2Allah odur ki, Semalara direksiz irtifa' verdi, onları görüyorsunuz, sonra Arş üzerine istivâ buyurdu ve Şems-ü Kameri teshır eyledi, her biri müsemmâ bir ecel için cereyan ediyor, emri tedbir, âyetleri tafsıl eyliyor ki, sizler rabbınızın likasına yakîn hasıl edesiniz (.........) Allah odur ki, (.........) Semaları direksiz, dayaksız yucalttı - ne yapmak için iskeleye, ne kaldırmak için manivelaya, ne de dayamak için direğe, dikmeye muhtac olmadan mahzâ kudret ile yaptı ve yükseklere kaldırdı tuttu (.........) onları görüyorsunuz - ya'ni üzerinizde o Semavatı: o yüksek ecsam-ü ecramı öylece direksiz olarak görüp duruyorsunuz veya görüyorsunuz. İşte Allah, onlara öyle direksiz irtifa' veren ve böyle size gösteren kadiri mutlaktır. Bu ma'nâda (.........) zamiri direksiz Semavâta raci'dir. Ve cümle, bir cümle-i istînafiyyedir. Ba'zı müfessirîn, bunun amede raci' ve cümlenin ona sıfat olma ıhtimalini de nazarı ı'tibara almışlardır ki, şöyle demek olur: Semaları sizin göreceğiniz hiç birdirek olmaksızın yükseltti. Bu ma'nâya göre Semavâtın görünmez bir takım direklerle dayanıp tutulmakta olması ıhtimali iyham edilmiş olur. Zira görünür direklerin bulunmaması görünmez bir takım direkleri olması tasavvuruna mani' olmaz. Fakat görünmez direklerden ne anlaşılır? Eğer bundan Batlimyos hey'etinde mülâhaza olunan eflâk gibi yıldızların istinad ettiği gayrı mer'î ba'zı ecsam kasdolunursa bu surette asıl o cisimlerin nereye dayandığı suâli sorulacak bu ise direksiz ma'nâsına raci' olacaktır. Ve eğer bundan cazibe, dafia gibi sırf akl ile mülâhaza olunabilecek ba'zı kuvvetler kasdolunursa bunlara amud ıtlakı mecaz olacağı cihetle bu da hakikatte evvelki ma'nâ gibi direksiz mefhumuna raci' olarak muvazenei âlemde Allahü teâlânın melekût ve kudretini anlatmış olur. (.........) Sûre-i rahmene bak. Binaenaleyh asıl ma'nâ, evvelki demek olur. Ya'ni (.........) zamiri «amede» raci' olarak cümle, sıfat değil, Semavâte raci' olarak bir cümle-i istînafiyyedir. Onun için (.........) üzerinde vakıf, evlâdır. Burada bir cim secavendi vardır. Semaların irtıfaı görünmez amudlarla değil, zâhirde ve rasadatta göründüğü gibi direksiz olarak doğrudan doğru Allah’ın kudretine istinad etmekte ve onu isbat eylemektedir. Ma'lûmdur ki, her cisim, mütehayyizdir, bir hacim ve mikdar ile fezadan bir hayyiz işgal eder. Bir vakıt Fizikçiler, ya'ni ecsamın harekâtından bahseden ve hikmeti tabi'ıyye namı verilen fenn ile iştigal edenler, cisimlerde biri tabiî biri de gayrı tabiî olmak üzere iki nevi' hayyiz mülâhaza ederlerdi ve derlerdi ki, «her cismin bizatihi taleb ettiği tabiî bir hayyizi vardır, kendine bırakılan cisim, oraya gider durur ve oradan diğer bir hayyize hareketi gayrı tabiî, ya'ni haricî bir kuvvetin te'sirile kasrî surette olur. Ve bir cismin böyle gayrı tabiî olan bir hayyizde durabilmesi de ancak bir vasıtaya istinad ile mümkin olabilir. Meselâ ağır olan cismin hayyizi tabiîsi aşağıda, hafif olânın da yukarılardadır. Onun için taş suyun dibine iner, hava da üstüne çıkar. Ve binaenaleyh bir taşın havaya doğru hareketi kasrî, ya'ni zorlama ile olur ve yukarıda durabilmesi bir direğe dayanmasına tevakkuf eder.» İşte Batlimyos hey'etçileri de bu nazariyye ile yürüyerek Seyyarattaki muhtelif hareketleri mutalea