| 7Allah’ın Resulüne kurâ ehalisinden tahvil buyurduğu Fey'i de Allah için ve Resulü için ve karabet sahibi ve yetimler ve miskînler ve yolda kalmış kimseler içindir, ki, sade içinizden zenginler arasında dolaşır bir devlet olmaya, bir de Peygamber size her ne emir verirse tutun, nehy ettiğinden de sakının ve Allahdan korkun, çünkü Allah «şediydul'ikab» dır Allah’ın Resulüne kura ehalisinden ifâe buyurduğu fey' -Ba'zıları bu fey'i hali harbde alınan ve hukmü surei Enfalde beyan olunan ganimetten maada gibi telakkı etmişlerse de İmam Ebi Yusüfün kitabül haracında tafsılen rivayet ettiği üzere Hazret-i Ömer harben feth olunan Irak arazî ve ehalisi hakkında ganaimini taksim taleb eden Zübeyr, Bilâl ve Selmani farisî ve saire gibi zevata karşı şurayı Eshabda bu âyetlerle istidlâl ederek gelecek mü'mînler de dahil olmak üzere umum Müslimanların menafiı namına ehalinin hür ve erazının yedlerinde erazıı haraciyye olarak ibka edilmesi hususuna ikna' etmiş olması bunun gerek ganimet ve gerek harac ve ciziye gibi küffardan alınan alelumum hasılâta şamil olduğunu gösterir, Ya'ni feth edilen küffar karyeleri ehalisinden Resulullaha irca' olunan gerek ganimet ve gerek harac ve vergi gibi alelumum varidat (.......) da Allah için (.......) ve Peygamber için (.......) ve ona karabet sahibi olanlar ve öksüzler ve yoksullar ve yolda kalmış kimseler içindir. - Bunun zâhiri altı sehim olmasıdır. Onun için Ba'zıları demiş ki, fey' altı sehim yapılır. Allah sehmi, Ka'benin vesair mescidlerin umranına sarf olunur. Ba'zılarına göre ise İbn-i Abbastan ve Hasen İbn-i Muhammed İbn-i Hanefiyyeden rivayet edildiği üzere Allah’ın zikri mücerred ta'zîm ve teyemmün içindir. Allah ve Resulünün sehmi bir olmak üzere beş sehim yapılır. Diğer ba'zıları da ganiymet gibi humsü beş sehim yapılır, Çünkü aleyhissalâtü ves-selâm humsü böyle taksim ederdi, kalan dört humsü de münasib gördüğü vechile sarf eylerdi demiştir. Şafînin kavli cedîdidir. Bunun doğrudan doğru (.......) âyetine benzediği göze çarpar. Fakat orada humüs tasrih olunduğu halde burada tasrih olunmamış, huküm, külle nisbet edilmiştir. Binaenaleyh ganimetin humsü alınıb beş sehm üzerine sarf olunursa da her fey'in de humsü alınmak lâzım gelmez. Onun için Hanefiyye, ganimetten maada olan feyilerin tahmisi iycab etmiyerek bu, ve bundan sonraki âyetlerin gösterdiği vechile ehemmi mühimme takdim edilerek umum müslimînin mesalihına sarf olunmasına kail olmuşlardır ki, burada zikrolunanlar en mühimini teşkil eder. Resulullahın sehmi hayatında bil'icma' kendisine aid olup ondan kendinin ve ıyalinin nefakasına sarf ve ba'zı zevcelerinin bir senelik meünetini iddihar eder, bâkısini de müslimînin mesalihına sarf eylerdi. Vefatından sonra ise Hanefiyyece ayrıca ifrazı lüzumu sakıt olmuştur. Çünkü Hülefai Raşidîn bu suretle amel etmişlerdir. Ve onlar ise Allah’ın dininde ümenasıdır. Ve çünkü müştak bir sıfat olan Resul vasfı üzerine huküm, mebdei olan risaletin ılliyyetini ıktiza eder, ondan sonra ise Resul yoktur. İmamı Şafiîden bir kavle göre ondan sonra imama sarfolunur. Çünkü Resulullahın tebligatına ücret tevehhümünden daha uzak olmak için onun istihkakı risaleti ile değil, imameti ile ta'lil olunmak