44

Dediler ki, ru'ya dediğin "edgâsü ahlâm" demet demet hayalâttır, biz ise hayalâtın te'vilini bilmiyoruz

(.........) dediler ki, - bu senin rü'ya dediğin

(.........) bir edgasi ahlâmdır.

Ya'ni yaşı kurusuna karışmış ot demetleri gibi yenisi eskisine karışmış bir yığın uyku hayalâtı: hakıkatte hiç bir ma'nâsı olmıyan eski yeni bir takım evham ve hayalâtın ıhtılâtından ıbaret ma'nâsız hâdiselerdir. (.........) bis ise ahlâmın te'vilini bilmeyiz - ya'ni ahlâmın meali yoktur ki, bilelim. Görülüyor ki, burada rü'ya ile ahlâm birbirine tekabül ettirilerek hukemânın hallinden âciz kaldıkları ve acizlerinden dolayı bir çoklarının inkâra saptıkları rü'ya mes'elesinde esas olan gayet mühim bir nokta tenvir edilmiştir.

Ya'ni rü'yadan bahsedilirken şu iki kelimenin hakıkatte farkı olduğunu unutmamalıdır: Ru'ya: hulüm. Bunlar' müteşabih hâdiseler olmakla yekdiğerine karıştırılır ise de Kur’ân ıhtar ediyor ki, ru'ya ahlâmdan başkadır. Ru'ya mücerred enfüsî bir hâdise değildir. Onun zımnında ubur ve intikal olunabilecek hakıkî bir ma'nâ ve meal gizlidir. Hulüm ise vakı'de hiç meali olmıyan boş bir vehm-ü hayalden ıbarettir ki, haddi zatında bir te'siri haricîden neş'et etmiş olsa bile afakî bir hakıkat ifade etmez. Ve binaenaleyh ta'bir ve te'vili olmıyan bir ıhtilâm gibi sırf nefsî bir hâdise veya Şeytanî bir yalan olmaktan ileri gitmez. Ve böyle muhtelif ahlâmın yekdiğerine karışmasına da edgası ahlâm ta'bir olunur. Demek ki, lisanı hakıkatte ru'ya, sadık olanların ismidir. Kâzib olanlarına ahlâm denilmelidir. Bunların ikisi de uyku halinde nefisde temessül eden hayalî bir takım suver ve eşbah olarak görüldüklerinden dolayı zâhiren ru'ya, bir hulüm veya hulüm, bir ru'ya zannedilebir. Ve onun için urfi avammdan bu iki kelime, müteradif olarak kullanılır. sa da hakıkatte öyle değildir. Ru'ya, ru'yet ma'nâsından me'huz olduğu için bunda hayalin meverâsında bir hakıkat görülmüş bulunur ki, ru'yanın asıl müteallakı odur. Hayal o hakıkatin nefiste bir temessülü olur. Ve bunun içindir ki, ru'yanın haddi zatında bir meal ve ta'biri vardır. Ru'ya ta'biri veya te'vili demek de o suveri hayaliyyeden bir ciheti delâlet bularak mâverasındaki hakıkate geçebilmek demektir ki, bunda en mühim nokta o hâdisatı hayaliyyenin enfüsî olan haysiyyetile âfakî olan haysiyyetini temyiz edebilmektir. Bu ma'nâ aslı lisanda geçirmek demek olan ta'bir fı'linden ziyade ubur lisanda ıbare masdarile ifade olunur ki, bir yerden bir yere geçmek demektir.

Ya'ni «ta'biri ru'ya» ıtlakı dahi mütearef ise de «uburürru'ya» denilmek Arabîde daha fasîhtir. Bundan dolayı Kur’ân’da sülâsîi mücerredden olarak (.........) buyurulmuş, tef'ılden (.........) buyurulmamıştır. Lisanımızda ise «ta'biri» şayi' olmuştur. Yukarıda görük ki, «ta'biri ru'ya» ilmi «te'vili ehadîs» ılmi unvanile ifade edilmişti.

