16

Hem şanıma kasem ederim ki, hakıkat insanı biz yarattık ve biliriz: nefsi onu ne ile vesveselendirir ve biz ona "habli verîd" den daha yakınızdır

(.......) Bu ıhtar hem halkı evveli takrir hem de maba'dine temhîddir, hem ılmin isbatına halktan bir istidlâl hem de akrabiyyetten bahsolunurken hâlık ile mahlûku karıştırmamak için bir tenzih delîlini telkıyndir. (.......) ve biliriz (.......) nefsi ona ne vesvese verir, yâhud ne ile vesvese verir - nefsin vesvesesi ta'biri, içinden kendine söylediği, gönlünden geçirdiği gizli duygular, vehimler, hâtıralar, kuruntular, Kararlar gibi bütün bâtınî şuur şuunatına şâmildir. Söyleneceği vechile zabta me'mur hafaza Meleklerinin bile henüz vakıf olmadığı derecede gizli olarak insanın gönlüne gelen hâtırat ve şüunatı nefsiyyenin hepsini de Allah bilir. Çünkü hâlikıdır.(.......) Ve biz ona (ya'ni, insana) verîd damarından daha yakınızdır. - Öyle yakından bilir, öyle yakından yetişir icrayı te'sir ederiz. Hâlık ile mahlûku arasındaki nisbet, mahlûk ile nefsi arasındaki nisbetten daha mukaddemdir. Çünkü mahlûkun kıyamı lizatihi değil, hâlikının kudretiyledir. (Sûre-i «Bakare» de (.......) bak). - Teşrihte iki nevi' damar sayarlar.

Bedenin etrafından kalbe vürud eden, ya'ni siyah kanı etrafından kalbe götüren damarlara verîd, cem'ınde evride, kalbden etrafa giden kırmızı kanı bedene dağıtan damarlara da şerayîn denilir. Şiryanların kökü kalbin sol butayninden çıkan ebherdir. Boyunda gırtlağın yanlarından geçen ve vedecan ta'bir olunan şah damarları bundan şahlanır. Kalbde veridlerin munsabb olduğu büyük damara da vetîn (verîdi ecvef) denilir. Verîdi ecvef (ya'ni vetîn) ensiceye temassında müvellidül'humuzasını gaib eylemiş olan siyah kanı kalbin üzeyni eymenine iysal eder, butayni eyser ile üzeyni eymen arasında teessüs etmiş olan bu cümle-i viâiyyedeki deveranı deme (deveranı kebîr) nâmı verilir. Siyah kan üzeyni eymenden butayni eymene ve butayni eymenden şiryani rievîye geçer. Şiryanı rievîye giren kan, riede ev'ıyei şa'riyye içerisinde hava ile temassa gelince kırmızı kana tahavvül ederek evridei rieviyye ile sol üzeyne ba'dehu sol butayne dökülür. Butayni eymeni üzeyni eysere birleştiren cümle-i viaiyyedeki deveran dahi «deveranı sağîr» namını alır. Deveranı kebirde şiryanlarda kırmızı, verîdlerde siyah kan vardır. Deverânı sağîrde ise şiryanlarda siyah ve verîdlerde kırmızı kan vardır. Binaenaleyh kırmızı kana şiryan kanı ve siyah kana verid kanı demek her vakıt doğru olmaz. Deverânı kebîr için sahih olan bu ta'rif deveranı sağîr için yanlıştır. Demek ki, veridlere siyah kan damarları denmesi küllî değil, ekseriyyet ı'tibariyledir.

Keşşafta der ki, elverîdan, boynun önünde iki safhasını kavramış iki damardır ki, vetîne muttasıl olup baştan ona doğru vürud ederler (.......) İbn-i Esîr de Nihayede: verîd, boynun yüzündeki damardır ki, gadab halinde şişer, bunlar iki veriddirler. Der (.......) Buna nazaran verîd, bizim teşrih kitablarında veridi vidacî denilen boyun damarında maruf imiş gibi görünürse de bu ıhtisas el'verîdan diye tesniye suretinde olmak gerektir. Netekim Râgıb şöyle ifade etmiştir: verîd, kebide ve kalbe muttasıl olur bir damardır ki, kanın mecraları ondadır (.......)

