4Ve o, ukdelere üfliyen neffasların şerrinden (.......) ve o ukdelere üfleyicilerin şerrinden -ya'ni iplere, ipliklere, düğtükleri düğümlere, yâhud gönüllerde düğümlü azimler, itikadlar, tutkunluklar içine üfliyen, yahud öyle ukdeler içinde anlaşılmaz muğlak bir halde olarak üfürükcülükle afsun yapan büyücü nefislerin, yâhud karıların, yâhud cemaatlerin şerrinden- nefs etmek bizim nefes etmek tabir ettiğimiz üflemektir ki,, biraz tükürüklü veya tükürüksüz olarak üfürür gibi yapmaktır. Sahib Keşşaf tükürükle nefıhdir demiş, sahib levami' de nefha benzer tükürüksüz olarak rukyede yapılır. Tükürükle olursa tefl, ya'ni tüh tüh diye tüflemek tabir olunur demiştir. İbn-i Kayyim de: sâhirler sihir yaptıkları zaman fiillerinin te'sirine habîs nefeslerinin bazı eczası karışan bir nefesle isti'ane ederler, diye nakleylemiş, Âlûsî bundan dolayı sahib Keşşafın dediğine daha doğru demiştir. Filvakı Râgıb da der ki, nefs tükrük fırlatmaktır, ve bu tefilden ekaldir. Rukyecinin ve sâhirin nefsi de ukdeler içine nefs etmesidir. (.......) buyurulmuştur. Yılan zehir nefseder denilmesi de bundandır. (.......) üfürüntü, « (.......) = göğüs darlığı olan elbette üfüler» diye de bir mesel vardır (.......) Lâkin Nihayede, (.......) nefha şebîhtir ve (.......) den ekaldir, çünkü tefl herhalde tükrükten bir şey karışmadan olmaz, demesinden anlaşılan nefste tükrük şart değildir. Kamus sahibi de böyle nefs, nefh gibidir ve teflden ekaldir demiş ve mütercimi bunu şöye izah eylemiştir: Tefl manasından ekall olarak üfürmektir ki, buna üflemek ta'bir olunur. Rukyehanların üflemesi gibi tükürüksüz olur, ve tefl azca tükürük ile tüf tüf diye üfürmektir ki, tüflemek ta'bir olunur. (.......) yalancılık kısmından olan şi'ir ve gazeliyyâta ıtlak olunur (.......) sâhirelere ıtlak olunur ki, ipi düğümleyip ana afsunla üfledikleri içindir. Müellifin sevahir ile tefsiri nüfus, yâhud nisâ itibarine mebniydir. Zira ekseri cadılık nisvan kârıdır (.......) Demek olur ki, nefsin esasında biraz tükürük fırlatmak olsa bile nefh gibi tükürüksüz sâde nefes etmekle de olur. Netekim, lisanımızda nefes edici, okuyucu, üfürükçü tabîr olunan rukyehanlarda maruf olan tükürüksüz üflemektir, fakat mazarrat için sihir yapan habîs sâhirler de yılanın dişinden zehir fışkırtması gibi tükürük savurtmak da âdet olduğu anlaşılıyor. Bununla beraber hava, rüzgâr, nefes üfürmek demek olan nefh, ruh nefheylemek ta'birinde olduğu üzere can vermek, hayat ve ılim mebde'i olan ruhu ifaza eylemek manasına kullanıldığı gibi « (.......) = Ruhulkuddüs kalbime (.......) eyledi ilâh...» Hadîs-i şerifinde vârid olduğu üzere ruhun kalb ve vicdana bir mana ve ılim veya söz, vahy-ü ilka eylemesi manasına da isti'are tarikıyle olsa bile (.......) ıtlak olunduğunda dahi şübhe yoktur. Demek ki, (.......) etmenin habîs kısmına mukabil olarak bir de kudsî kısmı vardır. Va'z-ü nasîhatte, tâ'lim ve terbiyede, ruhî tedavîlerde olduğu gibi güzel hakîmane sözler, hayırlı niyyetler, kudsî manalar ve nefesler sarfiyle yapılan telkınatı ruhiyye bu kabîldendir. Fakat burada mevzu'ıbahs, şerrinden isti'aze edilmesi emrolunan habîs (.......) olduğu bunda da ma'ruf olan, sâhirlerin, sâhirelerin zehre benziyen habîs tükürüklü üfürükleri ile afsunları bulunduğu için (.......) onlar hakkında şâyi' olmuştur. Bunu izah için «ukad» ın manalarını ta tahlil etmek lâzım gelir. (.......) ın zarfı veya zarfı müstekar olarak onların hâlidir. (.......), malûm ki, «ukde» nin cem'idir. Ukde, bir şeyin uçlarını derleyip birbirine sıkı tutturmak, ya'ni düğüm bağlamak, düğmek ve düğümlemek demek olan akd maddesinden ism olduğu için esas manası: düğüm demektir. Fakat akd, hissî ve mânevîden e'amm olarak kullanıldığı cihetle ukde dahi akd gibi sade hissî bir düğümden ıbaret olmıyarak birçok manalara gelir. Ondan dolayı düğüm denilince alelâde bir ip düğümünden ıbaret zannedilmemek için Kamustan, Nihayeden, Râgıbdan bazı mühim ma'nalarını kaydedelim: Kamusta 1- ukde, düğüm ve düğüm yeri. 2- Beldeler üzerine velâyet; netekim Nihayede der ki, Hazret-i Ömer hadîsinde (.......) emsar üzerine velâyât ashabı helâk oldu, demektir, umera için sancak bağlanmasından me'huzdur. 