gerektir. Şafiiyyenin ekserisine göre Resulullahın vefatından sonra humsi humüs sehmi mesalihı müslimîne sarfolunurki seddi sügur, kuzatı bilâd, Ulûmi şer'iyye ve alâtı ile meşgul olan ulema ve taleb ve eimme ve müezzinîn ve müslimanların umumî menfeatlerine müteallık işleriyle meşgul olup da kesbine çalışamıyan sair kimseler ve bunlara mulhak olarak kesibden aciz bulunanlar bu cümledendir. Malın genişliğine ve darlığına göre ı'ta imamın re'yine müfevvazdır. Ehem, mühimme takdim olunur. Hepsinin ehemmi seddi süğurdur. Sahih bir Hadîs-i şerifte: (.......)= Allah’ın size ifâe buyurduğu feyiden bana ancak humüs vardır, o humüs de yine size reddolunur. Ya'ni sizin mesalihınıza sarf olunur» buyurulması da bunun mesalihı müslimîne sarfını gösterir. Şu kadar ki, bu ma'na sehmi Resulün hayatta olduğu gibi ayrıca ifraz olunarak sarfına sadık olabileceği gibi, Hanefiyyenin dediği vecihle diğer sehimlere zammolunarak onlarla beraber sarfı suretinde de sadıktır. İkincisi, zilkurbâ sehmi, bundan murad Resulullaha yakınlığı bulunan Benu Haşım ile Benu Muttalibdir. Zira Resulullah bunlara sehim vermiş, bunların liebeveyn biraderleri Abdi Şems oğullarına ve zürriyyetinden Osmana ve Lieb biraderleri Nevfele vermemiştir. Ebû Davud ve daha başkaları senediyle Sa’îd İbn-i müseyyebden rivayet etmişlerdir. Demiştir ki, Cübeyr İbn-i mut'ım radıyallahü anh bana haber verdi de dediki Hayber günü olduğu vakıt Resulullah sallallâhü aleyhi vesellem zevilkurbâ sehmini Beni Haşım ve Benî Muttalibe koydu. Benî Nevfel ile Benî Abdi şemsi bıraktı, bunun üzerine ben ve Osman İbn-i Affan radıyallahü anh gittik Resulullaha vardık, Yaresulâllah! dedik: şunlar Benî Haşim, Allahü teâlânın seni onların içinde koyduğu mevzi'den dolayı biz onların fadlını inkâr etmeyiz. Fakat ihvanımız Beni Muttalibin fadlı nedirki onlara verdin de bizi terkettin, halbuki karabetimiz birdir cevaben aleyhissalâtü ves-selâm «ben ve Benu Muttalib cahiliyyede de islâmda da ayrılmayız biz ve onlar şey'i vahidiz» buyurdu ve parmaklarını birbiri arasına geçirdi. Bu cevab ile Resulullah bu babda yakınlıktan murad yalnız karabet yakınlığı değil, nusrat yakınlığı olduğuna ve cahiliyyede onların kendisine muvafakat ve mü'anest ile nusratlarına işaret buyurmuştur. Çünkü o vakıt nusrati kıtal olamazdı. Binaenaleyh biz ve onlar bir şey'iz buyurulması siyer kitablarında meşhur olduğu vechile Kureyş,, Benî Haşime ne alış veriş ne de münakeha yapmamak üzere boykotla hicran ilân ettikleri vakıt onların Peygamberle beraber şı'be dahil olduklarına işaret oluyordu. Bu sebebledir ki, kıtala kadir olmıyan zürriyyetleri dahi istihkakta dahildirler. İşte Resulullaha karabetten murad kendilerinden bu nusreti sabıka tehakkuk etmiş olan karabet olduğu ve Haşım oğullariyle Muttalib oğullarının bir kalb ile hareket eden bir vücud gibi cahiliyyede ve islâmda kendisiyle beraber olup böyle bir karabete sahib bulunduklarını beyan buyurmuş. Bunun için âyette de cemi' sıygasiyle zevilkurbâ denilmeyip müfred olarak zilkurbâ buyurulmuştur. İmamı Şafiî ve imam Ahmed ibni Hanbel demişlerdir ki, Benî Haşim ve Benî Muttalibden olan (Zevilkurba) ye humsün humsü verilir. Fakırleri ve zenginleri müsavi olur. Aralarında (.......) taksim olunur. Müzenî ile Sevrî de, bunda erkek ve dişi müsavi olur, uzağa da yakına da verilir demişlerdir. Âyetin ıtlakının zâhiri de budur. İmam Malike göre ise İmamın re'yine müfevvazdır. Dilerse aralarında taksim eder, dilerse ba'zısına verir ba'zısına vermez, dilerse daha mühimm olduğu takdirde diğerlerine verir de onlara vermez. Bizim eimmei Hanefiyyenin muhtarına gelince: Hıdaye ve etrafında tafsıl olunduğu üzere Zülkurbâ, hadîs ile Benî Haşim ve Benî Muttalibe mahsustur. Şu kadar ki, onlara mustakıl bir sehim vacib değildir. Ancak fakırlerine, yetimlerine, İbn-i sebîllerine verilir ve bu sınıflardan olanlar diğerlerine takdim olunurlar. Çünkü Resulullah onlara zikrolunduğu üzere nusrati sabıka ile vermiş ve buyurmuştur ki, ya ma'şere benî Haşım! (.......) ey ma'şeri Benî Haşım! Allahü teâlâ sizler için nasın yıkantılarını ve kirlerini, ya'ni zekat ve sadekalarını iğrenç gördü ve onun yerine size humsı humsi verdi. Bu hadîs, bir sehme delâlet etmekle beraber sadekat karînesiyle ı'tanın ılleti fakrolduğunu iş'ar eder. Onun için Resulullâh zamanında nusrat ile verilmişse de vefatından sonra sakıt olup fukaraya verilmiştir. Hulefaı Raşidînin dördü de onlara ayrıca bir sehim çıkarmadılar, humsü ancak bir sehim yetimlere, bir sehim miskînlere, bir sehim de İbn-i sebîle olmak üzere üç sehme taksim ettiler, Hazret-i Alinin hülefai selâseye ba'zı mesailde muhalefeti olmakla beraber o da hılâfetinde bu hususta muhalefet etmedi. Onun için imamı Şafiînin dediği gibi sehme kail olurdu diye edilen rivayet sahih olsa bile hılâfetinde onların re'yine rucu' ettiğine haml olunmak lâzım gelir. Bunların istihkakı böyle karabetten başka fakr ılletiyle muallel olunca âyette ayrıca zikredilmelerinin faidesi nedir? Denilirse bunun faidesi onların fakîr olanlarına sadaka halâl olmadığı cihetle o kabîlden buna da istihkakları olamıyacağı gibi bir tevehhümü def'etmektir. Maamafih ahbar tetebbü' edilince bu babda bir hayli ıhtilâfat görülüyor, bu cümleden olmak üzere hulefanın onlara fakîr-ü ganiy seçmiyerek verdiklerine delâlet eden haberler de yok değildir. Ehli Beytin muhtârı da budur. İbn-i Hümam Fethülkadirde derki: Ebû Davudda Sa’îd İbn-i Müseyyebden şöyle mervidir: Cübeyr İbn-i mut'ım radıyallâhü anh bize tahdîs etti ki, Resulullaha sallallâhü aleyhi vesellem ne Benî Abdi şemse ne de Benî Nevfele humüstan bir şey taksim etmedi, netekim Benî Haşime ve Benî Muttalibe taksim ediyordu. Ebû Bekir de humsü Resulullahın taksimi gibi taksim etti, şu kadar ki, Peygamberin verdiği gibi Resulullahın akribasına vermiyordu, Ömer ise veriyordu, ondan sonrakiler de veriyordu. Bu rivayette Ömerin verdiğinde zâhiren fakr kaydi görülmüyor. Bir de Ebû Davudun Abdurrahman İbn-i Ebî leylâdan şöyle bir rivayeti vardır. Hazret-i Aliyi işittim diyorduki ben ve Abbas ve Fatıme ve Zeyd İbn-i harise Hazret-i Peygamberin (Sallallâhü Aleyhi Vesellem) huzurunda toplandık, ben, Ya Resulallah re'y buyurursan beni şu humüsten hakkımıza memur etsen de senin hayatında onu taksim etsem ki, sonra kimse bana münazea etmesin, re'y buyurursan bunu yap dedim yaptı, ben de onu Resulullahın hayatında, sonra da Ebû Bekrin velâyetinde taksim ettim, nihayet Ömerin