2O ki, Ehli kitabdan o küfredenleri ilk haşriçin diyarlarından çıkardı. Siz çıkacaklarını zannetmediniz onlar da zannettilerki kendilerini Allahdan koruyacak manialarıdır kal'aları, istihkâmları, fakat Allah onları hisab etmedikleri cihetten bastırdı ve kalblerinin içine korku düşürdü, öyleki evlerini bir taraftan kendi elleri bir taraftan da mü'minlerin elleriyle harab ediyorlardı, düşünün de ıbret alın ey görecek gözleri olanlar! o azîz ve hakîm olan Allahdır ki, ızzet ve hikmeti âsarından bir nümune ve ıbret olmak üzere (.......) Ehli kitabdan o küfredenleri - Allah’ın Resulünü inkâr ve Allah namına verdikleri ahd-ü mîsakı küfr-ü küfran ile nakzedip (.......) âyeti ile beyan olunacağı üzere Allah ve Resulüne karşı uğraşmıya kalkışan kâfirleri (.......) ilk haşırde yâhud ilk haşr için diyarlarından çıkardı. - Bu küfredenler, yukarıda rivayet olunduğu üzere Yehûdîlerden ma'hud Beni Nadîr kabilesi idi ki, Hayber Yehûdîlerinden Benî Kureyza gibi bir büyük kabîle idi. Bu iki kabîleye «kâhinân» denir ve Kâhin İbn-i Harun neslinden oldukları söylenirdi. Ve deniliyor ki, Hatemülenbiyanın hurucuna intizar için Benî İsraîlden bir cemaat içinde gelmiş Medineye yakın konmuşlardı, kondukları yer Umrandan halî bir berriyye iken orada muhkem binalar yapmışlar, sığınmışlardı, âyette kendilerine izafetle (.......) buyurulmasında da buna işaret vardır. Bekledikleri Resul gelmiş iken küfr-ü küfranda ileri gittikleri için Allah’ın ızzet ve hikmeti onları ilk haşır olmak üzere yurdlarından çıkardı. Bu, bir küçük Kıyamet nümunesi oldu. Bundan anlaşılır ki, bir de sonraki haşır vardır, o da (.......) ile ıhtar olunacağı üzere büyük Kıyametle Âhırette olacaktır. Arada daha ne gibi haşırler olur? Onu da Allah bilir. (.......) de (.......) ekser müfessirînin kavlince (.......) gibi tevkıt içindir, ilk haşirde demek gibi olur. Buna göre ilk haşır, ilk harb ma'nasına olmak yakışır. Lâkin ba'zılarının dediği gibi ihracın gayesini göstermek üzere lâmı ecliyye olması daha zâhir görünüyor. Bu ihracın sırf Allah tarafından olduğu tavzıh olunmak üzere buyuruluyor ki, (.......) siz çıkacaklarını zannetmediniz - demek ki, size ve sizin zannınıza kalsaydı çıkamıyacaklardı, o halde siz çıkarmadınız (.......) onlar da zannettiler (.......) ki, kendilerini Allahdan koruyacak manialarıdır sığındıkları hısınları: Kal'aları, istihkâmları - ya'ni Allah tarafından gelecek azâbdan kendilerini korumak için yalnız o sığındıkları kal'alar, istihkâmlar kâfi gelir, sade kal'a ve istihkâm yapmakla müdafea maksadı hâsıl olur zannediyorlar ve sırf onlara güveniyorlardı. Daha evvel kalblerde îman bulunmak lâzım geldiğini ve Allah’ın ızzetine karşı gelinmek kabil olmadığını düşünmüyorlardı. Onun için onların zannına da kalsa idi çıkarılmaları mutasavver değildi (.......) fakat Allah onlara hisab etmedikleri cihetten geldi - Ya'ni Allah’ın emri onları hiç hatır ve hayallerine getirmedikleri cihetten bastırdı - kalblerinden vurdu. Reisleri Kâ'b İbn-i Eşrefi kendi konağı içinde güveyi girdiği gece