3-Vülât için akdolunan bîat, ki, Ubey hadîsinde (.......) bu manadandır, ya'ni bîati ma'kude demektir, 4- Sahibinin milk itikad ettiği akar. 5- Ağacı çok ve girift yer, 6- Develer için otluğu kâfi otlak, 7- Bir kimsenin kifayet derecede ma'işeti kendisine bağlı bulunan şey. 8- Arzı muhsıbe, ya'nı bolluk yer. 9- Ağaç yemeğe, muztar kalmış mevaşi, 10- Herhangi bir şeyin vücubı kat'iyyeti, lüzumu iki ukdei nikâh, beyı' vesaire bundandır. Kalbdeki itikada, şiddetli ilişiğe, azm-ü tasmime, re'y-ü nazara ukde denilmesi de bunda dahildir. Netekim Nihayede: duâ hâdîsinde: « (.......) = sana kalblerimizden ukdei nedem» nedâmete akdi azim demektir ki, tevbeyi tahkıktır. Yine bir hadîste « (.......) = ve elbette râhilemi emrederim, rihlet eder, sonra Medîneye gelene kadar onun için bir ukde çözmem» ona gelene kadar azmimi bozmam demektir, bir hadîste de « (.......) = bir adam alış veriş ediyordu ukdesinde za'f vardı» ya'ni re'yinde ve kendi mesalihine nazarında demektir. 11- Kin ve gadaba da cemi sığasiyle ukad denir, « (.......) = düğümleri çözüldü» gadabı sükûn buldu demektir. 12- Ukde, kamışa da ıtlak olunur ve bazı mevzi'lerin de alemidir, ilâh... Hepsi düğüm manasına müteferri' nice manalar ki, çoğunu da cümlesini belki bu âyette mulâhaza kabildir, Râgıb da Müfredatta akdin evvelâ akdi habil ve akdi bina gibi ecsamı sulbede kullanıldığını sonra da "akdi beyi", ahid ve saire gibi me'anîye istiâre edildiğini söyledikten sonra der ki, ukde: akdolunanın ismidir nikâhtan, yeminden ve saireden. (.......) ve dil tutukluğuna denir, lisanında ukde var demek tutukluk pelteklik var demektir, (.......) de ukdenin cem'idir, ve bu, sâhirenin akdettiğidir ki, aslı azîmettendir, onun için ona ukde denildiği gibi azîmet de denilir. Ve bundandır ki, sâhire muakkid denilir ve (.......) onun denilir (.......) telkıhı tutunca kuyruğunu kısan nâkâ, (.......) kuyruğu kıvrık teke veya köpektir, köpeklerin çatışmasına da teâkud denilir (.......) Demek ki, sâhirin, sâhirenin üflediği, akdettiği ukdeler, düğümlediği düğümler bu manalarla alâkadar bir azm ve azîmet düğümüdür ki, asıl uçları onların nefislerinde düğümlenmiş olup onunla diğerleri üzerinde irâdelerini şeytanetle yürütmek isterler, bir akiddeki el sıkma kabîlinden, zâhirdeki ip düğümü de onun bir tezahurudur. O azîmet denilen şeyin ne olduğuna gelince: evvelâ malûm ki, azım ve azîmet bir işin icrasına akdi kalbdir, ya'ni kat'î rabtı kalb ile kasd-ü teveccüh kılmakdır, cidd-ü sabr ile sa'y-ü ihtimam diye de ta'rif edilir. Böyle azm ile yapılması iycab eden büyük hayırlı işlere ve ruhsat ciheti aranmıyarak icrası matlûb olan ehem ferâiza azîmet ve azâim ve avâzim denilir. Sâhirin ukdesinde esas olan şer ve şeytanete tealluk eden bir akdi kalb ile takıyb olunur bir azîmettir ki,, Râgıb bunu şöyle ta'rif etmiştir: o azîmet bir ta'vîz, ya'ni bir sığındırma afnusudur ki, sanki sen onunla Şeytanın üzerine sende iradesini infaz etmesine bir akid yapmışsın, onu bağlayıp düğümlemişsin gibi tesavvur olunur (.......) Bu iyzahattan şu neticeye gelmiş oluyoruz ki, ukdelere, tükürüklü veya tükürüksüz üflemek ukdenin hissî ve manevî tasavvur olunabilen her manasına göre onun gerek akdi, gerek halli noktai nazarından nefes sarfeylemek ilkaat ve telkınat ile nefisler üzerinde tehyîcat ve tahrikâtta bulunmak gibi bir vechile mülâhaza olunabilir. Mevzuıbahs ise şerr olan nefsler olduğu, bunun hâsılı ve en bariz misali de işleri güçleri küfr-ü fitne olan sâhirlerin afsun düğümleriyle şunu bunu bağlamak, teshîr etmek için püf püfliyerek veya tüh tühliyerek azm-ü azîmetle sarfettikleri şeytanetli üfürükleri veya tükürükleriyle mülâhaza olunduğu için (.......), sâhirlerin, cadıların unvânı olmuş ve bundan dolayı ekseriyyetle (.......) sâhireler, cadılar diye tefsir olunmuştur. Burada calibi dikkat noktalardan birisi de «neffasat» ın cemi müennes olarak getirilmiş olmasıdır. Onun için bunun müennes olan mevsufunu takdirde üç vecih söylenmiştir. BİRİNCİSİ, zâhiri vechiyle nisâ takdir olunarak « (.......) = üfleyici karılar» demek olmasıdır, bunda da iki vecih vardır: Birisi, balâda işâret olunduğu üzere cadılık ekseriyyetle kadınların şi'arı olması ve sihr işinde kadın rolunün galib bulunmasıdır, birisi de erkeklerin azm-ü kuvvetleri üzerinde kadın hilesinin, kadın tuzaklarının şirreti veya kadın cazibesinin yüreklere işliyen füsunkâr tesiridir ki, bunu sihrin hakıkatine inanmıyanlar dahi itiraf ederler. Maamafih iki vechin ikisi de bir manaya râci'dir denilebilir. İKİNCİSİ: Dişiye ve erkeğe şâmil olmak üzere nüfus takdiriyle « (.......) = üfleyici nefisler» demek olmasıdır. Zira Arabcada «sin» ile nefis kelimesi müennestir. Bu mana erkeğe ve dişiye ferdlere ve cemiyyetlere sadık olmak itibariyle daha şümüllü olduğu ve sebeb-i nüzul sayılan rivayetlere muvafık bulunduğu için umumiyyetle en tercih olunan vecih budur. Onun için mealde bu mana gösterilmiştir. ÜÇÜNCÜSÜ de: « (.......) = üfleyici cemaatler» diye cemaatler takdir edilmesidir. Çünkü sâhirlerin ictimaiyle yapılan sihir daha eşeddir. Bu da erkeğe