senelerinden son sene ona bir çok mal geldi, bizim hakkımızı ayırdı, sonra onu bana gönderdi, ben de bu sene bizim gınâmız var. Müslimînin ise haceti var onu onlara sarf eyle dedim, o da öyle yaptı. Ömerden sonra da kimse beni ona çağırmadı, Ömerin yanından çıktıktan sonra Abbasa rastgeldim «Ya Ali, bu sabah sen bizi bir şeyden mahrum ettin ki, artık bize reddolunmaz» dedi, dâhî bir adam idi (.......) Bunda da ı'tanın fakr ile takyidi yoktur, nasıl olur ki, Abbas verilenlerden idi ve fakr ile muttasıf olmamıştı. Bununla beraber Hâfız Münzirî bunun zaıyf olduğunu söylemiş ve demiştir ki, Cübeyr İbn-i Mut'im hadîsinde Ebû Bekir zevilkurbaya taksim etmemiştir, Ali hadîsinde ise taksim etmiş, Cübeyr hadîs-i sahihtir, Ali hadîs-i sahih değildir (.......) İbn-i Hümam bunların naklettikten sonra da şöyle der: Hulefai raşidînin zevilkurbaya vermedikleri ı'tikadına göre ı'timadı vacib olan şudur ki, âyette (.......) masrifi beyandır. Mezhebde olduğu gibi istihkak değildir. Yoksa aleyhissalâtü Vesselâmdan sonra Hulefanın onları men'etmeleri caiz olmazdı çünkü karabet sahibleri Cahiliyyedeki nusreti müvazire ile takyid olunmuşlarsa da onlar Aleyhisselâtü Vesselâm dan sonra duruyorlardı, binaenaleyh verilmek vacib olurdu, mâdem ki, vermemişlerdir demek olur ki, murad onların mahalli sarf olduklarını beyandır. Ya'ni zikrolunanlardan her biri bir masriftir, hattâ bunlardan meselâ yalnız ebnai sebîle veya yalnız yetimlere verilmek gibi bir sınfa ıktısar caizdir. Tuhfede bu üç bizim ındimizde humsün mesarifidir alâ-sebîlil'istihkak değildir, Hattâ sadekatta olduğu gibi bunlardan yalnız bir sınıfa sarfedilse caizdir diye mezkûrdur. Bu kavil, İmam Malik kavline yakındır. Fakat imam Ebû Yusüf (rahmetullahi aleyh) Kelbîden, Ebî Salihten, İbn-i Abbastan «radıyallahü anhüma» rivayet etmiştir ki, humüs Hazret-i Peygamberin ahdinde beş sehim üzerine taksim olunurdu, Allah ve Resulü için bir sehim, zilkurba için bir sehim, yetimler için bir sehim, mesakîn için bir sehim, İbn-i Sebîl için bir sehim, sonra Ebû Bekir ve Ömer ve Osman ve Ali, radıyallahü anhüm üç sehim üzerine taksim ettiler: Bir sehim yetamâ için, bir sehim mesakîn için, bir sehim de İbn-i Sebîl için. Kelbî ehli hadîs ındinde taz'ıf edilmiş ise de bu rivayetin sıhhatini gösteren iki rivayet de vardır: Tahavî, Muhammed İbn-i Huzeymeden, Yusüf İbn-i Adîden, Abdullah İbn-i Mübarekten, Muhammed İbn-i İshakdan şöyle rivayet eylemiştir. Muhammed İbn-i İshak dedi ki,, Ebû Ca'fere, Ya'ni Muhammed İbn-i Aliye sordum: Ne dersin dedim: Hazret-i Ali radıyallahü anh nasın işi başına geçip İrakta icrayı velâyet ettiği sıra zevilkurba sehminde ne yaptı? Dedi ki, vallahi o da Ebû Bekir ve Ömer yoluna sülûk etti, O halde dedim: siz nasıl oluyor da o söylediğinizi söylüyorsunuz? Ha, vallahi dedi: Onun ehli ancak onun re'yinden sudur ediyorlardı, öyle ise dedim: Onu ondan ne men'etti? Dedi ki, vallahi Ebû Bekir ve Ömerin siyretine muhalefetle aleyhine söylenilmeyi mekruh gördü, (.......) Demek ki, Hazret-i Ali dahi dahil olduğu halde Hulefai raşîdinin zevilkurbaya ayrıca bir sehim vermediklerinde ihtilâf edilmemiş, ehli beyt dahi bunu ı'tiraf eylemiştir. Eshabdan bu hususta başka bir muhalefet