14Hak duâ ancak onadır, ondan başka yalvarıp durdukları ise onları hiç bir şeyle icabet etmezler, onlar ancak ağzına gelsin diye suya doğru iki avucuna açana benzer ki, o, ona gelmez, kâfirlerin duâsı hep bir dalâl içindedir (.........) Hakk daveti ancak onundur. - Bunda bir kaç ma'nâ vardır ki, hepsi de sahihtir : 1 - Hakka da'vet, insanları hakk ma'bude, hakk dine da'vet ancak ona olan da'vettir. Allahdan başkası namına yapılan da'vetler, propağandalar hep bâtıldır. 2 - Hakka da'vet, ya'ni hak dua, hak yalvarış veya hak duâ, ya'ni yerine masruf olan ve icabet görecek olan duâ, ancak Allah’a olun duâ ve ıbadettir. 3 - Hakk matlûba da'vet evvelen ve bizzat hakkı gösterip hidayet edecek olan odur. (.........) bak. Allah’ın beyan ve irşadına istinâd etmeksizin hakka da'vet olunamaz. (.........) Ve onların, o kâfirlerin Allahdan başka da'vet ettikleri veya duâ edip durdukları - ya'ni namlarına propağanda yaptıkları, hacet diledikleri ma'budlar, imdada çağırdıkları, yalvardıkları kimseler (.........) onlara hiç bir şeyle icabet edemezler - hiç bir dileklerini kendiliklerinden yerine getiremezler (.........) ancak ağzına erişsin diye suya doğru iki avucunu açan susuz gibi - boşuna avuç açmış olurlar. Ki, uzaktan avuç açmakla su gelip te ağzına girmez. Bunun gibi (.........) kâfirlerin duâsı da sırf dalâldedir. Alel'umum camidât gibi putlarında hiç bir duâya cevb veremiyecekleri aşikârdır. Fakat âyette (.........) mevsulü zevil'ukulde zâhir olduğu cihetle bunu yalnız asnam ile te'vil etmek hılâfi zâhirdir. Binaenaleyh burada yalnız şuursuz putlar değil, Allah’ın madununda ma'bud ittihaz edilen yalvarılan zevil'ukulün de putlar gibi hiç bir duâya icabet edemiyecekleri mevzuı bahis demektir. Gizli olan duâ ve münacatta bu da aşikâr ise de açıktan olan duâ ve feryadlar hakkında (.........) buyurulması zâhiren garib görünür, çünkü insanların dahi alenî istimdadları duyduğu ve kısmen olsun icabet de edebildiği dermiyan olunur. Şu halde duâ, kalbî ve hafi olana tahsıs edilecek olursa öyle bir ı'tiraza mahal kalmıyacak ise de bu tahsıs veya takyide başkaca bir karine olmadığı gibi âyetin tevhide müteallık olan siyak-u mezakı da buna muhaliftir. Ve doğrusu burada pek büyük ve gayet derin bir hakikat beyan olunmuştur. Ve hakikatte Allahdan kat'ı nazarla hiç kimsenin duâya icabet etmesine imkân olmadığı anlaşılmıştır ki, bunu burada biraz izah etmek ıktıza eder : Ma'lûm ki, yekdiğerinden mütemayiz olan a'yanı eşyadan her ferdi diğerinden temamen ayrıdır. Ayrı olduğu içindir ki, her biri ayrı bir şeydir. Şu taş başka? Bu taş başka, Zeyd başka, Amir başkadır. Ve hiç birinin nefsi diğerinde hâzır değildir. Onun için biz, bunları birbirinden seçer, ayrı ayrı tanırız, yekdiğerine karıştırmayız ve yekdiğerimizin nefsaniyyetine mâlik de olmayız, tedahul etmeyiz. Birbirinden bizzat ayrı ve her biri diğer bir ayn olan mütemayiz şeylerin velev bir vechile olsun kendiliklerinden irtibat ve ittisalini farzetmek ise tenakuzdur. Bunun içindir ki, iki cevherin birinden diğerine eser geçebilecek tebliğ ve tebelluğ vaki' olabilecek surette münasebetleri «Cominications des substances» mes'elesi feylesofları hayrette bırakan en mu'dıl mes'elei felsefiyye olmuştur. Bir madde kendinden ayrı olan diğer bir maddeye nasıl icrayı tesir edebiliyor? Ruh cisme, cisim ruha nasıl eserini geçirebiliyor? Bu öyle bir vakıadır ki, ancak tevhide iltica ile hallolunabilir. Eğer âlemde eşyayı mütemayizenin hepsinin üzerinde hâkim olan vahidı a'lâdan, o kebîri müteâlden kat'ı nazar edilecek olursa bütün âlem ikisi bir yere gelmek ihtımali olmıyan darmadağınık, ayrı ayrı şeylerden ıbaret kalır ve beyinlerinde yekdiğerine teâtı edecek hiç bir münasebet bulunmaz. Şimşekler çakmaz, bulutlar inşa edilmez, yağmurlar yağmaz, yıldırımlar düşmezdi, Zeydin feryadı Amrin kulağına varmak, vicdanına nüfuz etmek şöyle dursun, sesi bile çıkmaz, hattâ kendisi vücude gelmezdi. Bunlar olabiliyorsa hiç şüphe yok ki, hep rabbül'âlemînin emr-ü tedbirile oluyor. Onun için duanın hakkı da ancak onundur. Şimdi her hangi bir ihtiyacı için dua ve istimdad edecek olan şahs, Allahdan başka her neye ve her kime müraceat etse kendisinden ayrı ve uzaktır. Kendindeki bir hissi, bir şeyi diğerine nakletmesine imkân yoktur. Susuz bir kimse uzaktan suya el açmakla susuzluğunu suya doyuramıyacağı ve suyun kendi kendine gelip ağzına giremeyeceği gibi bir insanın karşısında bütün mahlûkat da böyledir. Allahü teâlânın izn-ü müsaadesi olmayınca insan, hava içinde nefes bile alamaz. Netekim ecel gelip « emri rabb » olan ruh, kabz olduğu zaman Dünyanın tabibleri toplansa ölüye bir nefes veremezler bir insanın feryad-ü ilticasını diğer insanların veya Melâikenin işidebilmesi sem-ü ibsare malik olan Allahü teâlânın emr-ü müsaadesi sayesinde olduğu gibi mümkin olan icabet ve ianede bulunabilmeleri de öyledir. Yoksa Allah, müsaade etmeyince duyan kulaklar duymaz, istiyen gönüller istemez oluverir. İşte Allah’ın madunundakiler nefislerinde birbirlerinden uzak oldukları evvelen ve bizzat bir şeyi halketmekten de âciz bulundukları için kendiliklerinden bir muhtacın duasına hiç bir şeyle icabet edemezler. Fakat âlimülgaybi veşşahadetilkebîrül- müteal olan Allahü teâlâ, herkese kendinden bile karibdir (Sûre-i «Bakare» de (.........) En gizli duâları bile işidir: icabet eder, vereceği mevcud değilse yaratır, haliktır. Birbirinden ayrı olan şeyleri kudretile, melekûtile yekdiğerine ulaştırır. Dilerse insanı suyun yanına götürür, dilerse suyu onun ağzına getirir. Bütün eşya beynindeki irtibat ve münasebet hep onun halk-u emriledir. Netekim bu ma'nâ şöyle tavzih ve tefsıl olunuyor : |
﴾ 14 ﴿