ve dişiye şâmil olursa da ferdlere şümulü zâhir olmaz. Bu vecihler de anlaşıldıktan sonra beyan olunan manaların hasılına gelelim. Tefsirlerde buna başlıca üç mana verilmiştir: 1- Umumiyyetle şâyı' olan manadır ki,, şöyle demişlerdir: İpkilklere düğümler döğüp de onlara üfliyerek rukye ve afsun yapan sâhire karıların veya nefislerin veya cemaatlerin şerrinden. İbn-i Cerir bunu: rukye ederlerken iplik ukdelerine üfliyen sâhirelerin şerrinden. Diye anlattıktan sonra: ehli te'vil de, ya'ni müfessirler de dediğimiz gibi söylemiştir, diyerek şunları nakleyler: Muhammed İbn-i Sa'd tarikıyle İbn-i Abbastan: (.......) sihir karışan rukyeler. Hasenden: sevahir ve sehare. Katâdeden: (.......), okumuş ve şu rukyelerin sihir karışanından sakınınız demiştir. Tavustan: «rukyei mecânîn» den daha ziyade şirke yakın birşey yoktur, demiştir. Mücahid ve Ikrime de demiştir ki, (.......): iplik ukdelerinde rukyelerdir. Ikrime demiştir ki, iplik ukdelerinde ahzdir, (ya'ni bağlama ta'bir olunan tutukluktur ki, Arabcada ahze denilir). İbn-i Zeydden: (.......), ukdelerde sâhirelerdir (.......) Fakat bu rivâyetlerde iplik ukdesi ile tahsîsi ancak Mücahid ve Ikrimeden varid olmuştur. Bu tafsıylin fâidesi, sihir karışmıyan, ya'ni şerr-ü şeytanet için olmayıp da ondan tehaffuz ve bir maraz veya âfete Allahdan şifa niyazı için kendine veya diğerine hulûsi kalb ve niyyeti salâh ile bir duâ veya âyet okuyup üflemek kabîlinden olan nefeslerin cevazına işarettir. Çünkü bunda kimseyi ızrar veya iğfal veya Allahdan başkasına te'avvüz ve iltica ma'nası yoktur, bu Sûrelerde (.......) emirleri de her şerden Allah’a sığınmak lüzumunu nâtıktır. Resulullahın kendisine ve diğerlerine bu suretle okuyup üflediği ve böyle hayır için rukyeye müsaade eylediği sâbit ve bu sebeble gerek ruhanî ve gerek cismanî nice hastaların şifayab olduğu da vâkı ve meşhûddur. Ancak okuyuculukla sihirbazlık edenlerin de şerrinden korunmak için bu âyetin hukmü ile sihir karışan rukyelerden sakınılması lüzumu ıhtar olunmuş, ukdeleri iplik düğümleri diye tahsîs edenler de böyle düğümlere üflemenin sihir kabîlinden olduğunu anlatmak istemişlerdir. Maamafih mutlaka rukye ve ta'viz ile istiane, ya'ni okumakla tedavi câiz olup olmıyacağı hakkında da ihtilâf edilmiştir: şübhe yok ki, bu Sûrelerde ve diğer âyetlerde emrolunduğu üzere herkesin Allah’a isti'aze ederek kendisi ve sairleri için duâ etmesi, okuması, sade meşru değil, memurünbihtir. Lâkin bunun tedavi için kendine okutmak, ta'bir olunan mana ile rukye denilen tarzda okutmak, ta'bir olunan mana ile rukye denilen tarzda yapılmasında Râzînin beyan ettiği üzere ıhtilâf olunmuştur. Bazıları rukyeyi, ya'ni okuma ile tedaviyi men'eylemişler, şu hadîs ile istidlâl etmişlerdir. « (.......) = Allah’ın bir takım kulları vardır ki, kendilerine ne keyy, ne de rukye yaptırmazlar» ya'ni dağlanmazlar ve başkalarının nefesiyle tedavi istemezler, ve ancak Rablarına tevekkül ederler, bir hadîste de: « (.......) = Allah’a tevekkül etmemiştir dağlanan ve rukye istiyen» buyurulmuştur. Bunun izahı Buharînin ve daha mufassal olarak Müslimin Husayn İbn-i Abdurrahmandan senedleriyle rivayet ettikleri şu hadistedir: demiştir ki, Sa’îd İbn-i Cübeyrin yanında idim. Dün gece düşen yıldızı hanginiz gördü dedi, ben, dedim, sonra da amma, ben bir namazda değildim, böcek sokmuştu, dedim. Ne yaptın dedi. (.......): rukye ettirdim okuttum dedim, seni ona ne sevketti? Dedi, Şa'bînin bize tahdis ettiği bir hadîs dedim, Şa'bî size ne tahdis etti? dedi, Büreyde İbn-i Husaybi Eslemîden « (.......) = gözden veya sokmadan başkasında rukye yoktur» dediğini bize tahdis eyledi dedim, bunun üzerine dedi ki, işittiğini tutan iyi yapmıştır ve lâkîn İbn-i Abbas bize Hazret-i Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellemden şöyle tahdis eyledi: Peygamber buyurdu ki, bana ümmetler arzolundu, Peygamber gördüm yanında bir cemaatcık, peygamber gördüm yanında bir iki racül, Peygamber gördüm yanında kimse yok, derken bana bir sevadi azîm kaldırdı zannettim ki, benim ümmetim, derken bana denildi ki, bu Musâ ve kavmıdır ve lâkîn ufuka bak, baktım ki, yine bir sevadi azîm, derken bana denildi ki,, diğer ufuka bak, baktım ki, bir sevadi azîm, işte denildi bu senin ümmetin ve beraberlerinde bilâhisab ve lâazâb Cennete girecek yetmiş bin vardı, Peygamber bunu söyledi, sonra kalktı menziline girdi, nâs bu bilâhisab ve lâazâb Cennete girecekler kimler olduğu hakkında bahse daldı. Bazıları bunlar Resulullaha sohbet edenler olsa gerek dediler, bazıları da bunlar islâmda doğup da Allah’a hiç şirk koşmamış olanlar olsa gerek dediler, daha