temyiz olunmadıkça neş'eti afakıyye hakkındaki ilim, gayri muhkem olur. Neş'eti insaniyye ise neş'eti nebatiyye ve hayvaniyyeden daha cem'iyyetli olduğu için ma'rifeti nefis daha mu'dıl ve kendinden zühul etmemek şartıyle mütaleai afak daha zor olduğundan ve (.........) tahlili bu tafsıli de muhtevi bulunduğundan evvelkinde (.........) ile iktifa olunduğu halde burada (.........) buyurularak daha ziyade tahsıs kılınmıştır. Binaenaleyh fakıhünnefs olmayanlar için ne kadar tafsılât verilse boştur. Fakıhünnefs olanlar için de vakı'de mevcud olan tafsılâtı anlamak için bu âyet en büyük miftahı tetkık ve tahlildir. Ve hatta böyle fakıhünnefs olanlar yine bu âyetteki düsturun iş'ar ettiği âyâtı tafsıliyyenin kendisidirler. Bunun için ehli fıkha bu cem'iyetli nokta ıhtar edildikten sonra aynı düstur dahilinde (.........) mazmununu teşrih ve silsilei ıstıfa ve tekâmülü tavzıh ve bu babda anasırı bir mebdei müessir gibi mülâhaza edenleri redd için en mühim anasırı hayatiyyeden bulunan ve bir zamanlar basit ve kadim zannedilen suyun inzalinden bed' ile bunun üzerinde tecelli eden ve cem'iyyeti beşeriyyenin devamı hayat ve esbabı saadetine teallûk eyliyen âyâtı rahmet ve delâili kudret gayet ilmî ve bununla beraber gayet hissî bir tahlil-ü terkib ile umuma irae olunarak şöyle buyurulmuştur: |
﴾ 98 ﴿