Nizamüddini Nîsaburî de Garaibül'kur'an nam tefsirinde «verîd, şirâyînin gayri olarak demi hâmil damardır. Verîdan ise boynun önünde iki safhasını kavramış iki damardır ki, baştan müteşa'ıb ve vetîne muttasıl olurlar» diye ta'rif eylemiştir.

HABL, ma'lûm ki, ip ve bağ demektir. Damar ma'nâsına da gelir. Burada ekseriyyet bu ma'nâ ile «verîd ipi» servi ağacı gibi ammın hassa izafetiyle beyanı kabîlinden «verîd damarı» demektir diye tefsir etmişlerdir. Habl, âtık, ya'ni boyun dibi ma'nâsına da geldiğinden Zemahşerî bu ma'nâ ile lâmî izafeti de tecviz eylemiştir. Ki, bu ma'nâ ile habli verîd, boyun veya bedenden mecaz da olabilir. Sonra (.......) kabîlinden izafeti teşbihiyye ile verîd ipi, boyuna dolanmış ipe benziyen verîd mefhumunu da ifâde eyliyebilir. Verîd müfred olmak ı'tibariyle cinse hamlolunmak lâzım geleceği cihetle habli verîd, bütün verîd şebekesi veya onların bağlandığı vetîn diye de mülâhaza olunabilir. Maamafih bu ma'nâlar verîd damarı demekle de kasdolunabilir. Râgıb, habli verîdden murad ruh olduğuna kail olmuştur kırmızı kanı hâmil olan şiryanlar daha evvel mülâhaza edilmek lâzım gelirse de şiryanlarda cereyan kalbden etrafa doğru dağılıp uzaklaştığı verîdde ise etraftan ve baştan kalbe doğru toplanıp geldiği cihetle yakınlık için temsîlde verîd zikredilmiştir. Bu suretle habli verîd pek yakınlıkta mesel olmuştur. Netekim şâir (.......) ölüm ona verîdden daha yakındır» demiş. Şu halde ma'nâ: kalbine kan akıtan en yakın damarından, yâhud canından daha yakın demek olur. Sonra verîdin siyah kan damarı olması ve kullanılmış, ölmüş huceyreleri hâmil olan bir siyah kanın kalbe vürudu bir tasfiye ile yeni bir halka alâkadar bulunması haysiyyetiyle gerek üst tarafındaki halkı cedîd ve gerek bervechi âti zikrolunacak âhıret ahvaline intikal noktai nazarından dikkate şayan bir nüktesi de vardır.

İbn-i Cerîri Taberî der ki, ehli Arabiyye (.......) kavlinin ma'nâsında ıhtilâf ettiler. Bâ'zıları bunun ma'nası dediler (.......) ya'ni üzerinde infazı kudret ve icrayi te'sirde daha yakın kendisine daha ziyade mâlik ve mutasarrıfız demektir. Ba'zıları da «nefsindeki vesveseyi bilmekte daha yakın» demektir dediler (.......)

Ya'ni kurbi zat ma'nası anlıyan olmadı, ancak kelâmın sevkına nazaran ba'zıları te'siri kudret ba'zıları da ılim ı'tibariyle yakınlık ma'nâsını tercih ettiler. Fahri Râzî bunu şöyle ifade etmiştir: Allahü teâlânın ılminin kemalini beyandır. Allah ılmi ile ona damarındaki kandan daha yakındır zira damara hâil vardır. O, ona hafî kalabilir. Lâkin Allahü teâlânın ılmine hâil mümkin değildir. Buna şu ma'na da söylenebilir: kendisinde kudretimizin teferrüdü ı'tibariyle biz ona habli verîdden daha yakınızdır. Emrimiz onda damarlarındaki kanın ceryanı gibi cereyan eder. (.......) Sahib Keşşaf da şöyle der:(.......) mecazdır. Murad ona ılminin yakınlığı ve ondan ve ahvalinden ma'lûmuna, sanki zatı karib imiş gibi en gizli şeylerinden hiç birisi hafî kalmıyacak bir teallûk ile teallûk eder olmasıdır. Netekim Allah her yerdedir denilir halbuki Allah mekânlardan ecell ve münezzehtir. (.......) Bundan anlaşılan mecaz denilmesinin sebebi, lûgatte yakınlık ve uzaklık mekân ve mesafe ı'tibariyle cismaniyyatta hakıkat olduğu ve zatı ilâhîde mekânî yakınlık tasavvur olunamıyacağı içindir.