eden de rivayet edilmediği için sehmin ademi vücubu icmaî bir mahiyyet almıştır. Şübhe edilmemek lâzım gelir ki, Hazret-i Ali evvelki re'yinin savab olduğunda musırr olsa idi hılâfetinde onun hılâfını yapması caiz olamazdı, Bu lâekal halin iycabına göre o sehmin sukutunu kabul etmek ve binaenaleyh diğer hulefanın re'yine rücu' eylemektir. Bununla İmamı Şafi'înin müşarünileyh Ebû Ca'fer Muhammed İbn-i Alîden rivayet ederek istidlâl eylediği şu habere cevab da verilmiş oluyor: Demiştir ki, Hazret-i Alînin humüste re'yi ehli beytinin re'yi idi, lâkin Ebû Bekir ve Ömere muhalefet etmeği mekruh gördü ve demiştir ki, ehli beytin dunünde icma' da olmaz (.......) Çünkü bunda Hulefai erbeanın sehim vermedikleri rivayeti hem ehli beytten Muhammed Bakır, hem imamı Şafiî Hazretlerince dahi müsellem ve musaddaktır. O halde bu noktada münakaşaya mahal yoktur. SANİYEN Hazret-i Alinin Hazret-i Ebî Bekir ve Hazret-i Ömere muhalefeti mekruh gördüğü ve onun için bu mes'elede kendi re'yini tatbık etmeyip onların siyretine sülûk ettiği de müsellem ve musaddaktır. Şu halde onlara muhalefeti mekruh görmek de onun son re'yi demek olur. Binaenaleyh onun re'yinden ayrılmadıklarını söyliyen ehli beytinin dahi onun mekruh gördüğünü mekruh görmeleri ve evvelki re'yinden rücu'unu kabul etmeleri ve Hazret-i Aliyi kendi vicdan ve ı'tikadınca haklı bildiği müstehıkları haklarından menedip bir korku ile tekıyye perdesine bürünmüş bir mükreh mevkıinde farzetmekten çekinmeleri ıktıza eder. SALİSEN, ehli beytin dûnünde icma' olmıyacağı sözü esasen doğru olmakla beraber müşarünileyh Muhammed İbn-i Ali Hazretleri Tahavî rivayetinde geçtiği vechile ehli beytin ancak Hazret-i Alînin re'yinden sudur ettiklerini söylemiş, Hazret-i Alinin de muhalefeti mekruh görüp Ebû Bekir ve Ömerin siyretlerine sülûk ettiğini beyan eylemiş olduğundan asıl ve metbu' olan Hazret-i Alinin muhalefetten çekinmesiyle icma' fı'len tamam olup tâbı' olan füruun ayrıca hukmü olmamak ve binaenaleyh buna Ehli beytin dunünde bir icma' denmemek lâzım gelirdi ki, bütün bunlar ayrıca bir sehmin ademi vücubu hakkında Hanefiyye eimmesinin kavlini te'yid eyler. Şunu da unutmamak lâzım gelir ki, Hulefâi erbeanın zevilkurbaya ayrı bir sehim vermediklerini söylemek onların istihkaklarını büsbütün nefyeylemek demek değildir. Ancak bu istihkak için fakr-ü hacet gözetilerek nusreti sabıkası olan karabet ehli takdim olunmuştur (.......) da lâm istıhkakta zâhirdir. Yetamâ ve Mesakîn ve İbn-i sebîlin lâmsız olarak bunlara atfı da hepsinin de istihkak sebebi bir olduğuna karîne demektir. Bu sebebin fakr olduğu da (.......) ta'lili ile ayrıca ıhtar olunmuştur. Şu halde bunların dördünü de bu sebeble bir istıhkaka tâbı' tutarak dört veya üç veya bir kalem olmak üzere taksim caiz olmak ve halin ıktızasına ve malın müsaadesine göre sureti sarfı imamın re'yine tafvız olunmak nazmın üslûbuna en muvafık olan ma'na olur. Ancak Hulefai Raşidîn üç kalem üzere taksim etmiş olduklarından mezhebi Hanefîde bu ıhtiyar olunmuş İbn-i Hümamın naklettiği üzere Tuhfede bir kalemin cevazı da gösterilmiştir. Yalnız Tuhfenin (.......) demesi cümlesinden istihkakı nefiy ma'nasına anlaşılmamalıdır. Zira «lâm» mecmuunda bir istıhkakın sübutuna delâlet etmekten halî değildir. YETAMÂ: dan da murad fukarasıdır. Yetim: babası olmıyan çocuktur, islâmı ve fakrı şarttır. Zira yetim ta'biri haceti müş'ır olduğu gibi (.......) ta'biri de bu şartlara delâlet eder. Babası olmamak, babanın vefatiyle de nesebin nefyile veya zinadan doğmakla da olabilir, Onun için nesebi menfî olan da, veledi zina da yetim ta'birinde dahildirler. Lekît ise babası olmadığı tehakkuk edemiyeceğinden mesakîn de dahil olmak gerektir. MİSKÎN, hiç bir şey'e malik olmıyan bîçare yoksula denir. Yoksulluktan durgun bir hale gelmiş demektir. Bir kavle göre de kifayet mıkdarı malı olmıyana denir. Kamusta fakr maddesinde fakîr ile miskînin farkına dair bir tafsıl vardır ki, Okyanusta mütercim şöyle der. Ehli Arabiyye fakîr ile miskîn beynini farkederler, ba'zıları dediler: Fakîr şol kimsedir ki, seddi remak edecek kut-ü gıda bulur ola, miskîn ise asla bir nesnesi olmıya; ve ındelba'z fakîr muhtac, miskîn de, zelîl ve hakîre denir. İmamî Şafiî aleyhirrahme demiştir ki, fukara götürüm ve muk'ad olup aslâ hırfet ve san'atleri olmıyanlara, kezalik hırfet ehli olup da hirfeti havaici zaruriyyesini idare eylemez olanlara denir. Mesakîn de şul kimselere denir ki, hırfetleri varsa da ıyâlinin nefakasına muğni olmamakla suâl eder olalar. Yâhud fakir, kifayet mıkdarı maişeti olana ve miskîn asla nesnesi olmıyana denir. Indelba'z da bil'akîs miskîn, hali fakîrden ahsen olana denir. Bir kavle göre de ikisi beraberdir ki, züğürt ve geda olana denir. Bir de fakîr omurga kemikleri kırılmış olana denir. Şarihin beyanına göre asıl fakr bu ma'naya mevzu'dur (.......) Hanefiyyece meşhur olan evvelki ma'nadır. Ya'ni fakîr, nısâba malik olmıyan, miskîn ise hiç bir şeyi olmayıp fakîrden daha düşgün olandır. İBNİ SEBÎL, yolda kalmış yolcu demektirki memleketinde mal ve milki olsa bile yolda herhangi bir sebeble ihtiyaca düşmüş kalmış bulunur. Bu âcizin fikrince lekît olan çocuklar da bu ma'nada dahil olmak gerektir. Bu sınıflara sehimleri doğrudan doğru kendilerine veya velîlerine verilmek yâhud kabil olduğu surette onunla bir varidat menbaı te'min olunarak gallesi verilmek hususlarından haklarında enfa' olanı yapılmak üzere sureti sarf da İmamın re'yine muhavvel olmalıdır. Feyiden bunlara, ya'ni zülkurbâ, yetâmâ, mesakîn ve İbn-i sebîle böyle hıssa verilmesinin sebeb ve hikmeti ise şöyle beyan buyurulmuştur: (.......) tâ ki, o fey, yâhud mal sizden yalnız zenginler arasında bir devlet olmıya - dalın zammiyle dulet yahud feth ile Devlet servet, baht, cah, galibiyyet gibi insanlar arasında gâh şuna, gâh buna devreder, sevindirici ni'met ve hâlete denilir. Kisaî ve Basra huzzakı demişlerdir ki, feth ile Devlet, zamm ile mülkte, zamm ile dule, kesrile milktedir. Yâhud zamm ile malda, feth ile nusret ve cahdadır. Müberred gibi ba'zıları da demişlerdir ki, zamm ile tedavül eden şey'in ismi, feth ile tedavül ma'nasına masdardır. Râgıb gibi ba'zıları da ikisinin bir ma'naya geldiklerini söylemişlerdir. Aşere kıraetlerinin hepsinde dalın zammiyle okunmuştur. Şu kadar ki, çoğu dalın zammiyle beraber tayı mansub okuyub (.......) ve haber yapmışlar, Hişam ile Ebû Ca'fer ise dalı mazmum teyi merfu' okuyarak isim