3

Yeryüzünü enine boyuna yayıp döşeyen, onda oturaklı dağlar ve ırmaklar meydana getiren ve yeryüzünde meyvelerin hepsinden iki çift yapan O'dur. Sürekli olarak gece ile gündüzü birbirine dolamaktadır. Düşünecek olan bir kavim için bunda muhakkak ki, ibretler vardır.

Ve O, yani Allah O'dur ki, yeri meddetti, kudretiyle çekti, uzattı, ona kendine mahsus bir uzaklık verdi.

"Göklerle yer bitişik idiler de biz onları birbirinden ayırdık" (Enbiya, 21/30) âyeti uyarınca göklerden yeri ayırıp onu onların içinden çekip alması, özellikle ona bir en ve boy ihsan ederek onu enine boyuna uzatıp sündürmesi, ona bir hacim ve yüzey verip onu genişletmesi, bilhasa yeryüzünde yaşayanlar açısından son derece büyük bir nimettir. İşte Allah, yeryüzünü bir ucundan bir ucu görünmeyecek şekilde genişletti, yaydı ve döşedi. Yerin meddi, çekilip uzatılması kavramı, hem göklerden çekilip ayrı bir özelliğe kavuşturulmasını, hem de yerin yapısındaki esnekliği ve çekilip genişlemeye müsait olan özelliğini ifade eder. Ve bir yüzeyin basit ve pürüssüz, yani yumurta gibi girintisiz çıkıntısız olması, onun yuvarlak ve kürevî olmasına engel değildir. Buradaki "çekip uzattı" ifadesinden onun dümdüz ve düzlem şeklinde bir yüzey olması gerektiği anlamı çıkarılmayacağı da unutulmamalıdır.

Her madde değilse bile her cisim kendine mahus bir uzamaya sahiptir ki, cisim oluşu o genleşme ile anlaşılır. Nitekim cisimlerin ölçülmesi ilmi demek olan hendese (geometri) ilminde her cisim üç boyut içinde ele alınır. Basit cisimler ya da tabiî (doğal) cisimler adı verilen maddî cisimler de onun belli bir boyutu bulunması ile ancak varlık kazanabilir. Mesela ışık dalga boyu ile benzerlerinden ayırt edilir. Ve o maddeye o boyutu veren kim ise onu meddeden ve yaratan O'dur. Yeryüzü de insanların boyut ve uzaklık kavramını elde etmelerinde, bunu hissedip tanımalarında önemli rol oynayan maddî bir cisimdir ki, kendine mahsus bir uzaması ile temayüz etmiş bulunmaktadır. İşte yer küreye bu uzama miktarını tayin ve tahsis eden ve onu güneş sistemi içinde güneşe ve öbür gezegenlere belli uzaklıkta bir yere yerleştiren ve bu sayede ona öbürlerinden farklı birtakım özellikler kazandıran Allah'dır. Zira akılla ve tecrübeyle bilinmektedir ki, yer kürenin maddesi çeşitli şekil ve uzaklığı almaya müsait iken, ona bulunduğu bu şekli ve bu mesafeyi ihsan eden olsa olsa Allah'dır. Genel olarak madde mutlaka bir boyut kazanmaya mecbur olsa bile içinde bulunduğu bu şekli alması ve bu mesafeye yerleştirilmesi için buna kendi gücü, yani, maddenin tabiatındaki özellikler yetmez.