ettiklerinde her Seyyareye nazaran bu hareketlerin birisi tabiî bir hareket addedilse bile diğerinin gayrı tabiî ve binaenaleyh bir sebebi haricî ile kasrî olması lâzım geleceği cihetle muhtelif hareketlerin amili olmak üzere ayrı ayrı birer felek tesavvur etmişler ve her Seyyareyi gayrı mer'î bir felek küresine dayamışlardı ve bu felekin mihveri âlem üzere hareketi, tabi'yyesi o Seyyarenin tabiî görünen hareketini husule getirdiği gibi bunun merbut bulunduğu mafevk bir felekin ve meselâ hepsini muhıt olan feleki Atlasın ma'kûs olan hareketi tabiiyyesi de o Seyyarenin gayrı tabiî olan hareketini husule getiriyor diye farzediyorlardı ve bu suretle bu nazariyyede bir hareketi tabiiyye fikri esas olduğu gibi tepemizdeki ecramı ulviyyenin irtifa'ları gayrı mer'î bir takım kürelere istinad ettirilmiş oluyor. Ve bu feleklerin hayyizi tabiîlerinde devrettikleri ve onun için direğe muhtac olmıyacakları mülâhaza ediliyor ve bu halde hareketlerine sebeb kalmamış olacağından bütün harekete sebeb olmak üzere de her birinde bir nefis farzına kadar gidiliyor ve ancak kürei arzın hepsinin ortasında bir merkez noktası olarak hayyizi tabiîsinde sâbit farzolunuyordu. Ve garibdir ki, bu felsefede sâbit farzedilen Arz, anasından mürekkeb bir kevn-ü fesad âlemi bulunduğu halde muteharrik olan eflâk ve ecram, basît ve bozulmaz yıkılmaz zu'm olunuyordu. Halbuki bütün mülâhazaların kökünü teşkil eden hayyizi tabiî nazariyyesi muhtelif cisimlerle fezanın parçaları arasında başka başka birer cazibei mahsusa farzını tezammun ediyordu. Bu ise aklın tabiatına muhalif bir tenakuz oluyordu. Çünkü diğer ecsamdan kat'ı nazarla başlı başına vücudî bir şey olduğu bile kabul edilemiyen ve nihayet basît ve yeknesak ve her noktası mümasil bir bu'di mücerred olarak teakkul edilebilen fezanın her noktası her hangi bir cism için müsavi olmak ıktıza etmezmiydi? Elbette mekânı mutlakın tabiaten filân tarafı filân cisme, filân tarafı da filân cisme mahsustur, o cisim ancak ona meyleder. Veya o, onu cezbeder demek basıtı mürekkeb veya ademîyi vücudî farzetmek gibi bir tenakuz oluyordu. Cisim mefhumunda yalnız bu'd ve imtidad, kâfi görülüb hayyiz dahi mücerred bir cismi hâvî olarak mülâhaza edilse yine böyle olurdu. Velhasıl her hangi bir cismin mutlak hayyizden bir noktaya vaz'u tahsısıne ne cismin ne de hayyizin tabiati kâfi gelemezdi, buna bilhassa bir müreccih aramak aklen zarurî idi. Onun için hareket ve sukut hâdiselerini ne cismin ne de hayyizin tabiatinde değil, muhtelif cisimler arasında izafî olarak bir meyl-ü incizab nisbeti gibi mülâhaza etmek ve bu nisbeti tutan bir kudreti baliga düşünmek daha ma'kul olacaktı. Bunun için sonraki Fizikçiler hayyizi tabiî ve hareketi tabi'ıyye da'valarını reddederek bütün ecsamda ve maddede ataleti dahi bir tabiat olarak kabul ettiler ve her cismin hayyizdeki vaz'ı mahsusu, hareket ve sükûnu haricî bir kuvvetin tazyık ve te'sirine merbut olduğuna kani' oldular ve sıkletler beyninde mütekabil bir tenasüb buldular. Ve bunu Mihanik fennine esas ittihaz edip alel'umum madde kütleleri beyninde mesafeleri atlatarak amil olan bir cazibe ve dafia kuvvetinin vücuduna kail oldular ve ecramı Semaviyyenin mücerred bu kuvvet ile yekdiğerine tutunduğuna hukm ederek hey'eti de bu nazariyye üzerine mutaleaya