bir takım şeyler söylediler. Derken Resûlullah Sallallahü Aleyhi ve Sellem çıktı, ne bahsediyorsunuz dedi, haber verdiler, buyurdu ki, « (.......) = onlar o kimselerdir ki, rukye yapmazlar, rukye istemezler, tetayyur, ya'ni teşe'üm de etmezler ve ancak Rablarına tevekkül ederler (.......) Fakat Buharîde, Mesabîhte ve Meşarıkte (.......) yoktur ve hadîs şöyledir: « (.......) = onlar o kimselerdir ki, teşe'üm etmezler, rukye istemezler, dağlanmazlar ve ancak Rablarına tevekkül ederler» (.......) Bu da sahihtir. Bu hadîs, ıhlâste Samedin manasını iyzahta geçtiği üzere esbaba gönül vermiyen ve âlâm ve mesaib karşısında sarsılmıyarak mekamı tevekkülün en yüksek mertebesinde bulunan nüfusi râdıye ashabı ekâbiri ehlûllah hakkında olduğu aşikârdır, onun için bunlardan key ve istirkanın terki evlâ olacağına istidlâl olunabilirse de umum için mutlaka men-u nehyine istidlâl muvafık olmaz. Yine Buharî, Müslim ve sair sıhahta rukyeye müsaade eden hadîsler de çoktur, ezcümle Cabir İbn-i Abdillah hadîslerinde demiştir ki, benim bir dayım vardı akrebden rukye ederdi: Resulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem rukyelerden nehiy buyurdu, onun üzerine, vardı ya Resulullah sen rukyelerden nehiy buyurdun, ben ise akrebden rukye ederim dedi. Resulullah da: sizden her kimin kardeşine bir menfeat etmeğe gücü yeterse yapsın buyurdu. Avf İbn-i Mâliki Eşce'î hadîsinde de demiştir ki, biz câhiliyyede rukye ederdik, dedik ki, ya Resulallah onun hakkında ne buyurursun?. Rukyelerinizi bana arzediniz, rukyelerde be'is yoktur, onda şirk olmadıkça buyurdu (.......) Ebî Sa’îdi Hudrî hadîsinde: Ashabı Resulullahdan bir takım kimseler seferde idiler, Arab ubalarından birine uğradılar, onlara musafir olmak istediler musafir etmediler, içinizde bir rukye eden (okuyucu) var mı? Zira ubanın seyyidi ledîgdir (ya'ni yılan veya akreb sokmuştur) dediler, ashab içinden bir racül -ki, Ebû Sa’îd kendisidir- evet dedi, vardı onu Fâtihatülkitab ile rukye etti, bunun üzerine adam iyi oldu, ona bir bölük ganem verildi, o onu kabul etmek istemedi, Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Selleme arzetmeden almam dedi ve Peygambere vardı anlattı, «ya Resulallah! Vallahi yalnız Fâtilatülkitab ile rukye ettim dedi, Resulullah tebessüm buyurdu da sen onun rukye olduğunu ne bildin? Dedi, sonra da onu onlardan alın bana da sizinle beraber bir sehm ayırın buyurdu, daha bunlar gibi hadîsler delâlet ediyor ki, nehyedilmiş olan rukyeler hakıkatleri mechul olan, sihir ihtimali ve şirk manası bulunan rukyelerdir. Bazıları da üflemeyi men'etmişlerdir, Ikrime demiştir ki, rukye eden üflememeli ve mesih etmemeli ve akid yapmamalıdır. İbrahimi Neha'iden de selef rukyelerde üflemeyi mekruh görürlerdi, diye menkuldür. Bazısı da demiştir ki, Dahhakin yanına girdim vecaı vardı, sana ta'vîz okuyayım mı ya Eba Muhammed dedim, peki ve lâkîn üfleme dedi, ben de Muavvizeteyni okudum (.......) Halîmi demiştir ki, rukye eden üflememek ve mesih etmemek ve akıd yapmamak gerektir, diye Ikrimeden merviy olan kavl, ke'enne bu hususta o şuna zâhib olmuştur: Allahü teâlâ akıdde nefsi isti'aze olunacaklardan kılmıştır, Binaenaleyh menhiy olması vacib olur, fakat bu istidlâl zaıyftır çünkü (.......) ancak ervah ve ebdana muzır sihr olduğu vakıt mezmum olur. Amma bu nefs, ervah ve ebdanı ıslah için olursa haram olmamak vacib olur (.......) Maamafih neseîde Ebû Hureyreden şu hadîs de mervîydir: Resulullah Sallallahü Aleyhi ve Sellem buyurdu ki, « (.......) = herkim bir ukde akdeder de sonra ona nefsederse sihir yapmıştır, (ya'ni sihir işlerinden bir iş yapmıştır), sihir yapan da şirk etmiştir. Herkim birşeye dakılırsa (bir menfeati olur veya zararı def'eder diye gönül takar, itikad eylerse veya o itikad ile muska ve nazarlık gibi birşey takınırsa) ona havale edilir (.......) Ya'ni yalnız Allah’a sığınmayıp ta o şeye bağlandığı, ondan umduğu, halbuki Allah’ın izni olmayınca hiç bir şeyin ne menfeati ne mazarratı olamıyacağı için o takıldığı şeyden hiç bir fâide görmez, Allah’ın avn-ü ınayetinden mahrum olur. Âyetin tefsiriyle bu hadîsin münasebeti de zâhirdir. Bu da mutlaka nefsi nehyetmemiş sihirbazlık tarzında düğümler dökerek, şunu bunu bağlamak için okuyup üflemeleri nehyetmiş ve son fıkrasiyle de nefsi telkınlerin mutlaka bir hukmü olduğu ve bu suretle mevhum şeylere itikadın ve Allahdan başkasına sığınmanın mazarratını anlatmış demektir. Bunun hasılı da beyan olunduğu üzere sihir manası karışan ukdeli, ne olduğu belirsiz mechul ve muğlak, şübheli, akîde veya beden üzerinde mazarrat olması melhuz şeytanî üfürükçülükten ve mevhumatta