Çünkü yok, kendini var edemez. Yeryüzünün hiçbir sebep ve müsebbip yokken kendi kendini var etmesi ve en mükemmel bir konumu elde etmesi mümkün olmadığı gibi, diğer gök cisimlerinin, böyle bir madde üretip ona bu özellikleri kazandırmaya da gücü yetmez. Çünkü herhangi bir tabiatın kendini nakzetmesi çelişki olur. Ve onun içindir ki, tevellüd bizatihi batıldır. Gökyüzü genel dengede kendisine bağlı olan yeryüzünü tabiatiyle kendisinden ayırıp fırlatamaz. Yeryüzünün teşekkülü için ne kadar çok ve çeşitli sebep düşünülürse düşünülsün, yer kürenin belli bir ölçü ile öbürlerinden ayrılıp çekilmesi, her şeyden önce tabiatın kanunu olan tekdüzenliği ve konumunu korumayı altüst eden bir olaydır. Bu da bu değişikliği meydana getiren bir faili muhtarın yaratıcı kudretine bağlıdır. Ayrıca âyetteki ifadenin siyakına göre, yerkürenin durumu ayrılış konumunda zikrolunmuştur. Demek ki, yerkürenin yaratılışı bu ayrışma aşamasında meydana gelmiştir. Yani yer kürenin ana maddesi, ilk yaratılış olayında topluca yaratılmış olan o ilk maddeden veya ilkel cisimlerden veyahut gök cisimlerinin yapısından ayrılıp ayrıcalık kazandırılarak meddedilmiş (uzatılmış)tir. Bundan dolayı kâinata yepyeni ve değişik bir cisim olarak ilave edilmiş olan yerküre, üzerinde yaşayanlara göre bir başlangıç olmakla beraber, kendisinden önce yaratılmış olan gökcisimlerine göre bir ayrıntı durumundadır. Fakat iş yalnızca tabiata bağlı kalsa idi, tali derecede ve bir uzantı durumunda bulunan yerküre kendisinden önce yaratılmış olan o öncekilerden farklılaşarak yeni bir yaratılış özelliğine sahip olarak teşekkül edemezdi. Mesela Laplas nazariyesinde söylenildiği gibi, yerkürenin güneşten koptuğunu düşünelim: Gerek ilk maddeye verilen çekme ve itme kuvveti açısından, gerek güneşin merkezkaç kuvveti açısından, gerekse bütün gök cisimlerinin karşılıklı çekme ve itme kuvvetleri açısından ele alınsın, zaman ve mekanda belli bir ölçüde yerkürenin kendine mahsus özelliklerle teşekkülünü gerektirmek (determine) için bunların, o an için elbirliği edip yerküreyi meydana getirebilmeleri konusunda tabiatüstü bir kudretin özel bir emrinin bulunması zarureti vardır. Yoksa ilk yaratılıştan beri sürüp gelen şartların hiç değişmemesi gerekirdi. Buna tekamül, gelişme veya değişme adı vermekle mesele çözülmüş olmaz. Zira gelişme veya değişme dahi durup dururken kendiliğinden meydana gelmez, o değişikliği gerekli kılacak bir sebep bulunması gerekir. Herhangi bir şeyin bir andan bir ana veya milyarlarca seneden sonra uğradığı değişme ve gelişmeyi tabiata mal etmek, "tabiat kendi kendini değiştirdi" demektir. Bu da tabiat farzedilen şeyin tabiat olmadığını itiraf etmektir. Çünkü tabiat, tabiat olması bakımından ancak değişmezlik özelliğiyle tasavvur olunabilir. Ve bundan dolayıdır ki, "tabiatın kanunları değişmez" denilir. Oysa tabiatte değişme ve gelişme, çoğalma ve nevilere ayrılma hep birer oldu bitti ile meydana gelir. O halde ilk yaratılış olayında olduğu gibi, tabiatta meydana gelen değişme ve gelişmelerin her aşamasında o değişmeyi gerektiren sebep, tabiatın kendisi değil, tabiat üzerinde etkili olan ilâhî bir etki ve iradedir ki, tabiatleri hem icad ediyor, hem de ayrıştırıyor. Böylece daha önce ortada olmayan tabiatler, onun sayesinde var oluyor. Kendi halinde kalsa, ataletten ve yeknesaklıktan kopamayacak olan o tabiatler, değişme ve gelişme kanununa bağlı olarak değişiyor ve tekamül ederek başkalaşıyor, başka bir tabiat da olabiliyor.