bağteten katlettirivermekle zaten zaıyf olan kuvvei ma'neviyyelerini, emniyyet ve ıtmi'nanlarını perişan etti (.......) ve yüreklerinin içine müdhiş korku düşürdü - öyle ki, (.......) evlerini kendi elleri ve mü'minlerin ellerile harab ediyorlardı - Ebû Amr kıraetinde tahribden ranın teşdidiyle (.......) okunur - içeriden sokak başlarını kapamak ve müslimanlara sağlam bir şey bırakmamak ve çıkıp giderlerken alabildiklerini götürebilmek için kendi elleriyle evlerinin dört duvarını yıkıyor kapısını penceresini söküyor, kereste ve eşyalarını tarmar ediyorlar, dışarıdan da mü'minler onların kapamak ihkâm etmek istedikleri yerleri açmak için hücum eyliyorlardı. Diğer bir ma'na ile bir taraftan kendilerinin irtikâb ettikleri küfr-ü cinayetleri bir taraftan da mü'minlerin îman ve gayretle hücumları arasında telâşlar içinde kendi evlerinin viran olmasına sebebiyyet veriyorlardı (.......) ey görecek gözü, anlıyacak basıreti olanlar bu vak'ayı, iki tarafın bu hallerini düşünün kendi ahvalinizle mukayese edin de ıbret alın, küfrün, gadrin, kalb bozukluğunun Allah’a karşı gelip de yalnız esbaba güvenmenin âkıbetindeki fecaati ve îman ile mücahedenin şerefini ve Allah’ın ızzet ve hikmetini gözönüne getirin ve bundan kendi ahvalinize intikal ederek ıbret dersi alın da yalnız esbab ve âlâtın kuvvetine güvenmeyin, vazifenizi hulûsi kalb ile Allah için yapıp, bütün tevekkül ve ı'tibadınızı tam bir îman ile ancak ve ancak Allah’a bağlayın, azîz odur hakîm o. I'TİBAR, ıbret almak, teaccüb ederek mütte'ız olmaktır. IBRET, Besairde ve Müfredatta mezkûr olduğu üzere müşahede edileni ma'rifetten henüz müşahede edilmiyeni ma'rifete vesiyle tutulan halete denir. Bunun aslı olan abr maddesi bir halden bir hale geçmek ma'nasına mevzu'dur. Ubur, gerek yüzerek gemi veya hayvan ve gerek köprü gibi her ne suretle olursa olsun suyu ve dereyi geçmektir. Bu münasebetle göz yaşına da aynın fethiyle abre denilir. Ibare, söyleyenden dinliyene geçen söz, ta'bir, rü'yanın zâhirinden bâtınına geçmektir. Sair ma'nalar da hep bu intikal ma'nasından müteferrı'dir. Binaenaleyh ıbret almak diye hulâsa ettiğimiz ı'tibar, meşhud olan bir ma'lûma dikkat edip ondan bir meçhulü bilmeğe intikal eylemek demek olur. Bu da usuli fıkıhta kıyas denilen istinbat usulünün ta kendisidir. Onun için fukaha işbu (.......) emrinden kıyasın hücciyyetine istidlâl eylemişlerdir. Usuli fıkıh kitablarında tafsıl ve münakaşa olunur. İmam Fahrüddini Razi derki: biz Mahsul nam kitabımızda bu âyet ile kıyasın hucciyyetine temessük etmişizdir. Onu burada tafsıl etmiyeceğiz, ancak şunları anlatmamız lâzımdır: I'tibar bir şeyden bir şey'e ubur ve mücavezet ma'nasından me'huzdur. Onun için göz yaşına Abre denilir. Çünkü gözden yanağa intikal eyler. Geçide ma'ber, vasıtasına mi'ber denilir, çünkü mücavezet onunla tahsıl olunur. Ilmi mahsusa ta'bir denilir, çünkü onun sahibi mütehayyelden ma'kule intikal eder, elfaza ıbarât denilir. Çünkü ma'aniyi söyliyenin lisanından dinliyenin aklına naklederler. (.......) = Bahtiyar