Kâdî Beyzavî ile Ebüssüud da bunu bir nükte ılâvesiyle hulâsa etmişler de demişlerdir: (.......) ya'ni biz onun halini ona habli veridden daha yakın olandan daha iyi biliriz demektir. Kurbi zat ile kurbi ılme mecaz yapılmıştır. Çünkü o onun mucibidir. (.......) Görülüyor ki, bu ifadede (.......) diye bir mufaddali aleyh takdir olunmuştur. Çünkü akreb a'lem ma'nasına mecaz olunca habli verîd ılm i'tibariyle mufaddali aleyh olamaz, şu halde o (.......) kim? O ya Kendisinden kinayedir bu surette habli verîdden murad kendi şahsı olup ma'nâ onu kendisinden daha iyi biliriz demek olur.

Yâhud zıkrolunacak Meleklerdir ki, bu surette o hafeza

Meleklerin de ona habli veridden daha yakın olduklarına ve fakat Allah’ın onlardan daha yakın bulunduğuna tenbih edilmiş oluyor ki, bu ma'nâ nazmın maba'dine irtibatından çıkarılır. Âlusî burada: ehli vahdetin kelâmı hal sahibi olmıyanlar için zor anlaşılır şeylerdendir demiştir. Maamafih biz Şeyh Muhyiddini Arabînin Futuhati mekkiyyesinin esmâi hüsnâ babında akreb ismi şerîfinde şu sözlerini nakledelim:

«Bu hazretin sahibine abdül'akreb ve abdülkarîb denilir. Çünkü o azze ve celle bize habli verîdden akrebdir. (.......) buyurmuş (.......) buyurmuştur. aleyhissalatü vesselâmın haber verdiği gibi Arşten Dünya Semaya nüzuliyle karîbdir, akrebdir çünkü, nerede olsak bizimle beraberdir, onun için karib, akreb isimleriyle müsemmadır. O bize bizden daha yakındır. Çünkü habli verîd bizdendir ve habil vasıldır, o ise evsaldir. Çünkü vasıl ancak onunladır, işitmemiz, görmemiz, kıyamımız, kuudümüz, meşiyyetimiz, hükmümüz onunladır. Bu ahkâm ise habli verîdde yoktur. Demek ki, o bize habli verîdden daha yakındır. Zira bizden habli veridin gayesi diğer damarların hali gibi hukmi hayatın mecrası ve kanların yolu olmasından ıbarettir. Sonra Allahü teâlâ bizde de kendisine kurbi teşri' buyurdu. Çünkü biz onun sureti üzere mahlukları olduğumuz cihetle bizi emsâl menzilesine koydu, halbuki iki misil zıddırlar. Zıdd ise muzadd olduğu şey'e sıfatı zatiyyei nefsiyyede iştirakinden dolayı gayet yakın olmakla beraber ayni zamanda gayet de uzaktır.