Göklerde sayısız özelliklerle birbirinden ayrılan ve direksiz olarak yörüngelerinde akıp giden o gökcisimleri karşılığında bir kısım madde de bir özel çekim ile meddolunmuş, yerküre olarak başka yörünge ve başka bir akım alanı kazanmış bulunuyor. Allah'ın emri ve ayrıştırması olmasaydı, ilâhî irade böyle olmasını istememiş olsaydı, yerkürenin maddesi atalet kanununun dışına nasıl çıkabilirdi? Güneşin merkezkaç kuvvetinin karşıtı olan çekim kuvvetine sırf kendi gücü ile nasıl başa çıkabilirdi. Veya çevredeki hangi kuvvet önceki mevcut dengeyi bozar da yerin maddesini güneşten koparıp da fırlatır atardı ve böylece yeni bir dengenin meydana gelmesini sağlardı? Ya da bilgisi ve iradesi bulunmayan hangi kimyager, o kaynayan güneş potasından bir parça alır, diğer bir kalıba döker, soğutur da canlılara beşik vazifesi görecek olan yer kabuğunu imal edebilirdi? Güneşte veya diğer bir gökcisminde yerin hammaddesi bu kadardan mı ibarettir. Daha fazla veya daha az olmayıp şimdiki özel ölçüsü kadarını ayıran ve onu saflaştıran yetkili kim veya ne idi?

Ayrıca çeken ve iten kuvvete göre, yerküreyi doğuya doğru dönmesi ile batıya doğru dönmesi arasında hiç fark olmaması gerekirken, onu doğuya doğru döndüren ve böyle dönmesini tercih eden sebep veya amil ne idi? İlh...

Yeni yeni tabiatler yaratan ve onlara başka başka özellikler ve yönler kazandıran bütün değişmeler ve gelişmeler, hatta baştan sona bütün varoluşlar ve olaylar hep Allahü teâlâ'nın ilim, irade, kudret ve kuvvetini gösteren âyetler, açık seçik belgeler ve delillerdır. İşte kâfirler bunların üzerine uğrarlar, bunlarla göz göze gelirler de yine de yüz çevirir geçerler.

Tabiatın her değişikliği bir değiştiriciye bağlı olduğu için, her olayın meydana gelişi, Allah'ın varlığına bir delil teşkil ederse de ilâhî iradenin arş üzerine istivası söz konusu olduğunda, yani tabiatı bir tekdüzelik ve değişmezlik şekline soktuktan sonra, benzer şart ve sebeplerde benzer olayların meydana gelmesi, sonradan olanın, öncekinin tabiatını ve izlerini taşıması şeklinde tabiat olayları, sebep sonuç ilkişkisine bağlı ve zincirleme oluşlar olarak akıp gitmektedir. Bu akış, içinde kesintisiz gizli sebepler bulunduğu ihtimalini düşündürür. Fakat tekdüze ve alışılmış olmayan harikulade olayların tabiate nisbet edilmesi söz konusu olmadığından ender görülen olağanüstü bir olayın doğrudan doğruya bir ilâhî âyet, bir mucize olduğu açıkça belli olur. Bundan dolayıdır ki, insanların çoğu Allah'ı ancak böyle olağanüstü olaylar karşısında hatırlar. Bu hikmete dayalı olarak burada da avam veya havas herkesin, normal, alışılmış ve tekdüzelik anlamı ifade eden tabiat kanununa aykırı olduğunda açıktan açığa görüp anlıyabileceği benzersiz bir yaratılış olayı misal gösterilmiştir ki, bu da yerkürenin meddidir. Zira yerküreyi yayıp döşeyen sanat gerçekten başlı başına ve benzersiz bir sanat olayıdır. Ve işte Allah bunu yapandır. O Allah ki, yeri yaydı, döşedi. Ayrıca Ve onda sabit ve ağır dağlar ve ırmaklar da yaptı. Yani yeryüzüne değişik özellikler kazandırdı. Onda farklı yeryüzü şekilleri yarattı. Dağlar ve nehirler birbirine zıt özellikte iki tabiat olayıdır. Böylece yerkürenin yüzeyi, denizlerde olduğu gibi, ilk yaratılış şeklindeki sadeliğini korumadı: Dağlar ve dereler, vadiler ve ovalar, irili ufaklı tepeleriyle inişli yokuşlu, girintili çıkıntılı, kıraç, münbit, katı ve yumuşak yapısıyla değişik şekiller kazandı. Halbuki yerküre ilk yaratılış şekliyle kendi haline bırakılsa idi, ilk meddindeki gibi, tekdüzelik yapısını koruyacak idi ve öyle olması gerekirdi. Nitekim bütün gökcisimleri milyarca senedir o ilk şekillerini korumaktadırlar. Bunlar arasında yerküre hayat olayına elverişli olan biricik ve müstesna yerini korumaktadır. Nehirler ve dağlar işte bu iki zıt karakter bir tek tabiatten nasıl doğabilirdi? Doğdu, çünkü Allah bunları ayırdı meyvelerin hepsinden onda (yeryüzünde) iki çift eş de yaptı.

