FURKANMekkiyyedir. Ancak (.......) den - (.......) ya kadar üç âyetin medeni olduğu hakkında İbn-i Abbastan bir rivayet vardır. Âyetleri: - Yetmiş yedidir. Kelimeleri: - Bin sekiz yüz yetmiş ikidir. Harfleri: - Üç bin yedi yüz otuz üçtür. Fasılası: - (.......) harfleridir: (.......) Sebeb-i nüzulü: - Kâfirlerin üluhiyyet-ü nübüvvet hakkındaki küfür ve muanedeleri olduğu mündericatından anlaşılır. Sûre-i Nurun âhıri ile bunun başlangıcı arasındaki münasebet gayet açıktır. Orada Peygambere ta'zîm ve itaatin vücubu ve emrine mühalefet edenlerin tahziri siyakında nihayet Allah’a irca' gününü ıhtar ile hatmi kelâm olunmuştu. Bunun üzerine azameti ilahiyyeyi takdis ile Sûre-i Fürkanın şu suretle başlaması ne parlak olmuştur: 1"Tebarek" ne yüce (feyyaz) dır o ki, bütün âlemine bir nezîr olsun diye kuluna fürkanı indirdi (.......) Tealâ gibi tefaul babından fi'limazıydir. Tasrif olunmaz, ya'ni diğer sıygaları çekilmez ve Allahdan başkasına isnad edilmez. İştikakta bereket maddesinin buna zâhir bir alakası vardır. Tefaul babından olması da bu ma'nânın mubalega ile kendisinden zuhurunu ifade eder. Bereket ise bir şeyde ilahî hayrın sübut ve sebâtı demektir ki, suyun havuzda birikip yükselerek durması ma'nâsından me'huzdur. İlahî hayrın bulunduğu şey'e mubarek denilir. İlahi hayır, hasr-u ihsa olunamıyacak gayri bahsûs bir surette sudur ettiği cihetle kendisinde hiss olunmaz bir surette ziyadelik müşahede olunan şey'e de mubarek ıtlak edilir. Şu halde (.......) kendisinden olmak üzere mubareklikte büyük bir yükseklik ile istıkrar ifade eder. Ve bunun Allahü teâlâ hakkında hudûs ve tegayyür şaibelerinden ârî olarak mülâhaza olunması lâzım gelir. Bu tahlilde mebdei mülâhaza olacak iki mefhum vardır: biri sübut biri de ziyadelik, onun için selefi müfissirîn de bunu başlıca iki ma'nâ esası üzere tefsir etmişlerdir. Birisi (.......) ma'nâsıdır ki, ezelen ve ebeden lüzumı vücud demek olur. Bunda sübut ve istıkrar mefhumu esas ittihaz edilmiştir. Diğerinde ise tezayüd ma'nâsı esas ittihaz edilerek iki vecih söylenmiştir. Ba'zıları Allahü teâlânın zatında kemalini ve masivânın noksanını mülâhaza ederek (.......) ma'nâsiyle tefsir etmişlerdir. Allahü teâlânın zatında bir şeyden yüksek olduğunu ifade eder. Zatında yüksek, çok yüksek demek olur. Ba'zıları da sıfatı fi'lolarak mülâhaza edip (.......) diye hayır ve atâsının artıp çoğalmasıyle tefsir etmişlerdir. Ba'zı makamda bu ma'nâların birisi ba'zısında diğeri daha münasib oluyor. Şu halde İbn-i Abbas Hazretlerinden de iki rivayet varid olduğuna göre hem sıfatı zâtı hem sıfatı fi'li mülâhaza ederek bütün bu ma'nâları cem'etmek daha muvafık olacağından (.......) ya'ni hem zatında, hem sıfatında hem ef'alinde etemm ve eblâğ vech üzere tealâ celle şanuhu" mazmuniyle tefsir olunmuştur. Ma'lûm ki, tealâ da ulüvden «tefaale» dir. Ulüvv, Türkçemizde ululuk diye ifade olunabilirse de âli ma'nâsına ulu vasfı ulumak masdarından emir sıygasına da muhtemil olmakla iyhamı kabîhten halî olmadığından lisan nezahetine dikkat eden üdebâ nezdinde isti'mali tervic edilmeyip yüksek vasfı buna tercih olunmuştur. Bununla beraber tefaul binasından anlaşılan «fiil binefsihi» ile mubalâğa nüktelerini ifade edecek bir sıyga da ta'yin edemediğimizden tealâ kelimesinin türkçe bir fi'il ile tam tercemesi kabil olamamıştır. Mesala «yükseldi» denilse «ala» yahud «ı'telâ» demek olabilirse de tealâ anlaşılmaz. Bahusus sıfat olarak da kullanılmaz. Halbuki bereket kelimesinin