3

Ki, zâr etmişti bütün zahrını?

(.......) «Vizr» in sıfatıdır. İNKAZ, nızk yâhud nekıyz yapmaktır. Nıkz, yıkıntıya, bozuntuya ve seyr-ü sefer sebebiyle zebun olmuş deveye denildiği gibi bir şeyin bozulurken, üzülürken, ezilirken, koparken ve bir yükün yıkılmağa mütemayil bir vaz'ıyyette çıkardığı sese, sahtiyan, ağaç, yük, araba gıcırtısı, mafsıllerin, kemiklerin çıtırtısı ve ba'zı kuşların çığırtısı ve bir şişenin ağzı sorulurken çıkan mıcırtısı gibi seslere de nıkz ve nakıyz ve böyle ses etmeğe inkaz denilir. Şu halde inkazı zahr, yükün sırta ağır basarak kemiklerini çatırdatması veya üzüp zaıyf düşürmesi, zâr-u zebun etmesi demek olur. Ki, bizim belini kütletti, kemiklerini birbirine geçirdi ta'birlerimiz gibi ağırlık, zorluk tasvirinde

meseldir. Burada murad Peygambere mukaddema tehammülü ağır gelmiş olan zorlukların böyle bir bari girân hey'etinde temsilen tasviridir. Ba'zıları, nıkz deve gibi zaıyflenmek ma'nasından, çokları da nakıyz çıkarmaktan kemikleri gıcırdatmak çatırdatmak ma'nasına mülâhaza etmişlerdir. İbn-i Cerîr demiştir ki, (.......), zahrına ağır bastı da ona vehn verdi kağşattı demektir. Bu, Arabın şu kavlindendir ki, deve seferden döndükte sefer onu zaıyfletmiş, etini gidermiş olduğu zaman o deveye «bu nıkzı sefer» derler. Râzî ve sairleri de demişlerdir ki, lûgat uleması şöyle dediler: Bunun aslı şudur. Sırta yük ağır bastığı zaman onun bir nakıyzı, ya'ni hafîf bir sesi işidilir. Nakıyz mahmillerin, rihalin, adlâın, beırin yük bastığı zamanki sesidir (.......) Evvelkinde «zahr» ın mef'uli-bih olması zâhir denebilirse de ikincide gayri zâhirdir. Çünkü bu ma'naca inkaz seslendirmek değil, yükün sesi olmak lâzım gelir. Bundan dolayı bunu sebebine isnad kabilinden mecaza hamletmişler, seslenmeğe sebeb olacak derecede ağır basmak ma'nasına (.......) diye tefsir eylemişlerdir ki, bunun aslı (.......) ya'ni o yükle sırtın gıcırdamış, bel kemiklerin çatırdamış demek olur. Bunun için biz de iki veche dahi muhtemil olmak üzere zahrını zar etmiş olan o bari girânı senden indirdi. Attı mealinde ifade eyledik. Lâkin burada (.......) ye böyle müteaddî ma'nası verilmek için çalışılmasına benim gönlüm pek razı olmıyor. Bu ses Resûlullahın sırtına değil, sırtındaki o ağır yüke, vizre âid olmalı. Murad da Resûlullahın arkasındaki o ağır yükün gıcırtısından, ezâsından çok müteesir olduğunun beyanı olmalıdır, demek istiyorum. Bu ma'nayı anlatmak için de (.......) mef'ulibih değil (.......) ma'nasında mef'ulifîh olmalıdır. Gerçi Nahivde, zarfi mekândan «fi» nin hazfı pek câiz değil ise de cihatı sitt, cânib ve cihet, haric ve dahil gibi müstesnalarda câiz

olduğu ma'lûmdur. Zahr de cihatı sitten half ma'nasıyle mülâhaza edildiği surette «fi» nin hazfı câiz olmak lâzım gelir ve bu ma'na isnadı mecazîden daha yakın ve daha güzeldir. Şöyle demek olur: Sırtında gıcırdamakta, bu suretle sana ezâ vermekte olan o vizri, o ağır yükü senden artık indirdik.

Bir kısım müfessirîn burada vizri (.......) gibi ağır günah ma'nasına hamlederek vaz'ı vizri (.......) gibi günahı mağfiret ma'nasına telâkki etmişlerdir. Lâkin zenb ta'biri Peygamberlerden sudûru câiz olabilen zelle ve hılâfi evlâ gibi sagaire şamil olabilirse de ağırlık ma'nasını mutazammın bulunan vizrin sağaire ıtlâkı münasib olmıyacağı gibi ağırlığı bilhassa (.......) diye ehemmiyetle büyütülmüş olan vizrin sagîre mahiyyetinde küçük kusurdan ıbaret telâkki edilmesi de hiç münasib görünmez. Gerçi bunun bu ağırlığı haddi zatında büyük günah olmasından değil, huluku azîm olan Peygamberin en küçük bir günahtan bile şiddetle müteessir ve mağmum olması hasebiyle olduğu güzel bir vecih olabilirse de hılâfı zâhir olmaktan kurtulmaz. Onun için bunun günah ma'nasına değil, ağır yük, hımli sekıyl, bari girân ma'nasıyle Peygamberi nübüvvetten evvel veya nübüvvetin bidayetlerinde son derece gamlandıran ve tehammülü ağır gelen bir takım zorluklar demek olması daha doğrudur ve çoklarının muhtarı da budur. Bu zorluklar, bu ağırlıklar hakkında tefsirler de başlıca şunlar sayılmıştır:

1 -Balâda da geçtiği üzere nübüvvetten evvel cahiliyye âlemi içindeki hayret halinin sıkleti. Zira ibtida sırf aklı kâmili ile nazar eden, bir taraftan kavminin şirk-ü cehalet içindeki hallerinin fenalığı, bir taraftan da kendisi ademden vücuda getiren ve yetîm iken barındırıp yetiştiren, hayat, akıl ve güzel seciyyelerle ni'metler veren Allah teâlânın üzerindeki ni'metlerini görmüş ve bunların büyüklüğüne karşı rabbine nasıl ve ne yolda itaat ve

hızmet edeceğini de bilememiş olduğundan dolayı vicdanında büyük ıztırabla duymuştu. Nübüvvet gelince bu hayret zâil olmuş, onun muktezası olan vizir üzerinden atılmıştır. Şu ma'lûmdur ki, bir yükün ağırlığı vermiş olduğu ezâ ve elem ile mütenasib olduğu gibi bir günahın ağırlığı da neticesindeki azabın şiddetine göredir. Bu cihetle gerek yük, gerek günah ağırlığı hakikatte ruha âid olan bir elem ve azâb ağırlığı olmakta birleştiği için yük bir günah, günah bir yük gibi mülâhaza olunarak ikisi de bir ağırlık mefhumiyle vizir ma'nasında birleştirilir. Gönülde duyulan gam ve eleme vizir ta'bir edilmesi bu itibar iledir. Ancak yük elemi zâil olarak sonu bir ecr-ü hazza müntehî olmak itibariyle elemi müteahhır olan günahtan ayrılır. O cihetle vizr olmaktan çıkar, ni'met olur. Büyük bir kâr için nice ağır yükler, acı gamlar bir ni'met şevkıyle karşılanarak yolu bulununca hazz-u sürur içinde kolaylıkla çekilir, günah ise kendisi bir zevk olsa bile neticesi elem olduğundan bunun aksine olur. Bir de ni'met haddi zatinde herkes için memdûhdur. Fakat leiym ve denî olan kimseler hizmet mukabilinde olmıyarak cabadan ni'met yiyip durmaktan hayâ etmez, utanmaz da buldukça şımarır. Kerîm, âlîcenab kimse ise gördüğü in'ame karşı hizmet edememiş veya o ni'meti yerine sarf eyliyememiş olmaktan sıkılır, müteezzî olur ve bir hızmet yolu bulmaksızın o ni'mete nâil olup durmak kendisine girân gelir. (.......) vasfına mâ sadak olmak ister. O sırada o mün'ım bir nevi' hızmet teklif edince o hızmet ağır bile olsa onun edasını canına minnet bilerek o ağırlık ona hafif görünür. İşte nübüvvet gelince Hazret-i Peygamberden o hayret zâil olmuş bulunduğu gibi o ılmin ve bu kerîm ahlâkın hukmiyle o gam ve elem kendisinden mürtefi' olmuş ve o zorluklar sühulete munkalib olmuştur.

2- Nübüvvetin gelmesiyle yol görünmüş, hayret

halindeki evvelki zorluklar sıyrılmış ise de bu kerre de daha büyük bir endişe ve haşyet Resûlullahın omuzlarına yüklenmiş bulunuyordu. O da risalet vazîfesinin hakkıyle telâkkî ve ifasındaki azîm meşakkat ve mes'uliyyet endişesi ve girişeceği mücahedede muvaffakıyyetin derecesini ve kusur ettiği surette Hakk-u halk müvacehesindeki tehlükesini düşünmek kazıyyesi idi ki, buna «A'bai risalet = Risâlet yükleri» tesmiye olunur. Zira (.......) mucebince ılim ziyadeleşip ma'rifet arttıkça Haşyetullah da artıyor, evvel iyi bilinmiyen nice Âhıret endişeleri yüz gösteriyordu.

Evvelâ Cibrîle ilk mülâkatında bütün cühd-ü takatini saran (.......) bir heybet-ü kudretin istîlâsı içinde titremiş kalmıştı. Buna tedricen alıştıktan sonra da etraftan kâfirlerin o zamana kadar görülmiyen ezâ ve cefa ve türlü dedikodularla husumet ve adavetlerini görmeğe başlamıştı ve henüz (.......) va'd-ü tebliğini almamış (.......) va'd-ü tebşirlerini telâkkî etmemiş ve henüz mufassal ta'limat almamıştı. Bir müddet için dinlendirilmek üzere vahyin fetret ve ınkıtaından dolayı duyduğu yalnızlık ve işittiği şematetten dolayı da çok mağmum olmuştu. Bu suretle kendisine yalnız dünyevî âlâm değil, rabbine karşı bir günah etmiş olmak endişesiyle uhrevî olan gamlar da sarmış, işte bunlar onun sırtına basan ve belini kıracak gibi kemilerini çatırdatıp yüreğini sızlatan bir vizir, bir barigirân gibi boynuna yüklenmişti. Cenabı hak, vahyin tevalîsi ve Vedduhanın inzaliyle bunların bir kısmını büsbütün üzerinden atmış, bir kısmını da alıştırmak, kendine ve Âhırete olan keşf-ü ıttılâını tezyid eylemek suretiyle tahfif etmiş, ondan sonra Dünyayı gözüne sinek kadar göstermiyecek (.......) dedirtecek derecede kalbine inşirah ve nefsine lâhutî bir kuvvet vermiş Kur’ân’ın feyzıyle Dünya ve Âhıret nam-u şanını, zikir ve haysıyyetini yükseltmeğe başlamış idi. Onun için buyuruluyor ki,

3 ﴿