EHADÎS. Hadîsin cem'ı, hadîs de söz veya hâdis, ya'ni hâdise demek olabileceğine göre esas ı'tıbarile «te'vili ehadîs» terkibi ya nefsindeki sözün vakı'deki mealini veya nefsin teallûk ettiği hâdisatın ileride varacağı meal ve akıbeti anlamak demek olur. Demek ki, rü'ya ta'bir etmek ya söz veya hâdise te'vil etmek ma'nâsında bir anlayıştır. Bunların ikisini de birine irca' etmek mümkin olur. Çünkü söz anlamak bir hâdisei nefsiyye olan sözden harice intikal ile onun mâverasında bir vakıa anlamak demek olduğu gibi hâdisattan netaici müstakbeleyi anlamak da haricdeki bir vakıayı idrâk ile onun meali olan bir kelâmı nefsî duymak ve anlamak ma'nâsına raci'dir. Ve ma'lûmdur ki, alel'umum ihtisastan hakıkîsi veya vehmîsi bulunabildiği gibi sözün de sadıkı ve kâzibi vardır. Doğru sözün zihindeki medlûlünden başka başka vakı'de ifade ettiği bir meal bulunur. Yalan söz ise vakı'de meali bulunmayan mücerred bir hâdisei hayaliyyeden ıbaret olur. İşte yakaza halinde doğru bir söz veya hakıkî bir ıhtisas ile eğri bir sözün veya yanlış bir ıhtisasın farkları ne ise ru'ya ile ahlâm beynindeki fark da o demektir ki, binnetice sıdk-u kizb nisbetine raci' olur. binaenaleyh ru'ya bir nefsin tarafı haktan kendinde duyduğu bir kelâmı sadık misali, ahlâm da bir kelâmı kâzib misalidir. Kelâmın hakıkati mecazi, sarihi kinayesi, ma'rufu garibi, iyması remzi olduğu gibi ru'ya da öyledir. Şu kadar ki, ekseriyyetle ru'yalar urfi âmm ile değil, ferdin nefsindeki gizli şuur hususıyyetlerine göre söyliyen bir muammâ, bir lugaz, bir bilmece gibi ta'kıdli bir tahyil veya garip bir lugaz, bir bilmece gibi ta'kıdli bir tahyil veya garip bir temsil, velhasıl (.........) gibi bir remzi ledünnîdir. Ve onun için te'vili de ılmi kesbî ile değil, ancak bir ılmi vehbî ile ile bilinir ki, bunun ednâsı firaset ve ilham, a'lâsı vahiydir. Ve bundan dolayı Enbiyadan maadasının ru'yası ve ta'biri sureti umumiyyede ılmi yakîn ifade etmez. Ancak görünüşün ve gören kimsenin hususıyyetine göre bir vehimden bir cezme kadar varabilecek meratibi muhtelifede ferdî bir duygu husule getirebilir. Ve ru'yanın asıl te'vili vakıat ile tebeyyün eder. Ba'zı ru'yaların aynı vakı' olur. Ba'zılarının ta'biri de beraber görülür. Ba'zı ru'yalar gören kimsenin vicdanında ta'bir olunmamakla beraber sadık bir ru'ya olduğuna dair mücmel ve fakat zarurî bir kanaat ile müterafık olur. Mevzuı bahsolan Mısır Melikinin ru'yası da böyle olduğundan (.........) demiştir. Ulemai islâm, ru'ya hâdislerini üç sınıf üzerine tasnif etmişlerdir: birincisi tarafı rabbanîden doğrudan doğru veya bir Melek vasitasile vakı' olan bir telkıni haktır ki, asıl ru'ya budur.

İkincisi nefsin kendinden kendine vakı' olan bir telkınidir ki, mücerred hatıratı maziyesinin bir tahayyülünden başka bir kıymeti haiz olmaz.