ayrıca bir Türkçesini kullanmadığımız cihetle (.......) fi'linin tercemesine hiç imkân bulamıyoruz. Bundan dolayı (.......) dilimizde aynen isti'mal oluna gelmiş, makamı hayret ve tahsinde (.......) ta'birleri de olduğu gibi mütearef olmuştur. Mubarek olsun yerinde kutlu olsun denirse de bereket yerinde kut demiyoruz. İşte bu gibi sebeblere binaen biz de meâlde (.......) fi'lini aynen muhafaza ile beraber «ne yüce feyyaz o» ta'biriyle bir tefsir ifade etmek istedik, bunun yerinde «yüksek çok yüksek o» yâhud «çok pek çok feyz-u bereket sahibi o» yâhud «ne yüce kutlu o» demek mümkin olabilirdi. (.......) İsmi mevsul, «Tebareke» nin faili - (.......) de onun sılâsıdır. FÜRKAN, mukaddimede geçtiği üzere esasen fark-u tefrik etmek, ya'ni ayırmak ayırd etmek ma'nâlarından masdardır. Ekseriyya fark ma'lukâtta, tefrık mahsûsatta kullanılır, sonra fürkan fârık veya mefruk ma'nâsına da gelir, bu suretle mühim da'vaları hall-ü fasleden kat'î bürhalara mu'cizelere fürkan ıtlak olunur. Bu ma'nâ ile Kur’ân’ın bir ismi de "elfürkan" dır. TENZİL VE İNZAL indirmek demek ise de tenzil teksir ifade eder. Onun için birden indirmeğe inzal, ceste ceste bir çok def'alerde indirmeğe tenzil denilir. Sonra Arabcada gerek ismiyye ve gerek fi'liyye bir cümle-i haberiyye ile sılâlanarak izah olunan (.......) gibi mübhem isimlere ismi mevsul namı verilir, tesniyesi ellezani, cem'i ellezîne, müfred müennesi elleti, tesniye müennesi elletânî, cemi' müennesi ellâtî, vellâî, vellevatî gelir. Eskiden bunun tercemesinde «şol ki,» denilirdi, lâkin muhavere lisanımızda bu kelime her nedense kullanılışını gaib etmiş olduğundan bunun yerine «o ki, » diyoruz, halbuki «o» hem zamiri gaib, hem ismi işaret olarak kullanıldığı cihetle bir de ismi mevsul yerinde kullanılması lisanda bir darlık oluyor. Gerçi bizde asıl vasıl ma'nâsını ifade eden, ya'ni önündeki cümleyi üst tarafına rabteden edat «ki,» dir. Lâkin bu «ki,» ism olmayıp sade bir harfı mevsul olduğu için kelâmda mübteda, haber veya fail gibi rükn olamayıp yalnız önündeki cümleyi üst tarafına sıfat yapar, onun için kendi başına bir ismi mevsulün yerini tutamıyarak, o, şu bu gibi bir mevsufa muhtac olur. Ve bu suretle sılâ ile sıfat beyni fark edilmemiş bulunur. Arabcada ise sıla ile sıfatın belâgat noktai nazarından mühim farkları vardır. Bundan dolayı Kur’ân’da lâtif ve ince zevkler ifade eden ellezi gibi mevsullerin tatlı terci'leri oku, şu ki,, bu ki, gibi tercemelerle anlatılırken tatsız tekrarlara sebebiyyet verildiği gibi bir çok yerlerde mevsul zayi' edilerek mevsuf halinde gösterilmiş oluyor ki, bunlar lisanların zarurî farklarıdır. Cümlenin mevsufu nekire olur. Lâkin mevsul behemehal ma'rifedir. Gerçi nadiren ahdi zihnî de olabilir. Fakat ekseriyyetle sılânın muhatab için vakı'de ma'lûm olması şarttır. Onun için burada şöyle bir suâl irad edilmiştir: (.......) cümlesi (.......) nin sılâsı olduğu için muhatablar ındinde ma'lûm olmak lâzım gelir, halbuki kâfirler fürkanın indirilmiş olduğuna inanmıyorlar, o halde nasıl sılâ olabilir? Buna basît olarak şu cevab verilir: Peygamber ve mü'minler için fürkanın nüzulü ma'lûmdur. Burada doğrudan doğru muhatabda onlardır. Gerçi inzalin asıl hedefi kâfirler ve onların küfriyyatını ibta ile ahvali uhreviyyelerini haber vermektir. Lâkin doğrudan doğru kelâmı ilâhîye muhatab tutularak değil, hitabı Resulden tebliğ suretiyledir. Onun için biraz sonra görüleceği üzere kâfirler gaib sıygasiyle mevzuıbahs