kapılmaktan tahzirdir. Onun için müfessirînin çoğu manayı hep sihr üzerinde dolaştırmışlar ve mutlaka değil, fakat sihir karışan rukyelerden sakınmayı söylemişler, iplik düğümliyerek okumayı da sihir tarzından saymışlar, Ikrime gibi bazıları da nefsetmeği ve el sürmeyi bile şübheli telakkı eylemişlerdir ki, muradları tükürüklü üfürükler ve sinirler bozacak sıvamalar olmak gerektir, yoksa şeytanî habîs nefslere mukabil kudsî, rahmanî nefsler ve nefesler dahi bulunduğu ve maneviyyatın maddiyyata, maddiyyatın maneviyyata geçmesi için velev cüz'î olsun bir sebebi adîye teşebbüs dahi lâbüd bulunduğu inkâr olunmuş değildir, « (.......) = herşeyin bir devası vardır» hadîsi mucebince emrazı ruhiyyeye ruhanî, emrazı cismaniyyeye cismanî sebeblerle tedavî meşru olduğu gibi karışık olanlara da karışık tedavî elbette meşru olur, şu şart ile ki, te'sir, esbabdan değil, Allahdan bilinmeli, ve hepsinde de entrikadan, sihirbazlıktan, şarlatanlıktan, iğfal ve ızrardan sakınmalıdır, bu cihetle emrazı cismaniyye tedavîsinde bile gerek tabîbin ve gerek merîzın ahlak ve itikad itibariyle haleti ruhiyyelerin dahi ehemmiyyeti mahsusası bulunduğundan ruhanî kıymet, hüsni niyyet ve selâmeti itikad hepsinin başında gelir. Yoksa tababet namına yapılan zararlar, afsunculuk, üfürükçülük namiyle yapılan zararlardan az değildir. Bahusus bunları Allah için benî nev'ine hizmet ve menfeattan ziyade sırf mal kazancı için vâsıta yapan ve ağır ağır ücretler almak üzere alış veriş akıdleri yapmadan bir nefes sarfetmek bile istemiyen mütetabbiblerin, şarlatanların zararları, hiç bir zaman cinciliği, üfürükçülüğü san'at ittihaz edenlerden aşağı kalmamıştır, böylelerin de (.......) de dahil afsunculardan sayılması lâzım gelir. Hatta yalnız tababette değil, yukarıda ukdenin tafsîl olunan manalarına göre her meslek ve san'atte hak ve hayır fikrinden ayrılarak insan aldatmak, şer saçmak için nefes sarfedenlerin hepsi de bu mazmunda dahil olan, isti'aze edilmesi lâzım gelen nüfusi neffaseden olduğu da unutulmamak iktıza eder. Bunların böyle olması ise mukabilinde mazha hak ve hayır için cidd-ü istîkametle Allah yolunda nefes sarfedenlerin mevcudiyyetlerini ve kıymetlerini inkâra sebeb teşkil etmez. Bundan dolayı hulûsı niyyet ve temîz nefeslerle Allah’a sığınarak Allahdan şifa niyaz ederek okuyup üflemeyi de mutlaka sihirbazlık gibi telakkı etmek doğru olmaz. Onun için rukyeyi tecviz edenler Sıhahta merviy olan bir haylı hadîs ile istidlâl eylemişlerdir ki, Râzî bunlardan şunları kaydeylemiştir: 1- Resulullah Sallallahü Aleyhi ve Sellem bir rahatsız olmuştu. Cibril aleyhisselâm ona rukye etti de « (.......) ya'ni: Bismillâh okur rukye ederim sana seni inciden herşeyden, Allah da sana şifa verir» dedi, diye rivâyet edilmiştir. 2- İbn-i Abbas demiştir ki, Resulullah Sallallahü Aleyhi ve Sellem bize bütün evca'dan ve hummadan şu duâyı ta'lim ederdi: (.......) 3- Aleyhissalatü vesselâm buyurmuştur ki, Bir kimse eceli gelmemiş bir hastanın yanına girer de yedi kerre « (.......) = niyaz ederim o azîz Allah’a, o Arşı azîmin Rabbına ki, sana şifa versin» derse şifa bulur. 4- Resulullah Sallallahü Aleyhi ve Sellem bir hastanın yanına girdiğinde şöyle derdi: « (.......) = gider o be'si, nâsın Rabbı, ona şifa ver, sensin şâfî, senin şifandan başka şifa yok, bir şifa ki, derd bırakmaz». 5- Resulullah Sallallahü Aleyhi ve Sellem Hazret-i Hasen ile Hazret-i Huseyne ta'vîz eder, « (.......) = ikinizi de Allah’ın kelimatı tammesine sığındırırım, her şeytan ve şom kazadan ve kötü gözden» derdi ve buyururdu ki, babam İbrahim de oğulları İsmail ve İshakı böyle ta'vîz ederdi. 6- Osman İbn-i Ebil'ası Sekafîden: demiştir ki, Resulullaha vardım ve bende bir veca' vardı, beni bitire yazmıştı. Resulullah Sallallahü Aleyhi ve Sellem buyurduki sağ elini onun üzerine koy ve yedi kerre şöyle de: (.......) ben de yaptım, Allah bana şifa verdi (.......) Bunda şayanı dikkattir ki,, Resulullah ona okumamış, onun kendisine okutmuştur. 7- aleyhissalâtü ves-selâm sefere çıkıp da bir menzile konduğu zaman şöyle derdi: « (.......) = ya arz! benim Rabbım senin de Rabbın Allahdır, Allah’a sığınırım senin şerrinden, ve sendekinin şerrinden ve senden çıkanın şerrinden ve senin üzerinde debelenenin şerrinden ve Allah’a sığınırım esedden ve esvedden ve yılandan ve akrebden ve beldenin sakinlerinin ve doğuranın ve doğurduğunun şerrinden (.......) Bunlarda üflemeye dâir bir işaret yoktur. Ve bunların meşru'iyyeti için başka delile hacet olmaksızın Kur’ân’daki duâ ve isti'aze emirleri ve bu Sûreler kâfîdir. Bununla beraber Resulullahın nefs ve meshi de sâbittir. 