Zevceyn: Yani iki zevc, erkek ve dişi gibi iki ayrı cinsten meydana gelmiş çift demektir. Bunun bir de ayrıca "isneyn" diye "iki" sayısıyla sıfatlanması tekid veya ikişer ikişer anlamına tevzi için olduğu söyleniyorsa da bunun bir bölünme olması daha açıktır. Şöyle ki:

Her meyvenin çiçeğinde hayvanların erkek ve dişisi durumunda bir çift eş vardır ki, o meyve işte bunların çiftleşmesinden ve döllenmesinden meydana gelir. Nitekim "Bir de ilkah edici rüzgarlar gönderdik" (Hicr, 15/22) buyurulmuştur. Sonra bu zevceyn de ayrıca iki kısımdır: Bir kısmı erkeği başka kaynakta, dişisi başka kaynakta olmak üzere ayrı ayrı iki ağaçta bulunur. Mesela incirin erkeği başka ağaçta, dişisi başka ağaçta olur. Bir kısmı da hem erkeği, hem dişisi aynı çiçekte bulunur. Çiçek erkekli ve dişili bir hünsa şeklinde açar ve döllenmeyi kendi bünyesi içinde yapar, çoğunlukla çiçekler böyledir. İşte zevceyn tabiri ile her meyvede çiftleşen genel olarak erkekli dişili çiçekler kastedilmiş, isneyn tabiri ile de bunların iki çeşit olduğu ifade buyurulmuştur. Hurma ve incir gibi bazı meyvelerin erkeği, dişisi bulunduğu ve meyve hasıl olması için bunların telkihi, yani döllenmesi gerektiği ötedenberi bilinen bir olay, olduğu halde öteki çiçeklerin de erkekli ve dişili olarak bu döllenmeyi kendi bünyesi içinde yaptığı gerçeği yakın zamanlara kadar bilinmiyordu. Son zamanlarda mikroskopların icadı ile bitkilerin fizyolojisi tetkik edildikten sonra ortaya çıkan ve anlaşılan bir meseledir. Onun için eski devirlerdeki tefsir âlimlerinin bu âyetle ilgili olarak ortaya koydukları görüş ve açıklamalar ibham (müphemlik)dan uzak değildir: Bunu iki sınıf veya iki zıt anlama irca ederek has ve âmm gibi tefsire çalışmışlar; incir ve hurma gibi, öteki bütün meyvelerde de baba ve ana durumunda bir erkek ve dişi bulunduğunu genellikle hesaba katamamışlar. Bununla beraber Keşşaf ve Fahruddin Razi'nin ifadelerinde bu anlama yakın bir incelik vardır. Özellikle Razi, bunu insanın yaratılış olayındaki Âdem ile Havva'nın durumuna benzeterek bütün ağaçlara ve bitkilere şamil olacak şekilde genelleştirmiştir ki, bu doğrudan doğruya âyetin kendi anlamından çıkarılan bir sonuçtur. Şu halde biz bugünkü nebatat (botanik) ilminin şahitliği ile anlıyoruz ki, bu âyetin bu cümlesinde başlıbaşına bir ilmî mucize vardır. Bu gerçeğin bin bu kadar sene önce Kur'ân'da haber verilmiş olması, Kur'ân'ın Allah kitabı, bunu getirenin de hak peygamber olduğuna doğrudan ve apaçık bir delil teşkil eder. "İşte bunlar sana kitabın âyetleridir ve sana Rabbinden indirilen haktır..." (Ra'd 13/1). Şimdi düşünmeli ki, yeryüzünde ne kadar farklı ve çeşitli meyveler vardır. Hepsi aynı gökkubbe altında ve aynı yerde oldukları