Kulda böyle tasrîfi ilâhî ile Allahdan uzaklık tehakkuk etmekle Allahü teâlâ kendisine yakınlık yollarını meşru' kıldı ki, bu bu'd ile beraber yapılması meşru' kılınan fiılleri yapmakla o onun sem'ı, basarı ve cemîı kuvası olana kadar bu suretle kul züll-ü iftikarından dolayı ona zıddır. Ve onun için meş'ru' kılınan şeyler de züll-ü iftikari sebebiyle fı'lin ona izafeti sahıh olmuştur da kendisine nisbet olunan fı'l ile ona tekarrübe yol bulmuş ve binaenaleyh Hak teâlânın (.......) diye onun bütün hüviyyetiyle cemiı kuvası olduğunu haber verdiği kurb ile yaklaşmıştır. Bundan da akreb olunca artık olmaz (abid kâin olmaz) çünkü (.......) buyururken zamiri abde irca' ile abdin aynını tesbit etmiş ve o, hüve hüve olmadığını isbat eylemiştir. Çünkü o ancak kuvasiyle hüve hüvedir. Kuvası onun zatî haddindendir. O olmayış (.......) buyurduğu gibidir ki, o vakıt suret ve ma'nâ ikisi de Âllahındır, hepsine mâlik olmuş, küllün ayni olmuştur.

Artık kevnde başka yok ancak o, esmâi hüsnâsının menazilinde kendisinden mütealî münezzeh sübhan vardır. Çünkü orada ondan başka kendisinden tesbih ve tenzih edeceğin yoktur. Allahü teâlâ kurbetleri hep bu hazretten teşri' buyurdu, şer'ın vücuduna sebeb de da'va olduğundan şeriat müddeıye ve gayri müddeıye amm oldu, Kıyamet günü niyyetine göre haşrolunur, ve millet ve mezhebiyle seçilir (.......)

Görülüyor ki, Şeyh beytinde bizzat kurbe kail olmuş ve kurbi fi'li anlatmış sonunu da abdin fenasiyle vahdete bağlamıştır. Âlusînin dediği gibi ba'zı noktaları hal ehlinin gayrine ağırdır. Semai Dünyaya nüzulden kurbi mekânî değil, kurbi emrî anlamak ıktiza eder. Hadîste nüzul var ise de Arştan kaydi yoktur, sonunda da vahdet çıkarmalı, ittihad çıkarmamalıdır. Zira âyet öyle bir vesveseye ve tevehhüme gidilmemek, hâlık ve mahlûkun hakkı gözetilmek için evvel emirde (.......) kasemiyle insanın mahlûkıyyetini te'kîden tansıs buyurmuştur. Vahdeti vücud mes'elesinde de vâzıh ve şâibesiz bir akîde olmak üzere Keşşaf hâşiyesinde İbn-i Münîrin de beyan ettiği vechile şunu söyliyelim ki, bizim ı'tikadımızca (.......) dir.

Ya'ni Allah’ın zat-ü sıfat ve ef'alinden başka mevcud yoktur. Şu kadar ki, Allahü teâlâ ef'alinin ba'zısını ba'zısına mahal yapmış, o mahalle fâıl, hâlle onun fı'li tesmiye olunmuştur. Bu suretle bütün âlem Allah’ın fı'li, ya'ni halkı olduğu gibi insanlar ve insanlara cebren ve ıhtiyaren nisbet olunan fiıller de (.......) mısdakınca Allah’ın halkıdır. İşte bir mü'min için zarurî olan tevhid budur. Sıfat, zatının ayni değildi. Lâhüve velâ gayruhudur. Fiıl de fâılin ayni olamaz. Hâlık ile mahlûk hüve hüve muttehid olamaz. Allah’ın olmıyan hiç bir şey yoktur, hepsi Allah’ındır, lâkin Allah’ın olmak, Allah olmak değildir.

Şu da unutulmamak lâzım gelir ki, makamı kurb ne kadar yakın olursa olsun bir farkı muktezıydir. İttisal ve ittihad kurb değildir. Onun için makamı kurbde meselâ bir Resulün fı'li ve kuvveti mürsiline nisbet olunduğu zaman Resul, mürsilin ayni olmasını iycab etmez. Belki Resulün aynı sabit olduğu halde kendisi de fı'li de mürsilin olur. Ayinda değil, hukümde ittihad bulunur. Gerek kurbi feraızle ve gerek kurbi nevâfille tekarrüb etmiş olan abdin de ayni sabit olmakla beraber mazheri vilâyet olarak bütün kuvasindan ilâhî kudret tecellî eder, lâkin ondan onun Allah olması lâzım gelmez. Sonra mekânî yakınlık mutlaka arada bir faslı istilzam eder, aradaki fasılanın büyüklüğüne küçüklüğüne göre mülahaza olunur bir nisbettir, bu cihetle o hakıkatte bir bü'ddür.