8- Sûrenin ta başında geçtiği vechile Resulullah her gece muavvizâtı okur ellerine üfler yüzüne ve cesedine mesih ederdi. Bundan başka, yine Hazret-i Aişeden Sıhahta merviydir ki, Resulullah Sallallahü Aleyhi ve Sellem ehlinden birisi hastalandığı vakıt ona muavvizâtı üflerdi, vefat ettiği hastalığında da ben okuyup üfliyor ve kendi eliyle kendisini mesh ediyordum, çünkü onun yedi saadetinin bereketi benim elimden çok büyük idi (.......) Bununla beraber Resulullahın kendisine başkasının okumasını istemediğini anlatan şu rivayet de çok mühimdir: Yine sahihi Müslimde: Hazret-i Aişe demiştir ki, Resulullah Sallallahü Aleyhi ve Sellem bizden bir insan rahatsız olduğu vakıt onu sağ eliyle mesh eder, sonra şöyle derdi: (.......) vakta ki, Resulullah hastalandı ve ağırlaştı, sağ elini tuttum, onun yaptığını yapmak istedim elini elimden çekti, sonra (.......) dedi, ben baka gittim, ne bakayım emir tamam olmuştu (.......) Bunlardan maada Resulullahın harbde ve sairede mecruh olanlara okuyup dokunmasiyle derhal şifa hasıl olanlar da çoktur, fakat onlar onun nübüvveti havassından olan mu'cizât kabilinden olduğu için diğerleri hakkında istidlâl olunmaz. Maamafih yine Hazret-i Aişe Resulullah Sallallahü Aleyhi ve Sellem ensardan bir ehli beyte humeden, ya'ni akreb gibi zehirli hayvan sokmasından rukyeye ruhsat verdi demiştir ki,, bu da Câbir hadîslerini müeyyiddir, bunda emmek tıbben de müfid olduğuna göre tükürmenin de bir vechi mülâhaza edilebilir. Bundan başka bir de gözden rukyeye müsaade edilmiş olduğu ve bu sebeble (.......) denildiği de mezkûrdur, göz değmek hâdisesi bir hâleti nefsaniyye olmak hasebiyle bunda da ruhanî bir nefes ve telkının fâidesi zâhir demektir. Şimdi bütün bunlardan hâsıl olan netice de şudur ki, Sihir şâibesi olmamak üzere ruhî veya bedenî salâh için me'sur duâlarla rukye caiz olmakla beraber istirka, ya'ni kendini başkasına okutmak, rukye taleb etmek, Allah’a sığınmak ve duâ etmek için başkasının tavassutunu dilenmek manasını tezammun etmek itibariyle şer'an memduh değildir, o balâda zikrolunan hadîsler mucebince Allah’ın bilâhisab ve lâazâb Cennete girecek hâs kulları ondan sakınırlar, bundan dolayı Fıkhi Hanefîde bu mes'ele şu vechile muharrerdir: Şâfî Ancak Allahü teâlâ olduğuna ve devayı ona sebeb kıldığına itikad ettiği takdirde tedavî ile iştigalde be'is yoktur. Amma şâfî devadır diye itikad ederse değil, (.......) Şunu bilmelidir ki, zararı izale eden esbab üç kısma ayrılır: Birincisi maktuunbihtir: susuzluk zararını gideren su ve aclık zararını gideren ekmek gibi. İkincisi maznundur: hacamat etmek, kan almak, müshil içmek vesair ebvabı tıbba aid mualecat yapmak gibi. Üçüncüsü de mevhumdur, rukye gibi. İmdi maktuunbih olanın terki tevekkülden değildir, hatta ölüm korkusu olduğu takdirde terki haramdır. Amma mevhum olana gelince tevekkülün şartı onun terkîdir, Zira Resulullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem ve âlihi) mütevekkilîni onunla vasfeylemiştir. (.......) İkisi arasında mütevassıt derecede olan maznuna gelince ki, etıbba indindeki esbabı zâhire ile müdavat böyledir, bunu yapmak tevekküle münafi değildir, mevhumun hilâfınadır, terki de haram değildir, maktuunbihin hilâfınadır, belki bazı ahvalde ve bazı eşhas hakkındaki terki filinden efdal olur, bu iki derece beyninde bir derecedir (.......) merîza ve melduğa karşı okumak yâhud bir varaka yazıp ta'lik etmek, yâhud bir tasa yazıp yıkayıp içirmek gibi Kur’ân ile istirka hakkında ihtilâf edilmiştir, Ata, Mücahid ve Ebû Kılabe mübah olduğuna, Nehaî ve Basrî kerahetine kail olmuşlardır. Hizanetülfetavada böyledir, fakat meşahîrde inkâr edilmiyerek sâbit de olmuştur, Hizanetülmüftîn, ta'viz, ya'ni muska takınmakta beis yoktur ve lâkin halâda ve mukarenet zamanında çıkarır «garâib», bir kadın kocası sevmediği için sevsin diye muska yaptırmak isterse Camiussağîrde der ki, bu haramdır helâl olmaz (.......) Görülüyor ki, burada rukye ile tedavî terki evlâ mevhum kısmından sayılmıştır, mevhum denilmekten murad da hiç aslı yok yalan demek değil, maktuun ve zannı gâlib demek olan maznunun mukabili, ya'ni zannın mercuh, zaıyf tarafı yüzde elliden aşağı düşen kısmı demektir ki, tıbbî tedavîlerin de bir çoğu böyledir, isabeti yüzde yüz olan maktu, yüzde elliden yukarı olan maznun, yüzde elliden aşağı olan da mevhum kısmındandır. Zamanımızda tıbbî fenlerin terakkî etmiş olmasına rağmen hayatın, emrazın tam bir hududu çizilmiş olmadığı gibi fenni tedavî de amprik olmaktan çıkarılmış değildir, hayat yine mechulât ve esrar ile doludur, onun için zikrolunan üç kısım hakkındaki huküm artık değişmiştir