Üçüncüsü bir telkıni Şeytanîdir ki, gizli bir te'siri haricîden mün'bais ve fakat yalan bir tedai ve tahayyülden ıbaret olur. Ve işte bu ikisi ahlâm veya edgasi ahlâmdır. Maamafih bütün bunlar nefiste ılmî olmasa bile hissî bir heyecan uyandırmaktan halî kalmaz. Binaenaleyh yalnız ılmiyyet noktai nazarından değil, tahavvülâtı hissiyye noktai nazarından da düşünüldüğü zaman görülür ki, ahlâmın bile ma'rifetünnefiste şayanı mutalea bir ehemmiyeti vardır. Filvakı' ehadîsi nebeviyyede ru'yaların hem ılmiyyeti hem hissiyeti haysiyetlerine işaret buyurmuşlardır. Ezcümle «ru'ya, nübüvetin kırt altı cüz'ünden bir cüzü'dür.» Hadîs-i şerifi ılmî haysiyyetine işaret olduğu gibi «nübüvetler munkatı' oldu, mübeşşirat kaldı» Hadîs-i şerifi de daha ziyade hissiyetini natıktır. Nübüvvetlerin ekmeli nübüvveti Muhammediyyedir. Hatemül'enbiyanın irtihaline kadar vayh aldığı müddeti nübüvvet ise yirmi üç sene idi ve bu yirmi üç sene müddetin ilk altı ayındaki vahiy de hep fecri sadık gibi zuhur eden ru'ya ile olmuştu (Fatiha tefsirine bak) yirmi üç senenin ise kırk altı «altı ay» demek olduğu hisab olunursa ilk altı ayda olan vahyi ekmeli nübüvetin kırk altı cüz'ünden bir cüz'ü olduğu ve ru'ya keşfiyyatı gaybiyyenin ilk mertebesini teşkil ettiği anlaşılır. Burada bu mes'eleyi zamanımızın felsefesi telâkkilerine göre biraz izah etmek de faideden hali olmıyacaktır. Ma'rifetünnefs ile, ruhiyyat ile meşgul olanların ma'lûmudur ki, yakaza halinde bize muayyen bir şey tanıtan, meselâ « bir buğday gördüm veya bir ses işittim » dedirten her hangi bir ru'yet ve müşahede yalnız filhal hasıl olan basît bir ihsastan ıbaret değildir. Filhal olan ıhsası basît üzerine hafızamız da ona mümasil ihsasatı sabıkamıza aid bir takım suver-ü maani dahi tedai ve tevarüd etmiş bulunur da biz bunların mecmuundan yeni bir ma'rifeti cüz'iyye edinimiş bulunuruz. Bu suretle her yeni bir ihsastan anladığımız yeni bir şuhudun mazmununu meşhudatı mazıyemizin mütemasil hayallerini istihzar sayesinde ve aradaki temasülün kuvvet ve vuzuhu nisbetinde kendimize söyleyebiliriz de meselâ « şurada bir yaprak gördüm » diye biliriz, İhsasi halî ile ıhsasatı sabıkamızın nefsimizde bittedai geçid resmi yapan hayalleri arasında bir mümaselet ve müşabehet ahz edemediğiniz zaman da « bir şey görüyorum amma seçemiyorum » deriz. Çünkü biz hiç bir misil ve misalini bilmediğimiz büsbütün yeni bir şeyi tanıyamayız. Şuhudı haricîde böyle olduğu gibi şuhudı batınîde de böyledir. Meselâ «düşünüyorum, başım ağrıyor» diye bilmemiz bir hissi halî müşabih ma'lûmati mazıyemizin istihzarına merbuttur. Halbuki nefsimiz uyku halinde de zâhir veya bâtından te'sir alabilir. Ve kendisiyle konuşabilir. Ve hatıratı mazıyesi tedai edebilir. Ve bu suretle ru'ya ve âhlam denilen hâdisatı nefsaniyye vaki' olur. Ve uykudaki bir nefis, iradesine malik olmadığı için artık bunlar nefsin irade ve dikkati haricinde olarak kendisinde cereyan eden varidattan ıbaret bulunur. Ve onun için bu tedailerin mebdeine olan vechi temasülü nefsin dikkatine hafi kalacağından hey'eti mecmuasının bittemsil ifade edeceği