başladılar ki, Sema mihanikiyyetinin bu suretle iyzaha (.........) mazmununa her iki ma'nâya göre muvafıktır. Buna hem göründüğü gibi direksiz demek doğru hem de sıkletleri dayanan direklerin hizmetini görmesi i'tibarile «görünmez direkler» ıtlakı da sahih olur. Ancak bu babda bir kaç noktayi nazarı dikkatten kaçırmamak da lâzımdır: Birincisi - kuvei cazibe, maddeye teallûku i'tibariyle maddî bir kuvvet gibi mülâhaza edilirse de mensub olduğu madde kütlesinin hayyizinden çok uzak mesafelere kadar taallûku i'tibariyle haddi zatında kuvvetin maddeden temayüz ve tecerrüdüne pek güzel bir misal olacak ma'kul bir emir demektir. Biz bunu ancak sıkletler beynindeki muvazene nisbetiyle mülâhaza edebiliriz. Netekim «Errahman» sûresinde (.........) buyurulması bunu izah eder. Büyük bir sıkletin küçük bir sıkleti tutması sureti umumiyyede cazibe ta'bir olunan bu mizana tabi' olmakla beraber şunda da şüphe yoktur ki, meselâ cazibei Arzın Kameri, cazibei Şemsin Arzı çekip dayaması bir direk üzerindeki lüks lâmbasını dayaması gibi yalnız madde hududu dahilinde tezahür eden meşhud bir kuvvet değildir. İki kütle beyninde uzaktan uzağa aklen mülâhaza olunabilen bir müvazene nisbetidir ki, biz bunu bir mevzua isnad etmeden tesavvur edemediğimiz için taraflarındaki kütlelere izafetle mülâhaza ederiz. Yoksa bir cazibe tesavvuru hakikatte bir Melek tesavvurundan başka bir şey değildir. 2- Atâlet ve cazibe kanunlarıla mülâhaza olunan ecramı Semviyyenin mihanikiyyeti en evvel bize şunu anlatır ki, hey'eti âlemde ecramdan her birinin vaz'u hareketi kendi haricinden bir tazyık ve te'sire merbuttur. Hiç birinin ılleti kendisinde değildir. Ya'ni tabiî değildir. Hiç şüphe yok ki, her biri kendinin haricinden müteessir olan ecram ve ecsamın yekûnu da böyledir. Hey'eti mecmuasının vaz'u harekâtı da bizzarure mecmuunun fevkında bir müessere tabi'dir. Binaenaleyh âlem makinasının sanı' ve cazibei umumiyye denilen muvazene kanunu da ancak o sanı'ın bir kudretidir. Semavâta direksiz irtifa' veren odur. Bunu daha vazıh olarak anlamak için: 3 - Şüphe yok ki, meselâ Şems gibi bir madde kûtlesinden bir cazibe veya dafia gibi her hangi bir kuvvetin intişarı ve uzaktaki diğer bir kütleye teallûku bir faıliyyettir. Maddenin tabiatı olan atalet ise bunun zıddıdır. Demek ki, bu faıliyyet de maddeye kendi haricinden verilmektedir. Ve işte bunu veren Allahdır. (.........) 4 - Ne kadar şayanı dikkattir ki, âyette Semavâtın direksiz irtifaıle mihanikî haysiyyetten kudretullaha delâleti gösterildikten sonra bir de (.........) buyurulmuştur. Gerek ammenin alel'ade temaşasında ve gerek ehli fennin rasadlarındaki ru'yetlerin hepsine şamil olan bu ru'yet fi'linin bu «görüyorsunuz veya görürsünüz» cümlesinin burada beliğ bir tenbih ifade ettiği hafî değildir. Bununla hey'eti Semayı mutalea için vahiy gözetmiyerek rasad ve ruyetin esas ittihaz edilmesi hususuna tenbih olunduğu gibi âlemin mihanikiyyeti mukabilinde bir de rûh ve şuûr hâdisatı cereyan ettiğine nazarı dikkat celbolunarak afâk ile enfüs beynindeki münasebat ıhtar edilmiş ve binaenaleyh delâili hakkın yalnız mihanikiyyet ile değil asıl bu münasebatı ruhiyye ile tecelli edeceği anlatılmış ve (.........) mazmununa bir mukaddime olmak üzere kudreti ilâhiyyeyi afâk-u enfüsün mertebei cem'ıyyeti üzerinde tefekkür ettirmek için bir ıhzar yapılmıştır. 