halde her türü başka bir yaratılışta olan ve birbirine zıt birtakım özellikleri bulunan bu meyvelerin tamamının ortaya koymuş olduğu bu farklılık ve çeşitlilik, elbette yalnızca toprağın tabiatına bağlanamaz. Bununla beraber bu meyvelerden her biri kendi türüne ve kendi tohumunun tabiatına bağlanamayacaktır. Zira her meyve, her şeyden önce iki ayrı yaratılışta olan erkekli ve dişili bir döllenmeye muhtaçtır. Bu birleşme meydana geldikten ve ilkah (döllenme) sağlandıktan sonraki aşamalar tekdüze bir tabiat kanunu gibi ele alınsa bile yine de görülecektir ki, her meyvenin ilk iki eşi ile toprağın tabiatı arasında hiçbir ilişki yoktur. Yerkürenin diğer gökcisimleri arasından çekilip alınması (meddolunması) zamanındaki durumu şöyle dursun, dağlar ve nehirler yaratıldıktan sonra bile toprağın katı tabiatı, bu çeşitli meyvelerin özel hayatlarından ne kadar uzaktır. Yerin maddesi ilk aldığı tabiatından kendi kendine veya herhangi bir tabiatın icabı olarak bu kadar çeşitli değişimleri göstererek, bu varyeteleri yapacak, bu meyveleri verecek derecede ayrışımlar gösterebilir mi? Şu haliyle bütün meyvelere bu değişik tatları toprak veriyor demek çelişki olmaz mı? Doğrusu tabiat açısından düşünüldüğü zaman, Pastör'ün de dediği gibi, her canlının ancak kendi tohumundan üremiş olması gerekir. Yeryüzünde ilk erkekli dişili hücre tohumunun meydana gelmesi ve bunların çeşitli özellikler ve farklılaşmalar kazanması meselesi ise tabiatüstü bir sanat harikasıdır. Tabiatın ıstıfa (seleksiyon) ve tekamülü, bir gerçek ise de bir tabiat eseri değildir. Ancak ve ancak fâil-i muhtar olan bir yüce yaratıcının irade ve sanatının eseridir. Herhangi bir şeyde tabiî, yani kendi kendine bir ıstıfa veya tekamül bulunduğunu farzetmek, yok olanın var olana illet ve sebep olduğunu farzetmektir ki, katıksız bir çelişkidir. İşte Allah, o hikmetli yaratıcıdır ki, yeri meddetmiş ve onun üzerinde dağları, nehirleri ve bütün meyvelerin temeli olan çiftleri, tabiat üstü bir yaratışla ikişer ikişer yaratmış, böylece kudretine delil olacak âyetleri ayrıntılarıyla ortaya koymuş ve koymaktadır. Öyle ki, şimdi bile hiçbir şeyi kendi tabiatına bırakmıyor. Geceyi gündüze bürüyüp duruyor. (Araf, Sûresi, 7/54 âyetine bakınız). Hiç şüphe yok ki düşünecek olan bir kavim için bunda, (bu meddetme, döllenme ve bürüme olaylarının her birinde) birçok âyetler vardır. Düşünen kişi ve toplumlar bunlarda Allahü teâlâ'nın eşsiz kudretine ve tabiat üzerindeki hakimiyetine ve binaenaleyh mebde ve meâda dair çok, pek çok deliller bulabilirler. Lâkin insanların çoğu bu gibi konular üzerinde düşünmezler, böyle şeylere kafa yormazlar. Bununla beraber o kadar uzağa gitmeye ve ince düşünmeye de lüzum yoktur.

3 ﴿