olacaklardır. Muhatab cinsi beşer de olsa bu cevab kâfidir. Maamafih buna daha ince bir cevab da vardır. Şöyle ki, Fürkandan asıl murad, Kur’ândır. Kur’ân ise misli yapılamadığı tecribe ile ma'lûm daimi bir mu'cizedir. Bunu kâfirler de tecribe etmişler ve âciz kaldıkları için kalem ile muarazadan silâh ile muharebeye geçmişlerdir. İşte Kur’ân’ın tecribe ile sabit olan ve bu suretle umum için emri meşhud haline gelen bu ı'cazi ayni zamanda kendisinin nüzulü hakkında yakînî bir bürhan ve fürkandır. Ebû bekri Bakıllânînin de ı'cazi Kur’ân nam eserinde beyan ettiği üzere Kur’ân’ın ı'cazi böyle emri meşhud olduğundan bunun nüzulünü tanımak istemiyenler elleriyle yokladıkları bir vâkıayı bile inkâra kalkışacak inadcılardır. Bundan dolayıdır ki, Sûre-i «En'am» da (.......) buyurulmuştur. Tecribe, nazarî bir zaruret ifade etmese bile alel'umum ılmi beşerin en yakînî ve fi'lî bürhanlarından olduğu için sâbit bir tecribe bürhanının ifade ettiği hakıkat umum için ma'lûm makamındadır. Bu sebeble Kur’ân’ın i'cazi ve nüzulü Arab müşrikleri gibi bir kısım kâfirlerin fi'len ma'lûmu olmuş bulunduğu gibi diğerlerinin de ma'lûmu olmuş bulunduğu gibi diğerlerinin de ma'lûmu makamındadır. Bundan başka Kur’ân, bu hakıkati önceden sarahatle haber vermiş, haber ise esbabı ılimden birisi bulunmuş olduğu cihetle sılanın ma'lûmiyyeti için bu kadarı bile kâfidir. Mazmunu bir kere işitilmiş olan bir cümle-i haberiyye inanmıyanlarına karşı dahi bir sola olarak iyrad olunabilir. Bu hususta şart olan îman değil, bir ılmi cüz'îdir ki, ma'hudiyyet ifade edecek kadar bir sebkı zikir de bu babda kâfi gelir. Şunu da kaydedelim ki, ismi mevsul sılası söylenmeden evvel mübhemdir. Şayed (.......) gibi tabi' bir sıfat olarak gelirse Türkçemizin «öyle ki,» ta'biri gibi tavzıfte kuvvet iş'ar eden bir rabıt ifade ederse de (.......) gibi fâıl veya mücerred veya aslî bir ma'mul olarak geldiği zaman mübhem bir zattan başka bir şey anlatmaz. Bir kelâmda böyle bir zati mübhemin fâil yapılmasında ne faide olabilir de denemez. Çünkü «evvelen ibham saniyen tefsir evkau finnefis» tir derler. Bir şey evvelâ mübhem olarak söylenip de sonra tefsir olunduğu zaman muhatabın gönlünde kuvvetli bir tesir bırakır. Zira nefis, kolay duyduğu bir şey'i hafif geçer, ihmal eder, fakat evvelâ mübhem olarak işittiği zaman dikkat ve sarfeder, bilmek merakına düşer, bu şevk ve merak üzerine tefsir olunduğu zaman da zihninde iyi yerleşir. Arabî belâğatinin bu kaıdeleri zamanımızda Ilmi nefsin «hafıza, dikkat ile mütenasibdir». «dikkat de merak ile mütenasibdir» kaıdelerini ifade eder. Hattâ Firenklerde ve zamanımız yazıcılarının bir çoğunda bu ibham kaıdesi bir moda salgını halini almıştır. Bir mevzuu tasvir ederken merak celbetmek için sahifelerle ibham ettikleri görülüyor. Halbuki bunun ifratı da merak yerine usanç veya nisyan vermekten halî kalmaz. Çok naz âşık usandırır. Kur’ân’da ise onun en güzel gıdıklayıcı nümuneleri görülür. İsmi mevsuller de buna başkaca bir revnak verir. İşte (.......) bu kabîldendir. Allahü teâlânın zati ilâhîsi bilinemediği gibi (.......) de ilk nazarda bilinemiyecek bir zati mübheme delâlet ediyor. Karşısında bir kerre beşerî hiçliği duyuruyor, sonra o ibham, en belli, en mütemayiz sıfatların tecellisiyle izah ediliyor. evvelâ Kur’ân’ın, hakkı nâhaktan ayırd eden ma'lûm hassai ı'cazı Fürkan ismi ve «el» harfi ta'rifi ile hatırlatılıp (.......) sılasi ile (.......) mevsulünün ibhamı ta'rif olunarak Allahü teâlâ bilhassa bu fürkanı indirmiş olmak sıfatiyle tanıttırılıyor. Ve feyz-u bereketin yüksekliği ilk önce bu mu'cuzei bâhire delâletiyle i'lân ve tebcil ediliyor. Bu suretle ma'nânın hasıla da şu oluyor: «çok yüce, çok kutlu, hayr-ü atâsı, çok yüksek olduğunu ne şayanı hayret bir surette gösterdi» o: hani bildiğiniz o fürkanı, o hakk-u batılı ayıran, vazifelerinizi öğreten, bir mislini yapmaktan herkesi âciz bırakan Kur’ân mu'cizesini ıbadet ve ubudiyyet ile mümtaz ma'lûm kulana âyet âyet indiren o zati ecell». Şübhe yok ki, onun o Fürkan kendisine indirilmiş olan ma'lûm kulu: abdi hassı: Resuli ekremi Muhammed Mustafa sallallahi aleyhi vesellem olduğu da belli ((.......) bak). Ona o fürkanı niçin indirdi (.......) bütün zevil'ukul alemlerine bir nezir olsun diye - NEZİR, Münzir, ya'ni inzar edici ma'nâsına sıfati müşebbehedir, Beşîr ve mübeşşir gibi, inzar ma'nâsına masdar da olur nekîr ve inkâr gibi, burada inzar edici ma'nâsına olması zâhirdir. İNZAR; Korkunç haber vermek, bir şey'in akıbetindeki ve hamet ve tehlükeyi ıhbar ederek kocundurmak sakındırmak demektir ki, sevinç haberi vermek demek olan müjdenin zıddıdır [Sûre-i Bakarede (.......) bak]. Binaenaleyh beşîr ve mübeşşir müjdeci demek olduğu gibi nezîr ve münzir de tehlüke haberiyle korkutan muhbir, Peygamber, Resul demek olur. Sahib fürkan sallallahü aleyhi vesellem (.......) gibi âyetlerle ma'lûm olduğu üzere hem mübeşir hem münzirdir. Allahü teâlânın hem rahmetinin müjdecisi, hem azâblarının habercisidir. Fakat makamına göre ba'zan bunların birisiyle iktifa olunmuştur. Netekim Sûre-i Enbiyada (.......) buyurulduğu gibi burada da (.......) buyurulmuştur. Çünkü biraz sonraki beyanattan anlaşılacağı vechile burada sebeb-i nüzul olan kâfirlerin küfr-ü muanedelerine karşı inzar makamında tebşir kelimesinin tasrihi beraati istihlâl belâgatine münasib olmazdı. Ve bu nükte (.......) nin ulüvv ve azamet ma'nâsına olmasını takviye eder. Bununla beraber bu inzarda ve bunun kuvvetini ifade eden Furkanın tenzilinde Peygamber ve mü'minlere bir tebşir ve rahmet ma'nâsı mündemicdir. Bu cihetle tebşirin fahvayi kelâm ile iltizamen ifade edilmesi dahi ayrıca bir belâgat olmuştur. Bu da «Tebareke» nin feyz-u ata ma'nâsını tebadür ettirir. Fatihada tafsıl olunduğu üzere âlem kelimesi Allahü teâlânın zat ve sıfatından maadanın hepsine ıtlak olunur, cemi'lenmesi de bütün envaına şümul ifade eder. Onun için burada ba'zı müfessirîn (.......) mazmunu üzere Hazret-i Peygamberin kâffei mahlûkata da meb'us olduğuna istidlâl etmişlerdir. Lâkin aklı olmıyanları inzarın hikmet ve faidesi anlaşılmaz. Binaenaleyh burada Fatihadaki gibi taglibe karîne yoktur. Âlemîn cem'i hakikati üzere zevilukul âlemlerine masruf olmak zâhirdir. Cumhurun da kavli budur. Zevilukul âlemleri ise İns-ü Cinn ve Melâikedir. Âlûsî tefsirinde der ki, aleyhıssalâtü vesselâmın İns-ü Cinne mürsel olduğu dinde bizzarure ma'lûmdur. Münkiri ikfar olunur. Sübkî gibi bir zümrei muhakkikîn Melâikeye dahi mürsel olduğuna kail olmuşlar ve ba'zıları bu âyetle istidlâl eylemişlerdir. Ma'sum olanlara irsalin faidesi de da'vetine ittiba ile şerefine hizmettir. (.......) Şimdi düşünmeli ki, böyle bütün âlemîni inzar salahiyyeti ne büyük kuvvet-ü şandır ve bu kuvveti getiren Fürkan ne büyük bürhan ve fermandır. İşte Peygambere bu fürkan ile bu büyük kuvvet ve salâhiyyet bahş edilmiş bulunuyor. O halde o kulun efendisi ona o fürkanı indirmiş olan mevla ne yüce, ne kutlu tanrıdır!.. |
﴾ 1 ﴿