veya değişir gibi zannetmemelidir, bu taksim her zaman için düstur olacak ılmî bir taksimdir. Bu gün de tıbda fenni tedâvînin yüzde yüz isabet ettiği bir deva tesbit edilmiştir denemiyor, kinin gibi en sağlam sayılan ilâçların bile yüzde seksen doksan ihtimal içinde telakkî edildiği malûmdur. Biiznillâh yüzde yüz sayılabilecek bir haylı ilâçların bulunduğu farzolunursa bile bunlar maktu kısmında dahil demek olacağından dolayı zikrolunan taksim değişecek değildir. Bir çok masraflara fedakârlıklara katlanılarak takıb edilen tedâvîlerin bir çoğu da nice ukdelerle dolu esrar perdeleri içinde zaıyf bir ihtimalin verdiği asgarî bir ümid ile tatbık edilmek itibariyle rukyeden farklı değildir, aynî zamanda tıb tedâvîlerinin müfid olmadığı bazı emraz ve avarızın bir rukye ile zâil olabildiği de ötedenberi görülegelmiş vakı'attandır. Mukabilinde bir şer ve zarar melhuz olmadıkça mümkin olan en zaıfy bir fâide ihtimalinden dahi insanları men'etmek doğru olmaz, ve yüzde bir değil, binde bir, milyonda bir misâle müstenid bir ihtimal dahi olsa mukabilinde bir zarar ihtimali bulunmıyan bir fâide mülâhazası mücerred tevehhüm değil, az çok delilden neş'et eden bir şübhe demek olduğundan ihtiyac halinde daha kuvvetlisi bulunamayınca onunla âmel tecviz edilir, ve öyle bir tesellînin alelıtlak men'i de makul olmaz, fakat insanların sihirbazlara, şeytanlara kapılması da en ziyade bu gibi şübheli ahvâl içinde vukua gelir ve onun için zarar ihtimallerinin de iyi düşünülmesi iycab eder. Ilmi usul kava'idine nazaran ise kat'î delil ile itikad ve amel vacibdir, hılâfına kavî delil bulunmıyan zannî delil ile itikad vacib olmasa da ındelhâce amel vacib olur, vehm ve şübheyi kesmek için müfid olduğu zaman nazarı ıtibara alınabilir. Bu esas üzere Fıkıhta da şifâ, Allahdan bilinmek şartiyle tedavînin kat'î olaniyle amel vacib, ındelhavf terki haram, maznun olanıyla amel câiz, ahval ve eşhasa göre bazan fi'li, bazan da terki evlâ, mevhum olaniyle de amel menhî değil ise de terki evlâ denilmiş, rukye de mevhum kısmından sayılmıştır. Mevhum olmasının sebebi de duâ olması itibariyle değil, okuyanın nefesinde sebebiyyet mülâhazası itibariyledir. Şu halde bu izahattan anlaşılır ki, rukye ile tedâvî halkın pek çoğunun zannettiği gibi dindarlığın iycabı ve şer'ın emrettiği bir şey değil, nihayet bir müsaadedir. Asıl diyânetin muktezası onu terk ile Allah’a mütevekkil olmak ve ancak Allah’a sığınıp ona kendisi doğrudan doğru duâ etmek ve duâsına başkalarının tevassutunu istememektir. Mü'minin mü'mine gerek huzurunda ve gerek gıyabında duâsı meşru' ve müstahsen ve hatta vazifei dîniyyesi bulunduğunda ve (.......) Hadîs-i şerifi mucebince duâ ıbadetin, dindarlığın iliği olduğunda şübhe yok ise de duâ etmek başka, okuyup üflemek, başkasının nefesinden meded beklemek yine başkadır. Allahü teâlâ duâyı emretmiş (.......) buyurmuş (.......) buyurmuş (.......) buyurmuş, fakat şirkten, kendinden başkasına duâdan nehyetmiş (.......) buyurmuştur. Kezâlik Kur’ân’da ve Resulünün lisaniyle en güzel duâları ta'lim eylemiş ve nihayet bu Sûrelerle de bütün şerlerden doğrudan doğru kendisine sığınılmasını emreylemiştir. Okuyup üfliyecek olan bunları bellesin her zaman kendine hırzican edinsin, Peygamber Sallallahü aleyhi ve Sellemden merviy olduğu üzere her gece ve her ihtiyacında temiz temiz, hulûsi kalb ve itikad ile okusun, kendine üflesin, mü'min kardeşlerine de hem duâ hem tavsıye etsin, temiz nefesle duâ edenlerin duâlarının berekâtını da inkâr etmesin, buna söz yok, fakat Allahü teâlâ böyle duâ ve icabet kapısını herkese açtığı, ona umumiyyetle herkesi çağırdığı, herkesin doğrudan doğru ilticasını istediği ve şirk şâ'ıbesini kabul buyurmadığı halde ona doğrudan doğru duâ ve ibadet ile dehalet ve ilticayı bırakıp da ben o kapıya gidemem, ne istiyeceğimi de bilemem diye duâ dellâlı aramağa ve onun nefesinden meded ummağa kalkışmak diyanetin iycabı değil, cahiliyye âdetîdir. Nâs bundan gafîl olup kendine okutup üflemeyi dindarlık iktızası zanneylediği cihetle burada bu tafsîlât ile sözü uzatmağa lüzum görüldü, (.......) 