gayrısiyle ıbret alandır» denilir. Çünkü onun aklı o gayrın halinden kendi haline intikal eyler. Ve işte bundan dolayı müfessirler demişlerdir ki, I'tibar, eşyanın hakikatlerine ve delâletleri cihetlerine öyle nazar etmektir ki, o nazarla onların cinsinden diğer bir şeye ma'rifet hasıl ola. Burada Allahü teâlânın ı'tibar ile emrettiği vechin beyanına gelince bunda bir kaç ihtimal vardır: Birincisi, onlar hısınlarına, kuvvet ve şevketlerine güvenmişlerdi, Allah tealâ da onların şevket ve kuvvetlerini mahv-ü izale etti, sonra da (.......) buyurduki bunun hasılı Allahdan başka bir şey'e itimad etmeyin demek olur. Onun için zâhid, zühdüne itimad etmemeli çünkü onun zühdü Belamın zühdünden daha çok olmaz. Âlim de ılmine itimad etmemeli, İbn-i Râvendiye bak, kesreti mümaresesine rağmen nasıl oldu? Doğrusu kimsenin hiç bir şeyde Allah’ın fadl-u rahmetinden başkasına itimadı doğru değildir. İkincisi: murad, insana, gadrin, küfrün, nübüvvete ta'nın akıbetini tanıtmaktır. Çünkü o Yehûdîler gadr ve küfürlerinin şeâmetiyle bela ve celaya düştüler, mü'minler bundan ibret alır, measıden sakınırlar, buna karşı şöyle bir itiraz edilebilir: bu itibar sahih olabilmek için «onlar gadr ve küfrettiler de ta'zib olundular ve bu azâba sebeb ancak onların gadr-ü küfürleri oldu» Diyebilmemiz lâzım gelir. Halbuki böyle denilmek tarden ve aksen fasiddir. Ittıradı yoktur: Çünkü bir çok şahıs gadr-ü küfretmiştir de Dünyada ta'zib olunmamıştır. İn'ikâsi da yoktur, çünkü Peygamber ve Eshabı dahı bir takım mihnetlere ma'ruz olmuşlardır. Halbuki bu mihnetler onların din ve amellerinde bir kötülüğe delâlet etmez. Bu suretle bu ıllet tarden ve aksen fâsid olunca o itibar ve kıyas fâsid olmuş olmazmı? Bir de asılda sâbit olan huküm onların evlerini kendi elleri ve mü'minlerin elleriyle harab eder olmalarıdır. Bunu gadr-ü küfr ile ta'lil edecek olursak her gadr ve küfredenin evini kendi eli ve mü'minlerin eliyle tahrib etmesi lâzım gelir. Bunun böyle olmadığı malûm olunca da bu itibarın sahih olmadığı anlaşılmazmı? Cevabı: asılda sâbit olan hukmün üç mertebesi vardır: birisi, evlerinin kendi elleri ve mü'minlerin elleriyle tahribi, ikincisi, ondan eamm olarak Dünyada azâb, üçüncüsü, ondan da eamm olarak mutlak azâbdır. Gadr-ü küfr edenlere azâb ise mutlak azâb olması haysiyyetiyle münasib olur. Onun tahrib veya Dünyada katl veya Âhırette olması hususları ise adîmüleserdir. Ya'ni ıllette müessir olan husus değildir. Şu halde kıyasın hasılı şuna raci' olur. Gadir, küfür ve tekzib edenler mutlak azâb olunurlar. Bu azâb Dünyadamı âhırettemi? İkisindemi, bu cihetlerin bilhassa ta'yini itibarda matlûb değildir. Gadir ve küfür mutlak azâba lâyık ve münasibdirler. Bu suretle bilirizki gadr-ü küfür azâba sebebdir. Onlar husule geldimi mutlak azâb husule gelir, gerek Dünyada gerek âhırette. İşte kıyas ve itibar bu suretle takrir olunduğu taktirde itiraz sakıt olub kıyas vechi sahih üzere tamam olur (.......) Netekim bu ma'na ve sebeb şu âyetlerle ayrıca ıhtar olunarak Buyuruluyor ki, |
﴾ 2 ﴿