mazmunı hakikî tefsire muhtac olacak vechile mübhem olur. Eğer bu tedailer yeni bir te'sir ile alâkadar olmayıb da gerek eğri gerek doğru hatıratı mazıyenin mücerred bir tekerrür ve ihtilâtından ıbaret bulunursa ahlâm veya edgasi ahlâm olur. Tarafı haktan bir te'sir üzerine cereyan eden tedailer de ru'yayı teşkil ederler. Binaenaleyh ru'yet, bir ıhsasi basît ile ile bir tedai cereyanının mazmunu olduğu gibi ru'ya da bir te'sir ile bir tedai cereyanının mazmunudur. Ru'yetteki tedainin temasülünden o ıhsasın mazmunu okunduğu gibi ru'yadaki tedainin temasülünden de o te'sirin mazmunu okunacaktır. Fakat ru'yet hâdisesi, ne kadar cebrî olursa olsun onda nefsin nazar ve dikkat gibi kesb-ü iradesiyle alâkadar olan ef'ali ıhtiyariyyesinin bir hissai ıhtilâtı vardır. Ve hattâ ru'yetin vuzuhu dikkatle mütenasib olur. Onun için bir nazara ilişmiş olduğu halde dikkatten kaçan bir takım şeyler bulunur ki, ya hiç ru'yete ıktıran etmez veya mübhem bir surette ilişir. Ru'ya hâdisesi ise nefsin irade ve intihabı fevkında ve mücerred cebrî bir surette cereyan eder, binaenaleyh ru'yanın mazmununu ifade eden vücuhi temasül, nefsin iradesine yabancı ve dikkatine hafi kalmak i'tibariyle ru'yet mazmunu gibi sarih ve muttarid olamazsa da diğer taraftan nefsin irade ve intihabı, ıhtılât etmemesi haysiyyetinden ru'yanın doğrudan doğru bir tasarrufi rabbanî ve tarafı haktan bir telkîni gaybî olması hususu ru'yet harikasından daha zâhirdir. Bundan dolayıdır ki, insanlar, ru'yalarının tahakkukunda ru'yetlerinin tahakkukundan ziyade bir bürhanı ulûhiyyet görürler. Ve hiç şüphe yok ki, sadik ru'yaya, milyonda bir bile tesadüf edilse bu hakikatin ehemmiyetine asla halel gelmez. Şunu da ıhtar edelim ki, ru'ya, yalnız uyku haline münhasır bir hâdise değildir, Uyanıkken, bahusus bir karanlıkta veya gözler yumulmuş olarak bir murakabe halinde bir sinema manzarası gibi görülen bir takım menazırı misaliyye vaki' olur ki, bunlar alel'ade tahatturat ve tahayyülât gibi sönük değil, tıbkı bir ru'yet kadar parlak ve vazıh olarak müşahede edilirler. Ve tıbkı bir ru'ya gibi misalen ve ba'zı da aynen ta'bir ve te'viliyle bilahare tahakkuk da ederler. Bunu kendilerinde müşahede etmiş olanlar şuna kani'dirler ki, mücerred âlemi maani ile mücerred âlemi madde arasında muallâk bir âlemi misal ve eşbah vardır. Ma'nâ, maddede, madde ma'nâda bununla temessül eder. Ve gerek menamda ve gerek yakazada ru'ya bir hakikatin mücerred bu âlemi misalden ruha görünmesidir ve bundan dolayı ru'ya, alel'ade tedaıi hatırattan ve ahlâmdan başka bir hâdisei keşfiyyedir. Ta'biri ru'ya da ulûmı vehbiyye ve keşfiyyeden olduğu için fikr-ü mantıkla hallolunamaz. Olunamadığından dolayı da ehli zâhir için ru'ya ile ahlâmın temyizi müşkil olur. Ve hattâ esrarı gaybiyyeden büsbütün gafil olanlar, rabbül'âlemînin alîm ve hakîm olduğunu bilmeyenler alel'umum ru'yaların ahlâmdan ıbaret olduğunu iddiaya kadar varırlar. İşte melei mezkûr da ya böyle bütün ru'yaları ahlâm farz ederek veya münkir değillerse de ru'ya ile ahlâmı fark edemiyerek ta'birden ızharı acz ettiklerinde: (.........)

44 ﴿