2- Bir de « (.......) = düğümlere üfliyen kadınlar», (.......) ya'ni hilebaz kadınlar, yâhud erkekleri fitneye düşüren, onlara mehasinini arzederek tearruz edip meftun eyliyen fitnekâr kadınların şerrinden diye tefsir edilmiştir. Râzînin beyanına göre Ebû Müslim bu sonuncuyu ihtiyar eylemiştir ki, erkeklerin azm-ü irâdelerinde reiy ve nazarlarında icrayi te'sir ile tesarruf eden kadınlar demek olur, bu surette ukde azîmet, ya'ni akdi kalb ve re'yi nazar manasına, yâhud ip düğümünden müste'ar, nefs de ipin düğümünü yumuşatmak için tükürmekten müste'ar olup mana şu olmuş olur: kadınlar erkeklerin gönüllerine üfler gibi verdikleri heyecanlar ve yumuşatıcı te'sirlerle onları reiyden re'ye, azîmetten azîmete çevirir türlü fitneye düşürürler, onun için Allah onların şerrinden isti'azeyi emreylemiştir. Bu ma'na (.......) mazmuniyle (.......) mazmununa muvafıktır. Râzî der ki, bu kavil güzeldir, fakat ekseri müfessirînin kavli hilâfına olmasa... Lâkin yukarıda geçtiği vechile sihirbaz ukdesinin asli azîmette olduğu ve onun da mutlaka iplik düğümü manasına tahsîsı vacib olmayıp maksad urfî ve lügavî e'am manasiyle mutlaka sâhirler ve sâhireler demek olacağına göre bu kavil de ondan haric değil, onun bir vechi demek olur. 3- İbn-i Sînanın ve bazı ârifînin ihtiyar eylediği vecihtir ki, ukdelere üfliyen nefisler, yahud kuvveler demek olarak ecsamı unsuriyye içinde uzvî veya âlî denilen gerek hayvanat ve gerek nebatat bütün ecsamı nâmiyenin nemâsı mebde'i olup nefsi nebatî ve kuvvei nâmiye ve kuvvei gaziye denilen uzvî kuvvelere işaret olmasıdır ki, alel'umum uzviyyette olduğu gibi bedeni insanîde de tegaddî ve tenasül vazifelerinin meyli demek olan şehvet heyecanın ilk mebde'i ve şartı bu kuvve, bu nefis vesair kuvâyı hayvaniyye ve hissiye bunun mütemmim ve mükemmili olduğuna göre bu mana evvelki manaların ılleti mesâbesinde olan şehvet ve kuvvesine de işaret olarak hepsinden e'am demek olur. Ve hatta bu ıtibar ile «kuvvei şehevaniyye» demek daha zâhir olur. İbn-i Sîna gâsikı kuvvei hayvaniyyeye hamlederek demiştir ki, kuvvei hayvaniyye müste'îz olan nefsi nâtıkanın hilâfına olarak küduretli bir zulmeti gâsika, ya'ni bulanık bir kara kuvvettir. Çünkü nefsi nâtıka cevherinde temiz, sâfî, ve madde küdurat ve alâikından berî, cemîı suver ve hakayıkı kabil bir fıtrette yaradılmıştır, o ancak hayvaniyyetten kirlenir televvüs eder, (.......) da kuvvei hayvaniyyenin şartı olan kuvayı nebatiyyeye işarettir, çünkü o tul arz umk, cemîı cihattan hacım ve mikdarı artırması haysiyyetiyle üç ukdeye üfliyor gibidir (hatta teneffüs hayatı nebatî iktısasından olduğuna göre nefsetmek, üflemek bunda mecaz değil, hakıkattir. Nebatatın boğum yerlerinde de ukde hakıkattır denilebilir). Nefsi insanî ile kuvayı nebatiyye beyninde alâka hayvaniyyet vasıtasiyle olduğu için lâcerem kuvvei hayvaniyyenin zikri kuvayı nebatiyyeye takdim olunmuştur. Bu iki kuvveden cevheri nefse lâzım gelen şerr ise onda beden alâ'ikını mühkemleştirmek ve ona muvafık, cevherine lâyık, gıda ile teğaddîsine mâni' olmaktır, ona lâyık gıda da Semavât ve Arz Melekûtunu ihata ve nukuşi bâkıye ile intikaştır (.......) Bazılarının dediği gibi gâsık cismi câmide, madene işaret olduğuna göre de ve bizim dediğimiz gibi mevâlidi selâseye ve bedeni insanîye şâmil cismi unsurîye işaret olduğu takdirde de bu mana cereyan eder. Evvelki manalar da buna teferru eyler. Bütün bunlardan sonra burada (.......), balâde Nihayeden naklen zikrolunan Hazret-i Ömer ve Übey hadîslerindeki (.......) ve (.......) gibi velâyet ve akdi bîat, ta'biri âharle «ukdei mülk» manasına olmak ve hatta o hadîsler bu âyetin bir mazmunu bulunmak da çok muhtemildir. Bu ukdelere üfliyenlerin üflemeleri ve şerleri ise bir taraftan hukukı ıbadı uhdelerine alan zimamdarının sui idareleri, cah hırsları tehakkûm ve teaddî dâ'iyeleriyle o ukdeleri sıkıştırmak yolundaki zulüm ve teğallüb hareketleri bir taraftan da Allahdan korkmaz ehli bağıy ve ısyanın halkı iğva ve ifsad ile hak ukdeleri çözmek fitne ve ihtilâl çıkarmak için sarfettikleri nefeslerle yaptıkları tahrikât, çevirdikleri entrikaları demek olarak iki veche şâmil olur ki, bunların ikisi de Allah’a isti'aze edilmesi lâzım gelen en büyük şerlerdendir. Maamafih bunlar da sihrin (.......) demek olan umumî manasında dahil olacağına göre birinci manada dâhil demektir. Şu halde hulâsa: «ukad», hissî, manevî, hakıkat mecaz birçok manalara muhtemil olmakla beraber esas manası düğüm demek olduğu için ip düğümünde zâhirdir. Lâkin maksad alel'ade bir ip veya iplik düğümünü bağlamak veya çözmek için üflemek veya tükürmekten ıbaret olmadığı da zâhirdir, çünkü her iplik düğümünde şer mülâhaza olunmıyacağı da âşikârdır, bundan dolayı murad ta'birin hakıkatı üzere düğüme üflemekten ıbaret değil, sihirden kinâyedir, Bu suretle (.......) nüfusi sâhire manasına urfolmuş bulunduğundan mana alel'umum sâhirlerin ve sâhirelerin şerrinden isti'azedir. Sihir fi'li de iplik düğümüne münhasır değildir. Onun için bunu sihrin herhangi bir şey'i vechinden sarf ve tahvil etmek ma'nasiyle anlamak muvafık olur ki, bu da zikrolunan ma'naların hepsine şâmil olur. |
﴾ 4 ﴿