yapmışlardır. Evvelkinde gösterildiği üzere (.......) fi'li nakıs, ikincide fi'li tamm olup «sizden yalnız zenginler arasında bir Devlet olmaya» mealinde olur. Evvelkinde (.......) nün tahtinde müstetir ismi (.......) olduğu için bu cümle doğrudan doğru malî ve ıktisadî bir düstur olub siyasî rejimi dolayısiyle ifade eder. İkincisinde ise (.......) de zamir olmadığından doğrudan doğru siyasî bir düstur olup malî ve iktisadî usulü dolayısiyle göstermiş olur. Evvelkine göre ma'na: Allah’ın Resulüne ehli kuradan ifâe buyurduğu bu ganimet ve feyi, yalnız içinizden gânimîn gibi iş başında bulunanlar arasında paylaşılıp da mal munhasıren zenginler arasında tedavül eden bir servet olmamak ve binaenaleyh İslâm Devleti cahiliyyede olduğu gibi yalnız zenginlere istinad eden bir Devlet olmayıp fukarayı da doğrudan doğru alâkadar eden bir Devlet olmak için onlara da zikrolunduğu üzere sınıflarına göre Allah için birer hıssa veriniz. İkinciye göre ma'na: sizden yalnız zenginler arasında bir Devlet olmamak ve binaenaleyh mal yalnız zenginler arasında dönen bir servet halinde kalmamak için fey'i münhasiren ganimeti alan ve iş başında bulunanlar arasında paylaşmayın da zikrolunduğu üzere fukara ve muhtacîn sınıflarına da Allah için birer hıssa veriniz. Lâkin yalnız zenginler arasında bir Devlet olmasın derken herkesi canı istediği gibi her işe karışıp da ıhtilâle de sebebiyyet verilmemek için Buyuruluyor ki, (.......) onunla beraber Peygamber size her ne verdiyse onu ahzedin - ya'ni feyiden her ne nasîb verdiyse alın ve her ne emir verdiyse tutun (.......) ve nehy ettiğinden vaz geçin - almayın dediğini almayın, yapmayın dediğini yapmayın (.......) ve Allahdan korkun-da Allah’ın ve Peygamberin emirlerine karşı gelmekten ve birbirinizin hakkını yemekten, Devlete hıyanet eylemekten sakının, fey'i maddî ve ma'nevî, dünyevî, uhrevî korunmak için takva ile sarfedip israftan ve Allah’ın azâbına düşmekten korunun (.......) çünkü Allah şedidülıkabdır. - Ikab edince çok şiddetli ıkabeder. Netekim nankör Benî nadîr kâfirlerinin haşr-ü celâsında bunun ıbret alınacak bir nümunesi geçmiştir. Bu âyette bu emirler gösteriyorki fey'in hepsi Allahü teâlâ tarafından Resulüne muhavveldir. Zenginlere mahsus bir devlet olmamak için zikrolunduğu üzere fukaraya hıssa verilerek onu taksim etmek dahi (.......) mucebince ona müfevvazdır. Ülül'emre itaat de onun getirdiği emirlerden olduğu için burada dahil olmak lâzım gelir. Zira bu emir, feyi hakkında nâzil olmakla beraber müfessirînin tasrih ettikleri gibi mazmunu her emre şamildir. Şu rivayetler de bunu te'yid eyler: Buharî, Müslim, Ebû Davud, Tirmizî ve daha başkaları tahric etmişlerdir: İbn-i Mes'ud Radıyallâhü anh demiştir ki, (.......) Allah şu kadınlara la'net etmiştir: veşm yapanlar, yaptıranlar, yüzünün tüylerini yolanlar, seyrek dişli güzel görünmek için dişlerinin arasını yontan sırıtkanlar, Allah’ın yarattığını değiştirenler». Bu söz Benî Esedden Ümmü Ya'kub namında bir kadının kulağına erişti ki, Kur'ân okur anlardı, İbn-i Mes'ud Hazretlerine gitti işittim ki, sen şöyle şöyle demişin dedi. Müşarünileyh, ben Peygamberin la'net ettiği kimselere neye la'net etmiyeceğim? O Allah’ın kitabında var, diye