5 - Burada Semavâti ru'yetimiz mes'elesine müteallık da ba'zı izahat ıktiza ederse de ilerideki Sûreler de daha buna benzer âyetler geleceği cihetle sözü uzatmamak için onu da inşallah oralarda ta'kıb edeceğiz. Şimdilik şu kadar söyliyeyim ki, ru'yet noktai nazarından merkezi âlem, daima nefsimizdir. Üzerimizde nazarımızı tahdid eden muhıtı Semâ her noktasından gözlerimize birer nısıf kutur gibi varîd olan hutıtı şuaıyye ile muvacehemizde bir bu'di mahsusta bir kubbe gibi nısıf küre halinde irtisam eder de mihanikî merkez ne olursa olsun merkezi ru'yet biz oluruz. Muhıt, nazarımızdan Semâi Dünyayı teşkil eder. Semâvatın mihanikî haysiyyeti nasıl muhayyirül'ukul ise «optigue » ya'ni menazır haysiyyeti de ve hattâ daha ziyâde hayret engizdir. Hulâsa Allah bunları öyle direksiz yükseltti o gördüğünüz menazırı verdi (.........) sonra da Arş üzerine istivâ eyledi - taht üzerine kuruldu, halk ettikten sonra hepsinin üzerinde icrayı ahkâma da başladı (Sûre-i A'rafa ve Sûre-i Hûda bak), (.........) ve Şems-ü Kameri teshır etti - kuvvet ve kudreti altında emrine müsahhar ve münkad kıldı. Diğer âyetlerde (.........) buyurulduğu vechile bütün nücum da müsahhardır. Binaenaleyh Şems ve Kameri zikir, tahsıs için değil, ru'yetteki ehemmiyetlerine mebni diğerlerinin teshıri evleviyyetle olduğunu göstermek içindir. Netekim ta'minen buyurulur ki, (.........) her biri - o Semâvat ve eczasından gerek Şems-ü Kamer ve gerek nücumundan birer birer hepsi (.........) bir eceli müsemmâ için cereyan ediyor. - Indallah muayyen bir müddet için akıp gidiyor. Semadaki bu kadar ecramdan hiç biri vazifeden, hareketten hâlî olmuyor. Hepsi nizamı mahsusile bu'di Sema içinde mihver veya medarında yüzüyor, akıyor, muayyen bir gaye için zemânını ta'kıb ediyor, yolunu şaşırmıyor, yekdiğerine müsademe etmiyor, fakat bu zeman, namütenâhî değildir. Her birinin muayyen bir eceli, bir müddeti vardır ki, o gelince o cereyan kesilir. Vakıt gelecek ki, Güneş tekvir olunacak (.........) yıldızlar bulanacak (.........) Sema çatlıyacak, dürülecek (.........) Ay, Güneş derlenip toplanacak (.........) İşte her biri böyle muayyen bir ecel için cereyan ediyor. Allah hep bunları böyle emr-ü iradesine müsahhar kılmış, Arş üzerine istivâ eylemiştir. Ya'ni (.........) emri tedbir ediyor - yaratmış olduğu mahlûkatın her birine âid ef'al ve şüunun vücubunu ta'yin ile hey'eti umumiyyesinin ahenki cereyanını idare ediyor, eşyanın hudûslerine hâkim olduğu gibi bekalarına da hâkim oluyor. (.........) ve âyetleri tafsıl eyliyor - kudreti kâmile ve hikmeti bâliğasına delâlet eden delilleri, alâmetleri, âlemleri ilk hılkatteki gibi icmalde ve bir tabiatte bırakmıyor da hurıfı hecadan mufassal, beliğ, hak kitab âyetleri inzal ettiği gibi peyderpey hâdisatı acîbe ve muntazama ile tafsıl, tenvi' ve teksir ediyor (.........) ki, siz rabbınızın likasına yakîn hasıl edebilesiniz -yakînen bilesiniz ki, bir gün olup sizin de eceliniz gelecek, bu günkü cereyanınız kesilecek, amellerinizin cezasını çekmek üzere ister istemez rabbınızın huzuruna varacaksınız. Allah’ın âyetleri tafsıline ve tabiatler üzerindeki tasrifatına bir nümune olmak üzere Arzda en zâhir olan şu âyetlere bakınız: |
﴾ 2 ﴿