Ve Allahü teâlâ mekândan münezzeh olduğu için onda mekânî kurb mülâhaza olunamaz. Çünkü onda mekânî yakınlık farz etmek, mekânın bir kısmını onun ihatasından haric ve mekânı ondan büyük ve geniş farz etmektir. Halbuki o aliyyi azîm her şey'i muhıt, her mekândan yüksek (.......) dır. Bundan dolayı burada kurbi mekânî tevehhüm olunmamak için kurbi zat ile değil kurbi sıfat ile tefsir olunmuştur. Çünkü mücerred nefsi natıkası ile değil bedeni ile dahi mülâhaza olunan insanın zatı bir cismi mütemekkin olduğundan dolayın ona kurbi zatî ile akrebiyyet mülâhazası bir kurbi mekânî iyham edebilir. Ancak bunun muktezası mekanî olmıyan zati ilâhîden kurbi zatîyi nefyetmek değil kurbi mekânîyi nefyetmek suretiyle bir mecaz yapılmaktır. Lâkin bu suretle de mecaz ma'nâsı zarurî olunca müfessirîn, umum için en salim olan ma'nâyı ıhtiyar eylemişlerdir. Rahmani rahîmde olduğu gibi sıfat ve esmai ilâhiyyede matlub gayatı olduğuna göre akreb vasfı kurbi zat ile tefsir edilse bile tebşir veya inzar makamında kurbi zatten gayesi ve âsari müterettibesi matlûb olmuş olur.

Onun için mantukunca her yerde hâzır ve nâzır diye anlaşıla gelen maıyyeti ilâhiyye ılm ile tefsir olunduğu gibi buradaki akrebiyyet de naklettiğimiz vechile ılim veya kudret yakınlığile tefsir olunmuştur. Bakılırsa bunun cem'inde münafat olmamalı, hem ılmi hem kudreti ile akrebiyyet murad olunabilmeli idi? Acaba niçin terdid ile söyleniyor? Buna dair bir sarahat görmedim, fakat şu iki sebeb gösterilebilir.

Birincisi kurbi zatten mecaz olmak hasebiyle iki mecazın, iki lâzımın bir arada cem'ı tecviz edilememek ve ikisini cami' bir mefhum da murad olunamamaktır. Lâkin istiarei temsîliyye veya kinaiyye suretinde biz bunu mümkin zannediyoruz.

İkincisi, siyak ve sibakda (.......) gibi karînelerin ba'zısı yalnız ılmi ba'zısı da kudreti ıktiza ve ifade etmesidir ki, ıhtilâfın sebebi de budur. Biz bunların cem'ıne tarafdarız. Gerçi ılim evsa'dır, fakat kudreti müstelzim değildir. Kudret ise ılmi müstelzimdir. Kudret ile kurb murad edildiği takdirde kurbi ılim dahi ifade edilmiş bulunacaktır. Halbuki ılim ile kurb murad edildiği surette bunun bir tebşir veya tehdid ifade etmesi kudreti mülâhazaya mütevakkıf olacaktır. (.......) ile en yakından ılm ifade edildikten sonra bir de (.......) buyurulması dahi bu nükte ile alakadar olmak gerektir. Onun için biz bundan yalnız ılmen kurb değil lûtf-u ınayete ve kahr-u gadabe de darbı mesel olabilen bir kurb anlıyoruz ki, bu lâekal kurbi kudrettir. Netekim Râgıb Müfredatında der ki, kurb ve bu'd mütekabildirler. Kurb zamanda, mekânda, nisbette, huzve (ya'ni haz ve kadr-ü haysiyyet) de, riayette, kudrette kullanılır. Mekânda (.......) gibi, huzvede ya'ni hazz-u haysiyyette (.......) gibi ve huzveye ya'ni hazza kurbet denilir: (.......) gibi, riayette, ya'ni gözetmekte: (.......) gibi (.......)

16 ﴿