cevab verdi, kadın ben Mushafın iki kabı arasında ne versa okudum, onu bulmadım, dedi, müşarünileyh de dediki: eğer okudunsa bulmuşundur: Allahü teâlânın (.......) buyurduğunu okumadınmı? Kadın evet dedi, müşarünileyh de «işte Hazret-i Peygamber Sallallâhü Aleyhi vesellem onlardan nehyetti» cevabını verdi. İmamı Şafiî Hazretlerinden de merviydirki: «bana istediğinizi sorun, Allah’ın kitabından ve Peygamberinin sünnetinden size haber vereyim» demişti, bunun üzerine Abdullah İbn-i Muhammed İbn-i Hârun: ihramdaki bir adamın Zünburu öldürmesi hakkında ne dersin? Dedi, İmamı Şafiî de cevabında «Allahü teâlâ (.......) buyurdu, ve bize Süfyan İbn-i Uyeyne, Abdulmelik İbn-i Ömeyrden, o rib'ıyy İbn-i hırâştan, o Huzeyfe İbnilyaman radıyallahü anhten tahdis eylediki Resulullah Sallallâhü Aleyhi vesellem (.......) benden sonrakilere Ebubekre Ömere iktida edin» buyurdu, ve yine sufyan İbn-i uyeyne, Mis'ar İbn-i keddamdan o, Kays İbn-i müslimden o, Tarık İbn-i Şıhabdan, o, Ömer İbn-i hattab radıyallâhü anhten bize tahdis eylediki: Hazret-i Ömer Zünburu öldürmeği emretti dedi. Ya'ni Hazret-i Ömerin emrine ıktidayı Peygamber emretti, Peygamberin emrini tutmayı da Allahü teâlâ kitabında emretti, o halde Hazret-i Ömerin emrini tutmak Allah’ın emri ıktızasındandır. Bu istidlâl «Amrin emri o âmirin âmirinin amirinin emridir» suretinde matviy bir mukaddimei ecnebiyye ile yapılmış bir kıyasi müsavat değildir. Doğrudan doğru kübrâ olan (.......) nassından mefsulünnetayic tarikıyle bir istintacdır. Allah ve Resulünün emirlerine muhalif olmıyan ülül'emre itaat kaziyyesi de (.......) âyeti mucebince mensustur. Bir Hadîs-i şerifte de Resulullah (.......) dört şey velâyet sahiblerine aiddir: feyi, sadekalar, hudud, cum'alar» buyurmuş olduğunu Keşşaf tefsirinde surei Cum'ada nakletmiştir. Fıkhi Hanefîden Hıdayede ve etrafında şöyle tafsıyl olunmuştur. İmam bir beldeyi anveten, ya'ni kahren feth ettiği zaman muhayyerdir dilerse onu Resulullahın hayberde yaptığı gibi beynelmüslimîn taksim eder, taksim olunan arazıye öşür vazeyler, çünkü ibtidaen müslime tavzıftir. Ve dilerse Hazret-i Ömerin Irak sevadında yaptığı ve Eshabın da muvafakat ettiği vecihle ahalisini hürr olarak erazıy ve mallarında ibka edip üzerlerine cizye, ya'ni şahsî vergi ve arazıylerine harac vazeyler. (.......) Ki, bu cizye ve harac da bu âyette mevzuı bahsolan feyidir. Indelhanefiyye bu tahmis olunmıyarak hepsi başka memleketin korunması olmak üzere mürtezikanın maaşı, ya'ni devletçe muvazzaf asker, âmilîn, hukkâm ve ılmiyye ve eimme ve müezzinînin iaşesi ve sair umuri nafı'a ve hayriyye gibi mesalihi müslimîne sarfolunur. Bunlardan anlaşılır ki, yalnız ganîmetten maada olan cizye ve harac gibi fey'in değil (.......) âyeti mucebince tahmisi vacib olan ganimetin humsünden maada mütebakısinin dahi taksimi hususlarında (.......) düsturu esas olmak üzere Resulullahın ve ona tebean imamülmüslimînin bir hakkı hıyarı vardır. Ancak imamın bu ıhtiyarı keyfî olmayıp müslimînin hacetlerini ve devletin istikbalini takdir yolunda ciddî bir ictihad kaydı ile meşrut olduğunu dahi fukaha beyan eylemişlerdir. Bu noktaları tenvir zımnında masrifleri biraz daha tafsıl ile buyuruluyor ki, | 
﴾ 7 ﴿